Dönmeyecek Birini Bekleyenler!
Derin bir iç çekti kadın, serin bir yaz akşamında, camın kenarından uzaklara bakarken. Hiç dönmeyecek birini bekliyordu. Aynı anda başka bir şehirde, beklendiğini unutmuş bir adam, sonsuz gibi duran karanlık denizi seyrediyordu.
Dönmeyecek Birini Bekleyenler!
Şimdi aralarına büyük mesafeler girmiş bu iki yürek, kısa zaman önce sadece birbirleri için çarpıyordu. Biraz daha dayanabilseler, bugün üç yılı bitirmiş olacaklardı. Gözü hep telefondaydı kadının, her arayanı sevdiği adam sanıyor, kalbi hızla çarpıyordu. Vakit geçtikçe umudunu kaybetti. Bir gün daha dönmeyecek birini bekleyerek sona ermişti ve kim bilir ne zaman geçecekti içindeki bu yararsız umut?
Bu yazıyı okuyan kaç çift göz, geçmişte bir yola saplanıp kalmıştır? Bir pencere kenarından, gece demeden, gündüzü görmeden bekleyip durmuş kaç yürek vardır? Ve hala kaçı beklemektedir? Bu yüzden caddeye bakan evleri sevmem ben. O yoldan beklenen hariç herkes gelip geçer. Köşeyi dönen bütün yabancılar, bir an için özlenen kişiye benzerler. Yüzleri seçilmese de uzaktan, boyları, endamı, yürüyüşleri andırır. İnsanın midesine kramplar girer o anda, bir tebessümlü heyecan yerleşir yüzüne, sadece birkaç saniye, geldiğini zannedip sevinir bekleyen. Oysa ne demiştir Yahya Kemal Beyatlı şiirinde: “ Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, çok seneler geçti, dönen yok seferinden..”
Beklemek zaten zor eylemdir ama dönmeyecek birini beklemek nafile bir çabadan öteye gidememiştir hiç. Sevdanın asaletine ne kadar yakışıyor olsa da, bir yaşamı törpülemektir yararsız bekleyişler.
Beklemek, zarif bir ruha, büyük gönüllere yakışır elbette. Kendinden vazgeçerek, soyunarak üstünlüğünden ve egosunu kırarak bekler insan. Kim bilir kaç tohum filizlenir, serpilir, büyür, çiçek açar o zaman aralığında? Uzun bekleyişlere sabrederken, kendisi bekleyiş olur bazen kişinin. Gerçekten sadece bir ümit, bir kavuşmanın sarılma anına bağlı hayallerle mi böylesine inatçı durabilir insanoğlu? Beklemek kadar ısrar ve inatla yapılan başka kaç eylem vardır ki?
Bazen kabullenmek gerekir, dönmeyecek birini beklemek, bir çeşit intihar gibidir. Giden, sevildiği kalbi terk etmeyi seçtiyse, geri gelişi bekleyene daha büyük yaralar açacak demektir.
Her şeye rağmen, yaşamın içinden bir lezzettir beklemek, yüreği bükerek eğiten, sabrı öğreten, ruhu geliştiren bir zaman yolculuğudur; eğer bekleyişi hayatın kendisi haline getirmemişse insan…
Alıntıdır.
Blogda Ara
3.07.2009
19.06.2009
Kızılderili Burçları..
-------------------------------------------------
22 Aralık – 19 Ocak
YABANKAZI
"Bilge, dingin, yardımsever bir lider!"
Uğurlu taşı: Kuvars
Rengi: Beyaz
• Evrenin tüm enerjisini kullanabilme yeteneği
• Sakin, dingin bir kişilik
• Olayları kavrama yeteneği
• Dikkatli, titiz ebeveyn
• Hata yapmamak için çok çalışma
• Arkadaşlık ve dostluk seçiminde çok dikkatli
• Sindirim sisteminde hassasiyet
• Büyük gelişimlere açık
• Morali bozukken çekingen ve içe kapanık
• Lider olma kabiliyeti
• Alışkanlık ve geleneklerine bağlı
• Ev hayatında düzenli ve özenli
• Arkadaşlarını ve çevresini geliştirmeye eğilimli
• Güçlü intikam duygusuna sahip
• Çok sayıda değişik işi ve görevi yürütebilme yeteneği
• Kusursuzluk tutkusu
• İnsanlar ve doğa ile kolayca uyum sağlama
• Dayanıklılık , bazen katılaşma
• Aydınlık ama ulaşılması zor bir kişilik
• Kusursuz bir bilge
20 Ocak – 18 Şubat
SUSAMURU
"Sevimli, canayakın, iletişimi yüksek bir yardımsever!"
Uğurlu taşı: Gümüş
Rengi: Gümüş
• Arkadaşları tarafından sevilen, sayılan bir kişilik
• Duygularını saklamaya meyilli,
• Karşı koyulması zor,
• İştahlı, yemek yemeyi seven
• İyi bir baba, iyi bir eş,
• Akıllı, Cesur
• Esnek ve yardımsever
• Sosyal yardımlaşma konularına eğilimli,
• Güvenilir bir dost,
• Dalgın ve hayalci,
• Uzak ülkelere gitmeye eğilimli,
• İyi bir dert ortağı,
• Hassas noktası; Sinir sistemi
• Affedici,
• Güçlü bir içgüdü ve altıncı his,
• Tehlikeli durumlarda yanlış kararlar almaya eğilimli,
• Kendilerini başkalarının yerine koyabilme kabiliyeti,
• Aşırı korkusuzluk sonucu tehlikeli işler yapabilme,
• Sürekli yeni planlar yapma,
• İlk adımları atarken kararsız,
• Özgürlüğüne düşkün,
• Herkesle dost!
19 Şubat – 20 Mart
PUMA
"Kıvrak ve güzel bir duygu yumağı!"
Uğurlu Taşı: Firuze
Rengi: Mavi – Yeşil
• Kendi alanlarına ve özeline düşkün,
• Duygusal ama duygularını göstermeyen,
• Zor güvenen ve ihtiyatlı,
• Ruhsal bir avcı,
• Evine düşkün,
• Yalnızlık duygusu güçlü,
• Sezgileri yüksek,
• Kıvrak zekalı,
• Doğru olanı yaptıkları konusunda güvenceye ihtiyaç duyan,
• Sevecen, neşeli bir ebeveyn,
• Hareketli,
• Duyarlı,
• Uysal,
• Akıl almaz bir düşgücü,
• Hassas nokta: Mide – Bağırsak,
• Köşeye sıkıştıklarında kavgacı ve atik,
• Güvendiklerine tüm yüreği ile sevgi gösterme,
• Anlaşılması zor, gizemli,
• Güçlü sezgiler,
• Duyguları baskı altında tutma eğilimi,
• Atik bir ruhsal koşucu,
• Başkalarının göremediğini gören,
• Romantik.
21 Mart – 19 Nisan
ALADOĞAN
" Görkemli ve büyüleyici bir iyilik sembolü!"
Uğurlu Taşı: Opalin
Rengi: Sarı
• Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji,
• Daldan dala atlayan,
• Hızlı gelişme, değişme kapasitesi,
• Düşünce ve duygularında çok açık
• Açıksözlü ama bazen patavatsız,
• Yalana ve yalancılığa tahammülü olmayan,
• Korkusuz, eveeeetttt
• İleri görüşlü,
• Kızgın olduklarında saldırgan ve çok tehlikeli,
• Bağımsız,
• Kolayca dikkati dağılan,
• Enerjilerini yönlendirmeye başaranlar için iyi bir yönetici,
• Sağlam bünyeli,
• Hassas Nokta; Baş bölgesi,
• Herkesle anlaşan,
• Doyumsuz bir güç ve enerji isteği,
• Yeryüzü işlerine aşırı eğilim,
• Dost ve adil bir ebeveyn,
• Çoşkulu,
• Heyecanlı,
• Arkadaş yanlısı, geniş bir çevre,
• İletişim gücü yüksek,
• Pırıltılı,
• Etkileyici,
• Hayır demesi zor!
20 Nisan – 20 Mayıs
KUNDUZ
"Herkese yaşam gücü ve tadı veren denge merkezleri!"
Uğurlu taşı: Krisokol
Rengi: Mavi
• Dengeli, ağırbaşlı,
• Değişimi sevmeyen,
• Planlı,
• Eşyalarına düşkün,
• Bir işi yaptığı zaman hem güzel hem yararlı olmasına çalışan,
• Fiziksel lark çok güçlü,
• Sürekli barışı arayan ve barış ortamlarını tercih eden,
• Toprağa, köke bağlı önem veren,
• El becerileri yüksek,
• Her türlü fiziksel ortama uyum sağlayan,
• Kendi rahatı ve huzuru için çevreyi düzenleyen,
• Tek boyutlu düşünceye kolayca kayabilen,
• Sessiz, sakin,
• Güven duymadıkları zaman geride kalıp dinleyen,
• Sinirlenince yıkıcı,
• Suyla ilgilenmekten hoşlanan,
• İşleri sürtüşmesiz, uyumlu hale getirmeyi başaran,
• Maddi alanda güvenceyi seven,
• Evliliği ciddiye alan ve eşine sadık olan,
• Tutarlı ve dengeli ilişkileri tercih eden,
• İç huzura önem veren,
• Kararlı ve dirençli ama bir o kadar da tehlikeli!
21 Mayıs – 20 Haziran
GEYİK
"Çekici, hareketli, duyarlı bir şifacı!"
Uğurlu taşı: Akik
Rengi: Beyaz – Yeşil
• Hareketi seven,
• Aynı anda birkaç işi yapabilen,
• Durmadan bir düşünceden ötekisine geçen,
• Çok uyank vezeki,
• Koruma içgüdüsü fazlası ile gelişmiş,
• Güzel olan her şeyi seven,
• İlişkilerinde fiziksel görünüme önem veren,
• Sanatçı kişilikli,
• Yeni buluşlara meraklı,
• Yeni tatlar, yeni yerler görmeyi seven, maceracı,
• Gülmeyi seven bir kahkaha makinesi,
• Monogamist ilişkilere yatkın olmayan,
• Sevgi dolu bir ana-baba,
• En küçük işte bile güzellik yaratabilen,
• Hassas nokta: Damar tıkanıklıkları,
• Kalıcı ilişkileri olması gereken,
• Sevinmeyi ve sevinç duygusunu çok önemseyen,
• Yaratıcı,
• Konuşkan,
• Dünyanın tüm güzelliklerini görebilen,
• Duyarlı,
• Keyif almayı bilen,
• Maceracı!
21 Haziran – 22 Temmuz
AĞAÇKAKAN
"Aile ortamlarının ve sevginin vazgeçilmez merkezi!"
Uğurlu Taşı: Kırmızı Akik
Rengi: Pembe
• Gizemli yetenekleri olan,
• Dengeli ortam ve dengeli durumları tercih eden,
• Olayların iç yüzünü kolayca kavrayan,
• Muhakkak sevdikleri bir eşe ihtiyaç duyan,
• Düzenli, iyi ilişkiler kuran,
• Çok hırslı,
• Anaç, evcimen,
• Sevmeyi ve sevilmeyi çok önemseyen,
• Yardımsever,
• Dinsel ve mistik eğilimleri olan,
• Uzak çevreye kadar herkesle ilişki içerisinde olan,
• Uyumlu,
• Güven duygusuna önem veren,
• Çabuk korkan,
• Milliyetçilik duyguları güçlü olan,
• Maddi güvence olmayınca mutsuz olan,
• Hassas Nokta; İç hastalıkları,
• Yaşamda her zaman ruhsal bir amaç arayan,
• Huzursuz olunca hastalanma eğilimine sahip,
• Sağlam ve güvenilir bir dost!
23 Temmuz – 22 Ağustos
MERSİNBALIĞI
"Gösterişli, bağımsız, sevilen, keskin görüşlü bir fırtına!"
Uğurlu Taşı: Gröna Demir
Rengi: Kırmızı
• Soylu, görkemli düşünmeyi seven,
• Dost ama alaycı,
• Gerçek duygularını saklayan,
• Hassas nokta; Soğuk algınlığı, boğaz ağrısı, hazımsızlık,
• Başkalarının kendilerine verdiği acıyı unutmayan,
• Başkalarına duygusal çözümler sağlamayı seven,
• Liderlik duyguları çok güçlü,
• Egemenlik kurmayı seven,
• Bazen kibirli,
• Çok zeki, uyanık ve hareketli,
• Çocuklarına karşı korumacı,
• Tükenmez bir güç kaynağı ve ruhsal derinlik,
• Çok sağlam bir korunma zırhı,
• Okumaya meraklı,
• Haksever, iyi niyetli bir yönetici,
• Hırçın davranışların altında yumuşak ve kırılgan bir yürek,
• Acılarını, dertlerini asla göstermeyen,
• Psikolojik ve fiziksel sıkıntıları kolayca çözümleyebilme yeteneği,
• Başka insanların üzerinde güçlü etkiler yaratan,
• Beklenmedik, hesapsız öfke patlamaları olan,
• İyi yürekli, duyarlı kişiler!
23 Ağustos – 22 Eylül
BOZAYI
"Çözümlemeci ve mantıklı düşünme yeteneği olan bir organizatör!"
Uğurlu Taşı: Ametist
Rengi: Erguvan
• Mantıklı,
• Adalet duygusu güçlüolan,• Yalana karşı hassas ve hemen hisseden,
• Öfkesini soğukkanlı ve hesaplı bir şekilde gösteren,
• Konuşmayı seven,
• Aynı zamanda uzun süre suskun kalabilen,
• Korkutucu bir düşman,
• Somut aleme ve lükse meraklı,
• Akıllarına koydukları zor, kolay her şeyi yapabilen,
• Sorumluluk duygusu çok güçlü,
• Sinirli ama sevecen bir ana-baba,
• Temiz, titiz,
• Disiplinli ve düzenli,
• Uyumlu ama çekingen,
• Aldatılmaya tahammülü olmayan,
• Sorunları kolayca çözebilen,
• Zayıf olan herşeyi küçümseyen,
• Ruhsal gelişim konusunda desteğe ihtiyaç duyan,
• Yemeğe düşkün ama rejimi de seven,
• Hekimlik, yönetim ve savunma konularına meyilli,
• Hassas Nokta; Mide, bağırsak ve kalp,
• Tasarıları ve düşüncelerinin bozulmasına asla izin vermeyen,
• Dürüst ve etkin bir kişiklik!
23 Eylül – 23 Ekim
KARGA
"Özveri, nezaket ve kararlılığın mükemmel bir bileşimi!"
Uğurlu Taşı: Jasper
Rengi: Kahverengi
• Yardımsever,
• Doğa ile ilişkide olmayı seven,
• Ani, beklenmedik manevralar yapabilen,
• İç dengeleri bozulmazsa uzun süre çalışabilen,
• Ruhsal alanda çok rahat olan,
• Hayattan zevk almayı bilen,
• Küçük şeylerden mutlu olan,
• Her şeyin iyi ve kötü yanını kolayca görebilen,
• Çelişkili,
• Her türlü düşünce ve akımı izleyip öğrenmek isteyen,
• Sevdiklerine karşı aşırı korumacı hatta yıkıcı,
• Kendilerini bulmak için zamana ihtiyaç duyan,
• Hayvanlara düşkün,
• Evine özenen, zevkli, dekorasyona meraklı,
• Güzel şeyleri seven,
• Estetiğe düşkün,
• Kendilerini bulmakta bazen zorluk çeken,
• Çok sevimli,
• Çok fedakar bir ebeveyn,
• Kucaklanmayı ve öpücüğü seven,
• Güven vermeyi ve güven kazanmayı seven ve kolayca öğrenen,
• Hayatı dolaysız ve yoğun yaşayan,
• Güzel ve yakışıklı insanlardır!
24 Ekim – 21 Kasım
YILAN
"Ruhsal güçleri çok yüksek duyarlı insanlar!"
Uğurlu taşı: Bakır – Malahit
Rengi: Turuncu
• Ruhsal seslere karşı duyarlı
• Uğraştıkları işte başarılı,
• Kendi söylediklerini benimseten,
• İlişki kurdukları şeyleri dönüştürme yeteneği,
• Tükenmez bir enerji,
• İyileştirici güçlere sahip,
• Hassas Nokta: Karın ağrısı,
• Çevrelerine yardımcı olma yeteneği,
• Bazen dar kafalı,
• Karar verme aşamasında yardım almayı sevmeyen,
• Aydın bir kişiliğe sahip,
• Çatal dilli,
• Soğukkanlı,
• Çok gizemli,
• Ketum,
• Kusursuz ,
• Etrafa kolayca uyum sağlayan,
• Çocuklarına yetki vermeyi seven,
• Kendi özlerini değiştirebilme gücü,
• Saklı işler çevirmeyi seven,
• Çok çekici,
• Dokunma ve titreşimlere olağanüstü duyarlı,
• Farklı bir kişilik!
22 Kasım – 21 Aralık
WAPİTİ
"Yeniden doğan veya yeniden doğurabilecek bir güç simgesi!"
Uğurlu Taşı: Obsidiyen
Rengi: Siyah
• Parlak, saydam yapılı bir kişilik,
• Sık sık ikilem yaşayan,
• Yaşamları boyunca bıçak sırtında yürüyen,
• Dış etkilerden gerçek özleri çıkarmayı çok iyi beceren,
• Yumuşak ama güçlü bir yapıya sahip,
• Çevrelerine karşı antiseptik bir etkiye sahip olan,
• Çok güçlü bir adalet duygusuna sahip,
• Güçlü içgüdüleri olan,
• Ruhsal düğümleri kolayca çözebilen,
• Yükseklere tırmanmayı başarabilen,
• Sağlam içgüdüleri olan,
• Yakın ilişki kurmaktan çekinen,
• Sıcak kalpli, sevgi dolu olabilen,
• Fikirlerinden asla caymayan, kendi bildiğini okuyan,
• Bazen aşırı cesur,
• Erkenden olgunlaşan,
• Çabuk öğrenen,
• Öfke nöbetleri geçirebilen,
• Kazandıkları bilgileri herkesle paylaşan,
• Gururlu,
• Saygı ve sevgi uyandıran, neşeli Wapiti'ler
4.06.2009
-İnsanlık Güzeli’ne adanmıştır-
ey insan
ey yüz akı gönül aydınlığı
kabul olmuş sadaka kadar güzel
bir duygu sarıyor seni anan yüreğimi
bastığın toprakla yıkadığın gözüme
şimdi güneş bile siyah görünüyor
ey yüz akı gönül aydınlığı
ben kendime ağlarken Uhud’da ağlar mıymış
Hıra’yı mahzun gördüm soramadım sevgili
hasretinin dışında başka derdi var mıymış?
ey insan
içimde büyüttüğüm tüm çiçekleri
sana adıyorum
ıtırları, yaseminleri, menekşeleri
lale bana kalsın
kapına çiçeklerin karalısını sunmaktan
utanıyorum
dua çıkmayan göğe sevdalar çıkar mıymış?
bülbülünü kaybetmiş bu evrensel bahçede
dikenler bile bir hoş, gayrı gül kokar mıymış?
ey insan
göklerin öğrencisi, yerlerin öğretmeni ey
sen öğrettin taşa konuşmayı
ağaca selam vermeyi
aya yarılmayı, toprağa dürülmeyi
göklere kurulmayı, durmayı zamanı
yılana ve deveye sevmeyi
ölmeyi, öldürmeyi
yaşamayı sen öğrettin insana
o bengisu gözünden fışkıran pınar mıymış?
baharların kaynağı ve yolunu gözleyen
bir ben sevda şehidi, bir de şu çınar mıymış?
ey insan
ey tebessümünden cennetler yaratılan
gül bahar geliyor, ağla gök seviniyor
gözyaşını karanfil diye göğüslerine takan melekler
kapında divan durup ağlamanı bekliyor
hüzün kuruluyor ekmekten önce sofrana
bunun için bir bir uçuyor sevdiklerin
bu yüzden öksüz, bu yüzden yetim kalıyor
efendisi yetimlerin.
niçin döndü bu rüzgar yol vermez dağlar mıymış?
yine Ferhat kesildin bu ne canhıraş gönlüm
bağrını deldin diye dağlar da ağlar mıymış?
ey insan
sen olmasaydın
insanlar ölmeyi öğrenmeden öleceklerdi
yaşamanın özgül ağırlığını
keşfetmeden yaşayacaklardı
hayat fahişe erkeklerin elinde
bir yosma gibi hırpalanacak
hangi mevsime el atsak
elimizde yapış yapış bir şeyler kalacaktı
acımı tartamayan aşkımı tartar mıymış?
gönlüme yol vermeyen şu zifiri perdeyi
o cennet elleriyle lûtfedip yırtar mıymış?
ey insan
sen olmasaydın
Yusufçuk kuşunun ne dediğini
yılanların niçin toprak yediğini bilmeyecektim
herşey çift yaratılırken niçin birşey tek?
bilmeyecektim bir gövdede mücevhere dönüşen taşı
hem yol, hem yolcu, hem hedef olanın
içinde kopan amansız savaşı
olmasaydın sen
çekilen dizde derman gözümdeki fer miymiş?
kendimi bir kum diye atıversem çölüne
ona vurgun bulutlar üstümde gezer miymiş?
ey insan
senin sırrın
gözyaşının terkibinde saklıymış
bu gerçeği bir denizin dudağından öğrendim
gecenin bir vaktinde bir sevgili ağlarken
bir dişi varlığını varlığına adarken
bir erkeğin ellerinde
ölüm havlu atarken
haklıymış
söyle gönlüm bu sevda mahşere kalır mıymış?
alışılmış sözcükler yükleyip kanadına
ona doğru uçursam katına alır mıymış?
ey insan
ey güneş hamilesi
bir kere doğarmışsın
bin kez doğururmuşsun
parmakların sevdanın kesilmeyen çeşmesi
onun için ağlıyor yeni doğan bebekler
doğur, doğur ki dünya kaybetti gözlerini
doğur ey İsrafil’in nefesi
ey güneş hamilesi
sen olmazsan gemide bu tufan diner miymiş?
gemilerin de yandı sil aklından dönüşü
vakt indi yüreğim gidenler döner miymiş?
ey insan
hıncını hıncıma kat
sancını sancıma kat
pamuktan ellerini geçir yürek halkama
ister ayağın katına çek
istersen yerlere at.
Mustafa İslamoğlu
ey yüz akı gönül aydınlığı
kabul olmuş sadaka kadar güzel
bir duygu sarıyor seni anan yüreğimi
bastığın toprakla yıkadığın gözüme
şimdi güneş bile siyah görünüyor
ey yüz akı gönül aydınlığı
ben kendime ağlarken Uhud’da ağlar mıymış
Hıra’yı mahzun gördüm soramadım sevgili
hasretinin dışında başka derdi var mıymış?
ey insan
içimde büyüttüğüm tüm çiçekleri
sana adıyorum
ıtırları, yaseminleri, menekşeleri
lale bana kalsın
kapına çiçeklerin karalısını sunmaktan
utanıyorum
dua çıkmayan göğe sevdalar çıkar mıymış?
bülbülünü kaybetmiş bu evrensel bahçede
dikenler bile bir hoş, gayrı gül kokar mıymış?
ey insan
göklerin öğrencisi, yerlerin öğretmeni ey
sen öğrettin taşa konuşmayı
ağaca selam vermeyi
aya yarılmayı, toprağa dürülmeyi
göklere kurulmayı, durmayı zamanı
yılana ve deveye sevmeyi
ölmeyi, öldürmeyi
yaşamayı sen öğrettin insana
o bengisu gözünden fışkıran pınar mıymış?
baharların kaynağı ve yolunu gözleyen
bir ben sevda şehidi, bir de şu çınar mıymış?
ey insan
ey tebessümünden cennetler yaratılan
gül bahar geliyor, ağla gök seviniyor
gözyaşını karanfil diye göğüslerine takan melekler
kapında divan durup ağlamanı bekliyor
hüzün kuruluyor ekmekten önce sofrana
bunun için bir bir uçuyor sevdiklerin
bu yüzden öksüz, bu yüzden yetim kalıyor
efendisi yetimlerin.
niçin döndü bu rüzgar yol vermez dağlar mıymış?
yine Ferhat kesildin bu ne canhıraş gönlüm
bağrını deldin diye dağlar da ağlar mıymış?
ey insan
sen olmasaydın
insanlar ölmeyi öğrenmeden öleceklerdi
yaşamanın özgül ağırlığını
keşfetmeden yaşayacaklardı
hayat fahişe erkeklerin elinde
bir yosma gibi hırpalanacak
hangi mevsime el atsak
elimizde yapış yapış bir şeyler kalacaktı
acımı tartamayan aşkımı tartar mıymış?
gönlüme yol vermeyen şu zifiri perdeyi
o cennet elleriyle lûtfedip yırtar mıymış?
ey insan
sen olmasaydın
Yusufçuk kuşunun ne dediğini
yılanların niçin toprak yediğini bilmeyecektim
herşey çift yaratılırken niçin birşey tek?
bilmeyecektim bir gövdede mücevhere dönüşen taşı
hem yol, hem yolcu, hem hedef olanın
içinde kopan amansız savaşı
olmasaydın sen
çekilen dizde derman gözümdeki fer miymiş?
kendimi bir kum diye atıversem çölüne
ona vurgun bulutlar üstümde gezer miymiş?
ey insan
senin sırrın
gözyaşının terkibinde saklıymış
bu gerçeği bir denizin dudağından öğrendim
gecenin bir vaktinde bir sevgili ağlarken
bir dişi varlığını varlığına adarken
bir erkeğin ellerinde
ölüm havlu atarken
haklıymış
söyle gönlüm bu sevda mahşere kalır mıymış?
alışılmış sözcükler yükleyip kanadına
ona doğru uçursam katına alır mıymış?
ey insan
ey güneş hamilesi
bir kere doğarmışsın
bin kez doğururmuşsun
parmakların sevdanın kesilmeyen çeşmesi
onun için ağlıyor yeni doğan bebekler
doğur, doğur ki dünya kaybetti gözlerini
doğur ey İsrafil’in nefesi
ey güneş hamilesi
sen olmazsan gemide bu tufan diner miymiş?
gemilerin de yandı sil aklından dönüşü
vakt indi yüreğim gidenler döner miymiş?
ey insan
hıncını hıncıma kat
sancını sancıma kat
pamuktan ellerini geçir yürek halkama
ister ayağın katına çek
istersen yerlere at.
Mustafa İslamoğlu
1.06.2009
İçimdeki boşluğa düş.. Ben tutarım seni..
İçimdeki boşluğa düş.. Ben tutarım seni..
Bir yaşamı avuçlarına alıp gecenin sessizliğinde kaybolmak; dalgın bakışlarla… Kimin adını savursam boşluğa hep bir harf gelip takılır yüreğime… Susmuyor alfabenin başındaki harf de; sonundaki harf de… Araya kaynayanları saymaya gücüm yetmez…
Balkondaydım….
Az önce…
Azalarak…
içimdeki boşluga düş… ben tutarım seni ?
Hangi günlüğün kapağını açsam rüzgar esip geliyor bugünüme…
Dışarda hain bir yaz kavurmaktan uzak..
Düşler yangın yerindeyken, düşsüzlük almış başını gidiyor…
Sayıklayan bir bedenin, hiçbir sese yetişemeyen görüntüsü salınıyor karanlıkta…
Şehir içine akıyor …
Şehir içime akıyor…
Kanmadan kanacaklarıma, alıp başımı sureti olmayan bir gidişe doğru yola çıkıyorum…
içimdeki boşluga düş… ben tutarım seni ?
Aldırmadım…
Ne sana ne sen’li kuşkuların gölge oyunlarına…
Bir yerlerde soğuk bir rüzgar devralıyor geceyi…
Hissetmekten uzak bedenim, gelen çağrıya ‘hayır’ demiyor…
Gel diyor düşlerin yolcusu, gel ve sarıl bakışlarıma…
Bir dal aramalı mıyım diye düşünürken, çatırdayan sesinle irkiliyor bedenim…
Sesler kapılarıma dayanıyor..
Sesler adımlarıma düşüyor…
Yoksunluğuma karışıyor çürümüş başkalaşımın…
Tetikte tek bir can, kurşun soluğunda…
içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Ya vazgeçip siyah bakışlarından düşeceğim; ya da savaşıp kokuna katacağım beni…
Gece bakışları…
Saatte bilmem kaç; kaç kilometre hızla aşktan düşüyorum…
sen içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Bakışlarından yabancı bir misafirliğin arsız huysuzlanmalarını seziyorum. Elimde değil, biliyorsun. Seni sakladığım yerden seni çıkarabilmek için sana ihtiyacım var.
Kaç deniz geçtim bu gölgelikte dinlenmek uğruna. Kaç suda yüzdüm, dinlenmeden. Vakitsiz duruşlarım oldu, vakitsiz taşıdığım ağırlıklar. Künye gibi taşıyorum her birini sebepsiz, sağır, izbe duygularımla…
Bu yolun sonundan geçmen için önce, beni ben’de çiğnemen lâzım.
yinede vede; içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Nöbetleşe çalışıyoruz geceyle. O sabaha vurgun, ben karanlığa. Zamanı terk etti kollarıma, çekip gitti. Onca ayın arasından birtek Mayıs’ı mı layık gördü susuşlarıma.
Çekiliyorum…
Tek damla sen bırakmayacağım giderken bende; Oysa bir tek damla bile yeterdi değil mi sevmelere.
Bak! Yağmur bakışlarımda kokuna dayanıp sana eğilen yersizliğim saklı…
Görmezsin, biliyorum…
Görmeyeceksin de…
Zehirli sözler bunlar… Damıtmadım hiç birini…
içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Akrep sokarken, yelkovan pan zehirden uzaklaşıyor…
Bak, görüyor musun fırtına yaklaşıyor!!!
Bileklerim ince, savrulur muyum bu dilsizliğimle?
Çarşaf açıyorum tenindeki gölgeme, hadi gel gel bu gece… Ay çıkmamış gözlerimin kum dolu bakışlarından, yeter ki sen ol,seni içtiğim gecelerde…
Adını bilme; adını bilme böyle ne olur; yanımda bir yerlere devril hatırlayamadıklarımızla.
Aramıza giren kaç şehir var ki; geçmişimizden başka? Hem, ikimiz de tüketmedik mi sayfalarca gergef gibi işlediğimiz ömrümüzü, sigara niyetine… ?
Şimdi kulaklarıma bıraktığın fısıltılı sözcüklerini yanına alıp bendeki ben’e yavaşça koy başını… Nefes alışlarımın titreyen ritmine karışsın yanağındaki pürüzler. İrkileyim… ve içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Kaç gece böyle uykusuz çoğaldım yatağımda. Yastığımın altına düşlerini bırakıp gittiğin o günden bu yana, hep o gecenin doğumunu bekledim arsız çocukluğumla…
Rüzgârını şehrinin avuçlayıp martıların kanatlarına asıyorum… Kal diyorum sesine. Kal ve bir notasını eksik koyduğum sesimin nâmelerini dinle diye…
Kızma…!
Biliyorum, senin bir kalbin yok…
Hecelerim vurguna takıldıysa oltanın ucunda, bundan sana ne…!!! Bu yalnızca benim vurgunum…
Sen yine filmlerini toparla geceye hazırlık için, yorgunluğunu toparla kanepende ve hiç değilse bu defa ağırdan aç kitaplarının kapağını…
içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Demiştin ya bir defasında: ” Sana gel deyişimin sessizliği mi bu?” diye,
bak işte mırıldandım seni, içinde ben’im kokan sen gibi…
“Bazen dalgaların kıyıya mı yoksa açığa mı sürükleyeceğini akıntılar belirler…Bunlar sessiz ve derindedir…Bazen sıcak bazen soğuktur…”
Serin bir ilkbahar akşamı gibi düştüm; Beklentilerimden çok uzakta bir sahnede, boylu boyunca duruyordun karşımda. Hangi sesime düşeceğini, beni hangi rüzgârın koynundan çekip çıkartacağını sezemiyordum; ancak yaşamın bir şekilde bizi karşı karşıya getirdiği su götürmez bir gerçekti. Duygularımı arkamda bırakıp, nice sevda sözüne sırtımı çevirip sana döndüm yüzümü.
Yeni yetme duygularım olmadı benim hiç.. Sevdaya hazan resmini çizmedim. Ne olduysa diğerlerine, benim sularımda gezinmeye başladıktan sonra oldu ve tüm duygular ondan sonra yerle bir oldu… Geç kalmıştım bir şeylere… Suçu kendimde bulmayı, ben hep onlardan öğrendim… Oysa avuçlarımdaki sıcaklığı alıp götüren onlardı…
sen yinede; içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Şimdi ağırlaşan geçmişin koynunda sana dökülüyor kalemim.. Bir bir soyunuyorum yaşamı , atıyorum üzerimden bana bırakıp gittiği her ne varsa…
Kahraman Tazeoğlu
Bir yaşamı avuçlarına alıp gecenin sessizliğinde kaybolmak; dalgın bakışlarla… Kimin adını savursam boşluğa hep bir harf gelip takılır yüreğime… Susmuyor alfabenin başındaki harf de; sonundaki harf de… Araya kaynayanları saymaya gücüm yetmez…
Balkondaydım….
Az önce…
Azalarak…
içimdeki boşluga düş… ben tutarım seni ?
Hangi günlüğün kapağını açsam rüzgar esip geliyor bugünüme…
Dışarda hain bir yaz kavurmaktan uzak..
Düşler yangın yerindeyken, düşsüzlük almış başını gidiyor…
Sayıklayan bir bedenin, hiçbir sese yetişemeyen görüntüsü salınıyor karanlıkta…
Şehir içine akıyor …
Şehir içime akıyor…
Kanmadan kanacaklarıma, alıp başımı sureti olmayan bir gidişe doğru yola çıkıyorum…
içimdeki boşluga düş… ben tutarım seni ?
Aldırmadım…
Ne sana ne sen’li kuşkuların gölge oyunlarına…
Bir yerlerde soğuk bir rüzgar devralıyor geceyi…
Hissetmekten uzak bedenim, gelen çağrıya ‘hayır’ demiyor…
Gel diyor düşlerin yolcusu, gel ve sarıl bakışlarıma…
Bir dal aramalı mıyım diye düşünürken, çatırdayan sesinle irkiliyor bedenim…
Sesler kapılarıma dayanıyor..
Sesler adımlarıma düşüyor…
Yoksunluğuma karışıyor çürümüş başkalaşımın…
Tetikte tek bir can, kurşun soluğunda…
içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Ya vazgeçip siyah bakışlarından düşeceğim; ya da savaşıp kokuna katacağım beni…
Gece bakışları…
Saatte bilmem kaç; kaç kilometre hızla aşktan düşüyorum…
sen içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Bakışlarından yabancı bir misafirliğin arsız huysuzlanmalarını seziyorum. Elimde değil, biliyorsun. Seni sakladığım yerden seni çıkarabilmek için sana ihtiyacım var.
Kaç deniz geçtim bu gölgelikte dinlenmek uğruna. Kaç suda yüzdüm, dinlenmeden. Vakitsiz duruşlarım oldu, vakitsiz taşıdığım ağırlıklar. Künye gibi taşıyorum her birini sebepsiz, sağır, izbe duygularımla…
Bu yolun sonundan geçmen için önce, beni ben’de çiğnemen lâzım.
yinede vede; içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Nöbetleşe çalışıyoruz geceyle. O sabaha vurgun, ben karanlığa. Zamanı terk etti kollarıma, çekip gitti. Onca ayın arasından birtek Mayıs’ı mı layık gördü susuşlarıma.
Çekiliyorum…
Tek damla sen bırakmayacağım giderken bende; Oysa bir tek damla bile yeterdi değil mi sevmelere.
Bak! Yağmur bakışlarımda kokuna dayanıp sana eğilen yersizliğim saklı…
Görmezsin, biliyorum…
Görmeyeceksin de…
Zehirli sözler bunlar… Damıtmadım hiç birini…
içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Akrep sokarken, yelkovan pan zehirden uzaklaşıyor…
Bak, görüyor musun fırtına yaklaşıyor!!!
Bileklerim ince, savrulur muyum bu dilsizliğimle?
Çarşaf açıyorum tenindeki gölgeme, hadi gel gel bu gece… Ay çıkmamış gözlerimin kum dolu bakışlarından, yeter ki sen ol,seni içtiğim gecelerde…
Adını bilme; adını bilme böyle ne olur; yanımda bir yerlere devril hatırlayamadıklarımızla.
Aramıza giren kaç şehir var ki; geçmişimizden başka? Hem, ikimiz de tüketmedik mi sayfalarca gergef gibi işlediğimiz ömrümüzü, sigara niyetine… ?
Şimdi kulaklarıma bıraktığın fısıltılı sözcüklerini yanına alıp bendeki ben’e yavaşça koy başını… Nefes alışlarımın titreyen ritmine karışsın yanağındaki pürüzler. İrkileyim… ve içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Kaç gece böyle uykusuz çoğaldım yatağımda. Yastığımın altına düşlerini bırakıp gittiğin o günden bu yana, hep o gecenin doğumunu bekledim arsız çocukluğumla…
Rüzgârını şehrinin avuçlayıp martıların kanatlarına asıyorum… Kal diyorum sesine. Kal ve bir notasını eksik koyduğum sesimin nâmelerini dinle diye…
Kızma…!
Biliyorum, senin bir kalbin yok…
Hecelerim vurguna takıldıysa oltanın ucunda, bundan sana ne…!!! Bu yalnızca benim vurgunum…
Sen yine filmlerini toparla geceye hazırlık için, yorgunluğunu toparla kanepende ve hiç değilse bu defa ağırdan aç kitaplarının kapağını…
içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Demiştin ya bir defasında: ” Sana gel deyişimin sessizliği mi bu?” diye,
bak işte mırıldandım seni, içinde ben’im kokan sen gibi…
“Bazen dalgaların kıyıya mı yoksa açığa mı sürükleyeceğini akıntılar belirler…Bunlar sessiz ve derindedir…Bazen sıcak bazen soğuktur…”
Serin bir ilkbahar akşamı gibi düştüm; Beklentilerimden çok uzakta bir sahnede, boylu boyunca duruyordun karşımda. Hangi sesime düşeceğini, beni hangi rüzgârın koynundan çekip çıkartacağını sezemiyordum; ancak yaşamın bir şekilde bizi karşı karşıya getirdiği su götürmez bir gerçekti. Duygularımı arkamda bırakıp, nice sevda sözüne sırtımı çevirip sana döndüm yüzümü.
Yeni yetme duygularım olmadı benim hiç.. Sevdaya hazan resmini çizmedim. Ne olduysa diğerlerine, benim sularımda gezinmeye başladıktan sonra oldu ve tüm duygular ondan sonra yerle bir oldu… Geç kalmıştım bir şeylere… Suçu kendimde bulmayı, ben hep onlardan öğrendim… Oysa avuçlarımdaki sıcaklığı alıp götüren onlardı…
sen yinede; içimdeki boşluğa düş… ben tutarım seni ?
Şimdi ağırlaşan geçmişin koynunda sana dökülüyor kalemim.. Bir bir soyunuyorum yaşamı , atıyorum üzerimden bana bırakıp gittiği her ne varsa…
Kahraman Tazeoğlu
Yanma
Ve elbet
Gözlerin sularımdan çekilince
Ürkek bir ceylanla anlaşırım
Yüzünün çok yakını olan bir limana
Dilinin ve ağzının verdiği baş dönmesine
Bahçeni tutan tavşanlara sığınırım
Kanımdan geçilmiyor moraran ağzım
Kovalanıyorum
İkindi zaman karanlığı iç çarşılar
Ey şafak bir askerle anlaş
Çünkü namluya sürüldün
İşte burada bir ordu yürüyen karnımda
İzim sürülüyor köpeklerin sürünerek yaklaştığı
Anlaşılıyor
Hatırlarımıza dokunulmamış
Fakat el konmuş aşkı yaşatırken kuğuların
Geleceğimizin serin suları ve göllerine
Ey kadın kokla beni
Hayatım yasaksınız
Gelinmiyor akşam zaman kaplanı
Kaçmıştım yeni bir ırmak şeklinde
Hayvanların ilkbahar sıcakları bölümünde
Kıvrılıp yeniden yakalanıyorum
Cam kesiyor göğüslerimi
Boynuma zümrüt bir gerdanlık atmışım
Hem şarklıyım ben
Gövdem yara dolu
Sevdiğim kolla beni
Anlıyorum
Fakat artık dayanılmaz sarmaşıklara
Öpüşüyorlar
Harbin bittiğini söyle ayrılsınlar
Çünkü gece zamanın katranıdır
Gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme
Çantamda sevişme askerleri
Harbin bittiğini söyle
Önce beni boğacaklar özgür ve sevecen olmak için
Bir bıraksam
Yakut bir kuşun içinde duran ellerimi
Sevdiğim
Önce kemir bu tel örgüleri gövdemden
Geç derimin altındaki tehlikeleri
Yürek kızgın bir kuma devrilmeden
Yokla beni
Anlıyorum kaçmaya zaman yok
Şafak birden doğrulacak
Cahit Zarifoğlu
iki karanlık orman
İki Karanlık Orman
Birbirini Sevse Ne Olur, Sevmese
Anlaşmak diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş zamanlar dolaşır
sokaklarda bir kıç,bir penis,bir çocuk-köpek gibi dolaştığım
zamanlar
varlığımı koruyabilmek için
masaların altında ellerimi, ayaklarımı parçaladığım zamanlar
zamanlar haindir, zamanlar muhbir
iki karanlaık orman birbiriyle anlaşsa ne olur, anlaşmasa
Güvenmek diye birşey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş korkular dolaşır
bense korkumu ölümümün altına sakladım hep
korkumun kokusu aldılar
kaçtım kovaladılar
iki karanlık orman birbirine güvense ne olur, güvenmese
Sevmek diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş yalnızlıklar dolaşır
uydurulmuş anılar, sahte öyküler, hiç kullanmadığım yerlerimi
bıraktım onlara
yine de son kapıma dayandılar
kapanın ardı karanlık deniz
denizde masum, tetikteki sızım, son inancım
gördüler onu
artık şimdi o karanlık denizde “binlerce hiç kimseyim”
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur,sevmese
Cezmi Ersöz
Birbirini Sevse Ne Olur, Sevmese
Anlaşmak diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş zamanlar dolaşır
sokaklarda bir kıç,bir penis,bir çocuk-köpek gibi dolaştığım
zamanlar
varlığımı koruyabilmek için
masaların altında ellerimi, ayaklarımı parçaladığım zamanlar
zamanlar haindir, zamanlar muhbir
iki karanlaık orman birbiriyle anlaşsa ne olur, anlaşmasa
Güvenmek diye birşey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş korkular dolaşır
bense korkumu ölümümün altına sakladım hep
korkumun kokusu aldılar
kaçtım kovaladılar
iki karanlık orman birbirine güvense ne olur, güvenmese
Sevmek diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş yalnızlıklar dolaşır
uydurulmuş anılar, sahte öyküler, hiç kullanmadığım yerlerimi
bıraktım onlara
yine de son kapıma dayandılar
kapanın ardı karanlık deniz
denizde masum, tetikteki sızım, son inancım
gördüler onu
artık şimdi o karanlık denizde “binlerce hiç kimseyim”
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur,sevmese
Cezmi Ersöz
23.05.2009
ÖLÜMÜN ARİFESİNDE
Ölümün Arifesinde
benim parmaklarım, yüzümün devamıdır
ellerimse Tanrı'nın varlığına delil
hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, hiç yaşamamış gibi ölürüz
bize ihanet edenlerden, ölerek intikam alırız
ben ki her saniyemi, son anım gibi yaşıyorum
yani muamma değil artık benim için ölüm
eğer buraya sığamıyorsam
ya göğe çekilir, ya toprağa gömülürüm
ben öldüğümde
sana verdiğim kolye parlayacak
bir fotoğraf alev alacak, bir kuş havalanacak
yere düşürdüğün kitaptan etrafa sözcükler saçılacak
bozkırda babasının sırrı bir oğul doğacak
ben öldüğümde
bu venedik bayramı son bulacak
gece üsküdar vapurunda sur üflendi
paşakapı duygulu bir cezaevidir, her an kendini ateşe verebilir
çünkü kapıaltında bir çocuk bilir çıkınca öleceğini
bir çocuk yalnızca kafiyeye düşmandır, dünyada kötülük bitmiş gibi
benimse ellerimi sudaki yıldız aksi yakabilir
ve her söylediğim, kimsenin açamayacağı bir vasiyettir
Alper Çeker
benim parmaklarım, yüzümün devamıdır
ellerimse Tanrı'nın varlığına delil
hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, hiç yaşamamış gibi ölürüz
bize ihanet edenlerden, ölerek intikam alırız
ben ki her saniyemi, son anım gibi yaşıyorum
yani muamma değil artık benim için ölüm
eğer buraya sığamıyorsam
ya göğe çekilir, ya toprağa gömülürüm
ben öldüğümde
sana verdiğim kolye parlayacak
bir fotoğraf alev alacak, bir kuş havalanacak
yere düşürdüğün kitaptan etrafa sözcükler saçılacak
bozkırda babasının sırrı bir oğul doğacak
ben öldüğümde
bu venedik bayramı son bulacak
gece üsküdar vapurunda sur üflendi
paşakapı duygulu bir cezaevidir, her an kendini ateşe verebilir
çünkü kapıaltında bir çocuk bilir çıkınca öleceğini
bir çocuk yalnızca kafiyeye düşmandır, dünyada kötülük bitmiş gibi
benimse ellerimi sudaki yıldız aksi yakabilir
ve her söylediğim, kimsenin açamayacağı bir vasiyettir
Alper Çeker
SANA
Sana
1.
Sana bir ad bulmalıyım
Adını çağırırken sana benden daha çok şey getirecek bir ad
Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında
O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı
Olmadıklarımı da
Sana bir ses buldum
Çiçeklerin içinde ararken adının yerine
Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda
Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı
Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda
Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum
Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor
Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında
Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi
Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında
İnanmalısın… Bir adam niçin vardır
Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur
Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada
Tutar damlaları ona kavuşur gibi
Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında
Ben hiçbir şey söylemedim
Fakat sen anladın
Neredesin sensizliğimin ortasında
Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın
Yoksun ama buradasın hep burada
Uyansam akşam olacak geç kalacağım
Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe
Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya
De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman
Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha
Eskilerde bir suyun başında nöbette
Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu
Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca
Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın
Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda
Sana bir ad bulmalıyım
Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat
Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında
Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan
Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda
Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz
Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir
Her nefesine bir çocuk adı adadığımda
Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer
Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha
Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte
Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız
Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da
Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak
Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara
Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum
Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde
Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha
Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi
Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada
Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın
Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun
Büyüdüğünü görüyorum sonra
Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için
Binlerce kez teşekkür ediyorum sana
Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede
Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule
Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda
Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz
Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta
Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası
Buradayım derken bütün şehirler
Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla
Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi
Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça
Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim
Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok
Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça
Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım
Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında
Halil Gökhan
1.
Sana bir ad bulmalıyım
Adını çağırırken sana benden daha çok şey getirecek bir ad
Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında
O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı
Olmadıklarımı da
Sana bir ses buldum
Çiçeklerin içinde ararken adının yerine
Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda
Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı
Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda
Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum
Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor
Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında
Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi
Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında
İnanmalısın… Bir adam niçin vardır
Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur
Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada
Tutar damlaları ona kavuşur gibi
Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında
Ben hiçbir şey söylemedim
Fakat sen anladın
Neredesin sensizliğimin ortasında
Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın
Yoksun ama buradasın hep burada
Uyansam akşam olacak geç kalacağım
Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe
Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya
De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman
Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha
Eskilerde bir suyun başında nöbette
Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu
Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca
Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın
Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda
Sana bir ad bulmalıyım
Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat
Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında
Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan
Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda
Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz
Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir
Her nefesine bir çocuk adı adadığımda
Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer
Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha
Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte
Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız
Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da
Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak
Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara
Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum
Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde
Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha
Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi
Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada
Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın
Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun
Büyüdüğünü görüyorum sonra
Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için
Binlerce kez teşekkür ediyorum sana
Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede
Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule
Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda
Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz
Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta
Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası
Buradayım derken bütün şehirler
Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla
Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi
Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça
Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim
Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok
Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça
Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım
Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında
Halil Gökhan
4.05.2009
ARAMIZDAKİ GÖRÜNMEZ BAĞLAR
Tek başıma hiç sorunun yanıtını bulamıyorum.Hep yeni
hayatlar yaşamayı isterken kendimi aynı hayatı tekrar
tekrar yeniden yaşarken buluyorum... Sisli bir gecede
yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi...
Yanına gidip konuşmak isteğim insanları da işte bu
kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını
görüyorum... Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne
ben onlara... Sisli gecede birbirimize uzaktan bakıp
yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz... Umudum
kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni,
duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız
görünüyor artık bana... Ama evimde duramıyorum yine
de... Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak,
kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi
gözüküp dinlemeseler de, anlıyor gibi yapıp gerçekte
anlamasalar da...
Anılar birer zorba gibi yükleniyorlar üzerime.
Durmadan hesap soruyorlar benden... Tekrar tekrar aynı
görüntüler belleğimi kanatıyor... Ve hep o yüz...
Yüzdeki o ışık ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye
dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum... Öğrendiğim
her yeni bilgi eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka
bir şeye yaramıyor... O yüzün sahibine kaderini
anlatmak isterdim... Oysa o yüz ışığının farkında bile
değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde... O
yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş... O da
kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği
yolunu arıyor...
Her kayıp gemi bana kırılgan ve bitimli aşkları
hatırlatıyor... Dostluklar sisin ortasındaki kayıp
gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor... Ziyan
olmuş hayatlar bu sisi biraz daha koyultuyor... Her
talihsiz karşılaşma başka bir karşılaşmayı daha
talihsiz kılmaya gidiyor... Her ziyan edilmiş hayat
başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor...
Evimin duvarları bile ayrılığın şarkısını söylüyor.
Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın
şarkısını...Ayrılık zorba anılarıyla geliyor... Her
zorba anı beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor:
Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa
biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve
yeniden bir araya gelmiştik. O zaman itiraf etmişti
biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim
kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın, demek olmuştu.
Yüzüme çok tuhaf, ve o güne dek hiç bakmadığı gibi
bakmıştı... Sadece, ilk bu mu geldi aklına, seni
tanıyamıyorum, demişti... Neden ilk tepkimin o
olduğunu bugün bile anlamış değilim; ama ne zaman
aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım... Ve daha
binlerce zorba, acıtan anı...
Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların
arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların
arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim,
istediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye
gitsem hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin
tutsağıyım sanki... Ben değil, bu zorba anılar
götürüyor beni istediği yere... Sevgi nasıl
bulaşıcıysa nefret de öyle bulaşıcı... Nasıl bakıyorsa
insan dünyaya, öyle görüyor ne görüyorsa... Kararmışsa
gönlü insanın, nereye baksa orada kararmış gönüller
görüyor... Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse dibe
vurmuş sanıyor... Hem öyle bir gece ki bu gözlerim
kapanmayı bilmiyor... Gözlerim nereye baksam
varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni... Oysa
hayallerimin rüzgarı beni benden alıp uzaklara
götürsün isterdim... Ama hayallerimin kanatları beni
anılarımdan koparacak kadar güçlü değil... Hayallerim
beni, ben anılarımı seyredip duruyorum...
İnsanlardan ne kadar umudu kessem de yine de insansız
yapamıyorum. Beni dinlemeyecekleri, asla
anlamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı
seviyorum... Hem korkuyorum onlardan, hem
korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine
de..
Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu'nda..Gecenin kim bilir
hangi saati, yine de her yer insan dolu.. Kimse evine
gitmek istemiyor sanki... Gece koyulaştıkça yalnızlık
derdi artıyor... Sadece benim evimin duvarları değil,
bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını
söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye
katlanamıyor... Evler saçmalığın kederinde boğulmuş,
yanlış yerde arıyor herkes kendisini... Anılar zorba,
bellek yorgun, hayaller kanatsız... Kimin gözlerine
baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok
başkasıyım, diyor... Kimi sevsem bu sevgiyle
yarışacağı yerde benimle yarışıyor... Kim beni sevse
bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor...
Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor...
Kim beni öpse ayrılığın ipini geçiriyor boynuma...
Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor...
Oraya benden önce sevgiyi öğrenmeden önce nefreti
öğrenen kadın gidiyor... Nereden dönsem ardımda
küskünlüğüm kalıyor... Kimse kurtulamıyor bu
küskünlükten. Şiirler, aşk nefret etmektir, diye
bitiyor...
Taksim'de gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum...
Bunca geç bir saate rağmen her yer öylesine gürültülü
ve kalabalık ki... Onca gürültüye ve onca kalabalığa
rağmen her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki...
Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek
için durmadan boylukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca
konuşuyorlar...
Biraz kuytu, kalabalıktan biraz uzak bir banka
oturuyorum... Sanki her yer gözüküyor bu banktan.
Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları
geçiyor... Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar
kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp
arıtıyor onu...
Kendimle o kadar meşgulüm ki, biraz geç fark ediyorum
yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara
bakıp, benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da
beni düşündüğünü anlıyorum... Uzaklara baksa da
hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum...
Yüzüme bakmadan soruyor: Gece ne kadar sessiz değil
mi... Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne...
Evet, diyorum bir an durakladıktan sonra... Onca
gürültüye rağmen öylesine sessiz ki... Çünkü, diye
devam ediyor, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes
kendisine öylesine gömülmüş ki... Neden böyle? diye
soruyorum ona... Ellerini kavuşturup uzaklara bakarak
yanıtlıyor beni: Hepimiz kendimizi başkalarından çok
farklıyız sanıyoruz, ama aslında birbirimize o kadar
benziyoruz ki... Bu yüzden birbirimize ne denli çok
görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey
öylesine değişecek ki... Ama bu bağları göremiyoruz
bir türlü... Herkes kendisi diye bilmediği bir
başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına
gömülüyor... Birlikte ama yalnızız, çok yalnızız...
Bilir misiniz, İbranice'de bu iki sözcük tek bir
harfle ayrılır...Yalnız, yahid, demektir, birlikte ise
yahad...
Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: Bana hikayenizi
anlatır mısınız, diye soruyor... Şaşırmıyorum bu
sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği
öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden
bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı
hissediyorum... Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş
gemilere benzettiğim insanları... Ziyan olmuş
hayatları... Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede
nefrete dönüştüğünü... Yaralarını onarmak için
ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları... Zorba
anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış
hayalleri... Her talihsiz karşılaşmanın başka bir
karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını...Yalnızlığımı ve
hayatın o korkunç belirsizliğini..Artık beni anlayacak
birini bulmaktan ümidi kestiğimi anlatıyorum ona..
Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun
ışıklarına bakarak yanıtlıyor: Öyle demeyin.Sizi
anlayacak birileri mutlaka vardır.Hem yalnızlık bizi
olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar.Belirsizlikse
çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce
söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız
birbirimize.İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi
anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez
anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki
gizli anlamlı göremiyoruz...
O şimdi ne yapıyordur...
Kim, diye soruyorum şaşkınlıkla...
Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını düşündüğünüz...
İçimden karanlık bir ürperti geçiyor: Uyuyordur, bu
konuştuklarımızdan hiç haberi yoktur. Dantellerle,
pullarla kaplı yastığında uyuyordur, diyorum...
Bence o şimdi sizin uykunuzu uyuyordur, sizin rüyanızı
görüyordur.Kim bilir belki birazdan uykusundan
ağlayarak uyanacak ve bu konuşmayı duymadan
duyacaktır... Sizin varlığınızda onun için
yaşattığınız her duyguyu hissedecektir... Hiç tahmin
edemeyeceğimiz işaretlerle anlayacaktır bunu...
İnsanlar arasındaki bu büyüye inanmak gerekir.
Karşılaşmalara, tesadüflere inanmak gerekir.
Mucizelere... Yaşadığımız her şeyin, en anlamsız
görünenin bile ardında bir anlam yatar... Size kendi
hikayemi anlatmamı ister misiniz...
Elbette, diyorum merakla, dinlemeyi çok isterim...
Ben birini öldürdüm biliyor musunuz... Bunu der demez
susup etraftaki o gürültülü sessizliği dinliyor bir
an. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Adamın önce yüzüne
sonra da büyük bir dikkatle ince uzun parmaklarına
bakıyorum...Bana böylesine huzur veren ve bilgelik
dolu şeyler anlatan bu insan bir katildi öyle mi...
Yo, bana öyle bakmayın, dedi gayet sakin bir
tavırla...Ben de birini öldürmeden önce insan
öldürmenin kendim için ne kadar imkansız olduğunu çok
düşünmüşümdür hep. Ama birini öldürmek çok anlık bir
şey. O an zaten siz siz olmuyorsunuz. Bir başkası
giriyor sanki içinize... Şaşkınlığım sürdüğü için
lafını kesiyorum: Neden öldürdünüz peki...Bir sakıncası
yoksa söyleyebilir misiniz:
Bencillik... Kibir... Ruhumu körleştiren arzular...
Kıskançlık... Daha çok şey eklenebilir bunlara...
Hepimizin içinde var bu duygular... Dilerseniz devam
edeyim... Bu korkunç olaydan önce durumum çok iyiydi.
İyi bir evliliğim, çok sevdiğim bir kızım, iyi bir
çevrem vardı... Karım beni terk etti. Kızım bu olay
yüzünden beni reddetti... İşimi, çevremi, dostlarımı
kaybettim. Kimse arayıp sormaz oldu. Dayanılması çok
güç yıllardı. Geçmişimi bir saplantı haline
getirmiştim. Demiştiniz ya, anılar zorbadır, diye...
İşte o zorba anılarda kurtulmak bu hayatımın üstüne
çıkabilmek için kendimi kitaplara adadım. Elime ne
geçerse okuyordum. Felsefe, psikoloji, dinler tarihi,
edebiyat... Kitaplar olmasaydı o korkunç yıllar başka
nasıl geçerdi ki... Sonra bir gün artık özgürsün,
dediler. İnanamadım özgür olduğuma. Ama bir amacınız
yoksa, sevdikleriniz yoksa özgür olmanın pek bir
anlamı yok... Günlerce karımı aradım, ama bulamadım.
Kızımdan da bir haber yoktu... Ne dostlarım, ne param,
ne de bir işim vardı. Bunca işsizlikte hapishaneden
çıkan, sabıkalı bir adama kim iş verir? Hem de bu
yaşta birine... Günlerce başıboş dolaştım.Orada burada
yattım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım...
Kitaplardan öğrendikleriniz bir yere kadar size
yardımcı oluyor... Hayat başka bir şey... İntihar
etmek istedim, onu bile beceremedim. Bir gün garip bir
rastlantı sonucu çok eski bir arkadaşımla karşılaştım.
Çok zengin olduğunu duymuştum. Bir yerde oturduk, ona
başıma gelenlerden bahsettim. Anlattıklarımdan çok
etkilendi. Gözlerinden okudum bunu... Artık benim için
hayatın bir anlamı kalmadığını, ölmek istediğimi
söyledim ona. Aslında içten içe bana yardımcı
olmasını, iş bulmasını ya da biraz para vermesini
istiyordum... Benim sana verecek hiç param yok, dedi.
Neden, diye sordum, çok zengin olduğunu duyduğumdan
bahsettim. Artık değilim, dedi. Bütün paramı, mal
varlığımı kimsesiz kalmış sokak çocukları için kurduğu
bir vakfa bağışlamış. Zenginlik ruhunu kirletmiş...
Ruhunu kurtarmak, arınmak için bu amaca adamış
kendini... Eğer ölmek istiyorsan seni engelleyemem.
Karar senin, ama dilersen gel benimle vakıftaki
işlerimde bana yardımcı ol. Yatacak bir yerin olur, üç
öğün karnını doyurursun. Sana başka bir şey veremem...
Bunları söyleyip sustu ve gözlerini hiç kaçırmadan
gözlerime baktı... İşte o an onun gözlerinde kendi
kaderimi gördüm.İnsanların arasındaki o görünmez
bağlar vardır, demiştim ya, işte onunla aramdaki o
bağı gördüm. O işareti ve o mucizeyi... Tamam, dedim,
kabul ediyorum... Ve o gün bu gündür onunla kimsesiz
sokak çocukları için çalışıyorum. Hayatımın anlamı
buymuş meğerse benim. Bugüne dek bütün yaşadıklarım bu
günlere bir hazırlıkmış... O karşılaşma anından sonra
her şeye böyle bakıyorum artık... Her birimizin bir
başkasının üzerinde mutlaka bir etkisi vardır... Yeter
ki aramızdaki o bağı görelim...
Sonra yine susup o dingin, o huzur gülümseyişiyle
uzaklara bakmayı sürdürüyor..
O susuyor, ama benim içimde bambaşka bir konuşma
başlıyor bu defa. İnsanlar arasındaki o görünmez
bağların varlığını bildiğim halde neden görmek için
daha fazla çaba harcamadığımı soruyorum kendime...
Karşılaştığım insanlardan çok kendi benliğime takılı
kalmıştı gözlerim... Kendimi keşfetmeye harcadığım
enerjinin birazı da başkalarını keşfetmeye çalışsaydım
anılarım bu kadar zorba olmazdı bana... Belleğim bu
kadar yorgun, hayallerim bu denli kanatsız
olmazdı...Ayrılsam da, bir daha onu görmeyecek olsam
da, bir zamanlar o çok sevdiğim insanın uykuya
daldığında benim rüyamı göreceğini bilmezden
gelmezdim...
Bu iç konuşmalarımı o sırada önümüzden geçmekten olan
bir şair arkadaşım bölüyor. Haberin var mı, diyor, Ece
Ayhan bu gece öldü...Ustayı kaybettik... Bir an ne
diyeceğimi bilemiyorum. Bu gece her şey o kadar üst
üste gelmişti ki benim için... Binlerce anı üşüşüyor
beynime o an... Ama bu defa anılar eskisi gibi zorba
değildi... Her anı bir diğerine ekleniyor; her anlam,
her görüntü, her işaret bir diğerine bağlanıyor ve
bağlandıkça yine anlamlar, yeni değerler
kazanıyordu... İster misiniz, size Ece Ayhan'la ilgili
bir hatıramı anlatmamı, diye soruyorum yanımdaki
adama... Yanıt vermeden sadece başını sallıyor ve
yüzündeki incecik hüzünle gülümsüyor...
Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece
benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan,
şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o...
Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip
büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı
okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda
vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu
çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi.
Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece
Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir
gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu
hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti.
Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o
narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu
intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu
suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde;
'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği
içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar
etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan
arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri
yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve
arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından
aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama
sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana
yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor... Bunu
duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü o üzerindeki ceketten
başka ceketi yoktu Ece Ayhan'ın... Eminim, kırmızı
şarapla lekelenen o ceketini temizleyiciye verecek
parası bile yoktu...
Bu sırada yanımdaki adam sözümün arasına giriyor: Kim
bilir, belki de Ece Ayhan'ın başından aşağı şarap
döken o kız benim kızımdır... Bunu bana yapmayı çok
isteği halde yapamadığı için ona yapmıştır... Çünkü
onu küçük yaşta hapse girerek babasız bıraktığım için
beni hiç affetmedi... Ama lütfen siz devam edin...
Bu olaydan birkaç gün sonra babam öldü. Önce Nilgün,
ardından babam... Nasıl bir rastlantıydı bu... Hayatta
en çok sevdiğim iki insanı peş peşe kaybetmiştim...
Bir gün eve gittiğimde annemi gözyaşları içinde
babamın elbiselerini fakirlere, ihtiyacı olanlara
dağıtmak için torbalara yerleştirdiğini gördüm.
Babamın bir ceketini istedim annemden... Ne
yapacaksın, diye sordu. Kim olduğunu sorma anne,
birine vereceğim sadece, dedim... Pekiyi, sen
bilirsin, deyip bir ceket uzattı bana, sonra da
babamın diğer elbiselerini katlayıp torbalara
doldurmaya devam etti... Babamın ceketini önce bir
temizleyiciye verip temizlettikten sonra Ece Ayhan'a
götürüp hediye ettim. O zaman Tarlabaşı'nda virane bir
evde kalıyordu... Zahmet etmişsin, ihtiyacım olduğunda
giyerim, dedi sadece... Aradan bir iki hafta geçti.
Bir gün annemle oturmuş konuşurken, biliyor musun dün
gece baban rüyama girdi, ceketini verdiğin adamı
sordu, söyle ona dedi, ceketimi verdiği adam çok iyi
bir insanmış, iyi bir şey yapmış, dedi... Sahi kime
verdin o ceketi, diye sordu annem... Tanımazsın anne,
sorma, diyerek gözyaşları içinde yanından ayrılıp öbür
odaya geçtim...İşte sizin söylediğiniz o görünmez
bağlar... O işaretler, o mucizeler...
Daha konuşacak ne vardı ki; neredeyse sabah oluyordu,
ama gözlerim kapanmak bilmiyordu... Kalkıp yanımdaki
adama son kez bakıyorum ve ona veda ederken şunu
soruyorum: Pekiyi, siz ne arıyorsunuz bu saatte, bu
bankta kimi neyi bekliyorsunuz? O dingin, o
gözyaşlarıyla biraz daha aydınlık bakan gözleriyle:
Kim bilir belki de sizi bekliyordum, diyor... Bana
hikayenizi anlatmanızı bekliyordum...
CEZMİ ERSÖZ
20.02.2009
İKİSİNİDE SEVDİM...
İki bulut arasında çırpınan bir yıldızım şimdi,uzun süreli olan ve belki de yıpranmış ilişkimi sürdürürken bir anda karşıma çıkan kadın karıştırdı her şeyi . yakın tarihimin en güzel ama belki de aynı zamanda en kötü günlerini yaşadığım "o" bir tarafta, yeniden kalbimi çarptıran kişi diğer tarafta. bir kalp iki aşkı birden taşıyabilir mi? bak "o" bana neler yaptı belki yenisiyle daha mutlu olacaktım , ama eskisi de kaç senelik bitecekse de böyle bir sebepten bitmemeli, tamda her şey rayına girmişken diye bin parçaya bölündü zihnim de kalbimde..
Kafam karma karışık, peki neden karışıyordu kafam?
ikisinde de farklı şeyler buluyorsun . farklı özellikleri oluyor seni etkileyen. sonra ikisini kafanda çarpıştırmaya başlıyorsun, acaba hangisi diye. aslında ikisini de sevdiğini fark ediyorsun, ikisini de istediğini...
İşte benim hikayem.....
Canımdan çok sevdiğim karım Feraye.. onunla 13 yıl önce sürüldüğüm okulda tanıştım.
Kendisi öğrencimdi,çok zeki ve alımlı bir genç kızdı. hep en ön sıraya oturup beni süzerdi,gözlerim bacak bacak üstüne attığında bacaklarına takılırdı diz kapaklarındaki gamzelere bakmadan duramazdım . ilk başlarda pek umursamadım, Tarih dersine olan ilgisine verdim bana olan ilgisini. Fakat bir gün derse girdiğimde ön sıranın boş olduğunu fark ettim(fark etmemem olanaksızdı zaten)derste yeterince verimli olamadım gözlerim onu aradı hep fakat 3 gün olmuştu Feraye yoktu..
Sonra dayanamadım ve üstü kapalı bir şekilde bir öğrencime sordum; ''Onlar taşındı hocam'' dedi .
Onlar taşındı..nasıl taşınırdı nasıl giderdi? Hiçbir şey yokmuş gibi, yoksa hiç Bir şey yok muydu aramızda tabi ya Tarih dersini severdi Feraye beni değil ki..
3 yıl sonra eylül ayının 3. haftası...
İzmir 2. kordondayım, dalganın kıyıya vuruşunu seyre dalmıştım ki omzumda sıcak bir dokunuş hissettim. bildik bir gülümsemeydi dudaklarındaki, o ön sıradan beni izleyen genç kız değildi artık büyümüştü ,serpilmişti lakin aynı koku hakimdi saçlarına..
Ferayem...
''Hocaaam,nasılsınız hiç değişmemişsiniz''..diyordu..birer çay içtik Feraye üniversite 3. sınıftaymış Edebiyat öğrencisi ..Tarihi severdi oysa Feraye savaşları severdi sevişmelerden ziyade..
''Lisedeyken size aşık(tık) hocam'' deyip deyip gülüyordu..meğer o dönem kızların hepsi bana hayranmış bense Ferayeye..
Böyle karşılaştık tekrar ,aşk hikayemizin gelişmesini es geçiyorum,girişi anlattım ve sonuç Evlendik..
Olmuyor,yapamıyorum 10 sene oldu Feraye çok değişti. O eski çekingen ve narin kız gitti yerine beni sorgulayan,yıpratan genç kadın geldi..
Ne kadar kaldığımı bilmiyorum ne kadar yol aldığımı da bilmiyorum sahi yol aldım mı?
Sensiz yaşamayı da öğrenirdim öğrenmesine de saçlarının kokusunu duymadan yatamazdım be Feraye..
Bu düşüncelerimi ve iç savaşlarımı bir rafa kaldırdım ne de olsa o benim kadınımdı ,sevdiğim tek ayrıntıydı..
Ela Sonay...
Dönülmez akşamın ufkundayım..."
Çok hüzzamlı, iç ağrıtan ve hüzünlendiren bir şarkıdır... Efkar doludur, dolup dolup boşalan rakı kadehleri gibi...
İçsem mi ne yapsam..ne kadar yalnızım bir bilsen yanımdayken sana dokunamamak kokundan ayrı kalmak ne kadar acı ...
işte şu an bu odada, bu kağıt üzerinde, bu gece,bu saatte seni öldürmek istiyorum..."yapabiliyor muyum ?hayır..ne zaman girdin hayatıma ve bana dair ne varsa ne zaman bitti yüreğinde..
Hani 2 yıl evvel bizim okula seminere gelmiştin ya ben en ön sıradaydım bakışlarınla esir almıştın beni kendine. Oysa tarihi sevmezdim ben ve sen demiştin savaş senin işin değil sevişmeyi seversin diye..Çok sevdiğim edebiyat bölümünden ayrılıp Tarihe geçmiştim sana yakın olabilmek için ve bir gece ansızın gelmiştin bana tüm saflığınla..
O gece birlikte olmuştuk,sen ve ben değildik artık bir cümlede yer alacak olsak özne ikimiz olurduk ..''Biz''..
Neden sonra öğrendim evli olduğunu karım dediğini ve aldattığını tamam belki karını benle aldattın ama Uğur benide karınla aldattın 2 yıl boyunca...
Ayrılamadım kaç kez istedim yapamadım ..Uğur böceğim derdim sana Sende Gül'üm derdin bana..ben seni hiç sevmedim esasında yorgun akşamlarda bağıra bağıra şarkı söylememizi sevdim bir güle gülümsemeni,yıldızlara ıslık çalmanı beni aldatırken bile beni hatırlamanı düşündüğünde Gül(üm) demeni özlemimi duymanı sevdim..
Uğur Sezgin..
Adını göz renginden almayan,hiçbir güzellik sıfatının güzelliğini niteleyemediği,Uğur'a izmarit kokulu gecelerde sayfalarca yazdıran kız Ela...Sonbaharın şehrin sokaklarında sarı sarı dolandığı bir günün akşamında,emanet bir sevda vardı yüreğimde , kararlıydım paylaşacaktım emanetimi sevdiğim kızla… Tüm heycanlarımı büyük mutluluklara çevirmek için, Elanın her akşam eve döndüğü tenha yolda ki tek sokak lambasının altında beklemeye koyuldum… Beklemek hiç bu kadar uzun olmamıştı sanki! Nihayetinde tüm özlemlerin, koyusunda yüreğimi kararttıkları o sokak arasında salınmaya başlamıştı Ela! Gözlerini sokak arasını aydınlatan o lambanın altında ki gence dikince! İşte o zaman karanlığa hapis o sokak gerçekten aydınlıktı .. Çocuksu bir tebessüm belirdi yüzünde sevdiği gencin karşısına çıkacak olmanın korkusu dolandı ayaklarına belli ki ! Bir adım mesafe kaldığında aramızda çarparak attığımız adımları cesaret sayarak koyuldum evine..Sahipsiz bir sevdadan söz eder gibi tüketmeye başlamıştı nefesimi çocuk! Sahiplenmeye hazır gibi sabırsızdı genç kız… Karanlığını gecenin, ayını gökyüzünün ve tek sokak lambasını o sokağın, şahit tuttuk birleşen ellerimiz hiç ayrılmayacaktı yeminle! Ve adına onlarca türkünün yazıldığı şehirde biriktirmeye başladık anılarımızı !İstanbul ..bana sevdiğimi anlat...
2 yıl boyunca sürdü ilişkimiz Elayla Artık her şey rengini sevgiden alıyordu sevginin adı ise Elaydı ..
Ferayeyle olan ilişkimi de bitiremedim çünkü Ferayem benim 17 yaşımdı ilk kadınımdı,kızımdı ,Annemdi..Gidemedim Ferayemden kalamadımda..
Feraye Tanyeri..
Göz göre göre gidiyordu Sevdiğim adam gitme diyemiyordum eskilerden kalma bir gurur vardı hani şarkılardan kalma bir mısra belkide gururluydum ya ordan geliyordu asaletim..
Sıklaşan seminerler şehir dışına çıkmalar ve beraberinde gece dışarda sabahlamalar..gecenin siyahlığında yapayalnız buz gibi bir yatak..aldatılmanın acı tınısı.. dilinde yabancı tat, gözlerinde başka renk ..düşmeklerdeyim,bütün ihanetlerin kuşkuların arasında biriyim..ateş mi yakardı beni fırtınalar mı yıkardı bir infilakla parçalanıyorum..bittim bırakma beni...Uğur böceğim derdim sana Sense bana aitlik ekiyle sahip çıkardın Ferayem derdin..hiç bir çiçek seni anlatamaz derdin ve gül'ü hiç sevmezdin..
Gece ısrarla ve acı acı çalmaya başladı telefon, sevmezdim gece çalan telefonu mutlaka bir sevdiğimi alırdı benden, babam'ın ölümü sonra annem'in şimdiyse sevdiğim adamın kaza yaptığını haykırıyordu ahize..
Koştum boş ve soğuk koridorlarda. Yatıyordu küçülmüş müydü sevdiğim adam ?bir çocuğun masumiyeti vardı suretinde..kaplolar sarmıştı vücudunun her yerini ,yüzü gözü kan revan içindeydi..
İçeri almadılar beni ,hayati tehlikesi sürüyor dediler. Buzlu bir pencereden seyrettim sevdiğim adamı. Evet sonunda beni bırakıyordu..2 gün oldu durumu değişmedi, ben pencerenin ardında 'O' ise telefonda bekledik sabahlara kadar, sonradan öğrendim sürekli hastaneyi arayıp kocamın durumunun raporunu aldığını..
1 hafta sonra
Önce beyin ölümü gerçekleşti ama olsun yüreği atıyordu ya belki dedim, belki bir umut...
Uğur öldü, cenazesini kaldırdık saolsun eş dost geldi birde ağacın altındaki siluet..
Uğurladık uğurumu..
Elaymış adı.. Günlüğünü buldum Uğurumun, ne kadar sevmiş 'O' kadını.
Meğer Gül'ü severmişte ben sevmediğim için sevmiyorum dermiş..ve aslında sevdiği her şeyi Elayı bile ben olduğum için rafa kaldırmış.. tuhaf bir acı ve suçluluk kapladı yüreğimi Elaya gittim kocamdan kalan tek emanetti (ilginç bir annelik iç güdüsü sardı benliğimi) Ela güzel bir kızdı. Adını gözlerinden almış olmalı diye düşündüm, 24 yaşlarındaydı bense 35' imde .
Uğur genç severdi zaten ama hiç üzülmedim çünkü o gün anladım ki benim geçmişimi bulmuştu bu çocukta..Gülümsememi saçlarımın asi dalgasını gördüm Ela'da.. Savaşı da severdi sevişmeyide Uğur. ben hep savaşmıştım oysa sevişen bir yan bulmuştu Ela'da..
İçimi yaralayan tek şey yatak odasındaki kokuydu. Uğur'un kokusuydu bu baş ucundaki gözlük dikkatimi çekti demekki geceler boyunca bu kıza yazmıştı şiiirlerini ..Birde yatağın ucundaki gecelik bana evlilik yıl dönümümde aldığının aynısıydı. Belki Ona da sevgililer gününde almıştı tek fark vardı benim ki daha kırmızıydı ya da bana öyle geliyordu..
Her cümle bir nefesliktir Feraye ; ben, sadece senin söylediklerini tekrarlıyorum..demiştin ya bana meğer ben hep kedimi tekrarlıyormuşum..
Uğurun günlüğünü ait olduğu kişiye vermenin huzuruyla eve koyuldum ..3 saat sonra kapım çaldı Elinde bir mektupla Ela duruyordu meğer Uğur kaza geçirmeden bir gece evvel Ela'dan ayrılmış
Şöyle diyordu Mektup
''Keşfedilmeyi bekleyen kadın, yok bir hünerin aslında, gülüşünü, kirpiklerini çıkarttın mı suratından bir de İstiklâlde'ki barı dinamitledin mi kökünden; ne senden eserkalır, ne de benden. Sen hep bir yok oluş gibisin.Uzak bir gülüş gibisin, gazete sayfalarına sığmayan, bir teori kadar gri, anlaşılmayan şeyleri anlamama yarayan, saçmaladığım zamanlarda burada dur diye beni uyaran, sen sürekli hiç durmadan ve sıkılmadan KANAyanımsın… Kana karışmak kadar acilsin.''
Aklımda kalan tek cümle;'' Ben sende Ferayeyi buldum fakat zamanla Ferayeyi kaybettim..''cümlesiydi..
Uğur beni seviyordu, Uğur beni seviyordu diye haykırdım, sevindim biliyordum zaten dedim.
Sonra Uğurun olmadığını fark ettim ..insanoğlu ne kadar bencil diye düşündüm ve masaya iki kadeh koydum. Biri benimdi diğeri yalnızlığın birde şiir açtım sabahın 4'ünde seni andım sabah ezanına kadar ..
Adam bütün adamlığını dökmüş önüme.. sonra yatağıma döndüm evet benim geceliğim daha kırmızıydı bugün Elanınkinden...
Mektubun son sayfasını vermedim Ferayeye varsın onu sevdiğini düşünsün varsın onun geceliği daha kırmızı görünsün ..Yüreği benimdi Uğur'un son cümlesinden anladım ikinizide sevdim diyordu lakin Gül(üm) senin kokunu götürüyorum içimde diyordu mısraları Uğurun ki bir intihardı benden ayrılamayacağı için bu hayattan ayrılmayı seçmişti ..Sevmek bir intihardı....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)