Blogda Ara

12.07.2008

BÜYÜK TÜRK MİLLETİNE AÇIK MEKTUP /7 - Oktay Yıldırım

ATEŞ VE HAREKET TEKNİĞİ


27 Nisan 2006

Düşmanların biri vururken diğeri ilerliyor. Biri bize ateş ederek ötekinin ilerlemesini sağlıyor, sonra diğeri başlıyor ateşe, bu kez öbürü ilerliyor içimize.

Bu en temel askeri taktiklerden biridir, az sayıda askerin mümkün olan en az zayiatı vererek hedefe ilerlemesini sağlar. İki erin koordineli sıçraması temeline dayanan bu harekât farklı çaplarda askeri birlikler tarafından da uygulanır.

Temel olarak ilerleyen veya mevzi değiştiren bir askerin, ateş üssü oluşturması ile arkadaşının ilerlemesini kolaylaştıran diğer bir askerin sağladığı ateş desteği ile hedefe yaklaşması demektir.

Ateş üssü, ilerleyen askerin hareketini perdeler ve hedefi ateş baskısı altına alarak ilerleyeni rahatlatır. İlerleyen ise(askeri dilde “sıçrayan” tabiri kullanılır) ulaştığı yerde yeni bir ateş üssü oluşturarak arkadaki arkadaşının aynı ilerlemeyi yapmasını kolaylaştırır.

Adından da anlaşılacağı gibi bir koordinasyon ve eşgüdüm söz konusudur. Bu eşgüdüm sayesinde, olası yanlışlıklar sonucu birbirinin hareketine zarar verme ihtimali engelleneceği gibi harekâtın daha hızlı ve emniyetli olarak devamı da sağlanacaktır.( Bu kısım ne kadar da manidar değil mi?)


--------------------------------------------------------------------------------

Bu koordinasyon harekâtı icra eden personel yâda birlikler arasında doğrudan olabileceği gibi, harekâtı daha hâkim bir noktadan izleyen bir komutan veya her türlü bilgiye ulaşılabilen bir karargâh tarafından da sağlanabilir, hatta bu karargâh Atlantik ötesinde bile olabilir. (inanın bu daha manidar)

Bu koordinasyonu sağlayan kişi veya karargâh, kimin nereye kadar ilerleyeceğinden, kimin kime ateş edeceğine, nasıl ateş edeceğine kadar tüm ayrıntıyı talimat olarak verir( bu hepsinden daha manidar ama sadece düşünen beyinler için)

Bu kadar açıklamadan sonra, içinizden bazıları çıkıp “bu adam ne anlatıyor?” diyebilir. Biraz sabır.

Akıllı askerler böyle bir harekât karşısında derhal misliyle mukabele eder ve esas saldırının nereden geleceğini değerlendirerek ona yönelik tedbirler alırlar. Ateşin yoğun olduğu yerle ilgilenirler ama tüm enerjilerini buraya vermezler. Daha büyük tehlikenin bu yolla gizlendiğini bilirler.

Yaptıkları durum muhakemesinden sonra aynı saldırının yeniden tekrarlanmaması için tedbirler alırlar. Düşmanın yaklaşma istikametini çeşitli engellerle tıkar ve düşmanını zayıflatmak için ona aynı yolla mukabele eder.

Bilirler ki saldıran grup sadece esas düşmanın uzantısı veya taşeronudur.

Kalıplaşmış davranış biçimleri dışında durum muhakemesi yapmaktan aciz, ileriyi göremeyen, Konfüçyüs’ün yaklaşımı ile “bilmediğini bilmeyen” cephe komutanları ise önlerine sürülen birliklerden başka tehdit algılayamadıkları için sadece o iki avcı eri veya örtme birlikleri ile ilgilenip dururlar.

Bir sonraki hareketlerini tahmin etmeyi başarı sayarlar, tüm kuvvetlerini onlarla meşgul edip esas tehlikenin farkına bile varamazlar. Bunların biraz daha beceriklileri ise piyonlardan birini veya ikisini yok etmeyi başarsa da sadece zaman kaybettirdiği düşmanının yenilerini yollamasını bekler. Çatışma bu şekilde devam ederken esas düşman sizi istediği ölçüye kadar ruhen ve madden yıpratır ve diğer taraftan da esas planı doğrultusunda ilerlemesini ve son darbe için konuşlanmasını sürdürür.

Bu körlüğün bir adım daha ilerisi ise piyonları muhatap kabul edip onarla iletişim kurulması ve onların taraf yerine konulmasıdır ki bu konuda tek kelime yazmaya bile gerek yoktur. Çünkü oluşturulan sis perdesinin arkasındaki gerçek düşmanı ve onun harekâtını kavrayamayan sığ düşünceli insanların, bu yapılan benzetmelerden de bir şey anlamayacakları veya farklı anlamlar çıkaracakları için bu yazıyı daha fazla okumalarına da gerek yoktur, bizim anlatmak için çabalamamıza da.

Aynı senaryo devam eder gider ve inanın, sonunda saldıran taraf kazanır. Bu tür liderlerin en belirgin özelliği ise başarısızlık durumunda derhal bir suçlu bulup, kaybetmenin tüm suçunu ona yükleyebilme yetenekleridir.



Bu değişmez kuraldır.



Askerlik bir savaş sanatı olduğu kadar bir yaşam savaşıdır ve yaşamın daima devam eden bir mücadele olduğunu düşününce bazı temel askeri kavramların hayattaki değişmez yerleri de perçinlenir.



Ulusların sevdikleri veya sevmedikleri yoktur, çıkarları vardır. Askeri taktiklerle ve askeri payandalara dayanarak üretilmeyen politikalar başarısızlığa mahkûmdur. Dünyanın yönetiminde ve nimetlerinden istifadede en başarılı ve söz sahibi ülkeler daima bu şekilde politikalar üretmiş ve bu politikanın doğası gereği sürekli yayılmıştır.

Ne yazık ki yayıldıkları ülkelerin içinde bu ülkelerin tamamından daha eski ve köklü bir devlet geleneğine sahip olan Türkiye de vardır.

Türkiye Cumhuriyeti, yıllarca sözüm ona ayrılıkçı terör ile uğraştı. Sadece önüne sürülen düşmanla uğraştı, arkasında ne veya kim olduğuna bakmaksızın veya baksa da neye baktığının farkına varmaksızın.

Yaşanan çatışmanın sebepleri araştırılıp konuşulmaya çalışıldığında ise aydınlar(ki aynı aydınlardan King- Crane raporunun beşinci maddesinde de bahsediliyor) veya bazı devlet adamları işsizlik, ekonomik sebepler, ilgisizlik gibi teranelerle milleti avuttular.

Yatırım yapılmalı, eğitim ve öğretim eksiklikleri tamamlanmalı, işsizliğe çözüm bulunmalı dediler.

Bu eksikliklerin sadece Güneydoğu Anadolu’da değil tüm Anadolu coğrafyasında olduğunu bilerek, İç Anadolu’da, Karadeniz’de de bu eksiklikler fazlasıyla olmasına rağmen onların neden köy yakıp adam öldürmediğini, neden bölücülük yapmadığını, neden devlete baş kaldırmadığını düşünmeden veya düşünmek işlerine gelmediğinden konuşup durdular.

Tüm halkın dikkatini kanın aktığı yere çekip, bu kanı kimin akıttığını, esas planı kimin yaptığını, amacını, sebeplerini anlatmadan dikkatleri sadece akan kana yönlendirdiler. Halk gösterilen yere baktı ama halkı yönetenler, piyonların arkasındaki güce bakması ve onunla uğraşması gerekenler de bilerek veya bilmeyerek halk yardakçısı yaklaşımlarla aynı yere baktılar.

Taraflar oluşmuştu artık bir yanda terör, bir yanda canı yanan halk ve hamasi milliyetçi tavırlarla teröre karşı duran vatan bekçisi ideolojiler. Meydan iki tarafın savaşına tanıklık ederken düşman(AB-D) ilerledi, yeni yerine konuşlandı.

Terörü kimin ve neden beslediğini halka açıklamaya çalışanlar susturuldu, susturulamayanlar öldürüldü.

Bölücü başı ve çetesi yine esas düşmanın beslediği oyunculardan biri olan Barzani ve çetesinin palazlanması için çelik yelek görevi yaptı. Hedef gösterip, tüm ateş yoğunluğunu kendi üzerine toplarken büyük karargâhtaki senaristler bize kendi elimizle Barzani’yi besletip büyüttüler.

İkisi de aynı karargâha bağlı unsurlardı ama biz biriyle uğraşırken diğerini kırmızı pasaportlu ayrıcalıklarla besledik. Kırmızı pasaportlu olanı bizimle beraber kırmızı pasaportlu olmayana karşı mücadele ediyormuş gibi göründü, bize de akıllı(!) devlet erkânı tarafından yutturuldu(bize derken yutan zevatı kastediyorum).

Ne yazık ki tarihten ders almayan, daha doğrusu tarihini bilmediği için kıyaslama yapamayan toplum ve hatta onu yönetenler kendilerine yeni bir Noradonkiyan efendi bulmuşlar ve işbirliğine başlamışlardı bile.

Ne tesadüftür ki bu gün bize tehditler savurup, devlet başkanı edalarıyla ortalıkta arzı endam eden ve şu anda daha donanımlı bir şekilde karşımıza sürülen Barzanidir.



Tam milletin aklında bir bilinç oluşmaya ve gerçeği görmeye başladığı sırada, ikinci piyon devreye girdi.

En büyük tehlike “irtica”, “şeriat geliyor”, “değişim kanlı mı olacak, kansız mı” çığırtkanlıkları arasında diğer oyuncu ateş etmeye başladı. Aydınlar(!) ve milleti yönetenler, “evet dediler esas düşman budur” ve oyun yeniden başladı.

Diğer tehdit sessizce ilerleyişini sürdürürken “din elden gidiyor” diyerek çeşitli kıyafet ve simgelerle ortalığa çıkan, elbise biçimine, sarığına ve cübbesine göre bağlı olduğu tarikatı yansıtanlar ve karşılarında “cumhuriyet tehlikede” sloganıyla laiklik bekçiliği yapan bir grup çığırtkanın, sözüm ona Atatürkçü ve yurtseverin(kendi deyimleriyle) çarpışması geliyordu sahneye.

Her birinin farklı taktikleri vardı, kimi ya şeriat ya ölüm diyor, kimi hoşgörü ve dialog çalışmaları yaparak kendine göre insanlığa yeni ufuklar açıyordu Florida’dan. Karşılarında ise Türk bayrağı sokaklarda yakılırken sesini çıkaramayan, bir tek şehit ailesinin evine gitmemiş, Kaymakam Kemalin adını bile duymamış Lincoln arabaları, boğazda yalı daireleri ve Armani takım elbiseleriyle çağdaşlık muhafızı vatanseverler vardı.

Bizim tüm dikkatimiz o yöne çekilince bankalar el değiştiriyor, yasalar değiştirilerek vatan toprakları satılıyor, hudutlar satılıyor, burnumuzun dibine yeni komşular taşınıyordu.

Ne esas düşmanı görebiliyor, nede gören ve uyaranlara itibar ediliyordu. Oysa vatan gazete köşelerinde kurtarılmaya devam ediliyor, ekonomik veriler iyiye gidiyor, yavaşça Avrupalı olunuyor ve şimdilik endişe edecek bir şey görünmüyordu.

Nasılsa sadece iki kişilik bir düşman üzerimize taarruz ediyordu. Onlar birkaç çapulcu ve birkaç gericiydi, gereğini yapmak çok kolay olmasa da devlet denilen organizasyon her şeyin başında ve her şeye hâkimdi, idare-i maslahat siyasi iradenin sanatı değil miydi nasılsa?

Katıldığım birçok dernek veya grup toplantısında, konu vatan olunca mangalda kül bırakmayan kokoşlar ve lafı ağzında geveleyerek yarı Türkçe yarı İngilizce konuşan şehir kibarı adamcıklar gördüm.

Hepsi de kendi çapında bir “gerçek düşman” belirlemiş atıp tutuyordu. Kiminin düşmanı gericiler ve rejim düşmanları kimininki ise düzen düşmanı ayrılıkçı teröristler idi. Ama hiç birisi gerçek düşmanın yani her ikisini de besleyen aynı elin ayırtında değildi ya da farkında olsa bile böylesi daha çok işine geliyordu. Veyahut çağdaş(?) kafası ancak bu kadar çalışıyordu.

Aklı başında olan herkes bilir ki ABD’nin İran’a yapacağı bir saldırı ancak birkaç boş tesisin vurulması yolu ile olacak ve bu da oluşması istenen kaotik ortamın sebebi olmaktan öte bir işe yaramayacaktır.

Aklı başında olan herkes bilir ki İran’dan Türkiye’ye şeriat falan gelemez, bu girişimler de olsa olsa Türkiye’de ki dikkatlerin bir yöne yoğunlaştırılarak ABD’nin 1918’den beri güttüğü Ortadoğu politikalarını hayata geçirebilmek adına kullanabileceği bir sisleme olabilir.

Aklı başında herkes bilir ki terör sadece bir araçtır ve onu parayı veren herkes her amaç için kullanabilir, bu doğrultuda ne PKK ve ne de Barzani öncülüğünde kurulacak bir Kürdistan, Kürtler hariç herkesin işine yarayacaktır. Tıpkı sınırları cetvelle çizildiği günden beri Irak’ın, kendi halkı dışında herkesin işine yaradığı halde bir tek Iraklıların işine yaramadığı gerçeği gibi.

Hülasa dün Kaymakam Kemal’i asan Kürt Nemrut Mustafa ne ise bu gün göz önünde düşman rolü oynayanlar da odur, aslolan bunları başımıza kimin ve ne için sardığı gerçeğidir,

Son 100 yıldır Türkiye ve Ortadoğu’da yaşanan her gelişmeyi, sebeplerinin içinde boğulmadan, sadece sonuçlarını inceleyerek ve “bu kimin işine yaradı?” sorusunu sorarak gerçek tehdidin üzerimize yollanan küçük, taşeron örtme birlikleri değil, onları yollayan ve biz onlarla meşgul olup kâh rejimi, kâh sınırlarımızı korumaya çalışırken tüm Ortadoğu’ya yerleşerek etrafımızdaki kuşatma harekatını tamamlamaya çalışan ABD olduğunu görebiliriz.

Yazımızın başında dedik ya akıllı cephe komutanı bilir ki “sızma bölgesi ve dolayısıyla gerçek tehdit yoğun ateş altındaki bölge değildir, bu ancak esas harekâtı gizlemek için yapılan bir örtme harekâtıdır, esas taarruz daima başka taraftan yapılır”

Unutmayın, üzerimize taarruz eden ve farklı hedefleri varmış gibi görünen bu gruplar birbirleriyle koordine içinde olan ve bağlı oldukları karargâh tarafından yönlendirilen taşeronlardır. Onlar ancak kendilerine emredileni yaparlar. Bizim muhatabımız ise onları üzerimize yönlendiren güç olmalıdır ve tavrımız ona karşı belirlenmelidir.

AB-D yardakçısı politikalarla bu tavır sergilenmez, manda ve himaye mantığıyla egemen olunmaz, egemen olamayanlar ise diğer egemenlerin değil ancak onların kukla ve taşeronlarının muhatabı olurlar.

Bu kukla ve taşeronların birini veya tümünü bertaraf etseniz bile sahipleri yerine yenilerini koyar.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin düşmanı ve esas tehdit unsuru bölücü terör veya irtica değildir, onları kullanan, finanse eden, planlarını belirleyen ve üzerimize salan sahipleridir. Bizim düşmanımız AB-D ve politikalarıdır.

En iyi savunma taarruzdur. Onlar size her yönden saldırırken siz durursanız yenilirsiniz. Misliyle mukabele etmelisiniz, Habur’u kapatmalı ve Ovaköydeki sınır kapısını açmalısınız. AB ile ilişkilerinizi derhal durdurmalı ve gümrük birliği anlaşmasını feshetmelisiniz.

Nasıl ki Saddam Irak mahkemeleri yerine Amerika’da yargılanıyorsa Albay Maywell ve Süleymaniye operasyonuna katılan her Amerikalı askerin Türk Askeri mahkemelerinde yargılanması için girişimlerde bulunur ve hatta bunun için memlekette ne kadar Amerikan askeri varsa hepsini tutuklarsınız.

Eğer bunları yapacak kadar yüreğiniz ve milli şuurunuz varsa, tüm bunları yaptıktan sonra o veremediğiniz müzik notasını Amerikalı bir müzisyene çaldırır yorgunluk atarsınız.

Eğer bu söylediklerim bazı akıllara uzak geliyorsa, o akıllar Türk olmaktan ve onurlu olmaktan bir hayli uzaklaşmış demektir ve o akıllar bırakın saldırıya karşı koymayı veya esas birliği durdurmayı, taşeronlarıyla birlikte esas mütecavize kılavuzluk bile edebilirler.

İşte bu, doğarken asker doğmuş şerefli ve onurlu bir Türk’ün bakış açısıdır, gayrisi laf-ı güzaftır.

“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN
OKTAY YILDIRIM

Hiç yorum yok: