Blogda Ara

25.08.2008

KANGREN’Lİ SERÇE PARMAK - Oktay Yıldırım

Atardamarların daralması sonucu kan dolaşımının durarak ilgili bölgedeki organa oksijen taşıyamaması ile başlayan ve bir defa oluştuktan sonra vücudun selameti için organın kesilmesinden başka çare olmayan kötü bir hastalıktır.
Kangren, ilgili organda bulunan bir hastalık nedeniyle olabileceği gibi, yaygın olarak deri yüzeyinde başlayan harici bir yaranın dış etkenler nedeniyle iltihaplanması sonucu başlar.
Önlenmesi tedavi edilmesinden daha kolaydır, çünkü kan dolaşımı duran ve artık mikropların yuva yaptığı organı eski haline getirmek mümkün değildir. Tek tedavi biçimi vücudun kalan kısmının selameti için organın kesilmesidir. Ya da morfin alarak çürümenin acılarını çekmeden, yavaş yavaş ölümü beklemektir.

Hafif kızarıklık ve şişme ile başlar ve tüm organ çürüyünceye kadar devam eder. Vücudun direnci o kadar düşer ki normal zamanda bünye zarar veremeyecek en hafif bir rahatsızlık bile ölümcül bir hastalık haline gelebilir.

Böyle bir durumda organı kesen cerrahın, organa acıması söz konusu değildir, zira kangren’li organ, tüm vücudu tehdit etmektedir. Ancak içinden “keşke bu hiç olmasaydı” türünden bir iç geçirebilir ama gaye, icraat’tan daha ulvi ve önemli olduğundan bunun da bir kıymeti harbiyesi kalmaz.

Vücutta organlardan biri yitirilince diğer organlar, eskisinden daha güçlü ve hassas bir duruma gelerek bu organın eksikliğini tamamlar.

Eğer kesilen çok hayati bir organ değilse ve hasta güçlü bir ruh ve fizik yapısına sahip ise bu süreç son derece hızlı atlatılabilir. Bu tamamen hastanın iyileşme istek ve arzusuna değil aynı zamanda hastanın iyileşme zorunluluklarına ve bunun idrakinde olmasına da bağlıdır.

Şu halde verilecek en zor karar, aslında yapılmasından başka çare kalmayan operasyon ise, sonuçlarını ve gerekliliğini düşündüğünüzde, Çok kolay bir seçim haline dönüşüvermektedir.

Kangren, tıbbi anlamı dışında siyasi ve sosyolojik bir anlam da taşır ve bazı milletler kendi tarihleri boyunca bu tür olaylarla karşılaşmıştır. Tıpkı kangren olan bir organ gibi toplum içinde bir grup veya bir fikir anlam ve eylem bakımından topluma olan faydalarını yitirip o toplum için tehdit olabilirler.

Toplumun geleceğini ve egemenliğini tehditle, toplumu tümden parçalamaya ve yok etmeye yönelik faaliyetlere girişebilirler. Genellikle dış etkenler nedeniyle oluşan bu tür eylemlerin topluma zarar vermesini engellemek için sadece tek ve zorunlu olan tedaviyi uygulamak yeterli olmayacak, devamında kangrene neden olan dış etkenlerin de ortadan kaldırılması veya onlarla temasın kesilmesi gerekecektir.

Zira aynı dış etkenler daha sonra hastalığa yeniden ve başka bir grubu kullanarak sebep olabilirler.

Bunun dışında bir seçeneğiniz daha vardır; sözde dost ve müttefiklerinizin teklif ettiği morfinleri alarak yıkılışın ve yok oluşun acılarını çekmeden yavaş yavaş yok olursunuz.

Vücudu saran kangren nasıl dış etkenlerden kaynaklanan mikroplarla besleniyorsa, toplumsal kangren de tıpkı tıbbi hemcinsi gibi, dış kaynaklı ve yıkıcı olan, ayrılıkçı terör, uyuşturucu satışı, kaçakçılık, anarşi, psikolojik harekât, güdümleme, gibi yasadışı hareketlerle beslenir.

Bu hareketler, tıpkı tıkanan damarın organa giden kan ve oksijeni durdurduğu gibi, toplum içindeki güven duygusunu sarsarak hâkim otoritenin toplumun bazı kesimlerine ulaşmasını engeller ve yarattığı otorite boşluğundan fayda ile bulunduğu yerde kendi otoritesinin veya yardım aldığı iradenin otoritesinin yerleşmesini sağlamaya yardımcı olur.

Otoritenin dumura uğratıldığı bu durumda, normal zamanlarda sorun olmayacak en küçük bir toplumsal sorun dahi aşılması güç bir kriz haline gelebilir.

Ya da toplum içinde bazı gruplar bu durumu fırsat bilerek oluşmuş olan bu kargaşa ortamından faydalanarak kendi emelleri doğrultusunda yıkıcı ve bölücü girişimlerde bulunabilirler.

Olayları endişe ile takip ettiğimiz son günlerde yaşananlar yukarıda tıbbi ve toplumsal boyutundan örnekler verdiğimiz hastalığın tüm belirtilerini son derece net bir şekilde taşımaktadır.

Bazı devlet görevlilerinin basına yansıyan görüş ve açıklamalarının bu hastalığa çanak tutar ve hatta destekler mahiyette olması, buna karşın siyasi iradenin konuya tüm vahametine rağmen kendi deyimleriyle “ılımlı” yaklaşımı yâ da cerrahi müdahaleyi gerçekleştirmesi beklenen kurum temsilcilerinin “asimetrik” bakış açısı hastalığın vücuda vereceği zararın gözden kaçırıldığı yahut önemsenmediği izlenimini doğurmaktadır.

Yönlendirme o kadar etkili ve başarılı olmuştur ki tarafsız olduğu varsayılan bazı basın organları dahi “göstericilerle polis arasında yaşanan olaylarda” gibi yönlendirilmiş ifadeler kullanarak ne kadar etki altında olduklarını göstermektedir.

Çünkü göstericiler denen grubun hedefi veya hasmı polis değildir, devlettir. Polis sadece devlet adına orda bulunan ve devleti temsil eden bir organdır. Hasmın polis olduğunun işaret edilmesi, göstericilerin esas hedefinin devlet düzeni olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine ve olayın ciddiyetinin tam kavranamamasına neden olacaktır.

Bunun gibi bir sürü örnek sayabiliriz, ama bu yazının konusu bu olmadığı için fazlasına gerek yok.

Bir devlet görevlisi olan Batman Belediye Başkanı, "Kürt halkı referandumla kendi liderini seçmiştir. Barış için onunla görüşülmeli ve taraf kabul edilmelidir. Sayın kelimesini her yerde kullanacağız. Bunları Savcılığa verdiğim ifadeye de koydurttum" diyerek, çektiği isyan bayrağını kime karşı çektiğini açıkça beyan etmektedir.

Hastalık o kadar ilerlemiştir ki artık tüm vücut tehdit altındadır. Hastalığın tedavisi ile meşgul olması gereken siyasi irade ise aldığı A.B morfini sayesinde acıların hiç birini çekmemekte ve sağduyu çağrısı yapmaktadır. Tarım bakanı Mehdi Eker: “Esnafa zorla kepenk kapattırılıyor. Bu bir ilktir. Çocukları kullanarak 1990’daki gibi çok kan dökülmesini bekliyorlardı. Ama güvenlik kuvvetleri sivil ve demokratik standartlar ölçüsünde savunma şekliyle karşılık verdi. Terörle mücadeleden doğan zararların karşılanması kapsamında esnafın zararları karşılanacaktır'' dedi.

Kullandığı ifadede ki güvenlik kuvvetlerinin sivil standartlar ölçüsünde karşılık vermesi bile mantık dışılığı itibariyle morfinin tesirinin en belirgin emaresidir. Sivil standartlar nelerdir ve üniformalı güçlerin kendi standartları yok mudur? Eğer sivil standartlara göre davranacaklarsa neden üniforma giymekte ve silah taşımaktadırlar?

Bir bakanın bu yumuşak ve sinirleri alınmış ifadesine karşılık Diyarbakır belediye başkanı Baydemir, Roj Tv’ye yaptığı açıklamada; "Halkımız demokratik tepkisini göstermek için kepenk kapatma, çocuklarını okula göndermeme ve partimizi ziyaret kararı almış, bunun üzerine polis halkımıza saldırmıştır. Polisin şehir içinde bulunmasının provokasyonlara yol açacağını söyleyip, çekilmesini istedik. Tüm polis noktaları geri alındı.

Şu anda kontrolü arkadaşlarımız sağlıyor. Barışçı eylemlerimizden asla taviz vermeyeceğiz. Siirt halkı ve Kürtler olarak barışçıl çözüm için her yolu deneyeceğiz. Halkımızın, örgütümüz ve yöneticilerimizin talimatları dışına çıkmamasını, Diyarbakır''la dayanışmasını sürdürmesini istiyoruz." Diyordu.

Polislerden geri alınan bu kontrol noktalarında kontrolu sağlayan, “bizim arkadaşlar” kimlerdir?

Baydemir’in böyle bir gücü mü vardır?

Bu güç silahlı mıdır?

Devletin sağlamakla yükümlü, eğitimli ve donanımlı olduğu asayişi sağlamak üzere devlet’e alternatif olan bu güç kim veya kimlerdir?

Cumhuriyetin savcıları bu konuda bir şey yapmakta mıdır?

Bu sorular güncel sorular ve daha yüzlercesi var ama ne yazık ki cevapları henüz verilmedi. Biz büyük resme bakmaya devam edelim.

Yukarıda demiştik ki, toplumsal anlamda sadece hastalığı tedavi etmeniz yetmez, hastalığın kaynağını da yok etmeniz veya onunla teması kesmeniz gerekir.

Bu açıdan bakıldığında, (yani hastalığın kaynağına ve icraatlarına) hastalığın Türkiye deki, ayrılıkçı terör olmadığı, ayrılıkçı terörün sadece esas planın gerçekleşmesi için kullanılan bir paravan olduğu gerçeği görülecektir.

Apo ve PKK yıllar boyunca Barzani önderliğinde oluşturulacak bir bağımsız kürt devletinin çelik yeleği olarak kullanılmış ve esas hareket Türkiye Cumhuriyeti' nin de yardımları ve iltimasları ile bu güne getirilmiştir.


Bu güne getirilen tezgah “Babil Hesaplaşması ve Türk Yurdu” başlıklı yazımızda (www.meyilhaber.net) belirttiğimiz üzere, önümüze konulduğu gibi 1984’te değil 11 Şubat 1918 de yayınlanan Wilson prensipleri bildirgesinin 12. maddesine istinaden hazırlanan ve 20 Mart 1919 da kararlaştırılarak Paris barış konferansında kabul gören King-Crane raporunun ikinci maddesi doğrultusunda, sabırla hazırlanarak önümüze konmuştur.

İşte hastalığın sebepleri dediğimizde işaret ettiğimiz nokta sorunun tarihsel süreci olarak bu şekilde karşımıza çıkmaktadır. PKK esas hareketi gizleyen “tecrit kuvveti” rolünü bizim körlüğümüz sayesinde başarıyla oynamış ve senaristleri, başındaki terörist başının her şeyinden faydalanmak için saklanmak üzere bize teslim etmişlerdir. Biz de İmralı deposunun sıhhi ortamında daha sonra pişirilecek ve önümüze konacak olan yemeklerde kullanılmak üzere, bu malzemeyi itina ile saklamaktayız. Ne yazık ki morfin bu kadar etkili olmuştur.

Sizde takdir edersiniz ki yemekte kullanılan malzeme önemlidir, ama yemek daha önemlidir ve yemek piştiğinde malzemenin bir önemi kalmayacaktır.

Şu halde ciddiye alınması ve karşı konulması gereken şey maşa olarak kullanılan bir terör örgütü ve onun kukla elebaşı değil bağımsız bir Kürt devleti hedefi güden ABD ve politikalarıdır.

ABD oluşması muhtemel bir iç çatışmanın tam anlamıyla gerçekleşmesini istemek yerine, olayları bir iç çatışma arifesinde yatıştıran arabulucu rolünü üstlenecektir. Çünkü eğer bu iç çatışma gerçekleşirse sonuçları kendi istediği şekilde oluşmayabilir ve tüm Ortadoğu projesi suya düşebilir. Oysa 88 yıldır güdülen bu politika için bu kabul edilebilir bir risk değildir.

Arabulucu ve müdahil olarak tıpkı daha önce başkan Wilson’un yaptığı gibi çözüm önerileri ile istediklerine daha zahmetsiz ve emin bir şekilde ulaşabilir.

Oysa olayların kontrolden çıkması ve yaşanacak bir iç çatışmanın sonunda kozlar bölüşüldüğünde, hamiliğini yaptığı ayrılıkçı etnik grupların elinde pişmanlık ve yenilgiden başka bir şey kalmayacağını çok iyi bilmektedir.

Ama bir dakika, ABD bizim müttefikimiz değil mi? Evet, hala Lozan barış anlaşmasını kabul etmemiş olan bir müttefik(!)

Teröriste karşı yapılacak olan, ancak hak ettiği muameledir, oysa biz bunu yapacak güçte iken ABD’den yardım istemek gibi bir gaflete düşmüş isek tabi ki alacağımız cevap; “biraz daha bekleyin” olacaktır.

Bu gün Diyarbakır’da görev yapan bir arkadaşımla görüşen eşim bana günlerdir çocuklarını okula gönderemediklerini, lojman dışında oturan personelin evlerini terk ettiğini söyledi. Okullara gelen bazı adamların polis ve asker çocuklarının kimler olduğunu sorduğunu söyledi.

Şu oldu, bu olmadı diye her ayrıntıyı anlatmak istemiyorum ama bu kangrendir.

Kangrenin tedavisi de bellidir, kangreni oluşturan kaynak ta bellidir. Eğer gereken tedavi neye mal olursa olsun bir an önce yapılmazsa hastalık tüm vücudu saracak ve bu millet için daha ağır sonuçlar doğuracaktır. Hastalığı tedavi etmeye memur olanlar ellerini çabuk tutmazlarsa iş başa düşecek ve büyük Türk milleti tarihi boyunca gösterdiği vatanına sahip çıkma refleksini yeniden gösterecektir.

Bu refleks, Trabzon’da, Bilecik’te, Sakarya’da, Tarlabaşında kendini göstermeye hem de olabilecek en kontrolsüz ve duygusal biçimde kendini göstermeye başlamıştır. Bu hat tüm satıh’a yayılmadan, devlet yapması gerekeni yapmalı ve halkın teslim ettiği emanete sahip çıkmalıdır.

Çok değerli ve kahraman bir askerin bana daima tekrar ettiği bir söz vardır, “ordu zahiri güçtür, gerçek güç milletin kendisidir”.

Neden? Çünkü orduyu oluşturan yine millettir de ondan. Ve milletin sabrı taşmaktadır bunun örnekleri ise yaşanmaya başlamıştır.

Derin devlet falan aramanın da bir anlamı yoktur zira o da milletin kendisidir ve zamanı geldiğinde, nasıl Yahya kaptanları, Topal Osmanları, Sapancalı Hakkıları bağrından çıkardıysa yenilerini de çıkaracaktır.

Millet, icra-i sanat ettiğinde ise başa gelmeyen devletten, leşe üşüşmeyen kuzguna kadar tüm sorumlular, Yüce Türk milletine, onun Yüce Divanına, Divan-ı harbine ve varsa eğer kendi vicdanlarına hesap verecektir.


“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”

OKTAY YILDIRIM

3 Nisan 2006

Hiç yorum yok: