Blogda Ara

31.08.2008

TARİHİ KOMİK SÖZLER........:)

"Radyonun geleceği yok"
Lord Kevin - Iskocyali fizik alimi

"Artık yeni hicbir sey yok. İcat edilebilecek hersey icat edildi."
Charles H. Duell - Amerikan Patent Dairesi Baskani 1899

"Denizaltilarin savasta ne ise yarayabilecegini anlayamadim.En fazlasindan murettebatin bogularak olmesine sebep olabilir."
H. G. Wells - yazar 1901

"Atlar her zaman kullanilacaktir.Otomobil ise ancak gecici bir moda olabilir."
Henry Ford'un kredi talebi uzerine otomotiv sektorunun gelecegi konusunda ekspertiz veren bir banka muduru 1903

"Ucaklar hos oyuncaklar.Ama askeri bir degerleri yok."
Maresal Ferdinand Foch, I.Dunya Savasi'nda Fransiz Ordulari Baskomutani 1911

"Artistlerin konusmalarini kim duymak ister ki?"
Harry M. Warner, film endustrisi yoneticisi.O siralarda yeni icat edilen sesli film hakkında 1927

"Televizyon en gec altı ay icinde piyasadan silinecektir.Insanlar her aksam boyle bir kutuya bakmak istemez."
Daryik F. Zanuck - Twenty Century Fox'un baskani 1944

"Bilgisayarlar gelecekte belki sadece 1,5 ton agirliginda olacaklar."
Popular Mechanics Dergisi - 1949

"Sound'larını beğenmedim,ayrica gitar gruplarinin modasi gecti."
Decca Record Plak Firmasinin bir yoneticisi.
Beatles'lar hakkinda - 1962

"Insanlarin buyuk cogunlugu icin tutun tuketimi gayet sihhi bir seydir."
Doktor Ian G. McDonald, Operator - 1963

"Insanlarin evlerinde bilgisayar bulundurmalari icin herhangi bir neden goremiyorum."
Kenneth Olsen, Digital Equipment Corp.'un (bir
bilgisayar firması) baskanı - 1977

KOMİKLEMELER

** Sık sık ameliyat olun, içiniz açılır!

** Oğlumun adını mafya koydum, artık ben de mafya babasıyım...

** Yazılıdan sıfır aldım, ama öneli olan katılmaktı...

** 1959'da içilen kahvelerin hatrı doldu, duyurulur.

** Yasamaya ayrı, yürütmeye ayrı zaman mı? Ben darbe kullanıyorum. Yıkıyorum, çıkıyorum.

** Sizde bit şampuanı var mı? Kirlendi hayvancıklar...

** Bende şeytan tüyü yok. Epilasyonla aldırdım.

** Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapın. Çok zevkli oluyor.

** Abi, beni niye anlamıyon... Sende idrak yolları enfeksiyonu mu var?

** Şiddete karşı savaş açın. Şiddet yanlılarını kurşunlayın!

** Beşbinkere söyledim; abartmayı bırak!

** Eğer turist sezonundaysak, neden onları avlamıyoruz?

** Son gülen sen olacaksın. Çünkü geç anlıyorsun...

** Ey yükselen yeni nesil... İn ulan aşağı!

** Gençliğim acı veriyordu, ameliyatla aldırdım.

** Ege bir Yunan gölü deeldir. Ege, bir Türk gölü de deeldir. Biaenaleyh Ege bir göl deeldir.

** Adamın biri birgün eczaneye sinek ilacı almaya gitmiş. Eczacı ona, 'Sineğinizin neyi var acaba?' demiş.

** Temel Fransa'ya gitmiş. Tabelada Fransa yazıyoruş. O da, 'Aaaa... Burayı da mı Sabancı aldı?..' demiş.

** Çocuğun biri, birgün kafasını ıslatmadan şampuanlamaya başlamış. Annesi de, 'Oğlum hiç saç ıslatılmadan şampuanlanır mı?' deyince, çocuk: 'Ama anne, bu şampuanda kuru saçlar için yazıyor...'

** Bir fil elektrik direğinden daha yükseğe zıplayabilir mi? Elektrik direği zıplayamaz ki!

** Yes abicim. Türkçe eğitime benden de okey!

APTALLAR

Belki abartıyorum ama düsünceli bir halin var.
Eger söylediğim bir seye darıldıysan bileyim. Sonra yine söylerim.
Demek benimle tartışmak istiyorsun. Beynimi aldırıp geleyim. Sartlarımız eşit olur.
Öbür dünyaya giderken yanında sadece sigara götür; atese ihityacın olmayacak.
Eger bir gün yolun düser de benim evin ordan gecersen lütfen gecip git !
Ne söylesen inanır. Böylece düsünme zahmetinden kurtulmus olur.
Aklına iyi bir fikir gelmis, acemi şansı.
Baba demesini 6 yasında ögrenmis, babasının aslında halası oldugunu ögrendiginde 9 yasındaymıs.
Her dogum günü bilim dünyasında olay oluyor. Bilim adamları bir insanın beyni olmadan kac yıl yasayabilecegini merak ediyorlar.
Beyin nakli için bir maymun beyni aranıyormus. Daha önce takilan maymun beyni onu reddetmis.
Ilkokul diplomasını alacagi gün o kadar heyecanlandı ki, tras olurken yüzünü kesti.
Söylediginiz her sey, bir kulagından girip öteki kulagından cıkar. Arada trafigi engelleyecek bir sey yok.
Odun kafalı oldugu muhakkak. Sacini eliyle düzeltse eline kıymık batıyor.
Fazla kilolarını aldıracakmış...Kafayı kestirecek !

AYILAR
Sigarayı haloya attıktan sonra yangın cikmasın diye üzerine icki dökmeyi kibarlık sayıyor.

ÇİRKİNLER
Cok carpıcı bir yüzü var. Kimbilir nerde çarpmış.
Estetik tedavi icin başvurdu. Bizim yapabilecegimiz bir sey yok deyip kaportacıya yolladılar.
O kadar kısa boylu ki gaz bıraktı mi yerden toz kalkıyor.
Sağ gözünden akan yaş, sol yanagından yuvarlanıyor.

DALGINLAR
Alacağı seyleri unutmamak icin alış-veriş listesi yapar ve listeyi evde unutur.
Yumurtayı elinde tutar, saati 3 dakika kaynatır.

GICIKLAR
Bir sey söylemeden önce düsünür. Bu ona daha boktan bir sey söyleme sansı verir.

GÜVENİLMEZLER
Öyle sahtekar ki, takma disinde bile cürük var.
Sırtinızı sıvazlıyorsa dikkatli olun ! Bicagı saplayacagı yeri bulmaya calışıyor demektir.
Sigaranın zararlarıyla ilgili bir sey okumussa, gelir sigarasının dumanını yüzünüze üfler.
Alis-veris yaptığı magazadan "borcunuz bir yıllık oldu" diye bir mektup aldı. Hemen oturup cevap yazdı. "Nice yıllara"...
Bogulmak üzere olan bir adama halatın her iki ucunu birden firlatır.

KAYBEDENLER
Aynı yanlışı iki kere yapmaz. Her zaman yapacak yeni bir yanlış bulur.

İYİMSERLER
Yetmış yaşında evlendi, ilkokula yakın ev arıyor.
Önce bir milyarın vergisini hesaplar sonra piyango bileti alır.

KÖTÜ KADINLAR
Arkadasi "benim karim bir melek" deyince adamcagiz "ne kadar sanslisin, benimki hala yasiyor" demis.

KÖTÜ KOCALAR
Bir keresinde banyodan çıktıktan sonra karısının saçlarını oksamış. Banyoda havlu yokmus...

POLİTIKACILAR
Seçilmeden önce yaptığı vaatleri asla unutmaz. Bir sonraki secimde yine aynı vaatlerde bulunur.

TALK SHOWCULAR
Memleket meseleleri hakkında konusmayı seviyor. Hep kendinden bahsetmesi bu yüzden.
Beyni kabız, çenesi ishal.

TEMBELLER
Ne zaman çalışma arzusu duysa, divana uzanır ve geçmesini bekler.

OPERTATÖR - MÜŞTERİ DİYALOGLARI

Bir müşteri ISPlerden birinin HELPDESK ini arar. Yardımcı olmak isteyen operator işletim sistemini sorar. Müsteri;

-"Windows 98 Türkçe" der
Bunun üzerine operator,
-"Peki beyfendi, lütfen BİLGİSAYARIM 'a tıklayın" der.
Bunun üzerine gelen cevap,
-"Bilgisayarım neresine tıklayayım!" olur


-İyi günler bi problemim vardı benim...
-Buyrun hanımefendi yardımcı olayım ben size, elimden geldiğince...
-İnternete bağlanamıyorum ben...
-Bakalım. Nedir problem, ne yazıyor şu an ekranınızda?
-Göremiyorum ki, elektrikler kesik...
-Elektrikler kesikse bağlanamazsınız ki hanım efendi. bilgisayar çalışmaz.
-Ee, bu şey neye yarıyor o zaman bilgisayara taktığımız, hani o ışıklı?..
-Modem o efendim.
-Tamam o efendim.
-Tamam işte! Beni internete bağlıycak olan şey di mi o?
-Evet ama elektrikleriniz kesikmiş, bilgisayar çalışmadan nasıl bağlanabilirsiniz ki?
-E bu o şeylerden diil mi, hani elektrik kesikken de çalışıyo bilgisayar?
-Hayır o UPS efendim, bizimle bi ilgisi yok.
-Hep böyle yapıyorsunuz, hani günün hangi saatinde istersem bağlnırdım ben internete?.. Böyle diyorsunuz sonra da problem çıkınca bizimle bi ilgisi çıkınca bizimle bi ilgisi yok diyorsunuz, yetti be!..
-Ama hanımefen...
-(ÇAAAAAT..)

-Ben Türkiye satranç şampiyonu Samim, internete bağlanamıyorum...

-Ben prof. doktor bilmem kim...
-Buyrun efendim...
-Ben chat' e bağlanamıyorum.

-Ben iptal ettirmek istiyorum.
-Teknik bi probleminiz varsa yardımcı olabilirim.
-Nasıl yardımcı olacak mışsınız ki? Aldınız bi ton abone bağlanamıyoruz işte...
-Şu an bir yoğunluk söz konusu değil efendim, rahatça bağlanabilirsiniz. Ama hata mesajını almam lazım.
-Nasıl yoğunluk yokmuş, bal gibi de yoğunsunuz işte.
-Dediğim gibi, bir yoğunluk yok efendim...
-Nasıl olmaz şu hale bak çevir sesi bile yok.
-Lütfen bağlanmayı denemeden önce modeminize bi telefon hattı takar mısınız efendim?..


-Ozan Bey yani o kadar yardımcı oldunuz ki sarılıp bi kez öpmek geldi içimden sizi...
-Eee, teşekkür ederim efendim iyi akşamlar.
-Bundan sonraa ben hep sizi arayacağım kaça kadar ordasınız siz?
-Çıkmak üzereyim ben hamfendi iyi akşamlar (ee müşteri memnuniyeti de bi yere kadar!..)

-Benim kredi kartımdan para çekilmiş...
-Aylık hesap mıydı?
-Evet
-O zaman her ay başında çekilir efendim.
-Hani sınırsızdı bu!..

BAZI MESLEKLERE DEĞİŞİK BİR BAKIŞ AÇISI

Mimar: Mühendis olacak kadar ‘makro’ modacı olacak kadar ‘gay’ olamayan kişiler için kullanılan tanımlamadır.

Bankacı: Size güneş açtığı zamanlarda şemsiyesini ödünç veren, yağmur yağdığında ise geri alan kişilere denir.

Danışman: Sizin eşinizin saatini kullanarak, size saatin kaç olduğunu söyleyen ve sonra da sizden bunun için ücret talep eden kişilere denir.

Diplomat: Size ‘cehenneme git’ diyerek içinizdeki gezme dolaşma ateşini fiştekleyen kişiye denir.

Ekonomist: Dün tahmin ettiği şeyin bugün neden gerçekleşmediğini yarın bilecek kişiye denir.

Pesimist: Deneyimli optimist

Programcı: Sizin varlığından bile haberdar olmadığınız bir problemi çözen kişiye denir.

Psikolog: Hoş bir kadın içeri girdiğinde ondan başka herkese bakan kişidir.

İstatistikçi: Sayılarla arası iyi olan ancak mühendis olacak kişiliğe sahip olmayan kişiye denir.

Rahip: Çocukları hariç herkesin kendisine ‘peder’ dediği kişidir.

BUNLARI BILIYOR MUSUNUZ?

Yalnızca %30

İnsanlar, beyinlerinin sadece yüzde onunu kullanabiliyormuş. Yalnız Einstein kapasitesinin yüzde otuzunu kullanabilen bir insanmış. Adam onca icadı yüzde otuzla yapmış. Yani tamamını kullansak ohooo... Gerçi bilim adamları, "O zaman da deliririz" diyorlarmış.

Mars Projesi

2010 yılında dünyaya dev bir meteor çarpacakmış ve herkes ölecekmiş. NASA bu yüzden Mars Projesi üzerindeki çalışmalarını hızlandırmış.

Yıldız Savaşları
Bize Mars' tan diye gösterilen görüntüler aslında film stüdyosunda çekilmiş. Yoksa Amerika zaten yıllar önce gitmiş Mars' a. Hatta ileride, "Yıldız Savaşları" nda kullanılmak üzere Mars' ta koca bir üs inşa etmişler bile.

Karanlık YüzMalum, aya 25 yıldan beri gidilmiyor. Aslında gidilemiyor demek lazımmış. Çünkü ayın arka tarafta kalan karanlık yüzüne uzaylılar üs inşa etmiş, dünyalıları aya sokmuyorlarmış.
Soğuk Ateş

İngiltere' de küçük bir araştırma şirketi "soğuk ateşi" i keşfetmiş. Bu tamamıyla gerçek ateş gibiymiş, yani onun yapabildiği herşeyi yapabiliyormuş. Sıcaklığı ise sadece 4 dereceymiş. Çok güvenli bir şeymiş yani. Yalnız çürük kivi gibi koktuğundan şimdilik piyasaya sunmuyorlarmış.

Kayıp Kıta Mu

Atatürk kayıp kıta Mu' nun bulunması için uzmanlardan bir ekip oluşturmuş. Ama erken gelen ölümü üzerine ekip tam sonuca ulaşacakken dağılmış. Bu konuda sir sürü de kitap çevirttirmiş. Kitapların hepsi Anıtkabir' de gizli bir odada saklanıyormuş.

domates

Uzmanlar hala domatesin meyve mi yoksa sebze mi olduğu konusunda anlaşamamışlar. Bu konuda bilimsel toplantılar düzenlenip tartışmalar yapılıyormuş.

Noel Baba

Noel Baba' nın bugünkü imajını Coca Cola yaratmış. Onun için öyle kırmızı-beyaz giyiniyormuş meğerse.

Chevrolet

Chevrolet Nova marka arabalar Meksika'da hiç satılmıyormuş. Çünkü İspanyolca' da "No-Va", "Asla yürümez, gitmez" anlamına geliyormuş. (Gerçekte ise 'nova' İspanyolaca' da yeni demekmiş.)

Pepsi

Latin Amerika' da Pepsi pazarın tek lideriymiş. Coca Cola'nın esamesi bile okunmuyormuş. Çünkü bu ülkelerde "Coca" uyuşturcu, "Cola" ise g.t demekmiş.

Bill Gates

Eğer Apple Powerbook marka dizüstü bilgisayarların hard diskinden çıkan sesleri kaydedip mors alfabesiyle çözerseniz sürekli şu cümlenin söylendiği ortaya çıkıyormuş: Bill Gates aptalın tekidir!

Şofer Olmak

Londra'da taksi şoförü olmak isteyenler bir yıl boyunca kentin sokaklarında bisikletleriyle dolaşmak zorundaymış. Daha sonra uzmanlar tarafından sınava alınan şoför adaylarına, "Freedom Street'in köşesindeki ayakkabı mağazasının adı ne?", "Judgement Street'te kaç tane sokak lambası var?" gibi kazık sorular sorulurmuş.

Amerikan Özgürlüğü
Amerika'da siyahlar 2007 yılından sonra oy kullanamayacaklarmış. Siyahlara seçme ve seçilme hakkı 1965 yılında Başkan Lyndon B. Johnson zamanında verilmiş. Ama 1982'de Başkan Ronald Regan yasayı, "Bu hak 25 yılla sınırlıdır" diye değiştirmiş.

İstatistik

1940 yılında ABD'deki liselerde ençok ceza verilen disiplin suçları sınıfta sakız çiğnemek, yerlere çöp atmak, gürültü yapmakmış. Ancak 1995'teki istatistiklerde ilk üç suç, okulda uyuşturucu kullanmak, silah taşımak ve arkadaşına tecavüz etmek olmuş.

Kırkayak

Grönland' da kırkayağa tapılan bir din varmış.

İLGİNÇ

Kahire'de bulunan Keops piramidinin 12 ton ağırlığında iki buçuk milyon bloktan oluştuğunu, günde on blok yerleştirilmesi halinde yapımının 664 yıl süreceğini, Piramidin üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya böldüğünü ve piramidin dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasında bulunduğunu, Yüksekliğinin (164 m.) bir milyarla çarpımının güneşle dünyamız arasındaki uzaklığı verdiğini, Taban alanının, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin pi sayısını verdiğini, Biliyor muydunuz? Piramitlerin içerisinde ultrasound, radar, sonar gibi cihazların çalışmadığını, Kirletilmiş suyun bir kaç gün piramidin içinde bırakıldığında arıtılmış olarak bulunduğunu, Piramidin içerisinde sütün bir kaç gün süreyle taze kaldığını ve sonunda bozulmadan yoğurt haline geldiğini, Bitkilerin piramit içerisinde daha hızlı büyüdüklerini, Çöp bidonu içindeki yemek artıklarının hiç koku yaymadan mumyalaştıklarını, Kesik, yanık, sıyrık ve yaraların piramidin içinde daha çabuk iyileştiğini, Piramidin içinin yazın soğuk, kisin sıcak olduğunu, Piramit kimin adına yapıldıysa onun bulunduğu odaya yılda 2 kez güneş girdiğini ve bu günlerin doğduğu ve tahta çıktığı günler olduğunu, Biliyor muydunuz?
****
Neden Alo Deriz? İLGİNÇ


Telefonda hemen hemen hergün kimbilir kaç kez kullandığımız "Alo" sözcüğü, gerçekte bir sevgilinin kısaltılmış adıdır. Sevgilinin tam adı Allessandra Lolita Oswaldo'dur. Bu sevimli genç kız, telefonu icat eden, A.Graham Bell'in sevgilisiydi. Graham Bell telefonu icat edince ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti. Atölyesinde telefon çalınca arayanın Allessandra Lolita Oswaldo'dan başkası olamayacağını bildiğinden Graham Bell, telefonu açar açmaz "Allessandra Lolita Oswaldo" diyordu. Bell, zamanla sevgilisine, adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu "Ale Lolos" diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça Graham Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve öne iki heceli bir ad buldu. Bu kısa ad "Alo" idi. Allessandra Lolita Oswaldo, geliştirip, tüm kente yaymaya çalıştığı telefondan başka birşey düşünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsız olmaya başlayınca Graham Bell'i telefonuyla başbaşa bırakıp onu terketti.Yaşlı Bell, sevgilisinin birgün onu arayacağı umuduyla telefonun başından ayrılmadı. Kentte çekilen telefon hatlarının sayısı da giderek artmaya başlamıştı. Graham Bell'i artık başka kişiler de arıyordu. Fakat o, telefonun her çalışında kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu "Alo" diyerek açıyor ve artık herkes "Alo" diyordu. O günlerde hemen herkes telefonu açtıklarında Alexander Graham Bell'in anısına saygı olarak "Alo" demeye başladı. Bugün tümümüzün kullandığı "Alo" sözcüğü işte o günlerden günümüze uzanmaktadır.
*****

Tarihin En İlginç İntihar Girişimi

1998'de bir Fransız oldukça karmaşık bi intihar girişiminde bulundu.

Bir deniz kıyısında yüksek bir yamacın tepesine çıkıp boynuna bir ip bağladı, ipi de büyük bir kayaya bağladı. Sonra zehir içti ve kendini ateşe verdi. Uçurumdan atlarken de tabancayla kafasına ateş etti!

Ama devamı daha ilginç.

Çünkü kurşun onu ıskalayıp ipi kesti, böylece adam suya düştügünde asılı kalmadı. Soguk su yanan elbiselerini söndürmekle kalmadı aynı zamanda onu şoka sokarak yuttugu zehri kusmasını sagladı.

Sudan bir balıkçı tarafından çıkarılıp hastahaneye götürülen adam orada hipotermi (vücut ısısının aşırı düşmesi)den dolayı öldü...
*****



VARLIĞININ CANI CEHENNEME, YOKLUĞUNU ALMA BARİ..


Bana seni yazdıran yarım kalmışlığındır...

Bu gece yokluğunun dökümünü yapıyorum. Aylar önce sensizliğe yazdığım şiiri okudum, bir de dün gece yazdığımı... Hiç fark yok... Neden azalmıyorsun bende? Neden gidişin dün gibi? Neden sana yazdığım her yazı, hep aynı yerde tıkanıyor? Ben bugüne kadar kimseyi yokluğunda bu kadar önemsemedim... Kimseyi yokluğunda bu kadar özlemedim... ve şuna emin ol; hiç kimse, yok'ken bu kadar sevilmedi... Benim karşıma "aşk" diye bu sonucu çıkaran, yarım kalmış'lıktan başka bir şey değil, bunun farkındayım...



Ama iyi ama kötü, bitmeli her hikaye! Sen bitmedin..... Bitmeyensin... Ayrılığın adını koyamadık sevgilim. İşte bu yüzden kopamadık birbirimizden bir türlü......



Ben yarım kalan ve adı konmayan hiç birşeyi unutmam... unutamam..... içimde sızısı kalır. Ya herşey yaşanacağı yere kadar yaşanıp sona ermeli ya da ayrılık sözkonusu olduğunda bir daha kimsenin çıtı çıkmamalı! Biz bunu başaramadık, ayrılamadık! Sen yaşanıp da bitseydin eğer hatrıma gelmezdin. Seni bu kadar yazılası yapan, yarım kalmışlığındır...O gecenin sabahında, ayrılığın aklına nerden geldiğini biliyorum... Anlamıştın benim soyut' a tutkun olduğumu... O yüzden gittin kim bilir... Sevilmek için, güzel hatırlanmak için, kayıplara karışmayı tercih ettin... haklıydın belki de... Olağan hiç birşeyi sevemedim ben hayatım boyunca..... Herkesin, her an yaşadığı hiç birşeyi benimsemedim... Ben yaşadığım hiçbir aşkı hayatın akışına bırakmadım. Bunu yapanlar her zaman kaybeder... Zaman denilen kavram düşmanıdır aşkın... eğer ortada aşk denen bir şey varsa, ne yapıp edip zamanı durdurmalı. Biz bunu başaramadık.... oysa bu o kadar zor bir şey değildi sevgili... Farklı bir dokunuş, ağızdan çıkan ve bugüne kadar kullanılmamış bir söz yeterdi zamanı durdurmaya..... Ben, aşktan söz açıldığında zamanı durduramayan kimseyi sevemedim... Ondandır belki de varlığında sevemediğim insanları, yokluğunda düşlemek.... Belki de onandır, yanındaylen yüreğinin gurbetine düştüğüm bir sevgiliyi, sılasında özlemek...Yokluğun hiç de adil değil... beni yok ediyor, seni var ediyor sevdiğim.....



Evet seviyorum seni varlığına rağmen! Üç mevsim değişti bu şehirde ama ben varlığınla-yokluğunun tezatını çözemedim...



Seni yaşamak istemiyorum! .... Öyle bir sen yarattım ki sen yokken, yaşanıldığı an yitirir anlamını... Sen yokken yarattığım sen, yasakladı sana dokunmamı... Sana düşman bir sen var içimde.... seni senle savaştıryorum, olan bana oluyor... Tam olarak hatırlamıyorum ama uzun zaman önce bir yerden duymuştum bu sözü, "HANİ RUHLARIMIZ ÖPÜŞÜR YA? BAŞKASINDAYKEN AĞZIMIZ..." şu an varlığınla yokluğunun tezatını bu şekilde tanımlıyorum, seni senle savaştırırken mağlup olan yüreğime... Birkaç ay geçtikten sonra, daha anlaşılır bir tanım bulabilirim elbet ama şimdi gerçek olan bu;



RUHLARIMIZ ÖPÜŞÜYOR SEVGİLİM...


Gidişin beni yaralamadı, aksine daha bir sevilir hale geldin...


Varlığındaki seni, yokluğundaki sen kadar sevemezdim... "Keşke sen yanımda oslaydın, keşke bir şeyler yapıp da seninle zamanı durdursaydık" diye hayıflanmıyorum artık..... Her ne kadar adı konmasa da bir kopuşun, her ne kadar vazgeçmeyi beceremesek de, ayrılık ihtiyaçtandı bu hikayede..Yazık! son sözü zaman söyleyecek..Yazık!bu sefer hayatın acımasız akışına bıraktık aşkı...Ben senden kalan ayrılığa bile yas tutamıyorum adam gibi! Bunu engelleyen senin varlığın... ben bunca zaman yokluğundaki senle hayatı paylaşsaydım ve böyle bir senle ayrılığı yaşasaydım, hiçbir şiir kolay kolay hayata döndüremezdi beni... işte bu kadar güzeldir senin yokluğun... işte bu kadar ayrılığına üzülmemi engelliyor varlığın.....


VARLIĞININ CANI CEHENNEME, YOKLUĞUNU ALMA BARİ..

AŞKTA DEPREM GİBİDİR...

Ne zaman kimi vuracağını asla bilemezsiniz.

Gece yarısı aniden, dipten yükselen coşkulu bir dalga gibi kabarır içinizde.

Toprak ayağınızın altından kayıyor gibi olur ve en hazırlıksız olduğunuz anda bütün şiddetiyle vurur.

Sarsılır,neye uğradığınızı şasırırsınız.

Heyecan, korku, kararsızlık, cesaret, acı,öfke, hüzün, merhamet, şiddet kaplar bir anda dünyanızı.

Eş dost yardıma koşsa da kolay toparlanamazsın.

Bittiğinde ağır bir enkaz bırakır geride.

Daha kötüsü,"tamamen bitti" sandığınız sarsıntı,hafif bir şiddette artıcı şoklar halinde yıllarca sürebilir.

Kalbinizdeki kırık hat ara sıra yoklar yeniden...

BİR KADINI AĞLATMAK ZOR DEĞİLDİR..!!

Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında.

Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme,bir şarkıya,bir yazıya...

En az erkekler kadar yani !

Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur.

Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa,ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir.

Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan,

Gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe. !

İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının.

Yutkunamaz,nefes alamaz ; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır.

Gözleri buğulanır kadının sonra.

Ağlamayacağım,der içinden.Ama engel olamaz işte.

Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplanmaktadır...

Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın.

İnce ince süzülür yaşlar gözünden;önce birkaç damla,sonra bir yağmur seli

Ve kadın ağlar ; hem de çok.!

Sanmayın ki gidene ağlar kadın.!

Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan,orada bıraktığı yaradır.

O yaranın hiç kapanmayacağını,kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar..

Ama bilir misiniz,ağlamak kadınları olgunlaştırır.

Her damla ,daha çok kadın yapar kadınları.

Her damla bir derstir çünkü.

Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan,ağlama niye ağlıyorsun ki,değmez onun için derler..

Bilmediklerindendir böyle demeleri.

Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa ölürler.

İçindeki zehirdir onları öldüren.!

Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar,o irini temizlerler yaralarındaki.!

Çünkü bilirler,o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları..

Dönüşmemesi lazımdır oysa.O yüzden de bolca ağlarlar.

Zaman geçer sonra,kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler.

Umarım öğrenirler,yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini.

Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir.

Bunu bilir kadınlar,o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı..

Çok ağlayan kadınlar,bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında.

Her damla olgunlaştırır kadınları,

Evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür.

Küçüldükçe değerinin yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp,yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden..

Güçlü,yenilmez,mağrur ve aşka inanmayan...

İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye;hepsi kariyer derdinde olan..

Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar.

Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki,o kadar çok ağladılar ki.!

Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar,o yüzden kendilerine sarılıyorlar.

Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi ; hem de hiçbir zaman.!

Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların..

Eee, o zaman niye sarılsınlar ki.!

Niye sarılalım ki.!

Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur..

Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır.

Bilin ki, artık artık aşkın olmadığına inanmıştır.

Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır.

FENER SENİN ELİNDE...

Dünyayı karanlık bir yer olarak algılayabilirsin, ama onu aydınlatacak fener senin elinde.

Biliyorum çoğu zaman farkına varamadın kendi potansiyelinin; çünkü düşüncelerin kendinden çok uzaktı.

Sen kendinden başka her şeye odaklanmaya çalıştın, kendini anlamana izin vermedin. Senin için kendine verdiğin değer bu mu gerçekten?

Kendini anlamayan seni, bir başkasının anlamasını nasıl bekleyebilirisin ki?

Ama bekledin! Hala da bekliyorsun nereye kadar bekleyeceğini bilmeden…

Senin için önemli olan da bu zaten, zamanın bir şekilde geçmesi!

Beklentilerin dışa dönük olduğu sürece kendi potansiyelin karanlıkta kalacak. Ya şimdi kendini fark et, ya da ölü gibi yaşamaya devam et!..

Sen, olmayı istediğin sen oldun.

Seçimlerinin toplamı, yaşamının anlamını oluşturdu zihninin derinliklerinde.

Sen, olmayı istediğin oldun, ama farkına varmadan…

Nedensiz ve sorgusuzca, yargılamadan kendini sadece bir kez daha düşün.

Düşlerinin odağı nereye uzanıyor?

Sen kimsin ve nasıl sen bu haldesin, iyi ya da kötü…

Üzülme “hayal ettiklerime kavuşamadım” diye, bunu öyle iyi başardın ki!

Evren bile şaşkınca baktı sana kendine yaptığın haksızlıklar karşısında…

Korkuyu sen var ettin, onu huzura çevirecek olan da yalnız sensin!

Bir köpek düşün karşında dikilmiş ve gözlerini irice açmış sana bakıyor. O sana baktıkça senin de ellerin ayakların titriyor zıngır zıngır.

Korkuyorsun.

Hem de çok korkuyorsun, aklında yarına kalamamanın kaygıları var çünkü…

Peki, o köpekçik başında palyaço maskesi ile karşında dursa ve sana sırıtıp kuyruk sallasa. Sonra da iki ayaklarının üstüne basarak hoplayıp zıplasa…

Ondan yine korkar mıydın?

Hiç sanmıyorum, çünkü sen düşüncelerinle korkuyu var ediyorsun!

Korkuyu var eden sen, huzuru da var edebilirsin.

Hem de istediğin zaman!..

Sen müthiş birisin, süpersin; çünkü düşünebiliyorsun…

ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA SUSKUNUZ...

Suskunuz… hem de çığLık çığLığa bir suskunLuk

Evet ama bu konuşacak bir şey oLmadığından değiL..
Konuşmaya çaLıştığımız şeyLerin bizi aLıştığımız yaLnızLığımızdan
UzakLaştırması asLında korktuğumuz…

İkimizde cesaret edemiyoruz...
ÖyLesine aLışmışız ki içimizde büyüttüğümüz yaLnızLığımıza...
Seviyoruz onu...
BeLki de...
Yaşandığında yok oLacağı korkusu, bizi tereddüte düşüren Kaybetmekten korkacağımız bize ait bir şey oluşturma kaygısı…

Sen...
Yapamadığın hamLenin, hayatın boyu inanmak istediğin değerlere sahip gibi gördüğün düzeni yok etme girişiminden başka bir şey oLmayacağını düşündün hep…

Ben ise yıLLarın verdiği bir aLışkanlık çerçevesi içinde var ettiğim varLığa daha fazla acı vermemek için tek yıkım çaLışmasından sonra, susmayı tercih ettim…

İçimden çığLık atarak susuyorum…
Susuyorum…
İçimde o kadar güzeLsin ki…
Sana susuyorum …

Demiştim ya yüreğim susmayı öğreniyor..
AsLı yok ..
Sevdiğini anLadığında içinde duyduğun çığLığın yankısı hiç bitmiyor… O hiç susmayacak…
Her gün, her saat bana haykıracak, bağıracak , parçaLayacak içimi.
Benimse yüzümde o güLümsemem yer edinecek tekrar…
Ona her şey yoLundaymış güLücüğü atmaya devam edeceğim…

"Sadece bundan sonra kimse onun sesini duymayacak Ve bundan sonra kimse, onun tarafından seviLdiğini öğrenemeyecek…"

Önce Öğren Aşkı, Yaşamayi Bil, Ondan Sonra Çık Karşıma.

Ondan Sonra ''seninki de Aşk mı?'' de.

Ben de O zaman cevap Vereyim Sana, Savunayım Aşkımı.

Madem Yeri Geldi, Bir iyilik Yapayım Sana,

Okuda Nasıl Aşık Olunurmuş Öğren...


Teslim Olacaksın...

Kayıtsız Şartsız Teslim Olmayı Gerektirir AŞK.
Bir Yanın AŞkta, Bir Yanın Başka Tarafta Olmaz.
Beynen , Kalben , Ruhen , Bedenen Teslim Olmayı Bileceksin...
HerŞeyinle AŞka Adayacaksın Kendini...


''canım Yanar ''diye Düşünmeyeceksin.
AŞk Bu , Yakabilir Canını. Ama Sen Bunu Göze Almazsan,

Dünyanin En Büyük Mutluluğunu Da Yakalayamazsın.
Hem Gülü Koklamak İsteyeceksin Hemde ''dikensiz'' olsun Diyeceksin.

Olmaz Öyle Şey, Gülü Seveceksen, Dikeninin
Batabileceğini De Bileceksin...
Korkmayacaksın...
Hiç Bir AŞK ''Şu Gün Biter'' Diye Başlamaz.

AŞk Sözleşmelere Bağlanamaz.

''Önce Sen Aşık Ol, Sonra Ben Olurum'' Diyemezsin.
Karşılık Olmasada AŞK Vardır. Yüreğini Ardına Kadar Açacaksın.
Yaralanma Olasılığın Vardır Ama Unutma ki o

Yürek Aşksız Atmaz.

AŞKsız Atan Yüreğe, Yürek Denmez. ''terk Ederse, Aldatırsa

'' Diye Düşünüp Kendine Zehir Etmeyeceksin Hayatı.
Şüphe Hem AŞkın Hem İnsanın Düşmanıdır...


Yaşayabildiğin Kadar Yaşayacaksın. Sonu Acı Bitmiş

Olsa da Şükredeceksin

O Güzel Günleri Yaşadığın İçin.


Çalışacaksın...''aşık Oldum, Haydi Bakalım Ne Olacaksa Olsun''

Demeyeceksin.

İştir AŞK, Uğraştır, Emektir.

Uğraşacaksın, Çalışacaksın.

Besin İster AŞK, Tıpkı Çiçek Gibi. İnsandır Besini AŞKın.

Sen AŞKa Ne Kadar Çok Şey Verirsen O da Seni O Kadar Mutlu Eder Bunu Unutmayacaksın.


Asıl İş, AŞık Olduktan Sonra Başlıyor Zaten.

AŞk Küt Diye Çıkar

Karşına Reddemezsin. Öyle Bir Gücün Yok.

Ama AŞKı

Yaşatabilme Gücün Var. Kullanırsan Var.

Üşenmeyeceksin,

Usanmayacaksın.


Bİr Duvarı Ören Usta Gibi, Bİr Bahçeyi

Çapalayan Bahçıvan

Gibi Ekeceksin, Dikeceksin,sulayacaksın.


Sen Bunları Yaptığın Halde Yaşamıyorsa AŞK,

Aldırma.

Elinden Geleni Yapmış İnsanların Huzurunu Hissedeceksin.


Bu Bile Yetecek Sana.

Koruyacaksın...

AŞK Senin En Değerli Varlığındır,

Gözünden Bile Sakınacaksın.

Nadide Bİr Çiçek Gibi, En Değerli Vazoda,

Paha Biçilmez Bİr Mücevher Gibi En Gizli Kasada Tutacaksın.

Dalgalanmalara Açık Bir Duygulur AŞK...
Korumazsan, Kırılır, Kaybolur.
Saklamazsan, Çalarlar Üzülürsün.


Şimdi Okudun Mu AŞKı..?
Anladın Mı...?


Yetmez, Bir Daha Oku, Ezberle.
Sonra Gel Yine, Belki O Zaman Konuşuruz

AŞKı Seninle.
Belki O Zaman...

EVLİLİK HAKKINDA BİR RÖPORTAJ

Siz de aşkla başlayanlardansınız...

Nil: Hem de yıldırım aşkıyla. İkimiz de ilk görüşte aşkı yaşadık.

Saim: Sadece ikimiz vardık sanki dünyada.

Ne kadar sürdü bu dönem?

Saim: Herhalde üç dört ay sürdü.

Nil: Ben, o dönem bitsin istiyordum artık. Çünkü yazı yazamıyordum, başka hiçbir şeyle ilgilenemiyordum. Varsa yoksa Saim.... O kadar hastalıklı bir durumdu ki.

Saim: Bunun hayatını aksattığını hissetsen de tadını çıkarmaya odaklanıyorsun. Ama bir süre sonra hayata dönüyorsun. Bu noktada ilişkide özen önem kazanmaya başlıyor. Çünkü bu özen yoksa bir arada kalmanın bir anlamı da kalmıyor.

Nil: İnsan değer verdiği şeye özen gösterir. Birçok insan arabasına eşine verdiğinden daha çok değer veriyor.

Arabalarına iyi bakmazlarsa tamirci masrafı, ilişkilerine bakmazlarsa da doktor masrafı çıkıyor galiba...

Nil: Evet... Gerçek ya da hayali hastalıklar ortaya çıkıyor. Hastalıkların çoğu insanların mutsuzluğundan kaynaklanıyor. İnsanlar mutsuz olmamakla yetiniyorlar. Oysa mutlulukla mutsuz olmamak arasında dağlar kadar fark var.

Neden böyle?

Nil: Kendilerini layık görmüyorlar.

Saim: Mutluluklarını koşullara bağlıyorlar. Ama o koşulları değiştirme sorumluluğunu almıyorlar. Çaba harcamıyorlar.

Ya evliliğin getirdiği sorumluluklar....

Saim: İnsanların en büyük hatası sorumluluğu özgürlük kısıtlaması olarak algılaması. Oysa ki sorumluluk özgürlüğümüzü arttıran bir şeydir. Ne kadar kendi hayatımızın sorumluluğunu üstlenebiliyorsak o kadar da özgürüzdür.
Örneğin; ekonomik olarak kendi hayatımızın sorumluluğunu üstlenemiyorsak yaşadığımız hayat da kısıtlanır. Duygusal olarak kendi duygularımızın sorumluluğunu alamıyorsak, duygularımızı başkaları belirler, istemediğimiz duyguları yaşamak zorunda kalırız.

Nil: Tabi burada ‘öz’ sorumluluktan bahsediyoruz.

Nasıl yani?

Nil: Öz sorumluluk, görev anlamına gelmez. Fedakârlık içermez. Çiftlerden biri fedakâr ise bu fedakârlık bir süre sonra öfke yaratır. Sağlıklı ilişkilerde ‘özveri’ yani ‘öz’den verme vardır. Vermek keyif olmaktan çıkıp da birinin görevi haline gelmişse veren kişide öfke yaratır.

Saim: Başkalarını mutlu etmek uğruna kendi hayatını feda eden insan, karşısındakinde minnet duygusu uyandırır. Ama minnet duygusu, içinde öfkeyi barındır daima. Üstelik, fedakâr eşler, yaptıkları ‘feda’dan bekledikleri ‘kâr’ ı elde edemezler genellikle. Hatta, bütün o fedakârlıklar onların asli görevi gibi görülür. O zaman da haksızlığa uğramış hissederler kendilerini.

Ya sadakat....

Saim: Sadakat, düşünsel ve cinsel bağlılık gerektirir. Bunu da toplum kurallarından baskılardan dolayı değil, kendi içinden öyle geldiği için yaparsın.

Nil: Bu da ancak eşler birbirlerinin fiziksel, duygusal, düşünsel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılıyorsa olabilir.

Saim: Yani şöyle bir sadakat anlayışı olmaz: Ben tatmin olmuyorum bu ilişkide ama sadık bir insan olduğum için de eşimi aldatmam... Böyle bir şey olmaz. Hiç kimse bunu yapamaz. Ama insanlar ilişkilerinden yeterince doyum alamadıkları halde, çıkarlarına uygun olmadığı için ayrılmıyorlar. Kendilerini ya doyumsuz bir hayata mahkum ediyorlar ya da eşlerini aldatıyorlar.

Nil: Gerçek sevginin olduğu yerde aldatma olmaz.

Emin misiniz?

Nil: Kesinlikle olmaz.

Saim: Evet. Doyum bulmuyorlarsa ayrılırlar. En yıpratmayan çözüm budur. Aldatma durumunda kişinin kendisine olan saygısı da azalıyor. Erkekler, toplumum meşru görmesi nedeniyle bunu biraz daha kolay kaldırıyorlar ‘’Her evli erkek arada bir küçük çapkınlıklar yapar’’ gibi rasyonalize ediyorlar ama biraz gelişkin bir insanın bundan rahatsız olması lazım.

Ama ‘’sorumluluklar, hayat şartları’’ diyorlar ve sürdürüyorlar...
O kelimeleri ‘’çıkarlarım’’ olarak değiştirmeleri gerekir. İlişkinin sorumluluğunu üstlenmiyorlar demektir.

İlişkinin sorumluluklarından biri de sadakattir. Diğerleri sorumluluk değil ‘çıkar’dır.

Çocuklarım diyorlar...

Saim: Bu da bir çıkar. Çünkü ayrılınca çocukların onlara yükledikleri sorumluluk artıyor. Eskiden olduğundan daha fazla ilgilenmek durumunda kalıyorlar çünkü....

Nil: En büyük yalanlardan biri o. ‘’Çocuklarım uğruna ben bu evliliği sürdürüyorum.’’ Hakikaten büyük bir yalan, iki yüzlülük. Aynı kadın, ekonomik koşulları müsait olsaydı, ya da hemen evliliğini bitirdiği anda karşısına hayatının ideal erkeği çıkacak olsaydı hâlâ çocuklarım deyip devam ettirir miydi ilişkiyi..

Grup çalışmalarınıza 89 yılından bugüne altmış bine yakın insan katılmış. Bu, ilişkilerdeki tükenme aşamalarını gözlemlemek için de iyi bir rakam...

Saim: İlişkiler belli aşamalardan geçerek tükeniyorlar. Bunların ilki tepki aşamasıdır: Özen gösterilmemeye başlanır. Eşin bizi daha önce rahatsız etmeyen huyları rahatsız etmeye başlar. Bunun önü alınamazsa tepki kızgınlığa dönüşür.

Nil: İnsanların birbirilerine çekilme nedeni genellikle ayrılma sebebiyle aynıdır.

Saim: Kızgınlığımız giderek artar. Aramızda duygusal bir duvar örülmeye başlar. Her şey batmaya başar. Bol miktarda kavgaların olduğu bir aşamadır bu. Suçlamalar, yargılar vardır bol bol. Eşler birbirlerini değiştirmeye çalışırlar. Aralarına duygusal bir duvar girer. Bunun da önü alınamazsa reddediş başlar. Bu aşamada yataklar da ayrılır genellikle. Yatakların ayrılmasının kalıcı olduğu noktada geri dönüş artık imkânsızdır neredeyse. Tekrar denense bile bu kısa süreli olur.

Bu aşamada ayrılmayanlar, çıkarları gerektirdiği için bir arada dururlar ve bastırma aşamasına geçerler. O noktada, artık kavgadan, gürültüden yorulmuşlardır ve iki yabancı gibi yaşamaya başlarlar. Dışardan bakıldığında çok uyumlu, çok iyi anlaşan bir çift gibi görünürler. Çünkü başkalarının yanında hiç kavga etmezler artık. Birbirlerine gerektiği gibi davranırlar. Evde de aynı evi paylaşan iki yabancı gibi yaşarlar.

Nil: Çünkü artık kavga etmeye değen bir şey kalmamıştır ortada... Aslında insanın mutluluğunun yüzde 85’inin kaynağı aile ilişkisi, sosyal ilişkiler, hobiler ve birey olabilme yetisini kazanmak. Yüzde 15 ise, iş hayatında başarıdan geliyor.
Biz, hayatımızın ortalama yirmi yılında o yüzde on beş için okula gidiyoruz. Geri kalan yüzde seksen beş içinse hiçbir okul yok. Biz bu ihtiyaçtan yola çıkarak; adına ‘’Yaşam Okulu’’ dediğimiz, içinde ilişkiler, iletişim, NLP, özgüven, kendin olmak, doğru karar verebilmek, gölgeler gibi çalışmaların olduğu 22 gün süren bir grup çalışması oluşturduk...

Özel ilişkideki mutluluğun, hayatın diğer alanlarındaki mutluluğu etkilediğini, ama hayatın diğer alanlarındaki mutluluğun özel ilişkiye pek bir katkısı olmadığını mı, söylüyorsunuz?

Nil: Evet. Dünya, meşhur, başarılı ama özel hayatlarında son derece mutsuz insanlarla dolu. Herkesin aradığı; sevdiği, sevildiği, güven duyduğu bir ilişki içinde olmaktır.

Saim: İnsanlar, doğru insanı bulurlarsa hayatlarına sihirli bir değnek değeceğini ve mutlu olacaklarını zannediyorlar. Ama, yok böyle bir şey. Bu ancak masallarda olur. Sürekli emek gerekiyor.

Nil: İşin sırrı, kendilerinin doğru insan olabilmesinde. Sen doğru insan olduğunda senin için en doğru insanı da mıknatıs gibi çekiyorsun zaten. Sıradan insan doğru insanı bulmaya çalışıyor. Bilinçli insan doğru insan olmayı amaçlıyor.
İnsan olmakla insanımsı olmak arasında fark vardır... Doğru insan, kendi mutluluğunun sorumluluğunu üstlenmiş insandır... Fiziksel boyutta kendine bakabilen, duygularının sorumluluğunu alabilen, zihnini sürekli geliştirebilen, manevi boyutuna önem veren, varlığıyla bütüne bir katkıda bulunan insandır.

Kişilikleriniz benziyor mu birbirine?

Saim: Tam değil. Ama benzemeyen yanlarımız da birbirimizi zenginleştiriyor ve geliştiriyor. Ama doğuştan getirdiğimiz karakter özelliklerimiz benziyor. Aslında o daha önemli. Çünkü ilişkilerde karakterler daha belirleyici rol oynuyor.

Biraz açar mısınız şu 'karakter' meselesini?...

Saim: Mesela, ikimiz de hiyerarşiye önem vermeyen, özgürlüğüne düşkün, yaptığımız işlerde anlam arayan insanlarız. Benim için ‘başarılı olmak’ her şeyden önemli olsaydı, faaliyetlerimizin eksenine ben başarıyı koyacaktım; Nil de anlamı.
Dolayısıyla, elde etmek istediğimiz şeyler farklı olduğu için inanılmaz çatışmalar yaşayacaktık. Ya da ben hiyerarşiye düşkün olsaydım eşit ilişki kuramazdık... Diğer insanlarla ilişkilerde de birbirimize benzeriz. Örneğin, birimizin sevdiği insandan diğerinin hoşlanmadığı pek olmuyor.
İlişkiler hakkında bu kadar çok bilgiyle yüklüyken şöyle ağız tadıyla bir kavga da edemez ki insan...

Nil: Doğrudan kendimizden kaynaklanan büyük çatışma yaşadığımızı hiç hatırlamıyorum.

Saim: Bizim tartışmalarımız daha çok iş hayatındaki fikir ayrılıkları olarak çıkıyor. Zaman zaman biz de tepkisel tartışmalar yaşıyoruz. Ama bunu mümkün olduğu kadar çabuk ve tortu bırakmadan sonuçlandırıyoruz. Bu da karşındakini dinlemekle mümkün olabilir. İkimiz de bir çatışmada kendimizi de eleştirmeye özen gösteriyoruz.
İşin içinden çıkamadığımız durumlarda da sorunlarımızı ve çözüm önerilerimizi yazılı olarak veriyoruz birbirimize... Başkalarına öğrettiğimiz şeylerikendimize de uyguluyoruzyani.
Zaten hiç sorun yaşamamak mümkün değil.

Nil: Çok sıkıcı bir hayat olurdu.

Büyük çatışmayı nasıl tanımlıyorsunuz peki?

Saim: İnsana kendisini değersiz, önemsiz hissettiren, karşımızdakine duyduğumuz saygıyı azaltan çatışmalar.

Nil: Saygısızlık yüzgöz olmaktır.

Saim: Bizim on üç yıl içinde hangi konuda kavga edersek edelim ağzımızdan saygısız ya da hakaret içeren tek bir sözcük çıkmamıştır.

Nil: Bu ağzından çıkan kelimelerin sorumluluğunu almaktır.

Saygısız sevgi olur mu?

Nil: Mümkün değil. İnsanlar samimiyeti bilmiyorlar, yüzgöz oluyorlar. Samimiyet, yani içtenlik kendin olabilmektir. Benim dostlarımda da aradığım en önemli özelliktir bu. Onların yanında olduğum gibi olabilirim.

Nasıl oluyor da aradan bunca yıl geçtikten sonra bile hâlâ ilk yıllardaki heyecanı duyabiliyorsunuz?

Nil: Heyecanın ortadan kalkması için ‘alışkanlık’ yasasının devreye girmesi lazım. Onun için de günlerin aynı ve monoton olarak geçmesi lazım. Bizde monoton olan zaman yok ki. Sürekli gelişiyoruz.

Saim: Bir örnek vereyim sana. On üç yıllık beraberliği olan insanların artık konuşacak bir şeyleri kalmamıştır denir. Ama biz Nil’le gecenin üçlerine dörtlerine kadar öyle bir sohbet ederiz ki gülmekten krizlere girdiğimiz anlar olur. Demek ki hâlâ birbirimizle sohbet etmek keyif veriyor, neşelendiriyor bizi. Heyecan dediğimiz şey de bunların hayatta sürekli olması demektir.

Nil: Rutin hayat, kendini geliştirmeyen eşlerin kaçınılmaz olarak yakalandıkları tuzaktır. Bizde ise her gün birbirimizi şaşırtacak bir şeyler oluyor...
İlişkiler canlı bir organizmadır. Ya gelişir ve büyür ya da tükenir ve çürür. Ben Saim’le beraber olduğum on üç yıldan beri her an geliştiğimi hissediyorum. Yani ben onunla beraber olmaya başladığım andan itibaren daha çok bir insanım.
Saim, benim içimdeki iyiyi ortaya çıkarmak için katalizör oluyor...
Zaten dostluğun da tanımı budur.
Saim’i bugün ilk günden daha fazla seviyorum. Çünkü, Saim’le beraber olduğum bu on üç yılda kendimi de adım adım daha fazla sevdim.

Saim: Demek ki ben onun kendisini değerli hissetmesine katkıda bulunmuşum. Tabi aynı şey benim için de geçerli. Ben de kendimle daha barışık bir insan oldum.
Kaç yaşındaydınız aşkınız başladığında?

Saim: Ben 47, Nil de 42...

Nil: Yani, aşk sadece belirli bir yaş grubuna ait olan bir duygu değildir.

Daha önce hiç aşk yaşamadığınızı iddia edemezsiniz herhalde?

Nil: Tabii canım.

Fark nedir peki?

Saim: Diğer aşklar bitti. Sevgiye dönüşemedi.

Nil: Benim önceki aşk ilişkilerimde, içimde hep ‘’Bir şey eksik’’ duygusu vardı. Ama Saim’le hiçbir eksiklik duygusu hissetmedim.

Bunun görmüş geçirmişlikle de bir ilgisi var galiba...

Saim: Gelişkinlikle ilgili bir şey tabii ki. Bundan yirmi sene önce ilişkiye bugünkü gibi bakmıyordum. Dolayısıyla kıymetini bilemeyebilirdim. Eğer yirmili yaşlarda birlikte olsaydık, iletişim çatışmalarının üstesinden nasıl geleceğimizi bilemeyeceğimiz için bu bizi ayrılığa doğru sürükleyebilirdi.

Nil: Sabote ederdik ilişkimizi yani.

Saim: Birçok çiftin başına gelen de bu zaten.

Nil: Sevgi bir bilinç boyutu deyip duruyoruz. Bu bilinç boyutuna da 18 yaşında gelinmiyor.

Aşkın sevgiye dönüşmesi nasıl oluyor?

Nil: Aşkın doğasında bitmek vardır.

Ama bunu kabul etmek çok zor...

Nil: Aşkın bitmesi kötü bir şey değildir. Her an mutlu olabiliyor musun? Mutluluk da acı da biter. Duyguların hepsi gelip geçicidir. İyi ki sürekli mutlu değiliz. Yoksa çıldırırız.
Ama, bunun bitişi dönüşümle olursa o zaman sevgiye dönüşür. Yani sahici aşk sevgi bilincinin ilk evresidir.

Ya tutku?..

Nil: Tutku, sadece bağımlılık ilişkisidir. Sigara bağımlılığından farklı değildir. Aşkta hem bağlılık hem bağımlılık vardır. Sevgide sadece bağlılık vardır.

Peki, ilişki sevgiye dönüştükten sonra aramaz mı insan ‘AŞK’ ın heyecanını?

Saim: Aramaz.

Nil: Çoğu insan sanıyor ki aşkta heyecan vardır; sevgide yoktur. Halbuki aşkta sadece heyecan vardır dinginlik yoktur. Sevgide hem heyecan vardır hem dinginlik vardır.

Saim: Aşkta, sevgilinin dışında hiçbir şey yoktur. Sevgide ise hem sevgili vardır hem hayatın her şeyi. Bir uçtan bir uca savrulmazsınız. Dengedesinizdir.

Nil: Aşk aslında bir mani halidir. Aşk bitince depresyona giriyorsun. Manikdepresif yani.
Sağlıklı insanda aşk adım adım gelişir ve sevgiye dönüşür.

O zaman 'gerçek' sevgi aşktan da öte...

Nil: Aşktan çok öte bir şey. Aşkın bütün olumlu halleri gerçek sevgide vardır ama olumsuz halleri hiç yoktur.

Son olarak, aşktan aşka koşan insanlar için neler demek istersiniz?

Nil: Birçok insan cinsel arzuların dorukta olmasını, tensel arzuyu aşk sanıyor. Onun için iki ayda biten evlilikler var. Tabii ki aşkta cinsellik vardır. Ama sadece cinsellik yoktur.

Saim: Bunlar ilişki değil aslında, fethederek kendini değerli hissetme arzusu. Böyle kişiler ne kadar çok insanı fethedebiliyorlarsa o kadar değerli olduklarını sanırlar.

ALINTI

AŞK AYAKKABI GİBİDİR...

AŞK Ayakkabı Gibidir...; "Delik" Bir aşkı onarmaya Kalkışmayın...

Bedenin yükünü ayaklar taşır, ruhun yükünü yürekler...

Bütün ağırlığınızı ve yorgunluğunuzu kaldıran ayaklarınız için rahatlığı ve şıklığı bir arada barındıran ayakkabıyı seçersiniz.

İçinizin acılarını,sıkıntılarını,kırgınlıkların- ı ve hayallerini yüklenen yüreğiniz için de huzur verici ve "güzel" bir aşk ararsınız.

Zaten aşklar da ayakkabılar gibidir...

Bazıları çamur yağmur, toz toprak kar buz gibi her türlü "kötü hava" koşullarına dayanıklıdır.

Bazıları ise ummadığınız kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yağmurlu havada "altı açılır" veya güzel havalarda bile "iki günde bozulup" gider.

Aşkları da ayakkabılar kadar "itinayla" seçmezseniz,tıpkı ayağınızda olduğu gibi yüreğinizde "nasır" oluşabilir.

Dar gelen bir ayakkabıyı sadece tarzını beğendiğiniz için "zamanla açılır" diyen satıcıya inanarak alırsanız, zaman içinde ayak kemiklerinizde "deformasyon" başlar.

Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel beğeniye kapılıp "zamanla düzelir" diyenlere kanarsanız, yine zamanla içinizdeki olumlu duyguların "çarpıldığını" görebilirsiniz.

Aşık olabileceğiniz insan türü, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde, farklı kalitelerde ve sayısız "renktedir"...

Aşkı bir çeşit serüven olarak "spor" gibi yaşayanlar, aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat kişileri bulurlar.

Tersine aşkta tutucu ve istikrarlı olmayı benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi muhafazakar çizgiler taşıyanlara tutulurlar.

Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence zevkleriyle ateşlenen aşklar vardır.

"Bez" ayakkabılar gibi kısa ömürlü "tatil aşkları" ise hemen herkesin kişisel tarihinde mevcuttur.

"Marka" ayakkabı alır gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan" aşıklar görürsünüz.

Katı plastikten "yağmur çizmesi" edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "işe yarar" biçimde yaşamak isteyenleri de bilirsiniz.

Ayrıca ne tuhaf ki, psikolojik testlerde "zaafı" olup evine sayısız çeşitte ayakkabılar yığan insanların aynı
zamanda "değişik" türde aşklara da zaafı olduğu söylenir.

Evet, aşk "ayakkabıdır".

Aynen ayakkabınıza bakım yapmayıp "hor" kullandığınız zaman kolayca eskittiğiniz gibi, aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz zaman kısa sürede "eskitirsiniz".

Ve nasıl ki "delik" bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca "bir miktar" ömrünü uzatmış olursanız; "delik" bir aşkı onarmaya kalkıştığınızda da "asla eskisi gibi olmayacaktır"!

SEVGİLERİN EN GERÇEĞİ...

Ve işte sevgilerin en gerçeği!..

Beyoğlu Sineması'na gitmişler.. İzbe ya da entel dehlizlere dalmışlar..
O felaket tuvaletin yolunu da bulmuşlar ama sevgiyi bulamamışlar..
Yolda çevirip soruyorlar..
"Peki sen nasıl buldun?" diye..

Tesadüfen.. Sevgi genelde öyle bulunur zaten.. Tesadüfen..
Benim çocukluk heyecanım, KamburŞövalye de Legarder'i izlemeğe gittiğim gün o ufak tefek Japon, bir portakal sandığını ters çevirip yaptığı tezgâhında, tuvalet parasına, 100 bin liraya satıyordu bu "Sevgi" kitapçığını..
"Bir şey kaybetmediniz" dedim, benim yazılarımı okuyup kitabın peşine düşenlere..
"Hatta kazandınız.. Çünkü ben sizlere aslından güzel naklediyorum.."
Aslı derken tercümesi tabii.. Japon yazar Masumi Toyotome'nin günahını almayalım ve gelelim son bölüme.. Yani gerçek sevgiye..

Üçe ayırmıştı yazar sevgileri..

Eğer türü sevgi.. Seni severim, "eğer" bana Ferrari alırsan..
Çünkü türü sevgi.. Seni seviyorum.. "Çünkü" Ferrari'n var.."

Çünkü türü sevginin daha iyi olduğunu anlatmıştı yazar.. "Eğer türü gibi şartta bağlı değildir. Sahip olduğu şeyler yüzünden insanın sevilmesidir. Güzel diye.. Yakışıklı diye.. Sanatçı, zengin diye.. Ünlü diye sevilmek insanın hatta hoşuna gider.." demişti..

Ama onu da elinin tersi ile bir kenara itmişti. Çünkü bu tür sevgi büyük bir stres yaşatırdı.. "Ben bunlara sahibim diye seviliyorum. Kaybettiğim gün beni sevenler de kaybolur etrafımdan" korkusu getirirdi.
Eninde sonunda da, eğer türü sevgi ile aynı kapıya çıkardı. Sevilen siz değildiniz.. Sahip olduğunuz ve kaybedebileceğiniz şeylerdi.
Peki neydi, gerçek sevgi?.. Asıl sevgi.. Kutsal sevgi.. En güzel sevgi..

"Üçüncü tür sevgi benim 'Rağmen' diye adlandırdığım türdür" diyor yazar.
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu..

Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil.
Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir.
Güzelliğe bakar mısınız?..
Rağmen sevgi..
Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya Çingene olmasına "rağmen" tapar!..
"Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara 'rağmen' sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile .."
Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor.
Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar "Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor. "Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir."

Bunun böyle olduğundan nasıl emin?..
Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. "Şu soruma cevap verin" diyor.

"Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz?.. Kendi kendinize 'Yaşamamın ne yararı var' diye sormaz mıydınız?.."

Devam ediyor Toyotome..

"Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birdenbire başınızın üstüne çökmez miydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?."

Sizi bilmem.. Ben bunu aynen yaşadım, sevgili okuyucular.. Aynen..
Biz dönelim Toyotome'ye..
"Diyelim sıradan bir yaşamınız var.. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?.." diye soruyor ve yanıtlıyor:

"Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar."

Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "Rağmen" sevgiyi..
"Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni 'Rağmen' türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır."

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome..
"Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor.. Anlatıyor..
"Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama da o da aynı şeyi başkasından beklemektedir."

Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?..
Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz..
Hani nerede?..
Hepsi o..

Ve asıl çarpıcı cümle en sonda..
"Dünyadaki en büyük kıtlık, 'rağmen' türü sevginin yeterince olmayışıdır!.."
Tariflerine katıldığım Masumi Toyotome'nin bu kötümserliğine katılmıyorum..
Bu sevgi bu dünyada yeterince var.. Bugüne kadar bulamadıysak, yeterince aramamışız demektir. Bulacağımıza inanmamışız demektir. İlk tatsız deneyimden sonra yıkılmışız demektir.

Oysa "Sevgi" bir yerlerde bizi bekliyor..
Bulana kadar aramaya devam!..
Hatta.. Ve hatta sevgili okuyucular,
Belki de böyle bir sevgiye sahibizdir de haberimiz yoktur. Biraz dikkatli bakalım etrafımıza..

Alıntı

KADIN KALP HİZASINDAN SEVİLİR...


Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak sevmeli erkek kadını..
Ama hiç bir kadın çocuk muamelesi görmek istemez.
Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini,dikkate alınmasını ister.
Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz; ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz..

Bir kadın güçlüdür aslında.hatta erkeklerden çok daha güçlüdür.
Ama bu gücünü herzaman ortaya koymasını sevmez.
İster ki,erkeğin gücü kendisine huzur versin.
Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler.
Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir.

Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz.
Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.
Bir kadın sevgidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır.sevdiklerinden kolay ayrılamaz.
Sevdiklerini kolay kolay kıramaz.zor sever; ama, tam sever.
Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir.

Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız.
Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz.ancak beyninde yer her an terk edilebilirsiniz.
Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette.
Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri acımak" duygusudur.
Bir kadın yalnızdır aslında. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz.
Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır.
O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz.
Yalnızlık onun sığınağıdır.
O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir.

Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız,onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.
Bir kadın çılgındır aslında. Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez.
Üreticiliğinin sınırı yoktur.
Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler.
Hoyratça harcamaz üreticiliğini,sadece erkeğine saklar.
Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir.
Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor.
Yemek yemek,su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyormusunuz?

Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz
Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin..!!!
Çünkü Allah gözyaşlarını sayar.....!!!!
Kadın;erkeğin kaburgasından yaratıldı,ayaklarından yaratılmadı..!!!
Öyle olsaydı ezilirdi......!!!
Üstün olsun diye başından da yaratılmadı......!!

AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI......

Eşit olsun diye......
Kolun biraz altında...Korunsun diye...!!!

KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE!!!

SULANMAYAN HERŞEY, ZAMANLA ÖLÜME BAKIYORDU..


Sulanmayan Herşey Zamanla Ölüme Bakıyordu...
Bakıyordu,
Beklenmedik zamanlarda karşılaştığımız, bizi hep şaşırtır.
Şaşırtır çünkü, söylendiği gibi beklenmediktir.
Anidir... hızlıdır... sarsar... hırpalar... sallar...
Beklenmedik zamanlarda karşılaştığımız her ne ise, bizi hep şaşırtır işte.

“Önce bakmaya çalıştık önümüze
neşeli olduğumuz bir gerçekti
kayıtsızdık karşılaşabileceklerimize karşı
ne olabilirdi ki”
Hayat beklenmeyen ne getirdi ki?
Her şeyi belki... Kırmızı başlık, büyük boy bisiklet, keçeli boya kalemleri, saksıda çiçekler, lacivert kısa bir etek, lastik top, baş ağrısı, FMF, beş katlı bir apartmanın beşinci katında bir daire, dat, pek çok diploma, pek çok kış, pek çok bulut, pek çok çikolata, kase kase yoğurt, tereyağlı ekmek, dört duvar, cam bardaklar, savaş...
“şimdilerde her şeye karşı şüphe sana, ona, buna, şuna bana bile...
Yaşadıklarımsa hiç ben yaşamışım gibi değil”

Bunlardan hangisine günler, haftalar, aylar... Öncesinden hazırlık yaptım ki?
Her şeye hazır olduğumu söyleyemeyecek kadar hazırlıksızım aslında yaşamaya. Ölüme mesela...

Ne kadar kesinse öleceğim bir gün, o kadar kesin ona hiçbir zaman hazır olamayacağım. Gündelik bir insan olmanın telaşındayım sanırım çoğu zaman. Gündelik insan olmak...
Çok şükür ki, ayda seksen milyon taksit ödemeye başlamadım henüz.

“Önce çiçeklerin solduğunu farkettim çiçekler solunca sulayabileceğim hiçbir şeyim kalmayacaktı anılarımı sulamayı çoktan bırakmıştım gördüm ki, sulanmayan her şey zamanla ölüme bakıyordu bir balık nasıl susuz kalabilir? Bir bardak su istesem sizden...”

“Bebeklerin aczini gördükçe ürperiyordum, küçük olan her şeyin ilgiye, yardıma, sevgiye ihtiyacı olması kendi küçüklüğüme bakmama sebep oluyordu bir ninni olsa uykuya dalardım”

“Nasıl aldıysam evi sahibinden öylece bırakmalıydım özellikle ocak tertemiz olmalı yerler çamaşır suyuyla silinmeli balkonun darmadağınıklığı derlenip toparlanmalı kırılan varsa yerine yenisi alınmalı duvar kağıtlarında hassasiyetle durulmalı”

“Yer değiştirmeyi ne çok seviyordum mekana sıkışmadan yaşamak bu olsa gerekti kimseye uzun süre tanıdık gelmekten kaçmaktı belki bu şanslıydım ki sürekli aynı pencereden bakmak zorunda değildim şanslıydım ki sürekli aynı kapıdan girip çıkmak zorunda değildim”

“Ne kadar da güzel kiraz ağaçlarınız var cevizlerin sokaklara dökülmesi alışık olmadığımız bizim kestaneler de öyle biz severiz hem cevizi, hem kestaneyi...
Hem de kirazı... Niyetimiz onları bitirmek değil severiz sadece sevmek yeter bize, fazlasına bulaşmayız”

“İki nehir boyu uzanan topraklardayız henüz birini bile görme şansını yakalayamadım”

“O kıtanın üzerinde sanal yaşıyormuş insanlar dediler ki bomboş sokaklar biz sokakları severiz, yürürüz bol bol köşebaşlarında durup bakarız kaldırımtaşlarının çizgilerine basmamaya çalışırız yapacak çok şey buluruz istedikten sonra sağlık olduktan sonra...”

“Kedilerle konuşmak için çıktığımda dışarı havanın soğuk olduğundan yakındılar bana üşüyen patilerinden, titreyen tüylerinden bahsettiler henüz kış, henüz soğuk dedim onlara miyavlayıp uzaklaştılar”

“Epeydir kelimelere dokunamadığımdan parmaklarımda uyuşma var bu kadar uzak kalmak yaramadı onlara kalem elimi özledi elim kalemi...”

“Şu buz tutmuş yolu gördün mü sen de su borusu patlamış ne kötü”

Beklenmedik zamanlarda karşılaştığımız, bizi hep şaşırtır.

Hayat beklenmeyen ne getirdi ki?

Her şeyi belki..

Shadow-750c

YÜREĞİM YAŞAYAN BİR ÖLÜ....


Yüreğim Yaşayan Bir Ölü..! ! !

Öyle bir an geldi ki; artık hep hasret kokuyordu yağan yağmurlar...
Gülmek nedir bilmiyordu içimdeki çocuk; yaşamak ağır bir yüktü omuzlarında; ne sevdiği yağmurlarda ıslanmak istedi ne de yaşamak!


Yüreğim, yaşayan bir ölüydü; kime sarıldıysam hüzün bulaştı ellerine; oysa onlar hüznü bilmezlerdi. Ve bir dağ başı ıssızlığı gibi gömüldüm içime.


Kendimde eğer ki bulamıyorsam yaşama gücünü, neye yarar ki çabalarım? Ve her uykuya dalışlarımda ne kadar çok istedim bir daha hiç uyanmamayı.


Ölümlerini yakıştaramadıklarım birer birer çıktığında hayatımdan; her biri kendince bir boşluğu bırakıp gitti ardında. Yaşama sevincim, onlarla birlikte karıştı toprağa. Birbirinin aynısı olan günler, bitmeyen sancılardı...


Mühürleyip dudaklarımı, tıkayıp kulaklarımı ve kapamayı denedim gözlerimi. Buna rağmen içimdeki sessizlik büyüdükçe büyüdü; yazmak da yetmedi; yetersiz geldi kelimeler ama yine de en zoru kendimi hiç bulamayışım...


Kaç kişi için anlamı vardı ki varlığımın ve kaç kişi için sığınacak bir limandı bu yüreğim?...
Söylemesem, yazmasam ben de herkes gibiyim işte; sağır, dilsiz ve kör.


Ölümlerini yakıştıramadıklarım, birer birer çıktığında hayatımdan; ne bırakılan boşlukları doldurabildim ne de o boşlukları birileri...


Ben her gün öldüm öldüm dirildim ama bu yüreğim yaşıyor senin için...

BABAANNEM DERDİ Kİ: İnsan Kısadır Oğlum..! ! !


Babaannem derdi ki: İnsan kısadır oğlum..

Ve bilmezden gelir kısalığını, bilseydi yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi.

Nazlı babaannem sözü de uzatmazdı ısrarı da az söyler, usul böyle, bir söylerdi bir de adamın kötüsünü piyade, sözün fazlasını şiir yaparlar derdi,

Piyade olduğumu da gördü şiir yazdığımı da küçücük bir büyük anneydi, onu yitirince anladım kısacıkmış her şey, insan kısaymış ağaçtan, ikindiden elmadan, güneşten, kardan, yağmurdan, gölgemiz bile bizden uzunmuş, ya çocukluk O da rüyasından kısaymış meğer, sanki altı kardeş nöbetleşe rüya görsek hepimizden bir çocukluk belki çıkarmış, bu dünya bir pencere türküsünü söylerdi de anlamazdık, bu dünyaya alıştık, şimdi zor geliyor dünyadan gitmek, bazen rüyama geliyor, kısacık kalıyor, bir gülümseme kadar.

Çok uzatma diyor şiiri kimse anlamaz ve ömrün de uzamaz bundan, insan yanlışlarıyla büyür, aşkı uzun boylu sanırdım anladım ama, ne zaman harflerinden de kısaymış aşk,

Bazen yazıncaya kadar geçiyor, bazen zaman alıyor aşkı içimizdeki ormandan kurtarmak aşk kısa, şiir uzun, sözgelimi bir ağaç kaybolsa da orman yine orman, ya bir harfi kaybolsa, zaten kaç harf ki insan.

BİR DURAK DAHA VAR, HENÜZ KİMSENİN İNMEDİĞİ..! ! !


Sessizliğin çığlığı bastığı yerdedir bütün yitirilişler.

Unutmanın eksiliş olduğu bir gerçekte kaybetmek midir kaybedilmek?
Kim bilebilir?

Bir ömre bindik. Vagonlarında arkadaş edindik hep bir ağızdan tüttürdük dumanımızı türkülerle. Dışardan atılan taşlar çarptı yüreğimize. Kanattı.
Nefeslerimizde kapattık yaraları. Ayaktaydık, yorulduk.
Bir durakta eksildik, bir sonrakini beklerken fırlatılmış ağaç gövdeleri düşler kurdurdu. Anılsamalar yaşattı unutulmuş sandığımız her şeyi hatırlatarak. 'Aslında o kadar çok da istasyon eskitmemişiz' dedik.
Gönüllerde gülüşlerle demir seslerini dinledik. Yenilik sunduk, farklılık sunduk.
Aynı vagonu paylaştık aynı simidi iki uçtan koparırken değer bildik huzur okuduk. Sonra en büyük istasyona vardık. Bitmeyecek dediğimiz yolun tam sonundaydık. Ve bütün yollar bitti sandık ama henüz kurulmamış bir istasyon daha vardı görülmeyen.

'Unutmak için harcadığımız çabadan çok daha fazlasını hatırlamak için harcıyoruz.' diyor yazar. Hangimiz unutmak istemedik ki! Döndüğü köşede geçtiği yolu unutmak istiyor insan. Unutulmuş saydıkları ise aslında kabullendikleri oluyor her seferinde de çünkü yol henüz bitmedi.

Birçok köşe var daha dönülmedik.

Olguları kabul etmek olayları kabullenmekten daha kolaydır. Nedense biz hep olayları kabullenmek için günlerimizi yiyoruz. Somutu soyutlaştırmaktır amaç bu işte. Neyin somut neyin soyut olduğuna karar verebilmek de olguları ve olayları ayırabilmek kadar sıkıntı verir insana.

Hayatı avucunun tam ortasına koyduğunda özgürlüğün filizlenmeye başlar. Çünkü hayat tepeden bakınca onun ne istediğini biz göremiyoruz sadece o bizden beklediklerini görebiliyor. Dolayısıyla bu trenin makinisti de o oluyor. Gereksiz birçok çaba sunuyor ve biz sorgulamadan çabanın dibine vuruyoruz.

Hayatı kendi avucunun içine aldığın da parmaklarınla saçlarını tarayabilirsin. Onu besleyebilir ve yönetebilirsin.
Hayatın gereksiz gereklerine kurban etmeyelim kendimizi.
Unutulması gereken eksilir erir gider hayattan zaten.
Bırakalım da biraz nehirlerimiz denizinin ötesine varsın, okyanusa dökülsün.

YANLIZCA BİRAZ, BİRAZ ÜŞÜYORUM..


Caddelerde sisli, puslu bir kış ikindisi. Ağaçlarda salkım salkım eski zamanlardan kalma anılar... Yapraklarda yere düşmeye hazırlanan yağmur damlaları... Bir yaprak kıpırdıyor işte, gümüşi bir damla usulca yere düşüyor. Sen sanki, yaprakların arasından bana müzipçe gülüyorsun.
Beni her zaman şaşırtırsın zaten. Beni her zaman güldürmeyi bilirsin. Farkına bile varmadan bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan "Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var."

Rüzgâr keskin ıslığı ile şarkıma eşlik ediyor. İstasyon Caddesi'nin tenhalığı nedense ilk defa içime dokunuyor. Arabaya binsem ve birlikte gezdiğimiz yerlere gitsem, evimde şiirler okuyarak telefonunu beklesem, telefonunun gelmediği zaman seni başka yerlerde arasam. Sonra sen gelsen yanıma, yine "seviyorum" desen, ben yine senin gözlerinde sonsuzluğa mahkum edilen aşkımı görsem. Ayrıca şarkılar gerçek oldu bu kez.
Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var.

Yalnızım, üşüyorum, özlediğimse çok uzaklarda. Bahçeme melekler yağıyor, hepsi de tanıdık. Senden doğan, gözlerinde hayat bulan, bizi koruyan, kollayan ve en önemlisi ikimizi bir araya getiren melekler...
Son kez yine seninle gezmiştik oraları.
Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Benimse herşeyim aynı. Geceleri bodrum katlarına yağmur daha çok yağıyormuş, bugünlerde bir tek bunu ögrendim. Bir de geceleri daha uzun sanki, bitmek bilmiyor.
Bana anlatmak için neler biriktirdin içinde?
Benim sana anlatacağım yeni birşeyler yok. Dedim ya, her şey aynı.
Ama sanki biraz mahsunluk çöktü üzerime, bir de gülüşlerim sanki biraz azaldı. Sen olsaydın hemen anlardın. Sen benim herşeyimdin.
Arkadaşım, dostum, öğretmenim, talebem, sevdiğim.

Koşulsuz bir sevgiyle sevdim seni, bağlandım. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, Uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse içimde kocaman bir boşluk var. Hayır, Üzülmüyorum, içimdeki boşlukta birtek özlemin yankılanıyor. Hayır, sana anlatmak için yeni şeyler biriktirmiyorum içimde, çok istesen hikayeler uydururum.
Ama hikayelerimden önce itiraflarım olacak. Kendimden bile gizlediğim duygularımın itirafları.
Sana aşık olmaktan delice korktuğumu, sana bakarken içimin titrediğini. Daha pek çok, sırrımı anlatacağım sana.

Gerçi anlatmama gerek yok, sen zaten hepsinin çoktan farkındasın...
Sen kimbilir, belki de uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Bense odamda senden uzak. Hayır beni merak etme, üzülmüyorum. Biliyorum, ikimizde yoktuk bu aşk başladığında ve çok iyi biliyorum, sonsuzluğa mahkum edildi bizim aşkımız.
Dedim ya, beni merak etme. Üzülmüyorum.
Yalnızca biraz, biraz üşüyorum...

OKUMA...!

Yalanlamak ve reddetmek için okuma!
İnanmak ve her seyi kabullenmek için de okuma!
Konusmak ve nutuk çekmek için de okuma!
Tartmak, kıyaslamak ve düsünmek için oku!

Francis Bacon

PATATES TARLASI


Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı. Patates ekimi için bahçeyi bellenmesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir isti. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi, fakat o da hapisteydi.
Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve müşkülatını izahattı.

Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden, kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaslanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler Baban


Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.

Babacığım Allah askına bahçeyi kazma, ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler David


Ertesi gün sabaha karşı saat 04:00'de FBI ve yerel polis çıka geldi ve tüm sahayı kazdılar,lakin hiç bir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler.
Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.

Babacığım, şimdi patatesleri ekebilirsin. Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.Sevgiler David

BİR GÜÇLÜKLE KARŞILAŞTIĞINIZDA, KENDİNİZE BİR KAÇIŞ YOLU DEĞİL, BIR ÇIKIŞ YOLU ARAYIN.

D.L.Weatherford

RENKLERİN USTASI...( Bir Hint Masalı )

Eski bir Hint masalı şöyle sürer gider.

Bir zamanlar çok büyük bir ressam varmış.Eserleri herkes tarafından beğenilirmiş. Ülkenin kralı bile onu Onur madalyası ile ödüllendirmiş.Ona Hint'çe de renklerin ustası anlamına gelen "Ranga Charya" adı verilmiş. Ama hayranları ona kısaca "Ranga Guruji" derlermiş.

Ranga,yıllar içinde,alanındaki ustalığını kanıtlarcasına kendine özgü bir renk stili geliştirmiş. Çok çalışması,yorumu ve konuya kendini vermesi,kendinden sonra gelenlerin takip etmesi için örnek olmuş.

Bir sanat okulu açmış ve orada müritlerine sanatın inceliklerini öğretmeye başlamış. Belli bir müfredatı ve süresi yokmuş okulun. Öğrencinin,yeteneğinden ve bilgisinden kendisi tatmin olduktan sonra onu sanat dünyasına takdim etmesi okulun özelliğiydi.

Kendince bir "Öğrenci Değerlendirme " yöntemi geliştirmişti. Bu,onun çalışma yöntemi gibi, dünyada eşi olmayan bir yöntemdi.

Okulunda bir öğrenci olan Rajeev çok aceleciydi. Allah vergisi bir yeteneğe sahipti ve Ranga'nın aradığı özellikler doğrultusunda;diğer öğrencilerden çok daha hızlı bir başarı gösteriyodu.

Ranga ondaki bu gelişmeden çok memnundu. Çok övgü ve teşvik almaktan dolayı Rajeev merakla Ranja Guruji'nin onu artık bir ressam olarak ilan edeceği ve hayatının bu şekilde devam etmeye başlayacağı günü bekliyordu.
Birgün çok kibar bir şekilde Ranga Guruji'ye final uzmanlık sınavını ne zaman alacağını sordu. Ranga gülümsedi ve dedi ki: "Rajeev,sen benim gelecek vaad eden öğrencilerimden birisin. Çok kısa sürede sanatın inceliklerini öğrendin. Sanırım şimdi final sınavının zamanı geldi."

"Sınav konumun ne olduğunu söyler misiniz,Guruji?" Rajeev mutluluğunu ve heyecanını saklamakta zorlanıyordu.

Ranga "Rajeev,bir resim yapmanı istiyorum,bu senin en iyi resmin olmalı ve herkes hayran kalmalı.Şimdi acele etme ve hayatının şaheserini yap." dedi.
Rajeev gece gündüz çalıştı; en güzel resmini yaptı ve Ranga Guruji'ye getirdi.
Ranga: "Şimdi bunu şehrin meydanında halkın beğenisine sun." dedi. "insanların senin eserini görmelerine izin ver. Resmin altına büyük ve koyu harflerle,bu resmin halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve resimdeki hataların izleyenler tarafından resmin üzerine bir X çizerek belirtilmesini yaz."

Rajeev Ranga'nın dediklerini yaptı.. Resmi şehrin en merkezi yerine koydu.Birkaç gün sonra Ranga gidip onu getirmesini söyledi.

Rajeev meydana giderken çok heyecanlıydı. Ancak oraya vardığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı.Tüm resim baştan aşağı X işaretleriyle doluydu. Başarısızlığı böylece anlaşılmıştı. Büyük bir kalp kırıklığıyla resmi Guru'ya gösterdi.

Ranga O'na asla umutsuzluğa kapılmamasını ve yeniden bir resim yapmasını tavsiye etti.

Rajeev yeni bir sanat şaheseri daha yaptı.Ranga daha önce söylediği şeyleri tekrarladı. Ancak en son satırda değişiklik yaparak. Bu kez Rajeev'e resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi Resmin altına yazdığı mesajda izleyicilerin hataları bulması ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti. Birkaç gün sonra Rajeev resmi almaya gittiğinde şaşırdı. Çünkü resmin üzerinde hiçbir işaret olmadığı gibi aynına konulmuş olan malzemelere de hiç dokunulmamıştı.

Rajeev resmi Guru'suna sunarken çok mutlu olmuş ve kendine güven dolmuştu. Ranga yine gülümsedi,ve "Rajeev bugün öğrenmiş olduğun bu dersle birlikte artık senin eğitimin tamamlandı." dedi.

"Sevgili oğlum,eğer bu dalda mükemmellik ve yücelik istiyorsan sadece sanatta ustalaşmış olman yetmez. Ama insanların,eline fırsat verildiğinde hiçbir şey bilmedikleri bir konuda bile eleştirip,değerlendirme eğiliminde olduklarını da öğrenmen gerekir."

"Eğer dünyayı seni yargılayacak kişi olarak kabul edersen hep hayal kırıklığına uğrarsın.insanlar hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olamadan yargılamalarda bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler. Senin ilk resmini X lerle doldurdular, çünkü onları engelleyecek hiçbir risk yoktu. Ve çogunun bu konuda hiçbir yeteneği ve bilgisi de yoktu.Ama onlara sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler. Ama aynı insanlar,hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde hiç biri bunu yapmadı. Çünkü bu kez onların bilgisi ve yeteneği risk altındaydı; bu konudaki eksikliklerini göstermekten çekindiler. Uzak durmayı tercih ettiler."

Ranga devam etti: "Böylece sevgili oğlum,senin çalışman,senin yeteneklerin,senin bilgin,senin sanat alanındaki çabaların,senin çok çalışmanın ve içten uğraşılarını değerli bir ürünüdür. Bunu dünyaya bedava sunma. O zaman çalışman ilk resminin uğradığı sonuca uğrar."

"Kendinin yargıcı ol ve değerini kendin belirle ama bunu adalet ve eşitlik ilkeleriyle yap. Ve böyle davrandığında seni temin ederim ki asla ne kendin ne de eserinle hayal kırıklığına uğrarsın."

"Son olarak bir de bu; başkalarının eserlerini de senin değerlendirme hakkın olmadığı anlamına gelir."

"Tanrı seni korusun!Oğlum."

Rajeev'in gözlerinde saygı ve neşe dolu yaşlar vardı.Kalbinin derinliklerinde;eğer bu son dersi almasaydı eğitiminin eksik olacağını hissediyordu.

YAPILAN İYİLİKTEN, DAHA ÇABUK UNUTULAN BİRŞEY YOKTUR...

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırırlar. Kurt ormanda oraya buraya kaçmaktadır, Ancak peşindeki avcıları bir türlü def edemez.
Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlaya gitmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar:

-"Ey İnsan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak halim kalmadı, Eğer yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler beni"

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç sonrada avcılara rastlar. Avcılar ona bu civarlarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar O'da "Görmedim" der ve avcılar uzaklaşır.

Avcıların iyice uzaklaştığına emin olduktan sonra köylü sırtındaki çuvalın ağzını açar ve kurda artık çıkmasını söyler.

-"Çok teşekkür ederim" der kurt "Bana büyük bir iyilik yaptın"
-"Önemli değil der köylü" ve tarlasına doğru yürümeye başlar.
-"Bir dakika" diye seslenir kurt "Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, Çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam bir şeyler yemem lazım ve çevrelerde senden başka yiyecek bir şey yok"
-"Olurmu ama ben senin hayatını kurtardım"

-"Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan birşey yoktur" der kurt. "Bende kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım"


Bir süre tartıştıktan sonra önlerine çıkan ilk üç kişiye sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar
"Ne vefası" der kısrak "Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim ve yaşlanıp işe yaramaz hale geldiğimde böyle kapıya koydu"

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köğe rastlarlar.
"Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpekte "Yıllardır sadakatla hizmet ederim sahibime, koyunlarını korurum, yabcılara saldırırım ama o beni her gün tekmeler"

Kurt köylüye dönerek
-"İşte gördün, artık seni yiyebilirim" der. köylüde son bir çabayla
-"Ama üç kişi diye konuşmuştuk, bir kişiye daha soralım, sonra beni ye" diye karşılık verir.

Bu kezde karşılarına bir tilki çıkar, Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.

-"Her şeyi anladımda" der tilki "sen bu torbaya nasıl sığdın onu anlayamadım"
Kurt bişeyler söyel ama tilki inanmaz. artık sabrı kalmayan kurt bi an önce bu işi bitirmek için ıspatlamaya karar verir ve torbaya girer.
Köylüde Tilkinin işaretiyle torbanın ağzını hemen sıkı sıkıya bağlar ve "Demek iyiliğime böyle karşılık verecektin" diyerek eline bir taş alıp kurdu hırpalamaya ve intikam almaya başlar. ve tilkiye dönerek:

-"Sana minnettarım, Hayatımı kurtardın" der. Tilkide:

-"Önemli değil, benim için bir zevkti" diye karşılık verir.
Tam o anda Köylünün gözü Tilkinin parlak kürküne takılır, Bu kürkü kazanacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına fırlatıp tilkiyi öldürür. Sonrada Torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürterek:

-"Haklıymışsın kurt yapılan iyilikten daha çabuk unutulan birşey yokmuş..."

YAŞLI MARANGOZ

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. işveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam sürmek tasarısından söz etti.

Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti.

Marangoz kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün yaptığı iste olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..

İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi, "sana benden hediye". Marangoz soka girdi. Ne kadar utanmıştı!

Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar miydi!


Kıssadan Hisse :

Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır" demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun.

Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep kalabilirsiniz.


"İnsanlarla birlikte büyüseler bile, kurdun eniği yine kurt olur."

HİNT MASALI VE SHAKSPEARE

Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan dolayı devamlı endişe içinde yasayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür.
Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar.
Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür.
Ve der ki "Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardim edemem."

Ünlü yazar Shakspeare, bu konuda söyle diyor:

"İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor..
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yasamayı bilmediği için."

ÇİÇEK VE SU


Günün birinde bir çiçekle su karsilasir ve arkadas olurlar.
Ilk önceleri arkadaslik olarak devam eder iliskileri.
Tabii ki her zaman lazimdir arkadaslik birbirini tanimak için.
Gel zaman git zaman, çiçek o kadar mutlu olur ki suyun yaninda,

içi içine sigmaz olur artik ve anlar ki suya asik olmustur.
Ilk kez asik olan çiçek etrafa kokular saçmaya baslar "Sirf senin hatirin için ey su," diye.
Öyle bir zaman gelir ki artik su da içinde çiçege karsi bir seyler hissetmeye baslar.
Farkeder ki "Çiçege asik oldum." Ama su da ilk defa asik oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek "Acaba su beni sevmiyor mu?" diye düsünmeye baslar.
Çünkü su pek ilgilenmemektedir çiçekle...

Halbuki çiçek aliskin degildir böyle bir sevgiye.
Ve dayanamaz bir gün, çiçek suya "Seni seviyorum." der.

Su "Ben de seni seviyorum." diye cevaplar.
Aradan zaman geçer ve çiçek yine suya "Seni seviyorum." der.

Su "Ben de." der.

Çiçek sabirlidir.
Bekler, bekler, bekler...

Artik öyle bir duruma gelir ki,

çiçek koku saçamaz olur artik etrafa.
Ve son kez suya "Seni seviyorum." der.

Su da "Sana söyledim ya, ben de seni seviyorum." der.
Ve gün gelir çiçek yataklara düser.

Hastalanmistir çiçek artik. Rengi solmus,

çehresi sararmistir çiçegin.
Yataklardadir artik çiçek,

su da basinda bekler öylece çiçegin yardimci olmak için.
Ama bellidir ki artik çiçek ölecektir ve son kez zorlukla basini döndürerek çiçek,

suya der ki:
"Seni ben gerçekten seviyorum."

Çok hüzünlenir su bu durum karsisinda ve son çare olarak bir doktor çagirir.
Doktor gelir ve muayene eder çiçegi.

Muayeneden sonra söyle der doktor:
"Hastanin durumu ümitsiz, artik elimizden bir sey gelmez."
Su merak eder sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalik nedir diye,

ve sorar doktora "Hastaligi nedir?" diye,
Doktor söyle bir bakar suya ve der ki

"Çiçegin bir hastaligi yok dostum,
bu çiçek sadece susuz kalmis, ölümü onun için." der.
Ve anlar ki su artik, sevgiliye sadece "Seni seviyorum." yetmemektedir...

AVRUPALILAR AMERİKAYA AYAK BASMIŞTIR...

Avrupalılar Amerika' ya ayak basmıştır.
Kızılderililerle tanışırlar ve ticaret yapmak istediklerini bildirirler.
Kızılderililer ticaret denen şeyi bilmemektedir. Avrupalılar yol gösterir:

"Biz size değerli eşyalar vereceğiz, buna karşılık siz
de bize kendi değerli eşyalarınızı vereceksiniz. Böylece sizin
daha önce hayatınızda hiç görmediğiniz eşyalarınız olacak, biz
de evimize sizden aldığımız değerli eşyaları götüreceğiz ."

Beyazlar kıyıdaki küçük ada üzerinde bir pazar yeri açarlar ve
Kızılderilileri beklemeye başlarlar. Avladıkları hayvan postlarını getiren Kızılderililer karşılığında ayna, tarak gibi beyazların getirdiği gerçekten de daha önce hiç görmedikleri eşyalara sahip olmaktadırlar.
Derken iki sarhoş beyaz pazar yerine gelen bir Kızılderiliyi öldürür. Ve mallarına el koyarlar. Kızılderililer şaşırır.

"Sizler neden arkadaşımızı öldürdünüz? Buna gerek yoktu ki!.. O zaten elindeki eşyaları sizlere vermeye gelmişti..."

Gerçekten de böyle bir ticareti anlayamazlar. Pazar yeri lanetlenir..

Bu olaydan sonra hiç bir Kızılderili buraya gelmez ve bu bölgeye "iki büyük sarhoş adam" adı verilir. Yani Kızılderili dilinde "Man-hot-tan".

Derken bu bölge NewYork ve Amerikan ticaretinin merkezi olur, ve iki koca gökdelen dikilir... İkiz Kuleler..

ASTRONOT, KIZILDERİLİ DİYALOĞU


Nasa, 1966 yılı civarında aya gidecek Apollo astronotlarını eğitmek için kızılderili rezervasyonu sınırlarında bulunan ve ortamı ay yüzeyine çok benzeyen Tuba City e götürmüş.
Astronotlar çalışmaya başlamış. Acayip görünümlü kamyonların arasında sadece 2 uzay giysili astronot görünüyormuş uzaktan. Yakınlarda da yaşlı bir Navajo çobanı ile oğlu koyun otlatıyormuş.
İki astronot dikkatlerini çekmiş izlemeye başlamışlar. Bu arada da bazı Nasa personeli onları farketmiş ve yanlarına gelmiş. Çoban ingilizce bilmediği için oğlu aracılığıyla o iki acaip adamın ne olduğunu sormuş.
Nasa personeli de "O adamlar aya gidecek astronotlar, eğitim yapıyorlar" deyince Çoban çok heyecanlanmış ve astronotlarla aya bir mesaj yollaması mümkün mü diye sordurmuş oğluna.
Nasa personeli bunun çok orijinal bir şey olacağını düşünüp bir koşu teyp getirmişler ve adamın mesajını Navajoca teybe kaydetmişler.
Mesaj kaydı bitince Nasa personeli çocuktan babasının mesajını tercüme etmesini istemiş ama çocuk reddetmiş. Daha sonra Kızılderili rezervasyonunda birçok kişiye yanaşmışlar, her biri önce "Cık cık cık" demiş sonra da mesajı tercüme etmeyi reddetmiş.
Ama en sonunda eline para sıkıştırılınca bir genç yaşlı adamın mesajını tercüme etmiş:
- Bu adamlara dikkat edin, topraklarınızı çalmaya geldiler...

KIZILDERİLİ EFSANELERİ...


Ne Duymak İstersen...

Bir gün New York' ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar. Gruptan biri kızılderilidir yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçilerin, araçlarının çıkardığı gürültü ve araçların korna sesleri arasında ilerlerken, kızılderili kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar arkadaşları bu gürültüde arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler.

Aralarından bir tanesi inanmasada onunla birlikte aramaya devam eder.

Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür, arkadaşı da arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.

Arkadaşı Kızılderiliye "Senin insanüstü güçlerin var! Bu sesi nasıl duydun ?" diye sorar.

Kızılderili ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler.

Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar. Bir çok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar Kızılderili arkadaşına dönerek; "Gördün mü? Önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğine bağlıdır.

Herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin..." der.

HER İNSAN BİR NEHİRDİR - BUDDHA

Günlerden bir gün:

Buddha bir ağacın altında öğrencileriyle oturmaktadır. Bir adam gelir ve yüzüne tükürür. Buddha yüzünü siler ve adama sorar, "Başka? Başka ne söylemek istiyorsun?" Adam şaşırır, çünkü bir insanın yüzüne tükürülünce "Başka?" diye sormasını beklememiştir. Böyle bir deneyimi yoktur. Daha önce insanları hep aşağılamıştır ve onlar da kızarak tepki vermiştir. Ya da korkudan gülümsemiş ve adama yaranmaya çalışmışlardır. Ama Buddha ikisini de yapmamış, ne öfkelenmiş, ne de korkmuştur. Sadece düz bir şekilde "Başka?" diye sormuştur. Tepki vermemiştir.

Ama Buddha'nın öğrencileri öfkelenir, tepki verir. En yakın öğrencisi Ananda der ki: "Bu çok fazla, buna tahammül edemeyiz. Sen öğretine devam et, biz de şu adama bunu yapamayacağını gösterelim. Cezalandırılması gerekiyor. Yoksa herkes aynı şeyi yapmaya başlar."

Buddha konuşur:"Sesini çıkartma. O beni kızdırmadı, ama siz kızdırdınız. O bir yabancı, buralara yeni gelmiş. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalı; 'bu adam tanrı tanımaz, tehlikeli, insanları yoldan çıkarıp yanıltıyor' gibi şeyler. Benim hakkımda bir fikir edinmiş. O bana tükürmedi, kendi fikrine tükürdü; beni tanımıyor ki, bana nasıl tükürmüş olabilir? Eğer düşünürseniz, o kendi zihnine tükürdü. Ben onun bir parçası değilim, ve görüyorum ki bu zavallı adamın söyleyecek başka bir şeyi olmalı. Çünkü bu, bir şey söylemenin bir yolu; tükürmek bir şey söylemenin bir yolu. Bazen dilin yetmediğini hissettiğin anlar olur; derin sevgide, yoğun öfkede, nefrette, duada. Dilin yetmediği yoğun anlar olur. O zaman bir şey yapman gerekir. Derin sevgi duyduğunda, birine sarılırsın; ne yaparsın orada? Bir şey söylersin. Çok öfkelendiğinde birine vurursun, tükürürsün, bir şey söylüyorsundur. Bu adamı anlayabiliyorum. Söyleyecek başka bir şeyi daha olmalı. O yüzden 'Başka?' diye sordum."

Adam daha da çok şaşırır! Ve Buddha öğrencilerine der ki: "Siz beni daha çok kızdırdınız, çünkü siz beni tanıyorsunuz, benimle yıllarca yaşadınız, ama yine de tepki veriyorsunuz."

Şaşıran, kafası karışan adam evine döner. Bütün gece uyuyamaz. Bir buddha gördükten sonra artık eskisi gibi uyumak zordur, mümkün değildir. Bu deneyim tekrar tekrar aklına gelir. Ne olduğunu kendine açıklayamaz. Titreme, terleme nöbetleri geçirir. Böyle bir adama hiç rastlamamıştır; bütün zihni, bütün kalıpları, bütün geçmişi dağılır.

Ertesi sabah geri döner. Buddha'nın ayaklarına kapanır. Buddha sorar: "Başka? Bu da sözle söylenemeyeni söylemenin başka bir yolu. Ayaklarıma dokunduğun zaman, sözcüklere sığmayan, sıradan dille anlatılamayan bir şey söylüyorsun." Buddha devam eder: "Bak Ananda, bu adam yine burda, bir şey söylüyor. Çok derin duyguları olan bir adam bu."

Adam Buddha'ya bakar: "Dün yaptığım şey için beni affet."

Buddha cevap verir: "Affetmek mi? Ama ben, dün o hareketi yaptığın adam değilim ki. Ganj nehri sürekli akıyor, o hiçbir zaman aynı Ganj değil. Her adam bir nehirdir. Senin tükürdüğün adam artık burada değil; aynı onun gibi görünüyorum, ama aynı değilim, bu yirmidört saatte öyle çok şey oldu ki! Nehirden çok su aktı. O yüzden seni affedemem, çünkü sana kızgın değilim."

"Ve sen de yenilendin. Görüyorum ki sen dün gelen adam değilsin, çünkü o adam kızgındı. O kızgındı, ama sen önümde eğilip ayağıma dokunuyorsun, nasıl aynı adam olabilirsin? Sen o değilsin, o yüzden bunu unutalım. O iki adam; tüküren adam ve tükürülen adam, artık yok. Yakına gel. Başka şeylerden konuşalım."

TAŞ USTASI... (Japon Masalı)

Evvel zaman içinde, Mogo adında bir fakir Japon vardı. Mogo kendi halinde bir taşçı idi. Zavallıcık hayatını kazanmak için güneşin doğuşundan batışına kadar, yağmur demez, fırtına demez, güneş demez boyuna taş kırardı.
Doğrusu işi çok güçtü ama yine de Mogo'nun pek o kadar hayatından şikâyetçi olmaması lâzımdı. Çünkü babası, büyükbabası hep taşçıydılar. Daha iyi bir hayat görmeyen Mogo da taşçılığı seve seve yapmalıydı.
Mogo, genç ve iri yapılıydı, hastalık nedir bilmezdi, sabahtan akşama kadar çalışması, karnını doyuracak kadar pirinç almasına yetiyordu.
Bu yüzden birçok arkadaşı onu kıskanıyorlardı bile. Çünkü Mogo çalışma zamanında çalışıyor, dinlenme zamanı gelince de babasından kalma evine çekilip, dünyanın bütün kötülüklerine arkasını dönerek rahatına bakıyordu.
Bütün bunlara rağmen Mogo hayatından memnun değildi.
Zenginlik ve büyüklük sevdası içini kemiriyor, zaman zaman bir asilzade olarak doğmadığına üzülüyordu. Bütün boş zamanlarında kendi kendine halinden şikâyet eder, kendisini daha iyi bir seviyeye ulaştırması için Tanrı'ya yalvarırdı. Bu hal bir gün değil, beş gün değil, aylarca, yıllarca devam etti. Tanrı, Mogo'nun hangi seviyeye gelirse gelsin, daima daha ötesini isteyecek bir yaratılışta olduğunu biliyordu. Bununla beraber ona ders vermek için bütün isteklerini yerine getirmeye karar verdi.
Yine sıcak bir gündü. Mogo yolun kenarında, kan ter içinde taş kırıyordu. Bir ara yoruldu ve kazmasının sapına dayanarak dinlenmeye başladı.
O sırada yolun öbür ucundan bir toz bulutu yükseldi. Aynı zamanda kulağına sürekli gürültüler gelmeye başladı.
Toz bulutu yaklaştığı zaman, Mogo, tozların arasında son derece süslü üniformalar giyinmiş süvariler görmeye başladı. Birçok süvarinin arasında ise her tarafı altın, gümüş ve kıymetli taşlarla işlemeli bir tahtırevan geliyordu. Tahtırevanda bir prens vardı. Mogo artık dayanamadı:
- Ey Tanrım, neden ben de bir prens değilim, diye söylendi.
Bunun üzerine Tanrı:
- Peki, dedi, madem ki prens olmak istiyorsun, o halde ol!
Mogo daha ne olduğunu anlamadan kendisini prens haline gelmiş buldu. Sayısız uşakları, askerleri, atları, arabaları, sarayı ve pırıl pırıl işlemeli bir sürü elbisesi vardı. Ama onun asıl hoşuna giden şey, ahalinin kendisine gösterdiği hürmetti. Sokağa çıktığı zaman herkes karşısında iki büklüm eğiliyor, hele eski arkadaşları onu görünce yerlere kapanıyorlardı. Bunlardan çok hoşlandığı için Mogo her gün sokağa çıkıyordu.
Bu hal uzun müddet Mogo'yu eğlendirdi. Fakat aradan zaman geçince yine düşünmeye başladı. Dünyada kendisinden üstün durumda bulunan birçok prens, birçok kral ve en nihayet de kendi imparatorları Mikado vardı. Düşündü ki, Mikado bile olsa kendisinden üstün başka bir şey daima mevcut olacaktır. Bunun üzerine güneşin, her şeyden üstün olduğu aklına geldi. Şüphesiz ki o, bütün kralların, Mikado'nun, her şeyin üstündeydi. Dünyayı ısıtan, hayat veren tek varlık güneşti. O halde en iyisi güneş olmaktı. Mogo böyle düşününce:
- Ey Tanrım, dedi, beni prens yapacağına güneş yapsan olmaz mıydı?
- Güneş mi olmak istiyorsun, dedi Tanrı, öyleyse ol!
Ve Mogo bir anda güneş oldu.
Doğrusu gökyüzündeki saltanatının keyfine diyecek yoktu. Dünyaya istediği gibi sıcaklık dağıtıyor, ekinleri, meyvaları olgunlaştırıyor, insanları ısıtıyordu. Mogo aylarca güneş olmanın keyfini sürdü, sonra günlerden bir gün, uzaklarda bir siyah nokta gördü. Bu nokta gitgide büyüdü büyüdü ve simsiyah bir leke gibi kendi ışıklarını önlemeye başladı. Bu, buluttu.
Mogo ne yaptıysa onu yenemedi. Nihayet bulutlar güneşin her tarafını kapladı ve şiddetli bir fırtına başladı. Bunun üzerine Mogo:
- Ey Tanrım, diye bağırdı, bulut güneşten daha kuvvetli, ben bulut olmak istiyorum.
Tanrı kısaca:
- Ol! dedi.
Ve Mogo bulut oldu.
Güneşten daha kuvvetli olmak demek artık kâinatta her şeyin üstünde olmak demekti. Bunu düşünmek zavallı Mogo'yu büsbütün deli etti. Sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Mogo, güneşi istediği zaman ve istediği yerde kapatabildiği için bunun tadını bol bol çıkarmak istedi.
Tarihin hiçbir devrinde Japonya o kadar fırtına, o kadar tayfun ve kasırga görmemişti. Kara ve denizdeki felâketlerin haddi hesabı yoktu.
Ama Mogo bütün bunları güneşe karşı kazanılmış bir zafer sayıyor ve gittikçe zulmünü arttırıyordu.
Bu sırada bir gün, Mogo gökyüzünde dolaşıp dururken okyanusun kıyısında âbide gibi dikilmiş muazzam bir kayalık gördü. Granit bir sütun olan kayalığın binlerce seneden beri mevcut olduğu ve tabiatın her türlü olayına göğüs gerip hiçbirinden müteessir olmadığı aşikârdı. Zamanın ve tabiatın bütün tesirlerine karşı koyan bu muazzam kayalık, nihayet Mogo'nun gözüne çarpmıştı. Mogo onun bu haşmetli halini görünce ne yapıp yapıp yerinden sökmeyi ve denize fırlatarak dalgaların arasında yok etmeyi kararlaştırdı.
Çıkan fırtınada sade gök değil, yer de karmakarışık oldu. Kayanın kıyısında bulunduğu denizde dağlar gibi dalgalar yükseliyor, fakat bütün dalgalar granit kayanın eteklerine çarptığı zaman parçalanıp kayboluyordu.
Fırtına üç gün üç gece devam etti. Fırtınanın arkasından şiddetli bir kasırga, onun arkasından bir siklon çıktı. Artık evler yıkılıyor, ağaçlar kökünden çıkıyor, nehirler taşıyordu. Ama aradan bir hafta geçip de fırtına dindiği zaman, kayanın yine eski haliyle, okyanusun kıyısında durduğunu gördü.
Mogo hırsından küplere biniyordu. Demek ki bu kaya kendisinden daha kuvvetliydi. Hırsla:
- Tanrım, diye bağırdı, kaya benden daha kuvvetli, ben kaya olmak istiyorum.
- Ol! dedi Tanrı.
Ve Mogo okyanusun kıyısında muazzam bir kaya haline geldi. Artık ona ne güneş, ne bulut, ne fırtına hiçbir şey tesir etmiyordu. Artık kâinattaki bütün varlıkların üstündeydi.
Bir sabah, bir tarafını bir şey sokmuş gibi bir acıyla uyandı. Evet, hakikaten bir yerine bir şey batıyor gibiydi. Sonra vücudundan bir parça et koparmışlar gibi bir acı duydu. Sonra kendisine vurduklarını hissetti. Evet, muntazam aralıklarla durmadan vuruyor, vuruyorlardı. Her vuruşta aynı acıyı duyuyor, her vuruşta vücudundan bir şeyler kopmuş gibi oluyordu. Bu hal saatlerce devam etti, Mogo saatlerce tahammül etti, sesini çıkarmadı ama sonra öyle bir an geldi ki birden kuvveti kesilir gibi oldu, yerinde sallanmaya başladığını farketti. Bunun üzerine:
- Tanrım, diye bağırdı. Bana kayadan daha kuvvetli biri hücum ediyor.
Ben o olmak istiyorum.
Tanrı:
- Ol! dedi.
Ve Mogo tekrar taşçı oldu.