Blogda Ara

25.08.2008

İTİRAFLAR VE ERDEMLER - Oktay Yıldırım

İtiraf kelimesi bende daima olumsuz bir duygu oluşturmuştur. Günlük hayatta kullanıldığı yerler hep bu havayı çağrıştırır. Suçlu olanlar itiraf eder mesela, ya da âşıklar itiraf eder. Biri başkalarına karşı işlediği ama şimdiye kadar sakladığı bir suçu, diğeri ise daha masumane olarak birine karşı duyduğu ama o güne kadar sakladığı bir duyguyu ifade eder.
Aşkını itiraf etmede saklama sebebi, reddedilme veya ayıplanma korkusudur, diğerinde ise gerçekle yüzleşince elindeki bazı şeyleri (özgürlük, makam, para, vs) kaybetme korkusudur.

Ama ben kendi bilgilerime tam itimat etmeden Türk Dil Kurumu’nun internet sitesine girerek bir kelime sorgulaması yaptım. Karşıma çıkan açıklamaları tek kelimesine dokunmadan tırnak içinde yazıyorum.

İtiraf;

“1. Başkaları tarafından bilinmesi kendi için sakıncalı görülen bir gerçeği saklamaktan vazgeçip açıklamak, söylemek, bildirmek:

"Bu günahımı gizli bir defter içinde, kendi kendime itiraf etmeliyim."- A. Gündüz.

2. Kabul etmek:

"Mutlaka bir tarafın sırtı yere gelmeli ve mağlubiyetini itiraf etmeli."- H. E. Adıvar.”

Bir de “erdem” var, erdem!

Bununda genel anlamını biliyor olmakla beraber yine üşenmeden aynı sözlüğe baktım. Yine karşıma çıkan açıklamaları tek kelimesine bile dokunmadan yazıyorum.

Erdem;


“1 . Ahlakın övdüğü iyilikçilik, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk vb. niteliklerin genel adı, fazilet:

"Spor, alçak gönüllülük gibi bir erdem aşılar sporcuya."- N. Cumalı.


Bunları niye yazıyorum?

Aslında itiraf emeliyim ki bunları yazmak bana çok büyük acı veriyor ama her gün bir gazete sayfasında birilerinin itiraflarını okuyoruz, bunları normal karşılıyoruz. Çünkü itiraf edecek bir şeyleri olan insanlar çıkıp itiraf ederler bu normaldir. Ama bir zamanlar bu memleketin kaderine yön vermiş insanların itiraflarını okuyunca yazmak zorunda kalıyorum.

Çünkü bu tür askeri veya siyasi makamları işgal etmiş insanların itiraf etmeleri gereken bir şey olamaz. Eğer varsa bu zamanında milletin aleyhine yapılmış bazı icraatlarını dürüstçe söylemedikleri veya bu icraatlardan doğan kötü sonuçların bedelini onurlu bir şekilde ödemedikleri için hesap bu güne kalmıştır. Olacak olan olmuş, görülecek zarar görülmüş, bedel millete ödettirilmiştir.


Bir müddet önce Nurettin Veren isimli kişinin – ki kendisini ne daha önce ne de şimdi tanımam, bilmem - Aydınlık’a yaptığı itirafları okuduk.

Anlattıklarına şaşırmadık ama bunları göremeyen gözlerin sahiplerine üzüldük. Bir yandan da bunları anlatan zatın tanık olduğu olaylar karşısında neden bu zamana kadar beklediğini, neden daha önce dürüstçe tepkisini koyamadığını merak ettik. İşte tam da bu noktada erdem, ikiyüzlülük, cesaret, korkaklık, kelimelerinin anlamları daha belirgin bir şekilde kafalarımıza kazındı.

Bu itiraflar furyası, mason locası bilmem nesinden, bilmem kiminle düşüp kalkan hafif meşrep, dedikodu basını malzemesi zavallılara kadar, birçok kişi tarafından, dillendirildi ve yazıldı.

Birçoğu magazin malzemesi olacak itiraflardı. İtirafları ne kadar önemliyse kendileri de o kadar önemliydi.


Ama bazı itiraflar var ki bunlar diğerlerinden çok farklı. Türk ordusunun en önemli makamlarını işgal ederken, ülkenin siyasi rotasının değişmesine sebep olacak kadar önemli bir takım hareketlerin altına imza atanların bugün bir şeyleri itiraf ediyor olmaları kelimenin anlamı bakımından dehşet ve ibret vericidir.

Evet, yanılmadınız zaman gazetesinde yayınlanan E. Org. Çetin Doğan hakkındaki yazıdan ve Sayın Doğan’dan bahsediyorum.

Neyi itiraf etmiş peki paşa?

28 Şubat sürecinde yapılan epeyce bir yanlış olduğunu ve bu yanlışlardan dolayı birçok insanın zarar edip çile çektiğini söylemiş.

Nerede?

Güven hareketi’nin düzenlediği bir panelde.


Ve zaman gazetesi almış bunu “ Çetin Doğan paşa’nın 28 Şubat itirafları” diye haber yapmış.


Sayın E. Org. Çetin Doğan, bu konuşmayı “itiraf” olsun diye yapmadı elbette, ancak konuşmanın içeriği bakımından böyle bir anlam taşıması kaçınılmazdı.

İşte beni yerden yere vuran, sırtımdan bıçaklayan o duygu burada ortaya çıkıyor.

Kendi kendime;

Bugün çıkıp bunları milletin huzurunda anlatacak kadar cesur ve vatansever insanlar neden bu yanlışlar yapılırken tepkilerini ortaya koymadılar?

Yemin ederken söylediğimiz “doğruluk ve muhabbetle hizmet” ne anlama geliyor?

Bahse konu yanlışlar-ki neler olduğu konusunda “epey yanlış” ifadesi dışında açıklayıcı bir şey yok- Yapılırken de yanlış mıydı ve eğer öyleyse nerede kaldı “ doğruluk ve muhabbetle hizmet” ?

O zaman doğru idi ise, bu kadar kısa zamanda nasıl yanlışa dönüştü?

Çile çekti ve zarar etti denilen birçok insana karşı hissedilen sorumluluk duygusu neden o gün değil de şimdi ortaya çıkmaktadır?

Bu yanlışlar nelerdir ve sorumluları kimdir?

Diyorsunuz ki; bir vatandaş yasak olduğu dönemde, Kürtçe kaset getirtip dinliyormuş ama serbest bırakılınca dinleyen kalmamış. Bu cümleden yabancı veya ayrılıkçı herhangi bir dilde yayın yapılmasının sakıncası olmadığını anlatmaya çalıştığınızı mı anlamalıyız?

Yayınla başlayan bu sürecin ilerde, farklı bir dilde eğitim, farklı bir dilde kamu hizmeti talebi ile karşımıza gelmeyeceğinden emin misiniz?

Yarın böyle bir şeyle karşılaştığımızda, bu günün doğruları olarak anlattıklarınız, yarın başka doğrularınızla yine yer değiştirir mi?

Bu fikir değişiklikleri bize, neye mal olur?

Değişen fikirler midir yoksa siyasi konjonktüre göre şekillenen söylemler ve icraatlar mıdır?


Bu sorular uzadıkça uzar, sordukça sorulur. Cevabını kim verir bilemiyorum, ben verirsem yorum olur, bir gazeteci verirse haber olur ama bize ne haber ne de yorum lazım değil.

Bize lazım olan şey “cevap”.

Kim kendini sorumlu hissediyorsa, onun vereceği cevap. Öyle cevaplar olmalı ki bunlar, utanç vesikası iddianamelere konu olmayacak kadar açık, kime hizmet ettiği belli olmayan köşe yazarlarına malzeme olmayacak tutarlı ve her işbirlikçi hain saldırıyı daha başlamadan caydıracak kadar askerce.


Bu haberi okuduktan sonra, kelime anlamları bakımından, aklıma, ruhuma ve yüreğime bir defa daha kazıdığım diğer kelime ise “erdem” oldu.

Nereden icabetti demeyin, itiraf edilecek şeylerin karşıtıdır erdem. Erdemli adamların itiraf edilecek bir şeyleri olmaz.

Çünkü;

Doğruluk bir erdemdir ve bu erdeme sahip kişiler asla daha sonra itiraf etmeleri gereken yanlış veya yanlışlara ortak olmazlar. Eğer kendi iradeleri dışında cereyan ediyorsa ama kendi sorumluluklarına zarar veriyorsa, onurlu bir şekilde bunun bedelini öderler. Sorumlu oldukları millete karşı. Bu tarih bir sürü Reşat Çiğiltepe örneği ile doludur.

Cesaret, bir erdemdir ve bir insan üniformalı iken ne kadar cesursa, üniformasını çıkarınca da o kadar cesurdur. Bu erdemin sahipleri doğru olanı yanlışın yüzüne karşı her zaman haykırırlar, bunun için bir şeyi beklemezler, arkalarında kimse olmasa da fark etmez. Ne ödeyecekleri, bedelden ve ne de kaybedecekleri makam ve mevkiden korkmazlar. Bu tarih Mustafa Muğlalı gibi cesur asker örnekleriyle doludur.

Mertlik, bir erdemdir ve bu erdemin sahipleri için doğrular ve yanlışlar asla yer değiştirmez. Fikirleri ve hayata bakış açıları her insan gibi değişebilir ama bunu tüm açık yüreklilikleri ile sorumlu oldukları millete beyan ederler. Hala aynı duruşu sergileyerek dün doğru kabul edip yaptıklarına bugün yanlıştı demezler. Onun yerine “dün öyle düşünüyordum ve öyle yaptım ama bu gün bunun yanlış olduğunu gördüm” derler, açıkça ve yiğitçe.

Lafı oradan çevirip, buradan dolaştırmazlar.

Millet arkasında erdemli ve iyi askerlerden kurulmuş bir ordu ister. Orduyu oluşturan askerler ise, başlarında her davranışını benimseyecekleri ve örnek alacakları komutanlar ister. Bu komutanlar yönetici değil liderdir. Bir liderin ilkeleri vardır ve bu ilkeler o liderin sahip olduğu erdemlere göre şekillenmiştir.

Askerlerinizin önünde sergileyeceğiniz bir anlık tereddüt veya tutarsızlığın sebep olacağı itimatsızlık, oluşturacağı şüphe savaşlar kaybettirir, medeniyetlerin tarihten silinmesine yol açar.

Bu orduyu kuran, Tanrı kut Mete atına ve kadınına ilk oku kendisi atmasa idi erleri de atmazdı. Mete aslında bu okları atarak ordusuna demişti ki” ben sizin için her şeyimden vazgeçiyorum”, işte o ordu da Mete’si için her şeyinden vazgeçmişti. Sonra yaşlı tarih bizim bugün mensubiyetinden onur duyduğumuz, ilk düzenli Türk ordusunu, onun komutan ve askerlerinin modelini böyle yazdı.

O günden beri askerlik bir meslek değil bir yaşam biçimidir.

O günden beri her Türk asker doğar ve yeri geldiğinde bu uğurda her şeyini terk eder.

Bir asker emekli olmaz. Ölür. Öldüğü güne kadar, üniforma taşısa da taşımasa da askerce yaşar, askerce konuşur.

Asker, diplomat değildir. Yazarken, konuşurken, görevdeyken, emekli olunca ve hatta ölürken asker, sadece askerdir.

Ve işte askerler başlarına en az kendileri kadar asker, en az kendileri kadar erdemli, cesur, doğru komutanlar isterler.

Söz buraya gelmişken, erdem, cesaret ve mertlikten bahsediyorken E.Yzb. Muzaffer Tekin’e buradan selam etmeli ve gerçek bir askerin, her gerçek askerinde “komutanım” demekten gurur duyacağı bir adamın adresini de işaret etmeliyim.

Erdemli bir komutan ve gerçek bir askerdir. Namzettir, birçoğunun ondan öğreneceği çok şey vardır, çok şey. En azından bir askerin geriye adım atmayacağını veya geriye adım attıracak işi yapmayacağını çok iyi öğrenebilirler ondan( ihtiyaç sahipleri). Çünkü o asla geriye adım atmamıştı, ne 1974‘te Saint Hilarion’ da ne de 1984’te İstanbul’da.

Böyle bir ordu ise savaşlar kazanır, medeniyetleri yıkar, yenilerini kurar, tarihe yön verir. Bu ordu binlerce yıl tarihi yaptı ve yazdı.

Ben artık bu ordunun mensuplarını, kitapları masalara vurulurken, program yapımcılarının karşısında kem küm ederek, beş tane kelimeyi hiza istikamete sokmaya çalışırken değil,.

İtiraflar başlıklı haberlere konu olurken değil.

Varlıklarını Türk varlığına armağan ederken görmek istiyorum.

Ve hatırlatmalıyım ki varlığınızı, rütbe ve makamlarınız varken ve de varlığınız bir şeyler ifade ederken Türk varlığına armağan edebilirsiniz.

Doğrularınız uğruna, makamınızdan, mevkiinizden ve hatta canınızdan vazgeçerek, armağan edebilirsiniz. Tarih o zaman sizden bahsedecektir, bu tarihe ve bu millete borç ancak o zaman ödenmiş olacaktır. Behiç Gürcihan’ın tabiri ile “muvazzaf vatandaş” tüm askerlerinden bunu beklemektedir.

Neden tüm yazılarımın altına, her sabah çocuklarımızın okullarında söylediği ve bizimde çocukken söylediğimiz, andımızın bu son mısrasını yazıyorum, biliyor musunuz?

Bu bilinç herkesin kafasına kazınmalı, unutanlara hatırlatılmalı, düşmanın yüzüne inancımızın suret-i temsili olarak şamar gibi yapıştırılmalı diye. Ben buna gerçekten inanıyorum diye. Türk varlığı olmadığı zaman veya tehdit altında olduğu zaman benim varlığımın bir kıymetinin olmadığını biliyorum diye.

Kendi varlıklarını Türk varlığından üstün tutanlara, düşmanlara, işbirlikçilere, korkaklara ve dahi her şeye ve herkese rağmen;


“VARLIĞIM, TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”

OKTAY YILDIRIM

26 Mart 2006

Hiç yorum yok: