Blogda Ara

23.05.2009

ÖLÜMÜN ARİFESİNDE

Ölümün Arifesinde

benim parmaklarım, yüzümün devamıdır
ellerimse Tanrı'nın varlığına delil
hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, hiç yaşamamış gibi ölürüz
bize ihanet edenlerden, ölerek intikam alırız
ben ki her saniyemi, son anım gibi yaşıyorum
yani muamma değil artık benim için ölüm
eğer buraya sığamıyorsam
ya göğe çekilir, ya toprağa gömülürüm

ben öldüğümde
sana verdiğim kolye parlayacak
bir fotoğraf alev alacak, bir kuş havalanacak
yere düşürdüğün kitaptan etrafa sözcükler saçılacak
bozkırda babasının sırrı bir oğul doğacak
ben öldüğümde
bu venedik bayramı son bulacak

gece üsküdar vapurunda sur üflendi
paşakapı duygulu bir cezaevidir, her an kendini ateşe verebilir
çünkü kapıaltında bir çocuk bilir çıkınca öleceğini
bir çocuk yalnızca kafiyeye düşmandır, dünyada kötülük bitmiş gibi
benimse ellerimi sudaki yıldız aksi yakabilir
ve her söylediğim, kimsenin açamayacağı bir vasiyettir

Alper Çeker

SANA

Sana

1.


Sana bir ad bulmalıyım

Adını çağırırken sana benden daha çok şey getirecek bir ad

Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında

O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı

Olmadıklarımı da



Sana bir ses buldum

Çiçeklerin içinde ararken adının yerine

Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda

Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı

Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda



Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum

Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor

Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında

Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi

Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında



İnanmalısın… Bir adam niçin vardır

Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur

Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada

Tutar damlaları ona kavuşur gibi

Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında



Ben hiçbir şey söylemedim

Fakat sen anladın

Neredesin sensizliğimin ortasında

Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın

Yoksun ama buradasın hep burada



Uyansam akşam olacak geç kalacağım

Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe

Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya

De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman

Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha



Eskilerde bir suyun başında nöbette

Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu

Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca

Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın

Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda



Sana bir ad bulmalıyım

Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat

Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında

Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan

Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda



Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz

Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir

Her nefesine bir çocuk adı adadığımda

Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer

Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha



Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte

Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız

Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da

Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak

Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara



Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum

Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde

Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha

Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi

Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada



Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın

Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun

Büyüdüğünü görüyorum sonra

Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için

Binlerce kez teşekkür ediyorum sana



Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede

Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule

Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda

Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz

Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta



Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası

Buradayım derken bütün şehirler

Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla

Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi

Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça



Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim

Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok

Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça

Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım

Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında

Halil Gökhan

4.05.2009

ARAMIZDAKİ GÖRÜNMEZ BAĞLAR



Tek başıma hiç sorunun yanıtını bulamıyorum.Hep yeni

hayatlar yaşamayı isterken kendimi aynı hayatı tekrar

tekrar yeniden yaşarken buluyorum... Sisli bir gecede

yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi...

Yanına gidip konuşmak isteğim insanları da işte bu

kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını

görüyorum... Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne

ben onlara... Sisli gecede birbirimize uzaktan bakıp

yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz... Umudum

kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni,

duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız

görünüyor artık bana... Ama evimde duramıyorum yine

de... Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak,

kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi

gözüküp dinlemeseler de, anlıyor gibi yapıp gerçekte

anlamasalar da...

Anılar birer zorba gibi yükleniyorlar üzerime.

Durmadan hesap soruyorlar benden... Tekrar tekrar aynı

görüntüler belleğimi kanatıyor... Ve hep o yüz...

Yüzdeki o ışık ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye

dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum... Öğrendiğim

her yeni bilgi eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka

bir şeye yaramıyor... O yüzün sahibine kaderini

anlatmak isterdim... Oysa o yüz ışığının farkında bile

değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde... O

yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş... O da

kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği

yolunu arıyor...

Her kayıp gemi bana kırılgan ve bitimli aşkları

hatırlatıyor... Dostluklar sisin ortasındaki kayıp

gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor... Ziyan

olmuş hayatlar bu sisi biraz daha koyultuyor... Her

talihsiz karşılaşma başka bir karşılaşmayı daha

talihsiz kılmaya gidiyor... Her ziyan edilmiş hayat

başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor...

Evimin duvarları bile ayrılığın şarkısını söylüyor.

Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın

şarkısını...Ayrılık zorba anılarıyla geliyor... Her

zorba anı beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor:

Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa

biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve

yeniden bir araya gelmiştik. O zaman itiraf etmişti

biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim

kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın, demek olmuştu.

Yüzüme çok tuhaf, ve o güne dek hiç bakmadığı gibi

bakmıştı... Sadece, ilk bu mu geldi aklına, seni

tanıyamıyorum, demişti... Neden ilk tepkimin o

olduğunu bugün bile anlamış değilim; ama ne zaman

aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım... Ve daha

binlerce zorba, acıtan anı...

Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların

arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların

arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim,

istediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye

gitsem hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin

tutsağıyım sanki... Ben değil, bu zorba anılar

götürüyor beni istediği yere... Sevgi nasıl

bulaşıcıysa nefret de öyle bulaşıcı... Nasıl bakıyorsa

insan dünyaya, öyle görüyor ne görüyorsa... Kararmışsa

gönlü insanın, nereye baksa orada kararmış gönüller

görüyor... Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse dibe

vurmuş sanıyor... Hem öyle bir gece ki bu gözlerim

kapanmayı bilmiyor... Gözlerim nereye baksam

varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni... Oysa

hayallerimin rüzgarı beni benden alıp uzaklara

götürsün isterdim... Ama hayallerimin kanatları beni

anılarımdan koparacak kadar güçlü değil... Hayallerim

beni, ben anılarımı seyredip duruyorum...

İnsanlardan ne kadar umudu kessem de yine de insansız

yapamıyorum. Beni dinlemeyecekleri, asla

anlamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı

seviyorum... Hem korkuyorum onlardan, hem

korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine

de..

Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu'nda..Gecenin kim bilir

hangi saati, yine de her yer insan dolu.. Kimse evine

gitmek istemiyor sanki... Gece koyulaştıkça yalnızlık

derdi artıyor... Sadece benim evimin duvarları değil,

bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını

söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye

katlanamıyor... Evler saçmalığın kederinde boğulmuş,

yanlış yerde arıyor herkes kendisini... Anılar zorba,

bellek yorgun, hayaller kanatsız... Kimin gözlerine

baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok

başkasıyım, diyor... Kimi sevsem bu sevgiyle

yarışacağı yerde benimle yarışıyor... Kim beni sevse

bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor...

Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor...

Kim beni öpse ayrılığın ipini geçiriyor boynuma...

Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor...

Oraya benden önce sevgiyi öğrenmeden önce nefreti

öğrenen kadın gidiyor... Nereden dönsem ardımda

küskünlüğüm kalıyor... Kimse kurtulamıyor bu

küskünlükten. Şiirler, aşk nefret etmektir, diye

bitiyor...

Taksim'de gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum...

Bunca geç bir saate rağmen her yer öylesine gürültülü

ve kalabalık ki... Onca gürültüye ve onca kalabalığa

rağmen her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki...

Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek

için durmadan boylukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca

konuşuyorlar...

Biraz kuytu, kalabalıktan biraz uzak bir banka

oturuyorum... Sanki her yer gözüküyor bu banktan.

Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları

geçiyor... Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar

kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp

arıtıyor onu...

Kendimle o kadar meşgulüm ki, biraz geç fark ediyorum

yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara

bakıp, benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da

beni düşündüğünü anlıyorum... Uzaklara baksa da

hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum...

Yüzüme bakmadan soruyor: Gece ne kadar sessiz değil

mi... Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne...

Evet, diyorum bir an durakladıktan sonra... Onca

gürültüye rağmen öylesine sessiz ki... Çünkü, diye

devam ediyor, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes

kendisine öylesine gömülmüş ki... Neden böyle? diye

soruyorum ona... Ellerini kavuşturup uzaklara bakarak

yanıtlıyor beni: Hepimiz kendimizi başkalarından çok

farklıyız sanıyoruz, ama aslında birbirimize o kadar

benziyoruz ki... Bu yüzden birbirimize ne denli çok

görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey

öylesine değişecek ki... Ama bu bağları göremiyoruz

bir türlü... Herkes kendisi diye bilmediği bir

başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına

gömülüyor... Birlikte ama yalnızız, çok yalnızız...

Bilir misiniz, İbranice'de bu iki sözcük tek bir

harfle ayrılır...Yalnız, yahid, demektir, birlikte ise

yahad...

Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: Bana hikayenizi

anlatır mısınız, diye soruyor... Şaşırmıyorum bu

sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği

öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden

bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı

hissediyorum... Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş

gemilere benzettiğim insanları... Ziyan olmuş

hayatları... Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede

nefrete dönüştüğünü... Yaralarını onarmak için

ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları... Zorba

anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış

hayalleri... Her talihsiz karşılaşmanın başka bir

karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını...Yalnızlığımı ve

hayatın o korkunç belirsizliğini..Artık beni anlayacak

birini bulmaktan ümidi kestiğimi anlatıyorum ona..

Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun

ışıklarına bakarak yanıtlıyor: Öyle demeyin.Sizi

anlayacak birileri mutlaka vardır.Hem yalnızlık bizi

olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar.Belirsizlikse

çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce

söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız

birbirimize.İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi

anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez

anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki

gizli anlamlı göremiyoruz...

O şimdi ne yapıyordur...

Kim, diye soruyorum şaşkınlıkla...

Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını düşündüğünüz...

İçimden karanlık bir ürperti geçiyor: Uyuyordur, bu

konuştuklarımızdan hiç haberi yoktur. Dantellerle,

pullarla kaplı yastığında uyuyordur, diyorum...

Bence o şimdi sizin uykunuzu uyuyordur, sizin rüyanızı

görüyordur.Kim bilir belki birazdan uykusundan

ağlayarak uyanacak ve bu konuşmayı duymadan

duyacaktır... Sizin varlığınızda onun için

yaşattığınız her duyguyu hissedecektir... Hiç tahmin

edemeyeceğimiz işaretlerle anlayacaktır bunu...

İnsanlar arasındaki bu büyüye inanmak gerekir.

Karşılaşmalara, tesadüflere inanmak gerekir.

Mucizelere... Yaşadığımız her şeyin, en anlamsız

görünenin bile ardında bir anlam yatar... Size kendi

hikayemi anlatmamı ister misiniz...

Elbette, diyorum merakla, dinlemeyi çok isterim...

Ben birini öldürdüm biliyor musunuz... Bunu der demez

susup etraftaki o gürültülü sessizliği dinliyor bir

an. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Adamın önce yüzüne

sonra da büyük bir dikkatle ince uzun parmaklarına

bakıyorum...Bana böylesine huzur veren ve bilgelik

dolu şeyler anlatan bu insan bir katildi öyle mi...

Yo, bana öyle bakmayın, dedi gayet sakin bir

tavırla...Ben de birini öldürmeden önce insan

öldürmenin kendim için ne kadar imkansız olduğunu çok

düşünmüşümdür hep. Ama birini öldürmek çok anlık bir

şey. O an zaten siz siz olmuyorsunuz. Bir başkası

giriyor sanki içinize... Şaşkınlığım sürdüğü için

lafını kesiyorum: Neden öldürdünüz peki...Bir sakıncası

yoksa söyleyebilir misiniz:

Bencillik... Kibir... Ruhumu körleştiren arzular...

Kıskançlık... Daha çok şey eklenebilir bunlara...

Hepimizin içinde var bu duygular... Dilerseniz devam

edeyim... Bu korkunç olaydan önce durumum çok iyiydi.

İyi bir evliliğim, çok sevdiğim bir kızım, iyi bir

çevrem vardı... Karım beni terk etti. Kızım bu olay

yüzünden beni reddetti... İşimi, çevremi, dostlarımı

kaybettim. Kimse arayıp sormaz oldu. Dayanılması çok

güç yıllardı. Geçmişimi bir saplantı haline

getirmiştim. Demiştiniz ya, anılar zorbadır, diye...

İşte o zorba anılarda kurtulmak bu hayatımın üstüne

çıkabilmek için kendimi kitaplara adadım. Elime ne

geçerse okuyordum. Felsefe, psikoloji, dinler tarihi,

edebiyat... Kitaplar olmasaydı o korkunç yıllar başka

nasıl geçerdi ki... Sonra bir gün artık özgürsün,

dediler. İnanamadım özgür olduğuma. Ama bir amacınız

yoksa, sevdikleriniz yoksa özgür olmanın pek bir

anlamı yok... Günlerce karımı aradım, ama bulamadım.

Kızımdan da bir haber yoktu... Ne dostlarım, ne param,

ne de bir işim vardı. Bunca işsizlikte hapishaneden

çıkan, sabıkalı bir adama kim iş verir? Hem de bu

yaşta birine... Günlerce başıboş dolaştım.Orada burada

yattım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım...

Kitaplardan öğrendikleriniz bir yere kadar size

yardımcı oluyor... Hayat başka bir şey... İntihar

etmek istedim, onu bile beceremedim. Bir gün garip bir

rastlantı sonucu çok eski bir arkadaşımla karşılaştım.

Çok zengin olduğunu duymuştum. Bir yerde oturduk, ona

başıma gelenlerden bahsettim. Anlattıklarımdan çok

etkilendi. Gözlerinden okudum bunu... Artık benim için

hayatın bir anlamı kalmadığını, ölmek istediğimi

söyledim ona. Aslında içten içe bana yardımcı

olmasını, iş bulmasını ya da biraz para vermesini

istiyordum... Benim sana verecek hiç param yok, dedi.

Neden, diye sordum, çok zengin olduğunu duyduğumdan

bahsettim. Artık değilim, dedi. Bütün paramı, mal

varlığımı kimsesiz kalmış sokak çocukları için kurduğu

bir vakfa bağışlamış. Zenginlik ruhunu kirletmiş...

Ruhunu kurtarmak, arınmak için bu amaca adamış

kendini... Eğer ölmek istiyorsan seni engelleyemem.

Karar senin, ama dilersen gel benimle vakıftaki

işlerimde bana yardımcı ol. Yatacak bir yerin olur, üç

öğün karnını doyurursun. Sana başka bir şey veremem...

Bunları söyleyip sustu ve gözlerini hiç kaçırmadan

gözlerime baktı... İşte o an onun gözlerinde kendi

kaderimi gördüm.İnsanların arasındaki o görünmez

bağlar vardır, demiştim ya, işte onunla aramdaki o

bağı gördüm. O işareti ve o mucizeyi... Tamam, dedim,

kabul ediyorum... Ve o gün bu gündür onunla kimsesiz

sokak çocukları için çalışıyorum. Hayatımın anlamı

buymuş meğerse benim. Bugüne dek bütün yaşadıklarım bu

günlere bir hazırlıkmış... O karşılaşma anından sonra

her şeye böyle bakıyorum artık... Her birimizin bir

başkasının üzerinde mutlaka bir etkisi vardır... Yeter

ki aramızdaki o bağı görelim...

Sonra yine susup o dingin, o huzur gülümseyişiyle

uzaklara bakmayı sürdürüyor..

O susuyor, ama benim içimde bambaşka bir konuşma

başlıyor bu defa. İnsanlar arasındaki o görünmez

bağların varlığını bildiğim halde neden görmek için

daha fazla çaba harcamadığımı soruyorum kendime...

Karşılaştığım insanlardan çok kendi benliğime takılı

kalmıştı gözlerim... Kendimi keşfetmeye harcadığım

enerjinin birazı da başkalarını keşfetmeye çalışsaydım

anılarım bu kadar zorba olmazdı bana... Belleğim bu

kadar yorgun, hayallerim bu denli kanatsız

olmazdı...Ayrılsam da, bir daha onu görmeyecek olsam

da, bir zamanlar o çok sevdiğim insanın uykuya

daldığında benim rüyamı göreceğini bilmezden

gelmezdim...

Bu iç konuşmalarımı o sırada önümüzden geçmekten olan

bir şair arkadaşım bölüyor. Haberin var mı, diyor, Ece

Ayhan bu gece öldü...Ustayı kaybettik... Bir an ne

diyeceğimi bilemiyorum. Bu gece her şey o kadar üst

üste gelmişti ki benim için... Binlerce anı üşüşüyor

beynime o an... Ama bu defa anılar eskisi gibi zorba

değildi... Her anı bir diğerine ekleniyor; her anlam,

her görüntü, her işaret bir diğerine bağlanıyor ve

bağlandıkça yine anlamlar, yeni değerler

kazanıyordu... İster misiniz, size Ece Ayhan'la ilgili

bir hatıramı anlatmamı, diye soruyorum yanımdaki

adama... Yanıt vermeden sadece başını sallıyor ve

yüzündeki incecik hüzünle gülümsüyor...

Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece

benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan,

şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o...

Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip

büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı

okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda

vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu

çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi.

Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece

Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir

gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu

hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti.

Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o

narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu

intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu

suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde;

'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği

içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar

etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan

arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri

yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve

arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından

aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama

sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana

yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor... Bunu

duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü o üzerindeki ceketten

başka ceketi yoktu Ece Ayhan'ın... Eminim, kırmızı

şarapla lekelenen o ceketini temizleyiciye verecek

parası bile yoktu...

Bu sırada yanımdaki adam sözümün arasına giriyor: Kim

bilir, belki de Ece Ayhan'ın başından aşağı şarap

döken o kız benim kızımdır... Bunu bana yapmayı çok

isteği halde yapamadığı için ona yapmıştır... Çünkü

onu küçük yaşta hapse girerek babasız bıraktığım için

beni hiç affetmedi... Ama lütfen siz devam edin...

Bu olaydan birkaç gün sonra babam öldü. Önce Nilgün,

ardından babam... Nasıl bir rastlantıydı bu... Hayatta

en çok sevdiğim iki insanı peş peşe kaybetmiştim...

Bir gün eve gittiğimde annemi gözyaşları içinde

babamın elbiselerini fakirlere, ihtiyacı olanlara

dağıtmak için torbalara yerleştirdiğini gördüm.

Babamın bir ceketini istedim annemden... Ne

yapacaksın, diye sordu. Kim olduğunu sorma anne,

birine vereceğim sadece, dedim... Pekiyi, sen

bilirsin, deyip bir ceket uzattı bana, sonra da

babamın diğer elbiselerini katlayıp torbalara

doldurmaya devam etti... Babamın ceketini önce bir

temizleyiciye verip temizlettikten sonra Ece Ayhan'a

götürüp hediye ettim. O zaman Tarlabaşı'nda virane bir

evde kalıyordu... Zahmet etmişsin, ihtiyacım olduğunda

giyerim, dedi sadece... Aradan bir iki hafta geçti.

Bir gün annemle oturmuş konuşurken, biliyor musun dün

gece baban rüyama girdi, ceketini verdiğin adamı

sordu, söyle ona dedi, ceketimi verdiği adam çok iyi

bir insanmış, iyi bir şey yapmış, dedi... Sahi kime

verdin o ceketi, diye sordu annem... Tanımazsın anne,

sorma, diyerek gözyaşları içinde yanından ayrılıp öbür

odaya geçtim...İşte sizin söylediğiniz o görünmez

bağlar... O işaretler, o mucizeler...

Daha konuşacak ne vardı ki; neredeyse sabah oluyordu,

ama gözlerim kapanmak bilmiyordu... Kalkıp yanımdaki

adama son kez bakıyorum ve ona veda ederken şunu

soruyorum: Pekiyi, siz ne arıyorsunuz bu saatte, bu

bankta kimi neyi bekliyorsunuz? O dingin, o

gözyaşlarıyla biraz daha aydınlık bakan gözleriyle:

Kim bilir belki de sizi bekliyordum, diyor... Bana

hikayenizi anlatmanızı bekliyordum...



CEZMİ ERSÖZ