İçinde bulunduğumuz yönetim biçimini tanımlamak için kullanılacak en uygun tanımlamanın bu olduğunu düşünüyorum. Aslında bireyin temel özgürlükleri adına otoriteyi, yani devlet erkini dahi sınırlamayı öngören liberalizm değişen tüm teknoloji ve işgal yöntemlerine rağmen değişmeyen emperyalist devletlerin, tarihi hedeflerine ulaşmak için oluşturdukları küresel totalitarizmin aracı olmuştur. İçinde bulunduğumuz yönetim biçimini tanımlamak için kullanılacak en uygun tanımlamanın bu olduğunu düşünüyorum. Aslında bireyin temel özgürlükleri adına otoriteyi, yani devlet erkini dahi sınırlamayı öngören liberalizm değişen tüm teknoloji ve işgal yöntemlerine rağmen değişmeyen emperyalist devletlerin, tarihi hedeflerine ulaşmak için oluşturdukları küresel totalitarizmin aracı olmuştur.
Son yüz elli yıldır yapılan savaşlara, bu savaşlardan dolayı yapılan anlaşmalara ve anlaşmaların gereği olarak değişen sınırlara, rağmen emperyalist devletlerin değişmeyen ulusal hedefleri ve planları vardır. Değişen tek şey bu hedeflerini hayata geçirebilmek ve yeni sömürgeleri hegemonyaları altına almak için uyguladıkları tekniklerdir.
ABD kaynaklı küresel totalitarizmin kendine hedef olarak belirlediği coğrafyalar içinde etkisi altında olmayan devlet yok gibidir. Bilindiği gibi totaliter devletlerde, devleti oluşturan bireylerin tüm yaşam alanları devletin kontrolü altındadır. Sanattan, dine veya bilime kadar ve hatta yerleşik yaşam kültürüne kadar her şey totaliter devletin kontrolü ve baskısı altındadır. Totaliter devlet, kendi varlığına tehdit olarak gördüğü hiçbir şeye yaşam hakkı tanımaz. Bu baskıyı sağlamak için kullanacağı araçlar teknolojinin gelişimine oranla sürekli değişkenlik gösterebilir ama amaç ve sonuç daima aynıdır. Askeri güç, medya, eğitim sistemi, toplum mühendisleri tarafından oluşturulan yaşam tarzı akımları, STÖ’ler totalitarizmin araçlarındandır. Totaliter devlet bu araçları bir baskı ve kendini koruma aracı olarak kullanır ve bu sayede var olur.
Küresel anlamda ise durum biraz değişkenlik göstermekle beraber tamamen aynı amaca hizmet eder. Burada değişkenlik gösteren şey, tamamen aksi anlam içermekle beraber liberalizmin de küresel totalitarizmin söylemi ve aracı haline dönüşmüş olmasıdır. Tüm dünyada küresel güç ve dünyanın jandarması rolünün baş aktörü olan ABD, bireylerin ve küçük etnik toplulukların hak ve özgürlüklerini, kendisine ve dünyaya karşı tehdit olarak gördüğü terörizmi bahane ederek ve demokrasi getireceği iddiası ile askeri güç dahil olmak üzere bu araçların tamamını kullanmakta ve tarihi amaçları doğrultusunda ülkeleri işgal etmeye devam etmektedir.
Fakat bu işgali gerçekleştirmek için önce uygun zemini hazırlaması gerekmektedir. Totaliter devletlerde devlet adına ordu, medya, eğitim sistemi bu yönlendirme ve stabil tutma işlevini sürdürürken küresel totalitarizmde satın alınacak veya devşirilecek devlet başkanlarına, siyasetçilere, yazarlara, medya patronlarına ve tabi ki güvenlik güçlerinin yöneticilerine ihtiyaç duyulur. Yani uşaklar gereklidir. Bu en fazla zaman alan ve en önemli aşamadır. Bu aşama geçildikten sonra yapılacak hiçbir şey bu kadar zaman almayacak ve işgal dâhil hiçbir şey olması gerektiği kadar tepki ile karşılanmayacaktır.
Devşirilen veya satın alınan uşaklar liberal söylemlerle - ki her ne kadar adına böyle demeseler de sonuç olarak uyguladıkları yöntem aynıdır- bireyin hak ve özgürlüklerine, olması gereken refah düzeyine dair nutuklar atar fakat uyguladıkları politikalarla bahsettikleri şeyi asla vermeyerek bu konularda son derece kuvvetli bir özlem oluşmasına sebep olurlar.
Daha sonra sırada, bu kulağa tatlı gelen ama bir türlü karşılaşılamayan kavramlara karşı söylem ve eylemleri ile yapay düşmanlar ve düşmanlıklar oluşturulması gelir. Karşısına çıkan düşman, çaresiz kalan yönetim, özlediği ama bir türlü göremediği liboş hayaller ve tüm bu hayalleri gerçeğe dönüştürme iddiasında olan jandarmanın sahne aldığı bir oyunda halkın kimi alkışlayacağı ise bellidir zaten.
Bir yandan Avrupalı olmanın kerametinden dem vurdurulan yazar, çizer tayfası, Avrupalı hayat biçimini özendiren medya, televizyon, yeni yaşam ve giyim tarzı akımları ile devşirilmiş uşaklarına yaptırdığı sözde kişisel hak ve özgürlükler temeline dayalı liberalizm propagandası yaparak gözleri, kulakları ve bilinçleri doldururken;
Diğer yandan, krediler, kotalar, stratejik vizyon belgeleri, uyum protokolleri, insan hakları ihlali denetimleri ve yaptırımlar vasıtasıyla tepemizde şaklayan küresel totalitarizmin kırbacı ile sadece kendi istediği doğrultuda hareket etmemizi sağlayan emperyalist güç için artık direniş diye bir tehdit kalmamıştır.
Oluşabilecek herhangi bir ulusal direniş ise derhal uşakların propagandaları ile halkın gözünde küçük düşürülmeye çalışılmakta veya mühre haiz diğer uşakların yaptırımları ile bertaraf edilmektedir. Çünkü küresel erk, yaşam kıstaslarını belirlemiştir, neyin yanında ve neyin karşısında olacağınız bellidir, kiminle dost veya kiminle düşman olacağınız dahi onun tarafından belirlenir. Ve o kendi belirlediği bu kıstaslarını, uşakları vasıtası ile size dayatır. Kitaplar yazdırır, filmler ve diziler yaptırır, yönlendirme yapabileceği her şeyi kullanır. Sonuç alamazsa bu defa işbirlikçileri vasıtası ile yapay krizler çıkarır, cinayetler işletir ve kamuoyunu yönlendirerek bu operasyonların sonuçlarından faydalanmaya çalışır.
En barizlerini son altı ayda yaşadığımız bu operasyonlar silsilesi, görmek isteyen ve sorgulayan gözler için küresel totalitarizmin üzerimizdeki baskıcı diktasına en iyi örnekleri oluşturmaktadır.
Şemdinli olaylarını hatırlayınız, 39,5 yıl hapse mahkûm edilen o iki astsubay hakkında gerçekten üzerlerine atılı suçları işlediklerine dair bir kanıt var mıdır? Olayın nasıl olduğuna dair bir keşif yapılabilmiş midir? Madem bu adamlar suçludur, o halde Seferi Yılmaz neden mahkemeye verilmektedir. Olayların ilk anından itibaren yönlendirilen kamuoyu, bilinçaltında oluşturulan “suçlu” işaretlemesi sayesinde verilen kararın doğruluğunu dahi sorgulayamayacak haldedir. “Büyük Türk Milletine Açık Mektup–6” başlıklı yazımızda iddianamede yer verilen ifade tutanakları ve imzasız ihbar mektupları ile ilgili tüm soru işaretlerini yazmıştık. Bu gün, bu soru işaretlerinin hala cevaplanamamış olduklarını görmekteyiz. Ama cevaplanamayan tüm sorulara rağmen iki astsubay ve onların şahsında Türk ordusu millet vicdanında suçlu duruma düşürülmüştür ve bunu küresel totalitarist’in gazetecileri başarmıştır.
Bu olaydan hemen sonra yaşanan Danıştay davasında yine aynı bildik manzara yaşanmış ve bu olay da tıpkı diğeri gibi medyanın yalan bilgi bombardımanı altında kamuoyuna servis edilmiştir. Danıştay cinayetinde, medya müthiş bir organizasyonla beslenmiş, yalan bilgi akışı hiç durmamıştır, buna rağmen suçu askerlerin üzerine yıkma operasyonu başarılamamıştır. Üzücü ve düşündürücü olan ise bu olaylarda ciheti askeriyeden bir tek tepki veya açıklama gelmemiş olmasına rağmen, sergilenmesi gereken asker duruşunu sırtında üniforması olmayan askerlerin sergilemiş olmasıdır. Emekli askerler, Türk Ordusunun manevi şahsiyetine yapılan bu taarruzlara karşı daha net ve etkin bir mücadele sergilemiştir.
Askerleri halkın gözünde küçük düşürmek ve yıpratmak için yapılan sahte çete operasyonları önemli bir örnektir. Bu operasyonların hizmet ettikleri amaçlara hizmet eden ve aynı kaynaktan beslenen yazarların yazdıkları kitaplar önemli bir örnektir.
Kitaplar demişken her önüne gelenin yazar olup kitap yazdığı bir dönemde bu yazarlar kervanına “karanlık ilişkiler” isimli kitabın yazarı olan bir savcı evet yanlış okumadınız halen görevde olan bir savcı olan “Gültekin Avcı” isimli adam da katıldı. Bir sayfasında yüzbaşı diye bahsettiği adamdan, hemen arka sayfada binbaşı, birkaç sayfa sonra ise astsubay diye bahsedecek kadar hızlıca ve dikkatsizce yazılmış ve sanırım hiçbir editör incelemesi olmadan basılmış bir kitap. Şemdinli olaylarından tutun, Danıştay saldırısına, atabeyler adıyla bilinen operasyonlara ve hatta susurluk soruşturmasına kadar birçok olaydan bahsetmiş kendi çapında. Kendi çapında dedim, çünkü savcı Avcının çapı, gazetelerde yazılan kaynakları belirsiz ve asılsız tüm düzmece haberleri kaydederek kitabına geçirmeye yetmiştir. Savcı bey kitabında anlattığı ve ufkumuzu açıp bu ülkeyi aydınlığa çıkaracağını sanarak, sözcülüğünü yaptığı iddiaları, “belirtildi”, “aktarıldı”, “bildirildi”, “açıklandı” gibi kelimelerle biten saçma sapan ve muğlâk günlük gazete iddiası cümlelerden almış ve onu da çap ölçüsünde “copy-paste” yani “kopyala-yapıştır” yapabilmiştir.
Ama en dikkat çeken nokta ise kitabın yayın tarihidir. Kitap, suçsuz olduğu halde itham edilen ve hakkında bir sürü asılsız iddia ileri sürülen Muzaffer Tekin, henüz hastane ve gözaltı sürecindeyken basıldı. Akla gelen ilk şey, yazarın da gazetecileri besleyen kaynaktan besleniyor olması. Çünkü sıradan bir okuryazar bile bu kopyala-yapıştır işlemini başarıyla sonuçlandırabilirdi. Onlar bile yanlış yapılmışsa eğer asla bir savcının zekâ ve yetenek seviyesini tartışmaya açmam ve doğrudan öbür ihtimali düşünürüm, kaynaklardan gelen farklı bilgi ihtimalini yani. Siz şimdi kalkıp, “kardeşim bu adamın farklı kaynaklardan gelen bilgileri birbiriyle karşılaştıracak kadar muhakeme yeteneği de mi yok?” diyebilirsiniz. Onun içinde benim bir tahminim var, sayın savcının muhakeme yeteneğini tartışmaya açmadan hem de. Vakit. Evet vakit. Yazarın vakti o kadar daralmıştır ki yazdıklarını edite etmeye bile fırsat bulamamıştır. Kaynaklarından gelen bilgileri belki de okumadan ve belki de dizgi sırasında kitaba dâhil etmiştir. Veya dâhil etmesi istenmiştir. Kimden talimat aldı veya talimat aldı mı bilemem ama benim o kitaba göz atarken gördüklerim bunlar.
Liberal söylemli küresel totalitarizme daha başka örnekler mi istiyorsunuz? En son, Lübnan’a gönderilmesi planlanan barış gücü tartışmalarından sonra, muhafazakâr duruşu ve yayın politikası ile tanıdığımız bir kanalın Atatürk’ün kutsal topraklarla ilgili sözlerini ısrarla yayınlaması bunun en önemli örneklerinden biridir.
Atatürk’ün ne Türk milliyetçiliği ile ilgili ne de laiklik ile ilgili bir tek sözünü yayınlamayan veya itibar etmeyen bu kanalın, söz konusu olan Lübnan olunca bir anda “Atatürk’te böyle isterdi” imajını yaratmak için sergilediği çaba önemli bir örnektir. Lübnan’a gönderilecek barış gücünün orada ezilen Müslüman halklara yardım ile bir ilgisi olmadığı açık seçik ortada iken kamuoyuna pompalanan şey, Azerbaycan’da, Musul’da, Kerkük ve Süleymaniye’de, Şumnu’da, Kosova’da asla hatırlamadığımız din kardeşliği ve ezilen Müslümanlara yardım psikolojisidir. Bu psikoloji sayesinde kimse kendini suçlu hissetmeden ABD’nin en önemli müttefiki olan İsrail’in, başa çıkamadığı savaşı bitirmek ve İsrail’e direnen tek güç olan Hizbullah’a karşı jandarmalık yapmak için ordusunu ABD-İsrail ikilisinin emrine verecektir. Lübnan’da katledilen insanların görüntüleri, yıkılan evler tüm kanalları ve gazete sayfalarını doldururken, asla bahsedilmeyen veya unutturulmaya çalışılan ama üzücüdür ki kimsenin hatırlatmasına gerekte olmayan bir şey vardı;
Bekaa vadisi Konya ovasında değildi. Lübnan’daydı.
Yıllarca bu ülkede akan kan ve gözyaşının sebebi olan bölücü terör, tüm bu yıllar boyunca Lübnan’da yuvalanmış, oradan beslenmiş ve Lübnan hükümeti tarafından kollanmıştı. İhtiyaçlarını Lübnanlı müteahhitler karşılamış, alışveriş yapmaya Beyrut’a gitmişlerdi.
Elbette sevinmiyorum masum insanların öldürülmesine, evlerinin bombalanmasına ama Küresel totalitarizmin, bir zamanlar bana düşmanca politikalar izlemiş olan bir ülkeye, şimdi sırf kendi çıkarı için yardım etmem gerektiğini dayatmasına ve bunun için kullanılan liberal söylemlerin, uşaklar tarafından benim ve halkımın bilinçaltına çakılmaya çalışılmasına karşıyım. Dostlarımı ve düşmanlarımı dahi belirleyen küresel totalitarizmin, uşaklarının okuyucusu, dinleyicisi veya oyuncağı olmaya karşıyım. İyi bak kıymetli okuyucu, uşak ta efendi de belli değil mi? Hala topraklarımızda devam eden bölücü teröre karşı yapılacak olan sınır ötesi operasyon için bile izin almak zorunda olmamız ve buna karşılık olarak Lübnan’a asker göndermek zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmamız yeterince açık bir örnek değil mi?
Teröristlere getirilecek af ile ilgili yapılan psikolojik hazırlık çalışmaları çerçevesinde, bazı medyatik tiplere yazdırılan ve barışı, sevgiyi, kişisel hak ve özgürlükleri alet eden ajitasyon mektupları, köşe yazıları önemli bir örnektir.
Fakat hiçbir şeyin olmadığı gibi bu da göründüğü kadar basit değildir. Bu zamana kadar maşası olduğu güç tarafından ıskartaya çıkarılan bölücü terör örgütünün, tüm hizmetlerine karşılık olarak, zarar görmeden yer değiştirmesi gerekmektedir. Daha doğru ifade etmek gerekirse, planın devam eden diğer evrelerinde kullanılabilmeleri için dağları Barzani çetelerine devredip şehirlere, içimize inmeleri gerekmektedir. Yapılan ayaklanma provalarının gerçekleştirilmesi için şehirlerde olmaları gerekmektedir. Bunun için “terörü bitirmek” gibi can alıcı bir cümle kullanılmaktadır. Bitirmenin tek yolu olarak dayatılan, af veya siyasal çözüm denen ihanet biçimlerinin hayata geçmesi için ABD bir yandan temsilciler atayıp onları bir taraf olarak bize kabul ettirmeye çalışmakta, diğer taraftan ise medyatik uşakları tarafından yürütülen bir psikolojik harekâtı sürdürmektedir. Bu yapılan psikolojik harekât, son günlerde artarak gelen şehitler ve riyasetin aczi ile birleşince daha da etkili olmaktadır. Oysa yıllarca bizim terör sorunu olarak gördüğümüz şey aslında Sevr’in hayata geçirilme planlarının olgunlaştırılma çalışmalarından başka bir şey değildi. Pkk, Apo, Barzani, Talabani, KYB isimler önemli değildi. Kişiler önemli değildi. Yerlerine yenileri konulabilir, görev süresi biten tasfiye edilebilirdi. Önemli olan Sevr’in BOP, GOP veya adı her ne olursa olsun yeni bir kimlikle hayata geçirilmesi idi.
Nitekim Ecevit’in “Apo’yu, karşılığında hiçbir şey istemeden bize vermiş olmalarının nedenini hala anlayamadım” demesi bunun ispatıdır. Süreç tamamlanmış, şimdi ikinci aşamaya geçilmiştir. Irakta kurulacak olan Kürt federasyonunun akabinde Türkiye sınırları içinde çıkarılacak olan isyan ve ayaklanmalar için dağdaki hainlerin ülke içinde konuşlanması gerekmektedir. Bizim Wilson prensipleri bildirgesini, Paris barış konferansında ilan edilen King-Crane raporunu, Sevr’i, işgali ve milli mücadeleyi neden yaptığımızı unutan beyinlerimize artık sevgi, barış, özgürlük gibi süslü kelimelerle donatılmış yeni çözümler enjekte edilmeye başlanmıştır. Bilinç kaybolmuş, tepki yok olmuştur.
Manzara ortada değil mi kıymetli okuyucu? Ortadoğu’daki ve dünya üzerindeki ABD planlarının hayata geçirilmesi için gereken şey rejimin esnetilmesi ve onun bekçilerinin de kamuoyu gözünde küçük düşürülmesidir. Küresel totaliter, halka kimin iyi ve kimin kötü olduğunu dikte etmektedir. Bunun için kullandığı yönlendirme aracı ortadadır. Bu aracı kullanarak efendisinin arzusunu yerine getiren uşak ortadadır. Ve görüldüğü gibi uşağın ve dolayısı ile sahibinin liberal ve demokratik söylemi de ortadadır.
Daha bununla da bitmez, balık hafızasına sahip vatandaşımızın, bırakın milli mücadeleyi veya Sevr’de bize dayatılan şartları, son otuz yılı bile hatırlamadığını çok iyi bilen küresel totaliter, beyin yıkama faaliyetlerine devam etmektedir. Bir taraftan birilerine Türk milletine hakaret ettirmekte, diğer taraftan oluşan tepkiyi de kullanarak halkın bu mücadeleyi izlemesini ve kanıksamasını sağlamaktadır. Yarattığı sözüm ona hayali kahramanlarının ağzından Türk milletinin değerlerine hakaret eden yazarların yazdıkları, oluşan tepki karşısında mağdurmuş gibi gösterilerek Türk ulusuna kanıksatılmaya çalışılmaktadır. Elif Şafak veya Perihan Mağden veya Orhan Pamuk veya birbirlerinden pek farkları olmayan diğerleri. Kendilerine aydın diyenler. Unutulmamalıdır ki Paris barış konferansında (20 Mart 1920) tüm dünyaya ilan edilen ve Türk topraklarının parçalanma manifestosu niteliğindeki King-Crane raporunun beşinci maddesi de aydınlardan ve onların olumlu, ılımlı tavırlarından bahsediyordu. O aydınlarda tıpkı şimdikiler gibi kişisel hak ve özgürlükleri bahane ederek, insan haklarından dem vurarak, büyük devletlerin himayesinde olmanın kerametlerini anlatıyorlardı. İnandıkları şeyi yani, taki bir engele takılıncaya kadar. İstiklale ve Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğuna inanan bir adama. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları engeline takılıncaya kadar. Bu gün karşılaşacakları bir Mustafa Kemal engeli olmadığını bilerek ama emanetine layıkıyla sahip çıkabilecek Türk Ulusunun varlığı ve yukarıda anlatılanlar karşısındaki farkındalığı umudu ile bitirelim.
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”
OKTAY YILDIRIM
7 Eylül 2006
Blogda Ara
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder