Atatürk, büyük Nutuk'unun başlangıç sahifelerinde, Samsun'a çıktığı gündeki ülkenin genel durumunu şöyle özetliyor:
''Düşman devletler, Osmanlı Devleti'ne saldırmışlar. Onu yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve Halife olan kişi, hayatını ve rahatını kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyor. Hükümet aynı durumda. Başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde olup bitecekleri bekliyor. Komutan ve subaylar yorgun. Yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor. Kurtuluş yolu arayanlar, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemeyi düşünüyor. Bu devletlerden yalnız biriyle başa çıkılamayacağı tüm kafalarda yer etmiş''.
Yine Atatürk, daha 1923 yılında şunları söylemiştir:
''Büyük devletler, şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar. Oysa, ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyleri vermiş gibi, .bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar, gerçekte, ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte azametli bir istiklal sağlamışlardı. Fakat gerçekte ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik mahkumiyeti kavrayamamış bedbahtlardı''.
Atatürk, sanki bugünleri anlatmış ve Atatürk'ün “düşman devletler” olarak nitelendirdiği devletler, başka güçlü devletleri de arkalarına alarak, Lozan'ın öcünü almaya hazırlanıyorlar.
Çünkü, başa çıkılamayacak kadar büyük ekonomik güçlerini, siyasi nüfuzlarını kullanarak, ülkemizin her kesiminde ve kuruluşunda yerli işbirlikçilerini yarattılar.
Gerektiğinde medyanın çok önemli bir kesimini, sözde aydınları ve bilim adamlarını, bazı dernek ve meslek kuruluşu yöneticilerini amaçları doğrultusunda kullanabiliyorlar. Sindiremedikleri veya doğruyu düşünemez hale getiremedikleri aydın sayısı giderek azalıyor.
Artık siyasal İslamcılarla, bölücüler Cumhuriyetimize karşı el ele.
Neredeyse bize ''Ne mutlu Türküm diyene'' demeyi yasaklayacaklar.
Bu ortamı yaratan güçler, bizi kaldıramayacağımız kadar ağır bir borç yükü altına sokarak, İnsan Hakları Mahkemesi'nin yanlı ve amaçlı kararlarıyla, ''ancak dediklerimizi körükörüne yaparsanız borçlarınızı erteleriz ve ancak o zaman sizi Avrupa Birliği'ne alırız'' tehditleriyle Hükümetlerimizi kuşatma altına almaya çalışıyorlar.
Hükümetlerimizin de, direnme güçlerinin giderek zayıfladığı anlaşılıyor.
Bundan sonra olacaklar bellidir. ''Küreselleşiyoruz'', ''devleti değil bireyi ön plana çıkarıyoruz", "demokrasinin önünü açıyoruz" gibi parlak ambalajlarla sararak hazırlattıkları yasa ve Anayasa değişiklikleriyle, yaptırdıkları ekonomik uygulamalarla, ülkemizde gelir dağılımını daha da bozup, işsizliği artıracaklardır, köylümüzü perişan hale getireceklerinden, kalkınma hızımızı yavaşlattıracaklarından, terörü azdırıp turizmimizi baltalayacaklarından, Cumhuriyetimizi şeriatçı ve bölücü akımlara karşı yasal yollardan savunamaz hale getireceklerinden, devletimize sadakatle hizmet eden Atatürkçü kişileri görevlerinden uzaklaştırmaya çalışacaklarından, okullarımızı ve camilerimizi olabildiğince tarikatların kontrolüne sokmaya çalışacaklarından, üniversitelerimizi çağdışı medreseler haline getirmek, Türk Ordusunu Cumhuriyetimizi koruma ve kollama görevine layıkıyla yapamaz hale getirmek, Atatürkçü kişi ve partileri TBMM.'ne sokturmamak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarından hiçbir kuşkunuz olmasın.
Bunları yapmakla amaçladıkları şey, ''irtica'' ve ''bölücülük''ün önünü açmak ve böylece savunmasız kalan Türkiye Cumhuriyeti'ni paramparça etmektir.
''Düşünce suç olmaktan çıkartılmalıdır'' diyorlar. Ülkemizde ''düşünce'' suç değildir. Suç olan, ülkemizi bölmek için dini esaslara dayanan bir devlet düzeni kurmak için yapılan propaganda ve tahriklerdir. Benzer yasalar, bütün demokratik Batı devletlerinde de vardır. Ülkemizde ''hukukun üstünlüğü'', Anayasaya aykırı eylemler, PKK. eylemleri önlenerek, çıkar amaçlı suç örgütleriyle mücadele ederek sağlanabilir. Hukuk alanında gereksinimiz olan şey, teröristi, mafya babalarını, Şevki Yılmaz'ları, ikinci Cumhuriyetçileri, işbirlikçileri sevindirecek ve azdıracak bir hukuk düzeni değildir. Halkımız artık Türkiye Cumhuriyeti'nde kamu düzeninin sağlanmasını istiyor. Şehit cenazelerine katılmaktan, Hizbullahcıların kazdığı mezarları görmekten, rüşvet söylentilerinden, ülkemizin bir suçlular cenneti haline getirilmesinden rahatsız. Demokratik Batı ülkelerinde olduğu gibi, delillerin kolaylıkla toplanabildiği ve suç işleyenlerin mutlaka cezalandırıldığı bir hukuk düzeni istiyor. Kısacası halkımız temiz toplum, temiz siyasetçi, huzurlu, düzenli ve çağdaş bir yaşam istiyor. Cezaevi koğuşlarına bile girmekten çekinen bir devletin, kamu düzenini sağlayamayacağını vatandaşlarımız çok iyi biliyor.
Düşmanlarıyla mücadele etmeyi beceremeyen bir demokrasi ayakta duramaz. Cin çağırmayı, savunma mekanizmalarımızı felç etmeyi demokratlık sayıyorlar. Göreceksiniz çağırdıkları cinlerin önünden önce kendileri kaçacak. Kamu düzenimizi sağlayamazsak akan kanı durduramayız. Ekonomimizi felç ederiz. Demokrasimizi koruyamayız.
Bu düşüncelerimiz, birkaç kişi istisna edilirse, aydın ve çağdaş hukukçularımızın hemen hepsi tarafından paylaşılmaktadır.
Nitekim değerli bilim adamı, Türkiye Barolar Birliği'nin değerli Başkanı Prof. Dr. Eralp ÖZGEN, 10 Mayıs 2000 günü Danıştay'ın Kuruluşunun 132. Yıldönümü dolayısıyla yaptığı tarihi konuşmada şöyle demiştir:
''Laiklik anlayışı, her ülkenin sosyal yapısına göre değişiklik gösterir. Anayasa Mahkememiz bu konuda çok yerinde olarak şöyle diyor: 'Laiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi, bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların laiklik anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır.’ Keza Anayasa Mahkememiz yine çok haklı olarak gerektiğinde dinsel hak ve özgürlüklere sınır getirebileceğini bir kararında şöyle belirtiyor: 'Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatı ile, dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisinin tanınması; kamu düzeni, kamu güvenliği ve kamu yararını korumak amacı ile sınırlar getirilmesi mümkündür.' Biz de Anayasa Mahkememiz gibi düşünüyor, özgürlüklerin de sınırının olacağına inanıyor ve bu nedenle demokrasinin, demokrasiyi yok etme özgürlüğünü de içerdiği düşüncesine katılmıyoruz. Demokrasinin olanaklarım kullanarak demokrasiyi yıkma hakkı yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesi ve uluslararası insan haklan kuruluşlarının hiçbiri böyle bir hak tanımamaktadır. Ülkemiz açısından, laikliği ortadan kaldırmak, Aydınlanma Devrimini yok ederek tekrar karanlık bir teokratik rejime bizleri mahkum etmek isteyenlere her türlü olanağı tanırsak, bunun adı demokrasiye hizmet değil, demokrasiye ihanet olur. Bu nedenlerle, laikliği yok ederek demokrasiyi temelsiz bırakmak ve dolayısı ile demokrasiyi, insan haklarım ortadan kaldırmak isteyenlere olanak sağlama düşüncelerine karşıyız. Laik Cumhuriyetimizi ve demokrasimizi, karşıtlarının olası 'hoşgörüsü'ne dayandıran düşüncelerin gerçekçi olmadığını inanıyoruz. Kanımca, Cumhuriyet ile demokrasiyi ülkemiz açısından farklı kavramlar olarak kabul etmek de yanlıştır. Ülkemizde, tam ve mükemmel olmasa dahi demokrasiyi getiren rejim laik Cumhuriyet rejimi olmuştur. Laik Cumhuriyet yok edildiği takdirde demokrasi de, belki de bir daha gelmemek üzere gidecektir.
Son zamanlardaki Hizbullah olayı da bize laik Cumhuriyet düşmanlarının neler yapabileceğini, örgütlenerek geniş bir çevreye nasıl yayılabileceklerini ve ele geçen silahlar da artık bir 'cihat' noktasına yaklaşmakta olduklarını açıkça göstermiştir.
Büyük Ata'mız 'Gerçekleri söylemekten korkmayınız!' diyordu. Ama gerçek sadece kitaplarda yazan kuramsal gerçekler değildir. Ülke gerçeklerini görmek, ayaklarını yere basmak ve kuramsal gerçekleri ülke gerçekleri ile karşılaştırarak incelemek gerekir. Özellikle son derece farklı sosyal ve dinsel yapıya sahip ülke yazarlarından alıntılar yaparak, kendi ülkemizin gerçekleriyle bir değerlendirme yapmadan ileri sürülecek fikirler, olumlu bir gelişmeyi değil, olumsuzluklar ve hatta ilerideki olası felaketleri beraberinde getirirler. Biraz önce sözünü ettiğim Hizbullah örgütü, ülkemizin gerçeğini göstermektedir. Sivas'ta Madımak otelinde ‘şeriat isteriz’ diye 37 kişiyi yakanlar da ülkemizin bir başka gerçeğidir. Laiklik karşıtı bir Belediye Başkam ‘Laiklere zorla şeriat enjekte edeceğiz’ diyerek kendi yandaşlarının temel felsefesini açıklarken, şeriat düzenini savunmayı serbest bırakmanın ne derece gerçekçi olduğunu takdirlerinize sunuyorum.
Devrim yasalarına aykırı olarak faaliyet gösteren tarikatların tamamen serbest kalmasını, okullar açabilmesini isteyenler, demokrasiye mi, yoksa şeriatçı bir diktatörlüğü mü hizmet ettiklerini iyi değerlendirmelidirler. Atatürk ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür' kuşaklar yetiştirilmesini istiyordu ve gerçekleştirdiği çağdaş eğitim reformu ile bunu sağlamaya çalıştı. Şimdi bazılarımız tarikat okullarına meşruluk kazandırmak gayretlerine giriyor. Sormak istiyorum, ''fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür'' kuşakları tarikat okullarında mı yetiştireceğiz? Bu kişiler bir yandan Atatürk'e övgüler düzerken, öte yandan onun ilkelerini ve özellikle aydınlanma devrimini yok edecek bu tür önerilerde bulunuyorlarsa, bu en basit ifadesi ile samimiyetsizliktir. Dinin, ulus birliğini sağlamada bir tutkal rolü oynayabileceğini ifade edenler, büyük bir kavram kargaşası içine düşmüşlerdir. Dinler; ulus birliğinin değil, olsa olsa ümmet birliğinin tutkalı olabilirler.
Bazı aydınlarımız demokratik sistemi yıkacakları bahanesi ile dahi düşünceyi açıklama özgürlüğünün sınırlanamayacağını ileri sürmektedirler. Kuşkusuz düşünceyi açıklama özgürlüğü en temel özgürlüklerden birisidir, insan haklarının en temel öğelerinden birisidir. Ancak her özgürlüğün sınırı olduğu gibi, düşünceyi açıklama özgürlüğünün de sınırları vardır. Aslında hepsi de birer düşünce açıklaması niteliğinde olan hakaret ve suça tahrik bütün ülkelerce suç olarak kabul edilmiştir. Ayrıca bizlere örnek olarak gösterilen Anglo-Sakson hukukunda da yakın ve muhakkak tehlike halinde özgürlüklerin kısıtlanabileceği kabul edilmektedir. Demokrasiyi yıkma amacım güden düşüncelerin açıklanmasının dahi sınırlanamayacağını ileri sürenler, bu kişilerin ancak örgütlenip eyleme geçtikleri zaman cezalandırabileceklerini ile sürmektedir. Bu düşüncelerin sonucu şudur: Bu kişiler ülkemizde şeriat düzenini yerleştirmek için propaganda yaparak taraftar kazanacaklar, küçücük çocukları tarikat okullarında beyin yıkayarak militan olarak yetiştirecekler, tarikat görüntüsü altında Hizbullah örneği gizli örgütler kuracaklar ve laiklik ilkesine inanan bizler bunlara hep ‘demokratik hoşgörü’ göstereceğiz. Ve nihayet bu kişiler günün birinde demokrasiyi, laikliği, Aydınlanma Devrimini, Büyük Atatürk'ün bizlere verdiği 'çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma' görevini yok etmek için harekete geçtiklerinde biz onları cezalandıracağız. Geçen zaman içinde her şeyi sınırsız düşünce açıklama özgürlüğü adı altında hoşgörü ile karşılayıp, onların taraftar kazanmalarına, çocuklarımızı yani ülkemizin geleceğini militan olarak yetiştirmelerine sessiz kalmamız sonucu harekete geçtiklerinde biz mi onları cezalandırırız, yoksa Sivas Madımak Oteli örneğinde olduğu gibi onlar mı bizi yok eder, iyi düşünmeliyiz.
Aydınlanma Devrimini Batı ülkeleri, ikiyüz yıla yakın bir süre içinde ve çok kanlı olarak gerçekleştirdiler. Ülkemizde ise Atatürk gibi bir dahi sayesinde Aydınlanma Devrimi kısa sürede ve kansız olarak gerçekleşti. Tarikatlara özgürlük diyerek aydınlanma devrimini yok etme sonucu doğuracak istemlerde bulunanlar, şeriat düzeni özlemcilerinin önündeki tüm engelleri kaldırmak isteyenler acaba vaktiyle batıda yaşanmış kanlı olayların aynısının ülkemizde de yaşanmasını mı istemektedirler?
Konuşmamda Atatürk'ten sıkça sözettim, onun sözlerinden aktarmalar yaptım. Çünkü Kemalizmin ülkemizin geleceğini oluşturması gerektiğine inanıyorum. Geçen yıl kaybettiğimiz değerli bilim adamı Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI’nın dediği gibi ‘Kemalizmi geçmişin bekçisi sananlar, geleceğin öncülüğünü yapmak fırsatını kaçırmaya mahkumdurlar’:
Prof. Dr. Eralp ÖZGEN'in yukarıda açıkladığı görüşlerine aynen katılıyorum.
Aynı toplantıda konuşan Danıştay Başkanı Erol ÇIRAKMAN'da aynı toplantıda:
''Türkiye bugün Avrupa'nın bir parçası sayılıp kabul ediliyorsa, bu uyguladığı laik, demokratik düzeninin bir sonucudur. 80 yıla varan demokratik devlet yaşantısına rağmen, ilk çağlardaki dinsel yaşama özlem duyan, bağlı olduğu devleti, şeriat hükümlerinin uyguladığı bir İslami teokratik devlet haline dönüştürebilmek için, ona karşı savaş açtığını açıklamaya kadar varan, görüş, davranış ve hatta eylemlerin toplumumuzda hala mevcut olması, Cumhuriyetimizi kuranların emanetinin, yeterince benimsenip korunamadığını göstermektedir.
Yasa ve Anayasa hükümleri de toplumsal ihtiyaca göre kuşkusuz değiştirilebilir. Yasama organı bunun için vardır. Ancak yapılmak istenen mevzuat değişikliklerinin, laik düzenin korunmasına yönelik bir düzenlemenin ya da bu amaçla uygulanan bir yaptırımın ortadan kaldırılması şartına bağlı kılınmasını anlamak mümkün değildir. Bu pazarlıkların zaman zaman mevcut düzen aleyhinde ödünle sonuçlanması ve bu sonucun, toplumda demokratik ve hür düşüncenin sağlanmasına yönelik olduğunun ifade edilmesi ayrıca düşündürücüdür'' demiştir.
Basınımız, yazarlarımız televizyonlarımız bu konuşma/ara gerekli ağırlığı vermemişlerdir. Çünkü artık Cumhuriyetimize sahip çıkan insanlardan hoşlanmıyorlar. Neredeyse bize ''Mütareke Basını''nı arattıracaklar.
Eskiden komünistler kendilerini ''demokrat'' olarak, nitelendirirlerdi. Şimdi cephe genişledi. Akın BİRDAL’da demokrat, Abdullah Öcalan'da demokrat, Şevki Yılmaz’da demokrat, ikinci Cumhuriyetçiler de demokrat, yabancı devletlerin içimizdeki tüm işbirlikçileri de demokrat ve müthiş bir dayanışma içindeler. O güzelim ''demokrat'' sözcüğü, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının kamuflajı haline getirildi. Ama bunu gerçek Atatürkçülere yutturamazlar. Tanıdığım en demokrat kişi olan rahmetli Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI'yı bile ''ben demokrat değilim'' demek zorunda bıraktılar.
Ülkemizde de, gelişmesini tamamlayamamış diğer ülkelerde de, gerçekten çağdaş ve demokrat insanlar Atatürkçülerdir. Çağdaş sömürgecilerin yeni oyunlarını ancak onlar bertaraf edebilirler.
''Aydın'' denebilecek kişinin en başta gelen özelliği, hangi şartlarda olursa olsun gerici akım ve kişilerle işbirliği yapmayı asla kabul etmemesidir. Hem gericiliğe, hem de çağdaşlığa hizmet edilemez.
Unutmayalım ki, biz Kurtuluş Savaş'ımızı Batılı devletlere rağmen yaptık ve kazandık. Batılı devletler, hiçbir zaman bağımsız ve güçlü bir Türkiye istememişlerdir. Keban ve Atatürk Barajları gibi bazı önemli yatırımlarımızı bile Batılı devletlerle çekişerek yapabildik. Onlar, bizim konumumuzda olan ülkeleri daha bağımlı hale getirebilmek için, daima irtica ve bölücülük yanlısı güçleri desteklerler. Onların her dediğini yaparak Avrupa Birliğine gireceğimiz şüpheli ama, ülke bütünlüğünü koruyamayacağımız, kanla ve irfanla kurduğumuz Cumhuriyetimizin geleceğini tehlikeye sokacağımız gün gibi ortada.
Hiçbir zaman unutmamamız gerekir ki, Avrupa Birliği'ne ancak ve ancak Batılı devletlerin çıkaracağı engelleri aşarak girebiliriz.
Yol haritasını da Atatürk çizmiş zaten. Başka bir devlet adamı bize daha çağdaş, daha Batıya yönelik bir yol haritası önermedi. izlemeyi bile beceremiyoruz. Bizi affet ATAM.
Sözlerime Atatürk'ün büyük Nutuk'undan aldığım cümlelerle başlamıştım. Yine aynı kitaptan aldığım iki cümle ile son vereceğim:
''Milletimizin temel yararı ile ilgili konularda yabancıların bizce hiçbir önemi yoktur. Biz gidişimizi yabancıların görüşlerine uydurma güçsüzlüğünü kötü görenlerdeniz.''
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş
(19 Mayıs 2000'de Samsun ADD'de verilen konferans)
Blogda Ara
15.07.2008
Hem Gericiliğe, Hem de Çağdaşlığa Hizmet Edilemez - Vural Savaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder