Blogda Ara

31.07.2008

AŞK DEPREM GİBİDİR...


Ne zaman kimi vuracağını asla bilemezsiniz.
Gece yarısı aniden,

dipten yükselen coşkulu bir dalga gibi kabarır içinizde.
Toprak ayağınızın altından kayıyor gibi olur

ve en hazırlıksız olduğunuz anda bütün şiddetiyle vurur.
Sarsılır, neye uğradığınızı şaşırırsınız.
Heyecan,korku, kararsızlık, cesaret,

acı, öfke,hüzün,merhamet,

şiddet kaplar bir anda dünyanızı.

Es dost yardıma koşsa da kolay toparlanamazsın.
Bittiğinde ağır bir enkaz bırakır geride.
Daha kötüsü, "tamamen bitti" sandığınız sarsıntı,

hafif bir şiddette artçı şoklar halinde yıllarca sürebilir.
Kalbinizdeki kırık hat ara sıra yoklar yeniden...

Can Dündar

BAHARI GETİRDİM SANA


“Neyi arıyorsan sen, O’sundur” der Mevlana..
Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık....
Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sürükleyip,
kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine
çıkarır. Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslında,
her sevda ruhumuzun bir başka yüzü... Her aşkta
kendimizi ararız, o yüzden bulduklarımız benzerimizdir.
Resimlerini yan yana koyun sevdiklerinizin ve
dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden
kendi yüzünüz bakacaktır size... Aşk denilen
kaleydoskobun buzlu camına gözünüzü dayadığınızda,
binbir cam rengarenk ışıklar saçarak döndüğünde,
her seferinde bambaşka şekiller ördüğünü görürsünüz.
Her camda, farklı bir renginiz vardır; her şekilde
sizden bir parça... Aşklarınız hülasanızdır.
Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın
farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi
kaleydoskobu, cam paralar yer değiştirip yeni şekiller
alır; hepsi siz... Sevgilinizin gözlerindeki dolunay,
sizdeki ışığın yansımasıdır aslında;
dilindeki sizin ilhamınız, tenindeki sizin yansımanızdır.
Yoksa halâ bir sevdiğiniz, o henüz kendinizi
bulamadığınızdandır... Aşk, narsizmdir.
Sevda, çevrildikçe içinizin farklı ışıklarını yakan
eğlenceli bir kaleydoskop gibi başımızı döndürüyor.
Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir
gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz.
Narcissusu’u bilirsiniz; Öyle heybetli ve güzelmiş ki,
bakmaya dayanamazmış kendine... Gün boyu
ayna karşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu,
dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyredermiş
hayran hayran... Bir gün ırmak kenarında gezinirken,
sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp, iyice
bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendisini,
dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa,
kapılıp gitmiş suya... Yeryüzünün en güzel insanının
öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O’nu
her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş,
Narcissus, nergis olmuş. Kıssadan hisse, benden
size tavsiye, taze bir nergis verin bugün sevgilinize...
Sonra da, nerede baharsa mevsim, rotasını oraya
çevirip içinizdeki eski baharlara koşan bir gezgin gibi
“Bahar getirdim sana” deyin.
Baharın elinizde olduğunu unutmadan..
Gözlerindeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz;
dikkat edin de hayran olup düşmeyin...
Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin...

Can Dündar

BİR KADIN ÇOCUKTUR ASLINDA


Bir kadın çocuktur aslında..
Çocuk gibi davranmayı sever.
Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de
ister.
Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek
kadını Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.
Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz,
ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

Bir kadın güçlüdür aslında.
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür.
Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez.
İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin.
Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler.
Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir.
Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz.
Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

Bir kadın sevgilidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır.
Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz.
Sevdiklerini kolay kolay kıramaz.
Zor sever ama tam sever.
Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul
ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir.
Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız
Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz.
Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz.
Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette.
Bunun nedeni ise engelleyemedikleri "acımak" duygusudur.
Bir kadın yalnızdır aslında.
Hiçbir zaman kadını
bütünüyle elde edemezsiniz.
Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır
O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz.
Yalnızlık onun sığınağıdır
O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi
karar verir.
Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek
kaybedebilirsiniz.

Bir kadın bilgindir aslında.
Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez.
Yaratıcılığının sınırı yoktur
Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler.
Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece erkeğine saklar.
Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok
şanslısınız demektir.
Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.

Bir kadın hayattır aslında.
Çünkü hayatın içinde olan her şey
ancak kadınlar olduğunda anlam
kazanıyor.
Yemek yemek, su içmek bile.
Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı
doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz?

Anlıyorsanız ne mutlu size.
Anlamıyorsanız, ne yazık ki yasamıyorsunuz.

CAN DÜNDAR

DENİZ GÖZLÜME


Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,
kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat,
okuyarak dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını,anladım..

Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..

Acı doruğa ulaştığında,
Gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek,
ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..

Bir insanı herhangi biri kırabilir,
ama bir tek, en çok sevdiği acıtabilirmiş.
Çok acıttığında anladım...
Fakat , hakkedermiş,
Sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,

Gözyaşlarıyla birlikte,
sevinçler terkettiğinde anladım..

Yalan söylemek değil

Gerçeği gizlemekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..

"Sana ihtiyacım var , gel ! "
diyebilmekmiş güçlü olmak,
Bana "git " dediğinde ,
"Kalmak istiyorum "
diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,
her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özürü dinlemek değil,

"affet beni " diye haykırmak istemekmiş,
PİŞMAN OLMAK,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..


ve GURUR,
Kaybedenlerin,
acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım...


Ölürcesine isteyen beklemez,
sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..

Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek,
ama özgür bırakacak kadar SEVMEKMİŞ..

Böyle SEVDİM SENİ..


Ben;

Seni kocaman bir yürekle sevdim.

Gözlerim değil,
yüreğimdi seni gören.
Sen damarlarımdaki kana karışıp,
geldin oturdun yüreğime.
Bir başka yerde olamazdın zaten.

Sen,
benim en değerli yerimde,
yüreğimde olmalıydın,
orada kalmalıydın.


Çok aşkı ev sahipliği yapan bu yürek,
ilk kez bu kadar kolay kabullendi seni.
Herhangi bir konuk değildin artık.
Bu yüzden ne ağırlama faslı vardı,
ne de uğurlama.
O yüreğin gerçek sahibiydin.
Şimdi sonbahar,
kışa giriyoruz ya..

Ben dört mevsim baharı yaşadım seninle.

Çiçek çiçek açtın yüreğimde.
Gökkuşağı zayıf kaldı,
senin renklerin karşısında.
Taze bir yaprak gibi yeşildin.
Açelyaydın pembeliğinle.

Üzerine çiğ taneleri düşmüş sarı güldün.
Kırmızıydın bir ateş gibi.
Ve maviydin..
En çok bu renkle anmayı sevdim seni.
Denize tutkundum,
Denizi sensiz,
Seni de denizsiz düşünemedim,
Seni severken dünyayı da sevdim ben,
insanları da...
Kendime bile dar gelirken,
içinde herkese yer olan,
bir hayatın sahibiydim artık.

En Kızgın ,
en tahammülsüz olduğum anlarda bile,
seni düşünmek yetti bana.
İçimdeki sevinç yüzüme yansıdı,
güldüm.
Beni öylesine güldüren senin sevgindi
ve ben kaygısız,
içten gülüşün ne demek olduğunu,
nasıl güzel bir şey olduğunu anladım seninle...

Her şeye rağmen sevdim seni.
Güçlüydüm ve aşamayacağım hiç bir zorluk yoktu.
Koca bir kentte,
koca bir ülkeye kafa tutabilirdim.
Sen elinden tuttuğunda,
Patlamaya hazır,
bir volkan gibi hissederdim kendimi.

Menzil sendin
ve ben o menzile ulaşmak için,
önüme çıkan her şeyi yok edebilirdim.
sana ulaşmamı engelleyecek her şeyi eritirdim,
kül ederdim.
sana ulaştığımdaysa sakin bir göle dönüşürdüm.
ve o göle bir tek sen girebilirdin.


Sevdim ve hayrandım da..
Her halin çekti beni.
Duruşunu, bakışını,
gülmeni,kızmanı,
şaşkınlığını, kurnazlığını,
çocukluğunu,

olgunluğunu sevdim.
Sesini de sevdim suskunluğunu da.

Küçük oyunlarını, kaprislerini,
sitemlerini, dengesizliklerini,

korkularını sevdim.
Seni ve o doyumsuz sevdanı,
uçarı sevdanı anlatacak,
kelime bulamadım çoğu zaman.
sığmadın cümlelere
ve hiç bir cümle seni,
yeterince tarif edecek kadar derin olmadı,

SENİ SEVERKEN YORULMADIM
ÇÜNKİ SEN YAŞAM KAYNAĞIMDIN
HER GÜN YENİLENDİM
SENİNLE ÇOĞALDIM,
BÜYÜDÜM
EKSİKSİZ KALAN NEYİM VARSA TAMAMLADIN
SEVDİM İŞTE ÖTESİ YOK...

CAN DÜNDAR

AÇ GÖZLERİNİ


En sevdiğin elbiseni giydim
Bu gece kokunu sürdüm
Solgun yüzünü okşadım
Sessizce saçlarından öptüm
Yazdığın mektupları okudum
Kana kana su içer gibi
Plaklarını çaldım ah!
En çok o şarkıda özledim seni.
Issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum
gece yarısı
Şehir uykuya daldı, baktım dışarıya
katran Karaşi
Rüzgar telaşla kokunu getirdi bana
aldım koynuma
Buseni hafızamdan koparıp
iliştirdim dudaklarıma
Üşüdüm karanlıkta
Tenine dokundum hissetsin diye
Aç gözlerini
Erguvanlarına su verdim
İçerken benimle konuştular
Yastığını okşadım, kokladım
Anılar uçuştular
Soluğun saçlarımı yaladı sanki yine
bir meltem gibi
Teninin kokusu karıştı kokuma
Yakıştılar
Boğuldum karanlıkta
Yani başımdasın benden çok
uzaklarda
Ellerimi tut dokun bana
Aç gözlerini.
Attım kendimi caddelere
Yeşil ceketin sardı beni
Yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz
Tuttum ellerini.

Can Dündar...

ÇILGIN


Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? Hiç vaktiniz yok
"Fast live", "fast food", "fast music",
"fast love"..
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler,
"out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere
ardında bitecek hepsi
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar Size sesleniyorum
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten, ya da hangi program
verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini ?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?...
içinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?...
Ya da Geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki
akasyanın tomurcuklandığını Ve ıslak toprak kokusu var mıdır
dosyalarınız arasında ?...
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda ?..
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı
yetmiyor?
Hayat ıskalamayi affetmez !!!
Keşkelerle, tühlerle baş başa kalmadan önce.
(ne acı ve ne çelişkidir ki böyle bir yorumu yine bilgisayardan
iletiyorum...)

CAN DÜNDAR

RUHLARINIZI BEKLİYORMUSUNUZ?


Meksika’da Inka tapinaklarina çikmak isteyen Avrupali bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dagin tepesindeki tapinaklara giden uzun yolu, kisa bir sürede yariliyorlar. Ayni hizla tempoyla biraz daha yol aldiktan sonra, yerliler kendi aralarinda konusup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye basliyorlar. Tabii Avrupali arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarinda konusup tekrar yola koyuluyor ve sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapinaklarina geliyorlar.

Arkeologlardan biri, yasli rehbere soruyor; “hiç anlayamadim, niye yolun ortasina oturup saatlerce yok yere bekledik? “

Yasli rehberin cevabi o kadar güzel ki; “çok kisa sürede çok hizli yol aldik, ruhlarimiz bizden çok uzakta kaldi. Oturup ruhlarimizin bize yetismesini bekledik...”

Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yasadigimizi, niye mutlu olmayi beceremedigimizi, niye kendimiz olmayi basaramadigimizi ve “niye” ile baslayan daha bir dolu sorunun cevabini açikça veriyor Inkalar’in yasli torunu.

Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hizla yol aliyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldi, hatta onu nerelerde unuttugumuzu bile hatirlayamiyoruz. Çocugunu kaybeden annelerin çilginliginda bir saga bir sola saldiriyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradigimizi bile bilmiyoruz... Herkes bir arayis içinde, ama hiç kimse ne aradigini bilmiyor. Saniyoruz ki cok paramiz, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamiz olunca biz de çok mutlu olacagiz.

Hadi maddeciligi bir kenara birakalim; niye herkes asktan sikayetçi? Çevremiz de kaç kisinin ask hayati iyi gidiyor? Eminim parmakla sayilacak kadar azdir. Ve eminim hic kimse yanlisin nerede oldugunu da bulamiyordur. Ben ten uyusmasi kadar ruh uyusmasinin önemine inanirim. Hatta insanlarin es ruhlarinin olduguna bile inanirim. Ama ruhlari olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyusabilir ki?

Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrica ruhumuz olmadan es ruhumuzu bulmak gibi bir sansimiz olmadigina da eminim... Iste bu yüzden icimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yasiyoruz hepimiz. Iste bu yüzden sürekli duvarlara çarpip,çarpip kendimizi kanatiyoruz ve iste bu yüzden mutlulugu bir türlü yakalayamiyoruz... Gerçekte hIz çaginda yasiyoruz. Her sey o kadar hizli geçiyor ki, ne ise , ne arkadaslarimiza, ne ailemize, ne çocugumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmiyor. Akrep ve yelkovanla yaris halindeyiz. Bu yüzden bütün iliskiler yarim yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasiyla yararlaniyoruz. Ne çamasir yikiyoruz ne de bulasik, çayimizi kahvemizi makineler yapiyor. Islerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanin bir ucuna tasiyor. Hatta artik gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altinda. Ama yine de vaktimiz yok iste!

Bence doganin kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklastikça, o da bizden bütün zamanlari çaliyor. Milan Kundera “yavaslik” adli kitabinda; ”yavaslik hep aldatir,hizlilik ise unutturur” diyor.

Telefon hizlilik mesela, konusulanlari, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaslik, hep vardir ve hep hatirlatir. Ben kendi adima her zaman yavasliktan yanayim. Mesela uçaklardan hiç hoslanmam, yeni bir sehre, yeni bir iklime hazirlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit birakmiyor bana ”Küt” diye baska bir hayatin içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüsler, daha ayriligin hüznünü bile yasamadan Istanbul’da olmak sahiden de cok tatsiz. Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalmasi da cok normal. Oysa trenler karanlik geceyi yirtan keskin düdügü, uykuda olanlara yolculuk düsleri gösteren kara trenler... Daglari bölen, nehirlerle yarisan, köprülerden geçen, agaçlari selamlayan, cocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmisin hüznünü, gelecegin umudunu yasatan, yolcularina yepyeni dostluklar hazirlayan kara trenler var bir de.

Uçak degil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrilmaz. Evet freni patlamis kamyon gibi yasamanin hiç anlami yok. Ayagimizi gazdan yavas yavas çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetismesini bekleyelim artik. Aceleye ne gerek var?

Hayat yalniz biz izin verdigimiz gibi geçer. Iyi ya da kötü hizli ya da yavas...
Her sey bizim elimizde, sevgi de, ask da, basari da. Ama ancak kendi ruhumuzla bulustugumuzda...

Can DÜNDAR

YAŞAM


Amerikali bir zengin, is seyahati sirasinda Meksika'nin küçük bir kiyi limanda gezerken, bakmis agzina kadar balik dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balikçi. "Merhaba balikçi" diye seslenmis, "Bu baliklari ne kadar zamanda tuttun?" "Bir iki saatimi aldi" demis balikçi.

Istahlanmis bizim isadami; "Ee, niye biraz daha kalip daha fazla tutmadin?" diye sormus. "Bu kadari bize yetiyor da ondan" diye omuz silkmis balikçi. Sasmis balikçinin bu kanaatkarligina isadami; "Kalan zamanini nasil geçiriyorsun peki" diye üstelemis.

Balikçi, özetlemis bir gününü: Sabahlari açilir, biraz balik tutarim. Sonra çocuklarimla oynarim. Ögleyin karimla biraz siesta yaparim. Aksamlari amigolarla beraber gitar çalip sarap içer, geç vakte kadar egleniriz. Oldukça mesgul sayilirim senyor".

Gerinmis Amerikali: "Bak" demis "..ben sana yardimci olabilirim. Bu ise daha çok zaman ayirmalisin. Daha büyük bir tekne bulup daha çok balik tutmalisin.Oradan elde edecegin gelirle daha büyük tekneler alirsin. Kisa sürede tuttugun baliklari dogrudan isletme tesislerine satarsin. Hatta zamanla kendi balik fabrikani bile kurabilirsin.

Kisa zamanda balikçilik sektöründe bir numara olursun". Balikçi merakla "Bunlari yapmak kaç sene alir sinyor" demis: "15-20 yilda halledersin" demis Amerikali, "Ama sonrasi daha parlak: Zamani gelince sirketini halka açarsin, hisselerini iyi paraya satarsin, kisa zamanda zengin olup milyonlar kazanirsin."

"Milyonlar ha..." diye tekrarlamis balikçi...

"Eeee... sonra?"

"Sonra emekli olursun. Küçük bir balikçi kasabasina yerlesirsin. Istersen zevk için balik tutarsin. Çocuklarinla oynar, karinla keyfince siesta yaparsin. Aksamlari da arkadaslarinla sarap içip gece yarisina kadar gitar çalarsin. Nasil...? Mükemmel degil mi?”

Balikçi cevap vermis, "Sence ben su anda ne yapiyorum!?.. "

Bir an olsun durup düsünseniz Bütün bu telas ne için?.." Arada denize açilip, çocuklarinizla oynasmayacak, dostlarinizla gitar çalip sarap içemeyecek olduktan sonra onca kosturmanin ne anlami var? Hirsla örülü onca yilin vaat ettigi final, halen yani basimizda duran mutluluksa, bu yarisa ne gerek var?

CAN DÜNDAR

SICAK SAKLAYIN GECELERİMİ...


geçici ayrılık benimkisi
ilkyaz çiçeğine gebeyim
ağıtlar yakmayın adıma
ben ölmedim ölmeyeceğim

sıcak saklayın gecelerimi
karlar altından çıkıp geleceğim
düşlerinizin ateşinden
ılık bir rüzgar gibi eseceğim

demlice bir çay koyun üstüne
aç çocuk gibi besleyin sobayı
nasıl tütüyorsanız gözlerimde
öylece tütsün buharı

uzunca serin yatağımı
boyunca uzansın ayağım
el aman deyince gece
usulca kıvrılır yatarım

can canım canlarım
hazır mı koynunuzdaki yerim
gün olur gecikmiş çocuk gibi
bağıra çağıra gelirim


Nevzat ÇELİK

NOTALARI KURŞUNLANMIŞ BİR ŞARKIDIR YALNIZLIK


''le bruyere, bir yerlerde, ''yalnız olmamak gibi büyük bir mutsuzluk!'' der. kendi kendilerine katlanamamaktan korkarak kalabalıkta kendilerini unutmaya koşanları uyandırmak ister sanki. bir başka bilge, yanılmıyorsam pascal da, neredeyse bütün dertler odamızda kalmayı bilmememizden geliyor başımıza der; böylece, içekapanış hücresinde, mutluluğu devinmede, bir de yüzyılımızın deyimiyle kardeşcil diye adlandırılabileceğimiz bir fuhuşta arayanları getirir usumuza.''
-Baudelaire-
yalnızlığın atlası:
I
hayat, çarpar ya ağırlığını camlarına evlerin, ışıklara aldanmayın, evler de yalnızlıktır, evler de...
siz çekersiniz gece büyür, gece çeker de bazen siz küçülürsünüz; geceler yalnızlıktır...

yalnızlığın tablosunu çizer ufukta biri, atlasını yalnızlığın uzak sularda bir gemici; birileri sınırlar koyar, haritalar basar biri; oysa harita basan bütün matbaalar suçlu, bütün silgiler yalancıdır
haritalar yalnızlıktır...

kaç bin ışık yıl uzağız belki de en uygar gezegene...
ay tutulur-
sa ay orda bir yalnızlıktır
yalnızlıktır emzirdiğimiz göz göre göre...
II
yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak. biz yine de çiçekleri sulamayı unutmayalım, ama yalnızlığımız çiçeklere de kalmayacak...

bu gezegen her gün milyonlarca ton ağırlaşıyor; her gün aşksız, azıksız azalıyoruz... azalıyoruz, çoğalıyoruz: ikisini birlikte tartsak azlığımız çok gelecek.

yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak! bunu bilmek için kutsal kitaplara gerek yok; işte hiç de kutsanmayan bir kitap bile bunu söylüyorsa, inanın, yalnızlığımız kitaplara da sığmayacak...

III
bir ölüdenizdir yalnızlık...
bir çınarın upuzun gölgesidir çınar boylu yalnızlık;
atlasına akbabalar, haramiler tüner de
kendi olmakta diretir yine...
IV
her insanda birden doğan, ama can çekişip ölemeyen yalnızlık. herkes bir evrede anlar bunu; kimileri de menapozlarda, antropozlarda, bir gözaltında, uzun bir yolculukta ya da.

dal değil, köktür yalnızlık; kurumuş olmalıdır ve bir daha yeşermez...

V
okyanuslar analarıdır denizlerin; gökyüzünün anası yok: gökyüzü yalnızlıktır. kurt dağında, kuzu sürüsünde, çoban kavalında yalnız.

kalabalık, kabarık verirsin kavgalarını; bin yumruğun tek olup göğe doğrulduğu günlerde de, akşam, dönerken evine ekmeğin kadarsın...

yazıyorsan duyarlığınla yalnızsın kendi derininde; duyarlığınla: suya yazılan sözlerle... en az yalnızlık çeken şairlerdir yine de; bölüşürler seslerini birlerle, ikilerle, beşlerle,
ama beşlerle...

VI
o, sevgiyi kendi için istiyor; sevgisiyle yalnız. onu değil, ben sevgimi seviyorum, sevgimle yalnız...

yalnızlığı deşiyorum: yapayalnız, yapayalnız! sonra bölüyor, bölüşüyor, topluyor, çarpıyor ve çıkarıp giysilerimizi birer birer sevişiyoruz; susup kalıyoruz belki, çekip gidiyoruz. geride kalanın adını yalnızlık koymaktan hep ürküyoruz...

işte kadınlar da, erkekler de doymaz uzuvlarıyla birer yalnızlıktır... doğasının insana ihanetidir yalnızlık; özünde yaşamın da, ölümün de birer ihanet olduğunu kavradığımızda sorun yok...
VII
tek kişilik kalabalıktır aşk.
aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.
kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası;
herkes kendi sevgisini sever...

aşk nedir incil e göre? nedir tevrat a, zebur a, kur ân a göre?
bu kitaplardaki aşklar, küfürler neyin rengine göre?

insandır, insan aslolan: insana göre!

bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde
gitmek bir yalnızlıktır.

bütün gitmeler yalnızlıktır.
kalmaya göre...

VIII
sevginin ve cesaretin cesetleriyle günler ağır ve kirli, tortusunu bırakırken ömrümüze; günler, düşlerimize, özlemlerimize... uzaklığın şakağında kaç namlu kim bilir yakın olmasın diye?

sonra biz, burada uçurumlara teslim gençliğimizle...
IX
en rezil parayla insan arasındaki yalnızlıktır; hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, hiçbir aşk, hiçbir kitap bu yalnızlığın kurallarını bozamıyor.

bu da bir yalnızlıktır...
X
yalnızlık bir yağmura benzer...

yağmurdan önce biz, bütün çılgınlıkları bir bir bölüştük. bir bir türküleri, telaşlı koşuşları; silahları, tabuları, ayrılıkları; çoğaltıp yalnızlığımızı feodal tekkelerde, ellerimizin üzerinde bir el bile yokken bölüştük vuruşları.
sonrası geceydi ve yalnızdık: çoğalttık susuşları...

yağmura yakalandığımız gece-
ye çarptık; geceye hiçbir şey olmadı,
ama biz paramparçaydık!
ve hayat gaspetti o vakur duruşları...

XI
hâlâ dağların üstünde, zambakların içinde işte şu hayat; destan ve yalnız hayat!

yalnızlığa halay halay ellerim; kırılası, kırılası ellerim! benim ellerim, yuh ellerim, şair ellerim... kalemini silahıyla koruyan, kalemi de, silahı da yalnız ellerim;

yalnızlık bir yağmura benzer
yağmurlarda sırılsıklam ellerim...
XII
daha birileri bir yerlerde yaralardan söz ediyor; sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce... ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız.

yarayı anlatan, anlatırken; yara ise yara olarak yalnız
destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim
herkes kendine göre bir yalnızlıktır...
XIII
iyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar. doğarken biz de spermdeki olasılık kadardık; o olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık. şimdi de yaşamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır. her mengenede, kederde en çok da yaşamak bir olasılıktır.

sevişmek ey, yaşamak bir olasılıktır!

XIV
yalnızlığı sevişirken eksiltiyor, eskitiyor
ve eskiyoruz...

seviştiğim gece emzirdiğim gecedir.
özümü katarım ona;
geceyi kanatırım, gece beni kanatır...
geceyi kanatırız, gece bizi kanatır.

geceler insanlığımız
insanlığımız yalnızlıktır...
XV
giderek insanlaşıyor, uygarlaşıyor
ve insansızlaşıyoruz...

görgü tanıklarının ifadelerine göre
dağınık yüzü günlerin ter ve keder içinde;
zanlıları her sabah o resmi geçitlerde...

işte hayatlarımız intiharların ve cesaretlerin sustuğu yerde; hayatlarımız diğer hayatların da cesetleriyle...

hayatlarımızda kimselerin bilmediği yalnızlıklar; ama kimseler bilse de, bilmese de yalnızlık var ey bütün yalnızlıklar!

XVI
şimdi travestiler kalçalarında ve slikon göğüslerinde biriken yorgunlukla dante nin ilahi komedya sını konuşuyorler sperm kokan duvarlarla...
o yırtık, yamalı ve yaralı sevgilerden, o kaypak sevgililerden, servetlerden geride hep namuslu bir orospum oldu benim de; tünediler yalnızlığıma hüzünlü bir yüzle o gecelerde...
sonra günlerin de üzerinde bir hayat; sürgit yoğunlukların, yorgunlukların, öfkelerin üstünde...
XVII
şimdi güzel bir deniz karşımda; korkunç çırpıntılı, dehşetli mavi bir deniz tutmuş da bir ucundan b(akıyor) uzaklara...
uzak, uzaklığında
ben kendi yakınlığımda yalnızım
ortalarda olsam da ortalı yalnızlıktır...

XVIII
böyle yakın uzaklıklarda hep yalnızlıklar ve yalnız değiliz derken de yalnız!
işte cesetler ve cesaretler içinde aynadaki suretimi tuzla buz ediyorum; keder ırmakları akıyor ortasından...
birden bir kırlangıç sürüsü kanat çırpıyor uzaklara; yollara ve yolculara bakıyorum da, şarkıların kırık dökük notaları saçılmış sokaklara. herkes kendine göre bir şarkıyı tutturmuş yangınlar ortasında!

/yangınlar ortasında:
notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık.../

YILMAZ ODABAŞI

KARLI KAYIN ORMANINDA


Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?

Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?

Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.

Ben ordan geçerken biri :
"Amca, dese, gir içeri."
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.

Eski takvim hesabıyla
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.

Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.

Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.

Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.

Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.

En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak :
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.

Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?

Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.

Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...


14 Mart 1956 NAZIM HİKMET RAN

KIZ ÇOCUĞU


Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.


Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.


Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.


Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.


Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

1956 NAZIM HİKMET RAN

O VE AKSAKALLILAR


Yeşil selviler, beyaz mezar taşları ve elyazma kitaplar vardı manzarada.
Gün akşama yakındı ve durgundu.

Bir yemiş sofrasının başında bağdaş kurmuş gibi
oturmuşlardı etrafına ibret aynasının.
Aksakalları bilgin, gözleri genç, elleri yorgundu,
ilhamlı, vahim ve dalgındılar.
O, birdenbire meclise geldi dedi :
«— İbret aynasından bakıp çubuklarını yakıp
şerh ü izah edenler.
Değişmekte olanı görüp
içine girip değiştirmektir hüner.
Ve sanmayın ki değişen başı boş bir oktur,
kanunu ve nizamı yoktur.
Ben, bilip bildiririm ki :
Rab ve kitap
ve saçı rüzgârda uçan «kahraman» değil,
(karanlık orman, tuzlanmamış deri,
budaklı lobut ve taş baltadan beri)
Onlar'dır büyük macerayı yapan.
Onlar ki toprakta karınca
suda balık
havada kuş kadar
çokturlar.

Korkak, cesur
cahil, hakîm
ve çocukturlar.
Ve kahreden
yaratan ki Onlar'dır,
şarkılarımda yalnız Onlar'ın maceraları vardır...»

NAZIM HİKMET RAN

BEN ÖLÜRSEM AKŞAMÜSTÜ ÖLÜRÜM


Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Alıp başımı gitmek isterim
Bir akşam bir kente girerim
Kayısı ağaçları arasından
Gidip denize bakarım
Bir tiyatro seyrederim
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlık bir çocukluk bulutu
Gerçeküstücü bir ressam
Dünyayı değiştirmeye başlar
Kuş sesleri, haykırışlar
Denizin ve kırların
Rengi birbirine karışır
Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde bir gökyüzü
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar

ATAOL BEHRAMOĞLU

BU AŞK BURADA BİTER


Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider


Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir


Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler


Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

ATAOL BEHRAMOĞLU

KUŞATMADA


Kuşatma altında vermem gerekiyor
Ömrümü etkileyecek kararları.
Kuytu bahçelerde değil
Sarsak odalarda yaşıyorum aşkı.


En güzel dizeyi buluyorum derken
Bozuyor düşümü bir klakson sesi
Aklımda hayatım üstüne düşünceler
Ve pantolonumdaki yağ lekesi.


Sırıtkan, şırnaşık bir reklam spotu
Ekleniyor sonuna duygulu bir filmin
Sevgi yitiriyor anlamını
Kaypaklaşıyor kin.


Bir çocuk ölüsüyle yan yana
Yaşıyor içimde gülen çocuk.
Katıksız sevinç duymayı
Ve üzülmeyi artık unuttuk.


Gök diye bir şey vardı bir zaman
Sonsuz, engin, mavi
Şimdi sünepe bulutların
Hasta köpekler gibi gezindiği


Ve dalgakıranlarla zincirlenmiş deniz
Gitgide çürüyen bir su olmada artık
Akıtmada zehrini doğaya
İçimizdeki bataklık...


Kuşatma altında vermem gerekiyor
Ömrümü etkileyecek kararları,
Fakat hiçbir sey kurutamayacak
Çorak topraklarda yeşerttiğim aşkı…

ATAOL BEHRAMOĞLU

ONUN TÜRKÜSÜNÜ, GUEVARA'NIN


Dağların ve nehirlerin

Türküsünü söylemek istiyorum

Büyük gökyüzünün ve kırların.

Mavi çiçeğin türküsünü söylemek istiyorum

Umudun ve sevdanın.

Kahraman bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum

Aslan türküsünü Guevara'nın.

Odalar ve sofalar kuşatmış beni

Sandalyeler, masalar, tabaklar

Gökyüzü kuşatmış beni, içim daralıyor

Gelenekler, korkular, kuşkular

Kuşatmış beni.

Rotatifler, silahlar, yasalar

Ah, akşam diyor

Sevgilim, aşkım benim

İniyor dağlara

Örtüsü gecenin

Bir çocuk durmadan

Büyük nehirleri özlüyor

Kaybolmuş sevinçleri özlüyor.

Bu yürek durmadan

Geçiyor dağlardan

Gölgesi çetelerin

Körlerin ve yetimlerin

Türküsünü söylemek istiyorum

Yavrusu ölmüş ananın

Hastaların türküsünü söylemek istiyorum

Hapiste yalnız bir adamın.

Sevgili bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum

Kardeşimin, Guevara'nın.

Ah, nasıl da acı

Böyle susup durmak

Kötüler, cellatlar elinde

Bunalırken güzelim halk

Fabrikalar yanlış çalışırken

Yanlış ekilirken toprak

Ayak, olmuşken baş

Baş, olmuşken ayak

Kavganın ve hürriyetin

Türküsünü söylemek istiyorum

Gür bir akışla akacak kanın

Eşitliğin türküsünü söylemek istiyorum

Halklar adına yükselen sancağın.

Sadeliğin, inceliğin, onurun

Türküsünü söylemek istiyorum

Onun türküsünü, Guevara'nın.

ATAOL BEHRAMOĞLU

VATAN İÇİN


Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik.

ORHAN VELİ KANIK

29.07.2008

BECERİKSİZ


Kabuğunu koparmadan

ne bir elmayı soyabildim

ne de iyileştirebildim bir yaramı

ama karşıma çıkınca

kızmadım hiç elma kurduna

bendim çünkü bıçağı saplayan

onun yurduna



Şair diyorlar benim için

bilmiyorum oysa

her şiire konmalı mı uyak

her yere nedense

konamıyor tayyare

hay dilimi

arı türkçe soksun; uçak



Kaptan olmak isterdim

aynanın karşısında

eski bir sinema yıldızı

gibi ağlayan

İstanbul hatlarında

bir fırça hafifliğiyle gidip

gelen vapurlara



Eskimo bir şair dokunuyor omuzuma

ve Kız Kulesi'ni göstererek

bırak artık diyor üzülmeyi

yedi tepeli bu şehirde

şiir okunacak tek yer

elbette denizin ortasındaki

şu küçük buz dağı



Terzi olsa da babam

sökük dikmesini beceremem

beni yalnızca sen anlarsın

iğnenin deliğinden geçsin

diye ipliklerin

bir anlık ıslatıldığı dudaklara

takılıp kalan annem...

SUNAY AKIN

KARANFİL


Bizde bilirdik,
Sevgiliye karanfil almasını.
Lakin aç idik,
Yedik karanfil parasını...

Yılmaz Pütün(Güney)

NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM NE BÖYLE AYRILIKLAR


Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm

Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni

Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları

İLHAN BERK

KADINLARIMIZ


Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.

NAZIM HİKMET

İSTANBUL


Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın

Vedat Türkali

ESKİYEN YÜZÜMÜN YENİ GÜLÜMSEYİŞİ


Çizebilseydim
Bahar olacaktı yüzün…
Yazabilsem,
En uzunu şiirlerin...
Olmadı, beceremedim...
Adını duvarlara yazacak çağım da
Çoktan geçti benim.
Yasak sevdamın
Gözaltı tarafı...
Çaresiz,
Seni yüreğimde erittim.
Ama yine de hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi
Hoş geldin!...
'Ağır ağır çıkılan bir merdiven' yok...
Eskittiğin yıllardan değil,
Sızlayınca yüreğin, anlıyorsun: yine gecikmişsin...
Sen, yeni yeni öğreniyorsun sevmeyi,
Bense çoktan düşürmüşüm aklıma ölümü...
Gönlün bedene baş kaldırdığı yerdeyim...
Ama yine de hoş geldin
eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin
Ben bir bu dağları eskitemedim,
Bir de sana düşmüş yüreğimi...
Gittiğim yolları hiç hesaba katma!
Düşünü görmediğim uykular zaten haram
Gökyüzünü boyayacak zaman da kalmadı...
Haydi sar kollarını...
'Ayrılık' diyeceğim,
Dilim varmıyor...
Daha yeni söylemiştim;
Hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin.
Deniz tuzunu saklıyor
Çizdiğim beyazlarda
Karlar çürüdü
Suyumuz ekşi,
Gönlümüz kırık.
Sevip de kaçanların hiç biri, yüzyıllardır yakalanamadı.
Firarinin umudu tükenmiyor,
Yaşamadan bitmiyor kör olası...
Ama yine de hoş geldin eskimeyen yüzümün yeni gülümseyişi
Hoş geldin!...
Bir tarafımızı Eylül'de budamışlardı
Kalanı, sevdana kurban...
İçtiğim içkiye seni düşürdüm,
Bu akşam gözlerimi
Küllükte söndürdüm.
Hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!...
Korkunun bittiği yere yazdım adını,
Dağların en kuytu yerine...
Sonsuzluk değildi beklediğimiz,
Bir parça 'mutluluk' diye diretmiştik.
Çok mu geldi bilmem ki
Tanrının gözüne
Ama yine de hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi!...
Eskidi saatler,
Zamanı geldi,
Yeniden düşmeliyim yollara...
Geceler sırtımda
Cebimde sevdalarım
Yardan öte söyleyecek sözüm vardı benim.
Düşlere saklamalı şimdi yari, uyanmamacasına!
Yükselmeli ateşim
Kanamalı sıkmaktan avuç içlerim
Terleyip atmalıyım içimden seni
Kimseler bilmemişti, görmemişti gelişini,
Benden gidişindeki gibi...
Ama yine de hoş geldin.
Eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!...


Tayfun TALİPOĞLU

İMGE DEDİM ADINA


Son çocukluk da bitmişti ömrümde
Düşlerim belki kış ölüsü belki yaz
Kırlara bahar yetmese de içimde
Yüreğim nar çatlamasıydı sana kadar
Dilimde sözcüklerin çelik direnci
Sesimde ölüm rengine inat aşklar

Mavilikler yasaklandı gökyüzünde
Özgürlüğü kuş kanatlarında bekledim
Doğduğum gün adına "imge" dedim

Sevdim bütün insanları insan yanlarını
Sen de seveceksin
Dallarına su yürümüş ağaçlara güleceksin
Kar yağsa da yaktığın ateşler üstüne
Ateşi yüreğinle körükleyeceksin
Kuş sesleri de ertelenebilir güne karşı
Çiy de düşebilir anıların üstüne
En güzel ezgileri nehir ağzı denizlerde
Hep kendi sesinle türküleyeceksin
Hüzün ağaçlarının sevinç açtığını
Adının sonsuz anlamında göreceksin

Sevdim soluğunu rüzgar kılan insanları
Soluğumu soluklarına kattım
Bir damla uğruna gökyüzünü omuzladım
Bir çocuk ölümleri ağlattı beni
Bir de türkülerde kalabalık ihanetler
Gülüp geçtim yalan iktidarlar görkemine
Aşk adına sesimi sürdüm namlulara
En büyük eylemleri söz eyledim
Doğduğun gün adına "imge" dedim

Sen elbette sen olacaksın biliyorum
Sesinde yirmibirinci yüzyılı dinliyorum

ADNAN YÜCEL

SEN YÜRÜRSÜN RÜZGAR YÜRÜR


Sen yürürsün rüzgar yürür
Sabahlar sığmaz olur gözlerine
Her adımda çözülür bir karanlık
Şafaklar çiçek sunar ellerine
Gün tutuşur
Dağlar aydınlanır
Yeniden aydınlanır
Yeniden canlanan bu yaşam
Türküler dizer saçının tellerine

Sen yürürsün rüzgar yürür
Alıp savurur beni saçların
En kalabalık alanlara götürür
Bir cellat çıkar apansız
Bir fidan yeşermeden çürür
Ve kana bulanır ırmaklar
Baştan başa geçer kentleri
Kan temizlenir cellat ölür

Sen yürürsün rüzgar yürür
Mahpuslar soluğunla umutlanır
Toprak çatlar
Gökyüzü bıçak bıçak şimşeklenir
Görkemli bir yürüyüş başlar içimde
Ve bir tan vakti
Kırılır bütün güzellik yasaları
Ağaçlar aşk açar bahçelerimde

Sen yürürsün rüzgar yürür
Dallar eğilir
Yapraklar secde eder yürüyüşüne
Sular kabarıp dalgalanır
Köpüklü başlarıyla selamlar seni
Ve tanrılar kalır önünde
Ne beyler ne krallar
Seninle yazılır en büyük destan
En güzel tarih seninle başlar

Sen yürürsün rüzgar yürür
Bir sevinç boylanır dünyada
Çocuklar korkusuz büyür
Kan boğulur susar
Dokunup geçtiğin her kuraklık
Yemyeşil bir vadiye dönüşür

Sen yürürsün rüzgar yürür
Bizi bu deprem günlerinde
İnan ki bir şiirsiz yaşamak
Bir de sensiz savaşmak öldürür

ADNAN YÜCEL

KENDİ OLARAK SANA GELEN


Kendi olarak, sana gelen.
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen.
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen.
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan.
O, işte...

Oruç Aruoba

YOK


Kitabımı sana adamak istedim
Gözlerine baktım
Gözlerin yok
Öpmek istedim
Yüzüne baktım
Yüzün yok
Tutmak istedim elini
Elin yok
Isıt sözlerimi yüreğe işleyen kulakların yok
Anlat bana bir şey anlat
Dilin yok
Haydi yan yana yanın yok
Kitabımı sana adamak istedim
Adın yok
Güvercin getirdi şiirimi geriye
Bu dünyada anlattığın kadın yok..

Aziz Nesin

ÖZDÜŞÜM


Ah ben hep duyguyla akıl
Kapılarını bunca yıl
Zorladım. Bir düş gerçeği
Topladım gerçek düşümde.
Savaştı bu huyla akıl,
Hep kafamda ve gönlümde.

Baktım, bölüşmüş gerçeği,
Aklım bir düş-dönüşü'mde.
Duyguyla anlaşmış akıl..
Aşk motoru olmuş düş'ün,
Ve düş de aklın eşeği.
Vardığım her öpüşüm'de
Aklım ısırdı her şeyi.

Motor çıkmaza dayandı,
Eşek renklere boyandı.
Baktım, o uslanmaz aklım,
Elinde duyu çiçeği,
Bir yorgun, renkli eşeği
Koklayarak okşayandı.


Özdemir Asaf

FERİĞİM

Sevgilim
Yeşil eriğim benim
Ben içine hapsolmuş çekirdeğinim senin
Hapiste günler ağır geçer diyorlar
Olsun be ben vazgeçtim hürriyetimden
Yeter ki yetim bir çocuk gibi bırakma yüreğimi
Zira sensiz bu can bir yüktür yüreğime
Kaldır öpülesi alnını ve bak bana
Gördün mü gülüm bir tek gözlerim değişmedi yine
Bir tek gözlerim
Açılır açılır gözleri gülümün
İçlerinde yeşil çam ağaçları
Uyanışların en tazeleri
Odamızdan geçer gülüm seninle
Uyanışların en tazeleri
Odamızdan geçer gülüm seninle
Feriğim fidanım feryadım
Hey benim zizil parmak
Memleket gözlüm

Geceleri hep peşinden koşar
Göğsüme takıp yönümü bulduğum
Kalp verdin onur verdin
Yetmezmi deli fişeğim

Benim en büyük kudretim
Senin sahiden şehrimde olduğunu bilmek
Hatta şu an ıslak şehrimde geceliğinle balkondasın
Bende dokunmaya çalışıyorum ince parmaklı ellerine
Kaldır öpülesi alnını ve bak bana
Yoroz değil kararan
Yüzümde ışığından ayrılmanın kederi
Birazda işte geldik gidiyoruzun hüznü var
Ama gördün mü gülüm
Bir tek gözlerim değişmedi...yine
Bir tek gözlerim...

Volkan Konak

İLLEGAL SEVDAM


o terk edilmiş akşam vaktinin
kuytu bir köşesinde
kaybolmalardayım
ve geçmişimle hesaplaşmaktayım
ankara'da..
soğuk bir akşam vakti

son paket son sigara bu..
yağmur da bir o kadar kalleş
yürürken ankara'da
yağmur süzülürken göz bebeklerimden
ağır bir işkence bu
omuzlarımda
kerpeten misali tırnak uçlarımda
hasret veriyorlar soğuk bedenime
saat 12 suları bunlar yaşanırken ankara'da
bir polis otosu devriye geziyor
ve sen illegal sevdam,
ciğerimde tütüyorsun toz duman altında..
sonsuzluğu seyre dalmak kadar
huzurlu bir şey bu...
ama..
isyan çağırıyor beni
yeter ulan
yeter....
bu gece.
yarılsa bu gökyüzü, yarılsa asfalt..
ve bir karanfil hıçkıra hıçkıra ağlasa
karanlık sussa
ben haykırsam..
bu yasadışı akşamlarda
şarjör misali
tükensem koynunda..
ve parça tesirli bir sevdanın
merkezinde olsam..
dağılsam sana..
paramparça olsam....

ERDAL EREN

KENT


Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi,.
nereye baksam burada gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın,..
yalnızca yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."
Yeni ülkeler bulamayacaksın,
bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent.
Dolaşacaksın aynı sokaklarda.
Ve aynı mahallede yaşlanacaksın ve burada,
bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın.
Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var,
ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu,
işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

Constantino KAVAFİS

TUTSAK DÜŞMÜŞ ÇIĞLIKLARIM VAR...


Tutsak Düşmüş Çığlıklarım Var...
kırılgan adımlar atıyorum / parçalanmış topuklar inadına...

bakışların kuytulanıyorken yüreğimde
düşlerim düşer gecenin koynundan

düş (le)mek acı / yokluklar tenhasında...

en baştan harlanmış yangınlarım var
üşümüşlüğünde yüreğimin

talan görmüş şehirlerim / mağlup...

kırılgan adımlar atıyorum
parçalanmış topuklar inadına

sen gidiyorsun...

ben susuyorum....

küsüyorum her anına gençliğimin
yumruklar sınıyorum sonra
sensizliğin duvarlarında

tutsak düşmüş çığlıklarım var
feryadında ömrümün

karanlıklarda (d)üşüyorum
yangın yeri sokaklar inadına

sen gidiyorsun...

kan kusuyorum...


İmdat Özcan

28.07.2008

BU YOL NEREYE GİDER?


bir kuğunun boynuna dokunurken…

yol bir yere gitmez
içerde
düz saçlara uğrar
ayak üstü bir akşamüstü
her plansız ürperişin sonu
hüsran
ve hüsran
çok sanat müziği bir kelimedir

yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yol yoluyla gidebilir yare
yoldan çıkabilir apansız
ve ömür bitebilir yoldan once
ama yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yaşamak
hızlı bir ölme biçimidir
düşünce ışıktan yavaşsa
erken gidilmelidir
gerdan sözcüğüne
bir kuyumcuda da rastlayabilirsin
bir kasapta da
kalbin sızlamaz
bir kuzu yüreğini vitrinde görünce
o bir beslenme biçimidir
ama korkarsın
kurdun sevdiği havadan
ayakkabı yaparsın yılandan

yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
her garantiyi istersin hayattan
oysa ölümle yaşam arası
uzun malum ince bir yol
bir yere gitmez
o bir ölme biçimidir

iyi yolculuklar denmez bir gidene
yapılamaz çünkü
çok yolculuk bir seferde
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiç bir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela


yol bir yere gitmez
o bir susma biçimidir
soğuk bir taşıtın uğultusunda

ağustos 2000, gevaş


Yılmaz Erdoğan

27.07.2008

VURULMAK BİR ŞİİRLE


hangi şiir vuracaksa,...vursun beni artık..


bana artık yasaktır öpüşmek
bir militan içgüdüsüyle kaçıyorum sevda sokaklarından
dudaklarında güzel vaatlerle,
beni vurmak isteyen adamlar var

köşeye sıkışmış gibi inliyor nefesim
aşk sözcükleri ıskalıyor bedenimi,
duygusallığımı zor kurtarıyorum
dikkat etmeliyim,
bir hücre evine sığınır gibi gizlenmeliyim
her an beni bulabilirler,
her an bir şiirle vurulabilirim

bana artık yasaktır öpüşmek
bir sokak lambasının yalnızlığı kadar ışık saçıyorum
"iyi ki sesin var, yoksa yaşayamam" diyen adam nerede?
yoksa öldü de,..ben mi bilmiyorum

kaçış planları yapan bir mahkum gibiyim
attığım her kum parçasından kırgınlıklarım çıkıyor
gözüme batıyor sessiz gidişlerin ağdalı suskunlukları
dikkat etmeliyim,
bir yokluğa sığınır gibi gizlenmeliyim
her an beni incitebilirler,
her an bir şiire vurulabilirim

bana artık yasaktır öpüşmek
kadınlığımın suçu neydi bilmiyorum
“sen ben de bir ömür olmalısın” diyen adam nerede?
yoksa bir ömür geçti de,..ben mi bilmiyorum..

Pelin Onay

VEDALARI OYALAYIN,.. SAKLANACAĞIM,..


I. ..vedaları oyalayın, saklanacağım..

serseri bir kızın güncesinden kaçtım
kadınım..! ..Arkama döndüm ve baktım
göğüslerimde emzirdiğim gençlik dirileşmiş
sütü kesilen asiliğim hayatla birleşmiş

Korkma! Dilimde bütün haylazlığım
büyüdüğümü sevişirken anlıyorum
yoksa inan hala sokakların oyun hırsızıyım

en berbat ayrılığın mektubunu da okudu yüreğim
ama bana sevda gerek
avuçlarımı öp, dudaklarından geçip gözlerine güleceğim


II. .. suya düştü katre, dağıldı..

isimsiz bir yolculuğa gidiyorken döndüm
ebruferah kelimelerin içinde yeşerdi seda
buğulu camlara saklanan,
iklimi keşfedilmemiş bir yüreğin ritmiydi belki
alıkoyan...yatıştıran
iyi ki varsın, diyecekken susturuyor dudaklarımı ıslak cevapların
iyi ki....


III. .. hüzün kaydı geceden, dilek tuttum..

bir cümle uzaklığındaydı gülüşler
söylenmeyen sözler boyu kırılıyorsa yürek,
dillenmeliydi kelimelerin alkışı durduk yere
durduk yere sev beni

ince kıyılmış bir istem akıyor bedenimden
hazan senfonisinde gençlik aşklarım çalıyor
anımsadığım, serseri bir kızdım güncelere tutunan
çok oldu kaçtım
artık ben değilim unutulan

IV. .. sözler kapıyı çarptı, arkalarından koşmadım..

ölmek üzere olan sevdalarına,
hayat öpücüğü veren bir kadının beklentilerinde yoruldu özlemler
bu yüzden istiyorum merakında kaybolmayı
gözlerime bak hissedeceksin,
bakışlarımda eriyen sevilmek duasını

hadi,
ellerimden tut ve kaçır beni şarkıların içine
bilmen lazım, ezgiler olmazsa ölürüm
herkes gider, notalar kalır
suskunluğumu makamlara ördürdüm


V. ..mahcup kırmızı soyundu, aç gözlerini..

çözülsün dilindeki buzlar dudaklarımın debisinde
geceye benzer utangaçlığım, görünmez
tenimde mimiklerin gün gibi aşikâr,
sivrildi tutkunun ucu, görünürde söylenmez

dağılmış saçların inceliğinde bütün gelişler
acının kırılma noktası
olmadı (da) yanacağız
sevişmeler kirlenemez

VI. ..sevmeyi unuttuğun yerden sevil bana..

serseri bir kızın güncesinden kaçtım
beni ihbar etme,
sende (s)aklandım...

PELİN ONAY

HER AŞKIM BİR İNTAHARDIR,..


TEDİRGİNLİK,..

Durağan konuşmaların sıkıntısı,..
Isırılmış dudaklardan içime akan kanın damağıma yapışan pıhtısı,..
Hani hiçbir cümleye yerleşemeyen kelime,..
İsmi yani,..
Gidenin ismi satır başıdır aşk ayetlerime,..
Ürpermek,..tekrar dokunabilmek tutkusu,..
Temassız sevişmeler,..
Tenlerin son bir el sallaması gibi,..
Duygusal orgazmın doruğu,..
Hani ellerini koymayı bilemediğin yer,..
Yıldızları tutmaya alıştığın o ipeksi gökyüzü,..
Teni yani,..
Yokluğun teni geceleri uykularımı örter,..
YİTİRMEK
Sonlara müptela aşkların koyu yası
Tüm renklerin siyaha tutsaklığı,..
Kesin intiharı gökkuşağının,..
Hani gözlerimin rengini yitirdiğim o son bakış,..
Pulunu terk eden mektup gibi,..
Kimsenin sahiplenemeyeceği o büyük aldanış,..
TUTSAKLIK
O şehvetli teslimiyet,..
Tenimi acıtan o yokluğunun prangaları,..
Ve bundan duyduğum tanımsız zevk,..
Bir zafer çığlığı inlemelerim,..
Ve gövdemin göklerine çektiğim,.
O dimdik bakabilen gözlerim,..
Kesin inkarıdır en çetin yenilgilerimin,..
SEVMEK
Yeniden alışarak kan kaybına,..
Ve ekleyerek kazandıklarını anılarına
Savaşmak yani,..silahsız,..çıplak,..
Müttefik ederek kelimeleri ve hayalleri,..
Yaşamın dayatmasına rağmen,..
Ağırlaşan nefese rağmen,..
Bir pankart asar gibi yazmak aşkı,..
Sol yanını bir el bombası gibi atmak aşk meydanlarına,..
Ve tutuşmak bir hıdrellez ateşi gibi,..
Dolanmak çarşafların o muhteşem yalnızlığına,..
VAZGEÇMEMEK
Yenilen bir orduyu sahiplenebilmek,..
Ve kendini her devirdiğinde,..
Her ihtilalinde,..
Kendini tekrar tahta çıkarabilmek,..
O muhteşem yenilgilerin muhteşem kumandanı,..
O soluk gecelerin parlayan tek yıldızı,.
Yüreğim yani,..
O içimdeki menzilsiz kurşun,..

‘’BEN UMUTLARIMI BOŞ KOVANLARA DOLDURURUM,..
ACEMİDİR ALDIĞIM NİŞANLAR,..
BEN HER AŞKDA KENDİMİ VURURUM’’,..

Pelin Onay

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ,.. KUTSANMIŞTIR AŞK,..


Gereği düşünüldü,..kutsanmıştır aşk,..

(bu sevdanın sözlerini sen al,..müziği bende kalsın,..)

…sürgün yeridir aşk yüreğimde,..açlığına bile boyun eğdiğim,..
..kapama gözlerini,..sesini uzak tutma,..
sancılarına vedaların,.düşlerle direniyorum,..
dilimde bakire bir bekleyiş,..gelip bozmanı diliyorum,..

dokunamadım sevdanın yanık tenine,..
oysa istemlerin süzgecinden taşar hayat,..bilirim,.
hangi yüreğin terk edişlerinde göçebe kaldı özlemler,..?
sılası uzak değil kavuşmaların,.sessizce direnirim,..

ahh,..tütün kokulu sevişmelerin çıplak sarılışı,..
sözüm var,.göğsümde dinlendireceğim ıslak dudaklı başını,..
soyun ve arın,.kasıklarında biriken özlemlerden,..

…beş yaşında parmaklarımdan kayan uçurtmam gibidir aşk ellerimde,..
gidişlerine bile söz geçiremediğim,..
artık ağlamayacağım dediğim an barıştım aynalarla,.
Aldığım nefese borcum var,..yüreğimi güldüreceğim,..

Anladım,.niyetin yok gelmeye,..
Ben bekleyişleri kapımdan kovdum,.
Sen bulup getiriyorsun ellerinle,.
Dinlediğin son şarkıda kal,.
Gelinlik bir kız gibi değil artık sabrım sevgilerimde,.
Tutulmayan sözlerde yitirdim masumiyetimi,.
Kelimelerim bu yüzden keskin ve asi,..gülüşlerimde bile,..

Çiçek kokulu bir huzurdur aşk burnumun direğinde,..
Yapraklarını öpebilmek için bile aylarca beklediğim,.
Gitmelerin bıraktığı helis acılar küçülüyor ve kabuk bağlıyor zamanla,.
Geçmeyen tek şey hüzündür gözlerde biriken,.
Yeni doğmuş bir bebek değilim maalesef,.yaşadım ve büyüdüm,..
Tanıştığımıza memnun oldum AŞK,..mümkünse sık görüşmeyelim,..

Bir sena düşüyor dudaklarıma,..
Ulaşamadıklarımı kutsuyorum,..ve sesleniyorum şimdi

AŞK KUT SAN MIŞ TIR artık,…

Pelin ONAY

NAZIM HİKMET VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR,..

VATAN HAİNİ

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson`un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

(28.7.962)

AN GELİR

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
şarkılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila ilhan ölür...

Attila İLHAN

YALNIZ(CA) SİTEM


çığlığım boğazımı kesti, kana(ya) madım
-de halindeyim acıların

I.

her şeye susuyorum artık
susuzluğum dilimin ucu, kemiksiz

ölümlerden ölüm beğendim, üzerime olmadı
zor günler için sakladığım bir intihar vardı cebimde
çıkarttım baktım, kurtlanmış
sebebi var elbet bu gözyaşlarının
anlamaya çalışmayın, anlayın

bir ressamın tuvalinden düştüm
hiçbir renk kurtaramadı beni
beyazlar giymiş bir duygunun içinde,
ismim sırdır artık

- bir kaç ince sızım var, görüşlerinize hazırdır üstadım

ne istediğini bilen sevdalarım olmadı hiç
büyük kavuşmalarımda
hep küçük özlemleri sevdim
küçük sarılmaları
küçük bekleyişleri
büyüklerini sevecek kadar zaman verilmedi

arzularıma haber saldım, gelmediler
nerede unuttum ateşli bedenimin alfabesini..?
hangi ketum dil yaladı geçti haykırışlarımı..?
size bir sır vereceğim,
galiba (d)üşüyorum

II.

vurgun zamanlarındayım İzmir’in
yalnızlık ırzıma geçse doğuracağım!
Doğuracağım özlemin canına kıyanların eşgalini

hadi toprak ana! Seviş ruhumla
ve temizle diline biber sürülmüş dudakları
görmüyor musun..? Bana bir şeyler oluyor
bedenimden bir deniz geçiyor,
dalgaları göğsüme vurup geri çekiliyor
hangi mevsimin rahminden çıkartacağım başını yüreğimin..?
bu dalgalar öksüzlüğümü çok fena acıtıyor

-sol anahtarınızı rica edeceğim, şarkılarım içimde nefessiz kaldı

zehirli bir ihanet aktı yanaklardan
atılan bir imzayla onaylandı unutulduğum
gelinlik bir kız gibiydi düşlerim oysa, kaçırıldı
kimlerin yatağında nergis kokusuysa, orada kalsın

çocuk kalan yanım!. Sen sakın üzülme
seni yeniden güldürebilmek için arınacağım bu lekeli acılardan
babamı affettiğim gün, sevdalarımı da affedeceğim
soyacağım yüreğimi yeniden ulu orta. Utanmadan,
sevişeceğim yeniden kana kana, kan(a)madan

sen de biliyorsun ki;
saçlarına kır düşmüş mavi bir geceydi sevdam
kayan bir yıldız da dilek olsaydık da,
bizi tutsaydı...

Pelin Onay

BENİ TARİHLE YARGILA


"Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bulanık bir is,
Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz
Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla,
Ve tarihle yargıla..."

Bal değildir ölüm bana,
İdam gül değildir bana,
Geceler çok karanlık,
Gel düşümdeki sevgilim,
Ay ışığı yedir bana...

”Ahh... Ben hasrete tutsağım,
Hasretler tutsak bana
Bıyığımdan gül sarkmaz,
Bıyık bırakmak yasak bana,
Mahpus bana, sus bana.
Yağlık ilmek boynuma...
Sevgili yerine
Koynuma idamlar alır, idamlar alır yatarım,
Ve sonra sabırla beklerim,
Bulutları çekersiniz üstümden,
Suçsuzluğumun yargılayıcılarını yargılarsınız,
Ve o güzel geleceği getirirsiniz bana...
Ölüm tanımaz işte o zaman sevgim,
Tırnaklarımı geçirip toprağın sırtına, doğrulurum,
Gözlerimde güneş koşar,
Ve çiçekler ekersiniz, çiçekler ekersiniz toprağıma...”

Duygu bana, öykü bana,
Roman gibi her an bana
Hücremde yalnızım gel,
Gel düşümdeki sevgilim,
Soyunup hazırlan bana.

“Biraz sonra asmaya götürecekler beni,
Biraz sonra dalımdan koparıp öldürecekler beni,
Hoşçakalın sevdiklerim;
Dört mevsim, yedi kıta, mavi gök...
Bütün doğa hoşçakalın...
Hoşçakalın sevdalılar,
Çocuklar, üniversiteliler, genç kızlar,
Sonsuz uzay, gezegenler ve yıldızlar,
Hoşçakalın...
Hoşçakalın senfoniler, oyun havaları,
Sevda türküleri ve şiirler.
Bildirilerimizin ve seslerimizin yankılandığı şehirler.
Dağlarında yürüdüğümüz toprak,
Yalınayak eylem adımlarıyla geçtiğimiz nehirler hoşçakalın...
Hoşçakalın ağız tatlarım;
Sıcak çorbam, çayım, sigaram...
Havalandırma sıram, banyo sıram, kelepçe sıram...
Parkamı, kazağımı, eldivenlerimi, ayakkabılarımı,
Ve kalemimi, ve saatimi,
Ve kavgamı bıraktığım sevgili dostlar
Hoşçakalın, hoşçakalın...”

Dostum bana, sevdam bana,
Soluğunu geçir bana,
Uyku tutmuyor gözüm,
Anılar sıraya girdi.
Gel anne süt içir bana.

”Hoşçakalın anılarımı bıraktığım insanlar,
Mutluluğu için dövüştüğüm insanlar,
Yedi bölge, dört deniz,
Yedi iklim, altmış yedi şehir,
Okullar, mahalleler, köprüler, tren yolları...
Deniz kıyıları, balıkçı motorları, takalar,
Asfalt yolu boyu dizilmiş fabrikalar,
Ve işçiler ve köylüler...
Hoşçakal ülkem
Hoşçakal anne, hoşçakal baba, kardeşim,
Hoşçakal sevgilim, hoşçakal dünya,
Hoşçakalın dünyanın bütün halkları,
Sınırlı olmayan mekâna,
Sınırlı olmayan zamana gidiyorum ben;
En sevda halimle, en yaşayan halimle,
Gidiyorum dostlarım,
Hoşçakalın, hoşçakalın...
Beni yaşamımla sorgula iki gözüm,
Beni yüreğimle, beni özümle,
Bilimle anla beni, felsefeyle anla beni,
Tarihle anla beni,
Ve öyle yargıla.

Ersin Ergün

METRİS


Ben hep 17 yaşındayım
Demir kapının her açılışında
Her ayak sesinde içime sığmaz yüreğim
Her türlüsünü tattım acının ve ızdırabın
Yalnız seni özlerken kendimi yenemedim
Çünkü; senden gayrısı haram
Şu Metris'in önü bir uzun alan
Bir tek seni sevdim gerisi yalan

Cigara çekmedi canım hiç
Çıkarken havalandırmaya
Olmadı avluda atılmış voltam hiç
Hele masmavi bir denize atılmış oltam
Hiç mi hiç...
İçerde bıraktım dünyayı
Parmaklıklarla bölünmüş olarak
Görmeye alışık gözleri
Ve senin için yazdığım şiirleri, sözleri.
Sana olan aşkımı
Defterlere değil
Metris'in duvarlarına yazdım
Uykusuz geçen geceler akıllara zarar
Kıramazdı beni duruşmada kırılan kalem
Senin görüşlere gelmediğin kadar
Şu Metris'in önü bir uzun alan
Bir tek seni sevdim gerisi yalan
Senin hasretindi hücreme dolan
Yalnız seni sevdim gerisi yalan.

Parmaklıkların elime bulaşan pası
Havalandırmadan gelen hela kokusu
Işık ve ufuksuz hücremde
Gözlerim kuvvet kaybındaydı.
Bir şişin ucundaydı ölüm korkusu
Ve özgürlük kravatlıların avucundaydı

Bir kazaydı gelişin
Ya seni sevişim?
Bir masaldı.
17 yıl 15 gece
Bir ranzaydı yattığım
Bir de oturduğum masaydı

Ben gençliğimin en tutkulu aşkını
Kağıtlara değil
Gönlümün en derin nağralarını
Kalemle değil
Tırnaklarımla
Metris'in duvarlarına yazdım
Ve kanayan ellerime tuz bastım

Çok mektup yazdım sana
Ama hiç yollamadım
Ben sana olan mektuplarımı
Metris'in duvarlarına yazdım
Ve üzerine zarf değil
Mapushane kapılarını kapattım

Şimdi bir şey yok yanımda senden kalan
Şu Metris'in önü bir uzun alan
Benim sevdam gerçek
Senin aşkın yalan
Hücrem değil hasretinle yanarım
Senin için hergün hergün ağlarım
Kanım hep içime akar kanarım
Beni anlamadın ona yanarım.....

SANA GEL DEMEK / 3


Sıkıca bir parka giymektir
Sana gel demek
Soğuk kuytular inadına
Yumruk sıkmak
Kavga vermektir
Kime , neye , neden , niçin
Sualler takılı kalırken gökyüzünde
Gözü kapalı adımlar atmak
Namlu namlu vurulmak
Ölümsüzlük şarabını kanmaktır

Yağmurları ıslatmaktır
Sana gel demek

Yağmur sineye düşende gel...
Yürek hayta hayta çoşanda gel...

Nikotinsiz geceleri aşındırmaktır
Sana gel demek
Pranga tutsaklığına başkaldırı
İsyanın i - sidir sana gel demek
Sevdanın tamamı
Köz körüklemek
Yangın yeri acıları boğmaktır

Yangınım İstanbul ‘u saranda gel...
İstanbul yangınıma gül verende gel...

Uykularım bölük pörçük
En hayırlı rüyalara dalmaktır
Sana gel demek
Kucaklamak bütün çocuklarını dünyanın
Irgat teri akması ak alından
Bahar vuslatıdır

Gül yüzün geceme değende gel...
Gülmeler kurşun olup yağanda gel...

İmdat Özcan

TADINA DOYAMIYORUM ÇEKTİĞİM NEFESİN


Çoğu kez,
Vurgunu olurum lacivert bir gökyüzünün:
Hele sabahsa vakit, varsa bir de çıngırağım....
Hele deliksiz uyumuşsam uykuyu o gece,
Hele kuşlar varsa göz erimlerimde;
( Penceremin pervazında güvercin
Gül ağacımda serçe...).
Hele bir de haber almışsam yardan;
Yani
Sevgiyi bölüşmüşsem iki seste...
Tadına doyamıyorum çektiğim nefesin....

Çoğu kez,
Özlemine düşerim uzak bir diyarın:
Hele baharsa içim, varsa bir de kanatlarım...
Hele çiçekleri boyuyorsam istediğim renge
Hele yüreğimi bölüyorsam ikiye;
( Bir yanı kırmızı aşk
Bir yanı apak sense...)
Hele sıcacıksam bir de, sana değdiğim yerde;
Yani,
Yanımdaysan, can gibi, taşıdığım kafeste
Tadına doyamıyorum çektiğim nefesin...

Çoğu kez,
Ardında koşarım, kendimden kaçışların:
Hele sürgünsem sevdalı, varsa bir de ceylanım!..
Hele su boyundaysam yemyeşil bir vadide,
Hele türküsünü çalmışsam kavalından çobanın;
(Güftesi dağ dağ rüzgar
Bestesi üveyik ıslığı güldeste...)
Hele özgürsem bir de, seninle sevişmelerimde;
Yani,
Boynumda açıyorsa dişindeki lale (!)
Tadına doyamıyorum çektiğim nefesin...

Tayyibe Atay

HALA KOYNUMDA RESMİN


Sımsıcak konuşurdun konuşunca
ırmak gibi rüzgar gibi konuşurdun
yayla kokuşlu çiçekler açardı sanki
çiğdemler güller mor menevşeler açardı
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
Hâlâ koynumda resmin

Dağları anlatırdın ve dostluğu
bir ceylan gibi sekerdi kelimeler
Sesini duymasam çölleşirdi dünya
dağlar yarılır ırmaklar kururdu
bulutlar çökerdi yüreğime
Hâlâ koynumda resmin

Gün akşam olur elinde kitaplar
ve bir demet çiçekle çıkıp gelirdin
bir kez bile unutmadın "merhaba" demeyi
ve en yanık türküleri nasıl da söylerdin
bir dostun vurulduğu gün
Hâlâ koynumda resmin

Kaç mevsim kırlara çıkıp
çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
belki kurdu kuşu ürküttük
ama aşkı ürkütmedik hiç
Hâlâ koynumda resmin

Ve hâlâ sımsıcak durur anılar
sımsıcak ve biraz boynu bükük
Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış
yasak bir kitap gibi durmaktadır
ve firari bir sevda gibi
Şimdi duvarlarda resmin

AHMET TELLİ

AH!..


Yüzünün yarısı göz kadife yansımalı
Bulutlu siyah ah bulutları eflatun
O boy aynasından çıktı fransızın malı
Vişne asidi vardı tadında rujunun
Ah sinema yıldızı filan olmalı
Ağızlığı kristal son derece uzun.

Ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu
Kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam
Çok vapurun battığı bir liman orospusu
Bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam
Ay ışığında deniz akordiyon solosu
Pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam.

Bir kibrit çakıldı mı ah yağmurluklu kız
Alevinden anlamlı dumanlar üfürüyor
Ah çocuk yüzünde gül goncası ağız
Saçlarından incecik su tozu dökülüyor
Sığınak gibi derin ağaçlar gibi yalnız
Karartma başlamış ışıklar örtülüyor

Tavana asılmış sosyalist saçlarından
Ah sabah sabah omuzları kan içinde
İşkence sonrası genç bir kadın militan
Yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde
Adı bile çıkmamış dudaklarından
Doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde...

Attilâ İlhan

6 MAYIS ULUSAL SOLUN İDAM EDİLDİĞİ GÜN


Deniz, Bağımsızlık Mücadelesinde Ne İlk Ne De Son Nefer

6 Mayıs 1972 Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edildiği tarihtir. Bu tarih aslında kökleri 1919’da Mustafa Kemal’in başlattığı Kuvayı Milliye mücadelesinde olan ve 1968’lerde doruk noktasına ulaşan Ulusal Sol mücadelenin en büyük yarayı aldığı tarihtir. Çünkü emperyalizm bir taşla iki kuş vurmuş, hem sol hareketi lidersiz bırakmış, hem de solu Kuvayı Milliyeci kimliğinden arındırarak tarihsiz ve köksüz bırakmıştır. 70’lerden 80’lere giden süreçte Türk Ordusu’nun içine sızdırdığı Amerikancı generalleri, devrimci gençliğin ve halk hareketinin karşısına çıkarmış, bağımsızlık mücadelesinin olmazsa olmazı ordu-millet-gençlik ittifakını dağıtmıştır. Kuvayı Milliye anlayışını tasfiye etmiş, Batıya sağıyla soluyla bağlı parlamenter sistemi adım adım kurumsallaştırmıştır. Sol bu noktada oyuna gelmiş, bir tarafı parlamenter sisteme eklemlenmiş, bir tarafı marjinalleşmiştir. Ulusal Kurtuluş ideolojisi ise ancak Denizlerin idamından 30 yıl sonra Mustafa Kemal’den ve Denizler’den güç alınarak Atatürkçü gençlik hareketinin yeniden filizlenmesiyle yaratılabilecek, Ulusal Sol’un temsilcisi TÜRKSOLU Gazetesi’nin yeniden çıkmasıyla halk içinde bir kuvvet haline gelebilecektir.

Bugün Deniz’le ilgili yapılan değerlendirmelere baktığımızda, O’nun temsil ettiği değerlerden ve mücadelesinden soyutlandığını görmekteyiz. Bir takım halk ve sol düşmanı anlayış Deniz Gezmiş’i zaten terörist ve marjinal olarak göstermektedir. Marjinal sol ise Deniz’i sahiplenmeye kalkmaktadır ki, Deniz’e en büyük ihaneti bu kesim yapmaktadır. Öyle ki Deniz’in posterleri açıkça ABD emperyalizminin uşaklığını yapan bölücü örgütün eylemlerinde bile taşınabilmektedir. Kısa yaşamını emperyalizmle ve onun içerdeki uzantılarıyla mücadeleye adamış biri için yapılacak en büyük ihanet budur. Deniz gibi düşünmeyenlerin Deniz’i sahiplenmesi, bugün Erbakanların Tayiplerin ya da Batıcıların “Atatürkçü” olması gibi bir şeydir. Atatürk düşmanlarının Atatürk’ü sahiplenerek, Atürkçülüğü halktan koparmak için verdikleri savaşımın aynısı bugün bölücüler tarafından Deniz Gezmiş için yapılmaktadır.

Oysa, Deniz Gezmiş’i anlamak için O’nun yaşadığı çağı ve O’nu yaratan koşulları iyi anlamak gerekmektedir. Deniz Gezmiş’i yaratan aslında emperyalizmin ta kendisidir. Emperyalizm ulusları yok etmeye çalışırken hep karşısında Atatürk’leri, Deniz’leri, Che’leri bulmuştur. Bu yüzden Deniz, bağımsızlık ve devrim mücadelesinin ne ilk ne de son neferidir. Deniz, emperyalizme bağımlı sömürge bir ülkede bağımsızlık ülküsüyle kendinden önceki geleneği sahiplenen, tarihin O’na yüklediği görevi Mustafa Kemal’den devralan bir liderdir. Kendi ifadesiyle bu ülkenin İkinci Kurtuluş Savaşçısı’dır. Deniz’e göre; “Üniversite öğrenimi yapmak Anayasa’nın verdiği bir haktır. Öğrenci olarak devrimci mücadeleye katılmak ise Mustafa Kemal’in gençliğe yüklediği bir görevdir.”

Deniz’in yaşadığı yıllar Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’nin yeniden emperyalizmin sömürgeci saldırısına uğradığı yıllardır. Deniz Gezmiş, Türkiye’nin içinde bulunduğu dönemi Devrim Gazetesi’ne verdiği röportaj’da şöyle tahlil etmektedir: “Türkiye ilk Kurtuluş Savaşı’ndan 50 yıl sonra tekrar yarı-sömürge durumundadır. Ve Kemalist bir Cumhuriyetin başına anti-Kemalist politikacılar geçmiştir. Politikacı, anti-Kemalist karşı devrim hareketine yeşil ışık yakmaktadır. Bu koşullarda gençlik, emperyalizme ve anti-Kemalist gidişe karşı verilen savaşta somut olarak ön safta bulunmaktadır. Kemalist Devrim tamamlanacak ve onun emperyalizmle çelişen bütün milli sınıf ve tabakalara mal edilmesi sağlanacaktır.”

Bugün Türkiye, Deniz’in tarif ettiğinden farklı bir durumda değildir. Maalesef, Denizlerin mücadelesinin boğulduğu oranda Türkiye daha da geriye gitmiştir. Denizlerin mücadele ettiği gerici düzen aynı tip politikacılarla devam etmektedir. Üstelik Türkiye 60’lı yıllardan daha fazla emperyalizme bağımlı durumdadır. Türkiye, ABD ve AB emperyalizmi tarafından tam bir kuşatma altına almış durumdadır.

Ancak aradan geçen yıllar, Denizleri unutturmak yerine daha da hatırlanır kılmıştır. Çünkü aradan geçen yıllarda Türkiye’nin emperyalizme bağlı yapısı daha da derinleşmiş, bu durum bağımsız, onurlu ve başı dik bir Türkiye özlemini daha da arttırmıştır. Bugün Deniz’in adı, kişiliği, yaşamı, tüm devrimci gençlerin mücadelesine bayrak olmakta, her Türk genci Deniz Gezmiş’i okuyarak devrimci olmaktadır. Bugün her bir Türk gencinin yüreğinde bir Deniz yatmaktadır. Deniz Gezmiş adı, her geçen gün O’nu marjinalleştirmek isteyenlere inat efsaneleşmektedir.

Deniz Gezmiş Kemalisttir

Deniz Gezmiş marjinal değil Atatürkçüdür. Marjinal olan halkın değil, Batının iradesine dayanan düzen ve düzenin savunucularıdır. İdamından önce babasına yazdığı mektupta babasına O’nu Kemalist düşünceyle yetiştirdiği için teşekkür etmektedir: “Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Baba biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız. Elbetteki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi. Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün yeneceğiz onları…”

İşte Deniz Gezmiş için Atatürkçülük her şeyden evvel bir aile terbiyesidir ve atalarından aldığı bu terbiye milletinin ABD emperyalizminin kölesi olmasını kabul etmemektedir. 68 gençlik mücadelesine karakterini veren de işte bu ulusal kurtuluşçu kimliktir. Bu kimlik 1968’de solun Türkiye tarihinde halkla bağları en kuvvetli olan dönemini yaşatmış, sol en kitlesel öğrenci, işçi ve köylü eylemlerini bu dönemde gerçekleştirmiştir. Denizler gençliğin mücadelesini “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşleri” ile üniversite dışına taşımış, halkın sevgisini ve saygısını kazanmışlardır. Milletin değerleriyle buluştukları için solu kitleselleştirmişlerdir.

Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşü düzenleyen Deniz ve arkadaşlarının halka çağrısı şöyledir: “Büyük Türk Milleti! Atatürk için toplanalım! Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş idealini yaşatmak için, Mustafa Kemal Devrimi’ne saldıran karanlık güçlere dur demek için, milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için, tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye için, Gazi Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluşçu saflarında toplanalım…”

Yine, Denizlerin 69’da faşistlerin silahlı saldırısından sonra tutuklanmasının ardından Devrimci Öğrenci Birliği’nin dağıttığı “Gerçek Milliyetçi Öğrenciler” başlıklı bildiri şöyledir: “Deniz Gezmiş haksız yere tutuklanmıştır. Çünkü, son üniversite olaylarında savunma durumunda olan devrimci, gerçek milliyetçi öğrencilerden sekiz kişi sanık olarak adliyeye verildiği halde, saldırganlardan eli tabancalı, beli bıçaklı hiç kimse yoktur. Biz Mustafa Kemal gençliği olarak Amerikan emperyalizmini ve onların çömezlerini Türkiye’den atıncaya kadar savaşa devam edeceğiz. Bu uğurda tevkif değil, hepimiz öleceğiz.”

Görüldüğü gibi 68 gençliği bugünkü “sol” un aksine kendisini milliyetçi olarak tanımlamaktan, “Türk” kelimesini kullanmaktan çekinmemektedir. Aksine dağıttıkları her bildiri “Türk gençliği” ifadesiyle başlamakta, çıkardıkları gazetenin adına gururla “Türksolu” demektedirler. 68’de sol damarlarına kadar Türktür, Atatürkçü’dür.

Deniz Gezmiş Üçüncü Dünyacıdır

Deniz Gezmiş’in mücadelesi yalnızca Türkiye’nin bağımsızlığıyla sınırlı değildir. Deniz’in yaşadığı yıllar dünya çapında mazlum ulusların emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş mücadelesi verdiği bir çağdır. Afrika’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Asya’da ezilen uluslar ABD emperyalizmine karşı savaşmakta, bu savaşlar tüm ezilenlerin ve dolayısıyla Türk milletinin mücadelesini keskinleştirmektedir.

Ancak Cezayir’de, Hindistan’da kurtuluş için savaşanlar Atatürk’ün fotoğrafların göğüslerinde taşırlarken, Türkiye’de Atatürkçülükten hızlı bir dönüş yaşanmaktadır. Deniz için ilk çözülmesi gereken çelişki budur ancak, ezilenlerin mücadelesine kayıtsız kalamamaktadır. Atatürk Türkiyesi’nin bu uluslara el uzatması gerekmektedir.

Türkiye ise farklı bir rotadadır ve bu mücadelelerin karşısında yer almaktadır. Deniz, bunun için Filistin’e gitmiştir. Yanında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Arapça yazılı kimliğini taşımıştır. Che’yi hep örnek almış, Che gibi emperyalizme karşı vuruşarak ölmeyi istemiştir. Deniz, mücadelenin emperyalizmle ezilen uluslar arası bir mücadele olduğunu kavramış ve Ulusal Kurtuluşçu bir ideolojinin dünya çapında savunucusu olmuştur.

Ho Chi Minh’in ölümü üzerine SBF’de yaptığı konuşma, mazlum dünyanın bir mensubu olan bir Türk çocuğunun ezilenlerin mücadelesini nasıl yürekten hissettiğini ortaya koyar niteliktedir: “Amerikan emperyalizmine karşı yedi iklim, dört cephede mücadele ettiğimiz, Bolivya’da, Venezüella’da, Angola’da, Vietnam’da kahramanca ölmesini bildiğimiz bu günlerde Ho Chi Minh arkadaşı kaybettik. O’nun Amerikan emperyalizmine karşı verdiğikavgada, kararlı, azimli tutumu zor günlerimizde bize yol gösterecek ve Vietnam halkının milli demokratik devrim mücadelesinde inançlı adımları oportünizme karşı mücadelemizde bizlere örnek olacaktır. Merhaba Ernesto gibi ölenlere, Merhaba Camillo gibi ölenlere, Merhaba Ho Chi Minh’lere, yuh olsun emperyalizme.”

Mücadeleyi günümüze taşımak

Devrimci gençlik ne için mücadele ettiğini şöyle ortaya koyuyordu: Türkiye’nin kalkınması ve halkın kurtuluşu, Amerikan emperyalizminin yurttan atılmasına bağlıdır. Bunun için sorun Amerikan emperyalizmini kovmak için mücadeledir. Amerikan emperyalizmi gayrı millidir. Ona ortaklık edenler ulusa ihanet etmiştir. Emperyalizme karşı mücadele suç değildir. Gayrı milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü anayasaya aykırıdır. Denizler doğru tespitlerle yola çıkmışlar ve mücadelelerini Kuvayı Milliye’ye dayandırmışlardır. Deniz gayrı milli unsurları şöyle değerlendiriyordu: “Çağımızda sermayenin vatanı yoktur. Sermayedarın vatanı, parası nerede çok kâr getiriyorsa orasıdır. İşte bu yüzden yurdumuzu Amerika’ya peşkeş çeken bir avuç hainin kârı ve teminatı Amerikan Dolarlarına bağlı olduğu için, onların asıl vatanı Amerika’dır, Avrupa’dır”.

Deniz emperyalizme ve sermayeye karşı ise tüm halk güçlerini vatan savunmasında dayandığı kuvvetler olarak koymaktadır. Bu kuvvetler içinde emperyalizmle hiçbir bağı olmayan halkın yanına 27 Mayıs’ı yapan güçler yer almaktadır. Denizler, gençliğin parlamenter düzenden ve siyasal partilerden uzak durarak, Kuvayı Milliye’nin bir bileşeni olması gerektiğini savunmaktadırlar. Ancak bir süre sonra bu fikir gençlerin öncü kadrolar olarak algılanmasına kadar varmıştır. Diğer taraftan Kuvayı Milliye’ye dayanan mücadele, Latin Amerika ülkelerinin mücadele pratiklerine uyarlanmaya başlayınca ülkenin tarihsel gerçeklerinden kopulmuştur. Silahlı mücadele tarzı ile birlikte, Kuvayı Milliye’nin bileşenleri olan halk-ordu-gençlik arasındaki bağlar kopmuştur. Bu da düşmanlara, devrimci hareketi boğma fırsatını doğurmuştur.

Ancak burada belirtilmesi gereken Denizlerin mücadelelerinin yanlışlığından değil, Türkiye’nin bağımsızlığını savunmaları ve bu yolun ancak devrimci mücadeleyle başarılabileceğini düşünmüş ve düşüncelerini eylemleriyle hayata geçirmiş olmalarından dolayı ortadan kaldırıldıklarıdır. Bu noktada onları terörist eylem tarzıyla suçlamak sapkınlıktır, ihanettir. Denizlerin dayandıkları Ulusal Kurtuluşçu ideoloji emperyalizmi korkutmaya yetmiş ve Türkiye’nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemeyen bir kuşağın liderleri katledilmiştir. Bu yüzdendir ki bugün Türkiye, topraklarının bile tartışmaya açıldığı günleri yaşamakta, ABD ve AB tarafından kuşatmaya alınabilmektedir. 6. Filo’yu denize döken gerçek milliyetçi anlayış yok edildiği, 6. Filo’nun karşısında namaz kılan anlayış kutsandığı için Türkiye NATO mollalarının hakimiyetine girebilmiştir.

Deniz Gezmiş, Atatürk’ün asil kanından yarattığı öz oğludur

Bugün Türk gençliği 60’lardan daha köklü sorunlarla karşı karşıyadır. Türkiye’nin merkezinde olduğu Ortadoğu coğrafyası ciddi bir sömürgeci saldırı altına girmiştir. Ancak, emperyalizm yeni Denizleri yaratmaya gebedir. Deniz gibi özgüveniyle, iradesiyle vatanı için yaşamını adamaktan çekinmeyen nice gençler yetişmektedir. Bu noktada Türk gençliği Deniz’i doğru anlamak ve O’na benzemek zorundadır. Ulusal Kurtuluşçuluğu, Atatürkçülüğü ve devrimciliği Denizler gibi doğru ele almak ve bunun mücadelesini vermek gerekmektedir. Deniz’in kendine güveninin, uzlaşmaz devrimciliğinin kaynağını O’nun vatanseverliğinde aramak gerekmektedir. Deniz, Gemerek’te yakalandıktan sonra o dönemin İçişleri Bakanı tarafından “İşte bu pejmurde adam Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kumandanıymış. İyi bakın kılığına kıyafetine suratına” diye aşağılanmaya çalıştığında, “Beğenemedin mi? Kahramanın tabii” diye cevap verir. Deniz, koltuğuna güvenen bakanın oturduğu yerin Amerika’nın kucağı olduğunu görmekte, asıl aşağılık olanın bakanın kendisi olduğunu dalga geçerek belirtmektedir. Deniz kendinden başka hiçbir şeye güvenmemektedir. “Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysileri giyeceğim. Postallarımı, parkamı... Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına. Yok! Tıraş falan da olmayacağım. Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım... Avukatlarıma döneceğim, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin diyeceğim. Bir devrimci ölüme böyle gider işte. Bayram yerine gider gibi.”

İşte Deniz, asla yaptıklarından pişmanlık duymamış, eğilip bükülmemiş, af dilememiş, teslim olmamıştır. Mustafa Kemal gibi, düzenle tüm bağlarını koparmış, tüm hayatını Türkiye’nin bağımsızlığına adamıştır. Erkin’in de dediği gibi Deniz, Atatürk’ün asil kanından yarattığı öz oğlu olmuştur. Atatürkçülük 1968’lerde Denizlerle yeniden emperyalizmin karşısına dikilmiştir.

NUR ARSLAN