Blogda Ara

25.08.2008

BABİL HESAPLAŞMASI VE TÜRK YURDU - Osman YILDIRIM

Tarihi hesaplaşmada, gelinen bu noktadan sonra Amerikan hükümeti ve müttefiklerinin, İran’ın nükleer programından dolayı takındığı uzlaşmaz ve sert tutumu ve bu tutumun nedenlerini yazacak değilim. Ama İran’ın nükleer macerasının nasıl başladığına bir göz atmak gerekir. Zira bu gün, A.B.D ve müttefikleri tarafından savaş bahanesi sayılan bu program yine kendileri tarafından başlatılmıştır. Bu gün, İsfahan, Natanz, Arak ve Buşher’de bulunan nükleer tesisleri İran’ın en önemli nükleer tesisleri olarak bilinmektedir. İran’ın nükleer programı 1957 de Amerika’dan satın alınan bir adet reaktör ile başlar. Ve Şah’ın nükleer araştırmaları 1979 İran İslam devrimine kadar aralıksız devam eder. Hatta Şah döneminde İran, Fransızların dünyanın en büyük uranyum zenginleştirme şirketi olan Eurodiff ‘in yüzde 10 oranında ortağı dahi olmuştur. Bu da gösteriyor ki İran’ın nükleer programı ilk başladığı andan itibaren askeri bir nitelik hiç olmazsa amaç taşımaktaydı. ABD ve İran arasındaki yapılan antlaşmanın ardından 1958’de İran, Uluslararası Nükleer Enerji Ajansı (IAEA) üyesi olmuştur. Bu tarihten 1968 yılına kadar Amerika’nın bu konuda İran’a çok yoğun ve ciddi bir desteği görülmezken, aynı yıl Komünist Baas partisinin bir darbe ile Irak iktidarını ele geçirdiğini ve Amerika ve müttefiklerinin bundan sonra İran’a verdiği nükleer desteğin artarak devam ettiğini gözden kaçırmamak gerektiği kanaatindeyim. Bu durum, artık herkesçe bilinen ünlü yeşil kuşak projesi kapsamında düşünülmelidir. Zira İran, Amerika için S.S.C.B ve komünist Baas rejimine karşı elde bulundurulması gereken bir kale niteliğinde idi. 1968’de ABD tarafından Tahran üniversitesi bünyesinde beş Megavatlık bir araştırma reaktörü (Atomic Research Centre affiliated to Tehran University) kurmuştur. Daha sonra İran 1970’te “Nuclear Non-Proliferation Treaty” (NPT)’ye imza atmış ve 1973’te İran’da Atom Enerji Kurumu ( Sazeman-e Enerji-e Atomi-e İran) kurulmuştur. Şah Rıza Pehlevi bölgenin en büyük askeri gücü olma niyetindeydi. Bu doğrultuda İran Şah’ı 1974 yılında 20 Bin Megavat güce sahip olan 20 adet nükleer reaktör inşa etmek istediğini bildirmiştir. Ancak sadece altı nükleer reaktör kurmayı başarabilmiştir. 1974’te İran ve Almanya arasında İran’ın Buşehr kentinde 1200 Megavatlık bir santralın kurulması kararlaştırılmıştır. Buşehr’deki nükleer santral antlaşması Batı Almanya şirketi olan Kraftwerk Union (KWU) tarafından imzalanmıştır. Ayrıca aynı yıl 900 Megavatlık bir nükleer santralın Benderabbas’ta yerleştirmesi için Fransa ile antlaşma yapılmıştır. Yine bu dönemde Belçikalılar tarafından Karj’da Nükleer Tıp Merkezi kurulmuştur. 1979 İran İslam devrimi ile nükleer program durdurulmuştur. Yedi yıllık bir aradan sonra İran, 1986 da nükleer çalışmalarına yeniden başlamış, Arjantin ve Çin ile işbirliğine girmiştir. Irak’ın, Buşehr nükleer santralına yaptığı askeri saldırı 1989 yılına kadar bu çalışmaların askıya alınmasına neden olmuşsa da, 1989’dan sonra yeniden nükleer çalışmalarına başlamıştır. Irak savaşı ve bu savaşta Amerika’nın yoğun bir şekilde Irak’ı desteklemesi, İran’a askeri gücünü arttırması gerektiğini çok net bir şekilde öğretmiştir. Bu doğrultuda ilk önemli işbirliği de Rusya ile gerçekleştirilmiştir. 22 Ocak 1989’da İran ve SSCB arasında teknolojik, ticari, ekonomik ve bilimsel alanda işbirliğini öngören bir antlaşma imzalanmış ve bu antlaşmanın devamı olarak yine İran ve Rusya arasında, 1992 yılı itibariyle bir nükleer işbirliği antlaşması da imzalanmıştır. Irak tarafından vurulmadan önce Almanlar tarafından yapımı devam eden Buşehr nükleer santralının yeniden inşasını 1995’te Rusya devralmıştır. Bundan sonra İran nükleer çalışmaları çerçevesinde ilişkilerini genişleterek Almanya, Arjantin, İspanya, Çin, Kuzey Kore, Pakistan, Belçika ile işbirliğine girmiştir. Bu işbirliğinin sonucu olarak İran 20’den fazla nükleer tesise sahip olmuştur. İran’ın 1958 den beri UAEA(Uluslararası Atom Enerji Ajansı) üyesi olduğunu ve çok uzun zamandan beri U.A.E.A denetimlerine açık olduğunu hatta Uranyum zenginleştirme programının, Şah döneminde başladığını düşünürsek, İran’ın Natanz ve Arak tesislerinde, nükleer silah üretebilmek amacıyla yer altında uranyum zenginleştirme programı uyguladığının ancak 2002 yılında İran hükümeti tarafından sürgüne gönderilen İran Milli Direniş Konseyi tarafından açıklandığında A.B.D’ nin, U.A.E.A’ nın ve şu anda İranı nükleer tehdit olarak gören tüm ülkelerin bunu biliyor olması ve aynı reaksiyonu o zamana kadar göstermiş olmaları gerekirdi sonucuna ulaşırız. Demek ki müttefik olduğunuz ve çıkarlarına uygun hareket ettiğiniz zaman, A.B.D için nükleer silah sahibi olmanız tehdit olmanız anlamını taşımıyor ve hatta bu konuda ortak düşmanlarınıza karşı yardım bile görebiliyorsunuz. Ama gün gelipte o ünlü yeşil kuşak, Amerikanın kendi başına dolanmaya başlayınca, ateş bacayı sarmış ve dünkü meşruiyetler bugünün tehditleri olmuştur. Fakat göz ardı edilmemesi gereken en önemli faktör Amerikanın, tarihsel hedefleri gereği Ortadoğu’ya yerleşmesi için yeterli bahaneler o günlerde de olmasına rağmen bölgede konuşlu yeterli askeri gücü olmayışı ve o günün iki kutuplu dünyasında tek süper gücün kendisi olmadığı gerçeğidir. Eğer şartlar uygun olsaydı eminim o gün de zavallı Ortadoğu halklarını, zalim diktatörlerden ve İslam rejimlerinden kurtarmak için tüm gücüyle gelirdi. Halbuki gerçek göründüğünden çok daha farklıydı. Ortadoğu’ya giden yol Türkiye’den geçiyordu. Aklı başında olan herkes bilir ki; İran’ın bir nükleer programı olmasaydı da bugün biz başka nedenlerden dolayı, olası bir Amerika-İran savaşını konuşuyor olacaktık. (Tevrat/Tekvin.15: 18-21 O gün RAB Avram'la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: "Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit*, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını- senin soyuna vereceğim) Çünkü bu savaş veya bu güne kadar olan diğer savaşlar dünyaya özgürlük getirmek ve halkları kurtarmak için değil, Ortadoğu’da uygun pozisyonu almak içindi. Hala Lozan’ı imzalamamış bir ülke için boğazların ve doğu Akdeniz’in önemi, geçen yıllar ve değişmiş gibi görünen politikalara rağmen artarak bu güne gelmiştir. Ve bugün, stratejik ortağımız(?) Amerika, artık stratejik komşumuz olmuştur. Yarın Milli varlığımız ve egemenliğimizin en büyük düşmanı olmayacağını ise hiç kimse garanti edemez. Tevrat/Yeremya.50: 4 O günlerde, o zamanda" diyor RAB, "İsrail halkıyla Yahuda halkı birlikte gelecek; Tanrıları RAB' bi aramak için ağlaya ağlaya gelecekler. Tevrat/Yeremya.50: 5 Yüzleri Siyon'a dönük, Oraya giden yolu soracak, Kalıcı, unutulmaz bir antlaşmayla RAB' be bağlanmak için gelecekler. Tevrat/Yeremya.50: 6 "Halkım yitik koyunlardır, Çobanları onları baştan çıkardı. Dağlarda başıboş dolandırdılar onları, Dağ, tepe avare dolaştılar, Kendi ağıllarını unuttular. Bu gün yaşanan gelişmelere baktığımızda, olayların kendi konusunda uzman olan ve beyan ettiği öngörülerle toplumu yönlendiren bir çok akademisyen’ in tahminlerinin tam aksi istikamette cereyan ettiği ve kimse kabul etmek istemese de A.B.D ve müttefiklerinin ulusal hedefleri doğrultusunda hareket ederek bölgeye yerleştiği görülmektedir. Yeremya.50: 19 İsrail'i yeniden otlağına kavuşturacağım, Karmel' de, Başan' da otlayacak; Efrayim ve Gilat dağlık bölgelerinde istediği kadar yiyip doyacak. Hiçbir şey dün veya önceki gün başlamadı. Süreç, Amerika ve müttefiklerinin ulusal hedeflerinin sürekli değişen senaryolarla ama hiç değişmeyen sonuçlarla sahnelenmesi sürecidir. Ve mütecavizler, hedeflerine her gün biraz daha yaklaşmaktadır. Dünyanın en zengin petrol yatakları ve yer altı zenginliklerine sahip olan bu bölge için, her yola başvuran Amerika ve müttefikleri için bu zenginliklere sahip olmanın yolu Türkiye’den geçmektedir. Zira Türkiye neredeyse tüm Ortadoğu’nun su kaynağıdır. Bunun yanında boraks, toryum ve neptünyum gibi madenlerin varlığı ve bu madenlerin nükleer sanayinin en önemli ve en ucuza mal olan ham maddeleri olduğu düşünülürse Türkiye sahip olunması zorunlu bir ülke konumundadır. Jeo-stratejik konumu itibariyle Boğazların ve doğu Akdenizin kontrolünü elde bulundurmak için olmazsa olmaz bir konumdadır ki A.B.D gibi, tek kutuplu dünyanın egemeni ve jandarması rolünü oynayan bir oyuncu için vazgeçilemez bir üs ve mevzi durumundadır. Eğer Ortadoğu’yu istiyorsanız orayı Türkiye’den kontrol etmeniz gerekmektedir. Bundan dolayı, teröre karşı savaş, dünyaya demokrasi getirmek, nükleer silah tehdidi falan gibi deli saçmalarına inanmak safdillik olur. Çünkü terörün kaynağı da Ortadoğu ülkeleri değildir, terör sadece kapıdaki kilidi açan anahtardır. Bu anahtarı da ancak dışarıdan girmek isteyen ve bunun için yeterli sebebi ve parası olan yapabilir. 25 ağustos 2001 de Bulgaristan Başbakan yardımcısı Nikolai Vasilev ile 12:10 ile12:40 arası yarım saat süren bir görüşmeden sonra saat 12:45’ te, iş yerinden yanına hiç kimseyi almadan ayrılan Üzeyir Garih, aynı gün Eyüp mezarlığında öldürülür. Cinayetle ilgili bir çok soru, bugün hala cevap bulamamıştır. Garih’in şaibeli ölümünden kısa bir süre sonra insanlık tarihinin en büyük terör saldırısı sırasını beklemektedir. 11 eylül 2001 de ikiz kulelere, El Kaide militanlarının yaptığı iddia edilen saldırı gerçekleşir. ( Aslında bu saldırılarda teröristlerin, tüm uçakları neden beyaz saray ve Pentgon’a yönlendirmeyipte tüm dünyanın nefretini kazanacakları bir sonuçla karşılaşmak pahasına, binlerce masum insanın çalıştığı bir yere yönlendirdiklerini hala anlayamamışımdır.). Tüm dünya dehşet içinde onlarca farklı açıdan çekilmiş kamera kayıtlarını izlemekte ve saldırının kesin suçlusu, Usame Bin Ladin tüm dünyaya ilan edilmektedir. Uçaklar tüm radar ve güvenlik duvarlarını aşmış, içlerinde bulunan tüm yolculara karşı, teröristler bir veya iki kişi oldukları halde hiçbir uçak acil durum sinyali verememiş(?), uçağın kontrolünü tamamen ele geçirmiş ve tüm inanılmazlığına rağmen bu menfur saldırıyı gerçekleştirmişlerdir(?) Artık tüm dünya Ortadoğu’dan gelen(?) acımasız terörle karşı karşıyadır. 7 Ekim 2001 Amerika ve koalisyon güçleri “terörün kökünü kazımak(!)” amacıyla Afganistan’ı bombalamaya başladı. Harekatta, başta başkent Kabil, Usame Bin Ladin'in merkezi Kandahar, Celalabad ve İran sınırındaki Herat olmak üzere bir çok yerleşim birimi yoğun hava bombardımanına tutuldu. Operasyonda, B-1, B-2 ve B-52 ağır bombardıman uçakları, avcı uçakları ile Cruise füzeleri kullanıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, operasyonun amacının terör yuvalarını ortadan kaldırmak olduğunu söyledi. Rumsfeld, Afganistan’a yönelik askeri operasyonda 15 bombardıman, 25 taarruz uçağı ve 50 cruise füzesi kullanıldığını açıkladı. Ordu sahip olduğu tüm güçle saldırdı. Tevrat/Yeremya.50: 9 Çünkü birbiriyle anlaşmış büyük ulusları Kuzeydeki topraklardan kışkırtıp Babil'in karşısına çıkaracağım. Babil'le savaşmak üzere karşısına dizilecek, Onu kuzeyden ele geçirecekler. Okları usta savaşçı oku gibidir, Hiçbiri boş dönmeyecek. Tevrat/Yeremya.51: 40 "Onları kuzu gibi, koç ve teke gibi Boğazlanmaya götüreceğim." Sonuç; Yıkılan yerleşim birimlerine, yanlışlıkla öldürülen masum sivillere, çocuk ve kadınlara rağmen, Usame Bin Ladin hala yaşıyor ve hala Amerika için tehdit. Hem öyle bir tehdit ki bir yeri işgal etmek için birilerinin çıkıp, Usame burada demesi yetiyor. Ama tüm işgallere ve aramalara rağmen hala nerede olduğu bilinmemektedir. Amerika, Kasım 2002'de Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında 5000 kişilik bir acil müdahale gücü kurulmasına öncülük etti. Arkasından Aralık 2002'de Kırgızistan'la bir askerî anlaşma imzalayarak Bişkek'in doğusundaki Kant üssünde 20 savaş uçağı ve 1000 asker bulundurma hakkı elde etti. 20 Mart 2003 Başta Amerika ve İngiltere olmak üzere koalisyon güçleri, Irak’ın nükleer silahları ve bu silahların tüm dünya için tehdit olduğu gerekçesi ile Irak’ı işgal etti. Tevrat/Yeremya.50: 2 "Uluslara duyurun, haberi bildirin! Sancak dikip duyurun, hiçbir şey gizlemeyin! 'Babil ele geçirilecek deyin, 'İlahı Bel utandırılacak, İlahı Marduk paramparça olacak. Putları utandırılacak, İlahları paramparça olacak. Tevrat/Yeremya.50: 14 Babil'in çevresinde savaşmak üzere dizilin, Ey bütün yay çekenler! Oklarla saldırın ona, oklarınızı esirgemeyin! Çünkü o RAB' be karşı günah işledi. Tevrat/Yeremya.51: 27 "Ülkeye sancak dikin! Uluslar arasında boru çalın! Ulusları Babil' le savaşmaya hazırlayın. Ararat, Minni, Aşkenaz krallıklarını Ona karşı toplayın. Ona karşı bir komutan atayın, Çekirge sürüsü kadar at gönderin üzerine. Tevrat/Yeremya.51: 28 Ulusları -Med krallarını, valilerini, Bütün yardımcılarını, Yönetimi altındaki bütün ülkeleri- Onunla savaşmaya hazırlayın. Sonuç; Tüm aramalara rağmen ülkede nükleer silah bulunamadı. Tüm dünyayı korkutan korkunç diktatör Saddam, bir kuyunun içerinde saklanırken kahraman Amerikan askerleri(!) tarafından yakalandı. Öldürülen masum sivillere ve yine yıkılan yerleşim birimlerine rağmen Harekatın üçüncü yılında Amerika ve müttefikleri, düzenli veya düzensiz bir ordusu dahi olmayan Irak’ı, hala tam manasıyla işgal edememiş olmakla beraber kan artarak akmaya devam etmektedir. Bu gün ise muhtemel bir Şii, Sünni çatışması bu kan deryasına katkıda bulunmak üzeredir. Yeremya.50: 13 RAB’ bin öfkesi yüzünden kimse yaşamayacak orada, Büsbütün ıssız kalacak. Her geçen, Babil'in aldığı yaraları görünce şaşacak, Hayrete düşecek. Yeremya.51: 26 Senden köşe taşı, temel taşı olmayacak, Çünkü sonsuza dek viran kalacaksın" diyor RAB. Yeremya.51: 29 Ülke titreyip kıvranıyor! Çünkü RAB’ bin Babil diyarını Issız bir viraneye çevirme amacı yerine gelmeli. Bu gün viraneye dönen Irak’ta değişen tek şey, tıpkı King-Crane raporunun öngördüğü biçimde değiştirilen demografik yapı ve Irak’ın toprak bütünlüğüdür. Türkmenler resmi tapu ve nüfus kayıtları ile beraber bu coğrafyadan tamamen silinmekte, Şiiler ve Sünniler sebebi anlaşılamayacak bir şekilde birbirlerinin mabet ve türbelerini bombalamaktadır. Kürtler ise hakim etnik güç sıfatında, hiçbir iç çatışmaya karışmadan( bu Kürtlere yönelik bir saldırı olmadığı manasındadır, ama onlar bir çok silahsız Türkmen’i katletmişlerdir) ve Türkmenlerden boşaltılan yerleşim birimlerine sessizce yerleşmektedir. Şu anda ise Amerika için yeni tehdit, İran’dır. Gerekçesi ise; bir zamanlar kendi başlattığı nükleer program. Amacı tüm dünyayı ve özellikle Ortadoğu’ yu İran gibi ülkelerin sahip olduğu nükleer silahların tehdidinden kurtarıp, İsrail’ in sahip olduğu nükleer silahların güvencesi(?) altında yaşatmaktır. Yeremya.51: 49 Yeremya şöyle diyor: "İsrail' in öldürülenleri yüzünden düşmelidir Babil. Yeryüzünde öldürülen herkes Babil yüzünden düştü. Ne Irak ve ne de diğer Ortadoğu ülkeleri bu saçma sapan,nükleer silah varlığı veya terör tehdidi gibi sebepler yüzünden işgal edilmediler, sebep 1919 yılının 20 mart günü belliydi. Nasıl ve ne ad altında olursa olsun Osmanlı egemenliği altında bulunan kutsal topraklara sahip olunmalıydı.(1896 da Amerikalı Yahudi gazeteci Theodor Hertz önderliğindeki bir heyet’in, Sultan Abdülhamid’den para karşılığında Kudüs’ü istediği bilinmektedir). A.B.D başkanının kendi ifadesiyle bu bir haçlı seferiydi. Hiç değişmeyen amaç ise, Tanrının kovulmuş sürüsünü vaat edilmiş kutsal topraklarda bayındır kılmak ve dünya hakimiyetidir. Ünlü tarihçi (ya da her neyse, zira İngiliz istihbaratı adına çalıştığı bile söyleniyor) Arnold j. Toynbee, doğru söylüyordu İtilaf devletleri, Lozan’ da verdikleri her şeyi geri alacaklarını düşünerek vermişlerdi. Ve bence bunun için önlerindeki tek engel Mustafa Kemal’ di. Zaten 11 Kasım 1938 itibariyle verilenleri geri alma savaşı tüm hızıyla, yeniden başlamıştır. Bu gün başımıza neyin geldiğini ve niye geldiğini anlamak için tarihe bakmak gerekir. Kuş beyinliler nereye bakacağını bilemez veya onlara itibar eden basireti bağlılar, sorunun sebebini bu günde ararlarsa diye özellikle adres veriyorum. Bunu özellikle yazıyorum çünkü kuş beyinliliğin genetik bir sorundan çok tarihsel bir görevin ifa geleneği olduğunu düşünmeye başladım. 11 Şubat 1918’de A.B.D Başkanı Bay Wilson’ un ünlü konuşmasının esasları daha sonra Wilson prensipleri adı altında düzenlendiğinde, 12. maddesi özetle şöyle diyordu; * Osmanlı İmparatorluğu'nda, Türklerin oturdukları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması; Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerk bir gelişme için tam ve engelsiz bir fırsatın sağlanması; Boğazların uluslararası garanti altında bütün devletlerin ticaret gemilerine açılması sağlanacak. Devrin beyinleri devşirilmiş bir grup aydınının(!) son derece barışçı amaçlar içerdiğini derhal kabul ve teyit ettikleri bu raporun, esas amacı 1919 yılında ortaya çıkacaktır. Başkan Wilson, büyük 4'lerin 20 Mart 1919'daki toplantısında, müttefik devletler adına oluşturulacak bir komisyonun Suriye' ye gidip, manda olabilecek bölgeler ile ilgili bir rapor hazırlamasını ve bu raporun Paris Barış Konferansında sunulmasını önerir. Fransa bu öneriye karşı çıkar. İngiltere önce kabul ederse de, bu komisyon için göstermiş olduğu adayını geri çeker. Sonuçta, sadece iki Amerikalı aday (King ve Crane) bölgeye giderler. Rapor barış konferansında sunulur. Komisyonun gözlemleri ve "insan hakları”na, "barış”a verdiği önem gereği karar ve tavsiyesine göre: 1. Türkiye’den ayrı bir Ermenistan kurulmalıdır. 2. Türkiye’den ayrı bir Kürdistan kurulmalıdır. 3. Türkiye’den ayrı bir Konstantinopolitan Devlet'i kurulmalıdır. 4. Çukurova şimdilik Anadolu'ya bağlı kalmalıdır. 5. Türk liderlerinin ve "entellektüellerinin" [doktor, avukat, üniversite profesörleri, gazeteciler] çoğunluğu ABD mandası olmayı istemektedir. Bu günün sözüm ona aydınlarının da hali ve tavrı hiç farklı olmamakla beraber, halkı çeşitli şekillerde yanıltarak yönlendirmek için daha fazla teknolojik imkana ve sahipleri tarafından sunulan paraya sahiptirler. Herkes farkında olarak veya olmayarak, tarihi Babil hesaplaşmasının bir tarafında bulunmaktadır. Kutsal topraklar veya Ortadoğu’nun zenginliklerine sahip olmak için sayısız savaş yapıldı, kavimlerin birbirlerinden tarihi intikamlarını almak için milyonlarca insanın kanı döküldü, uygarlıklar yıkıldı. 1096 ve 1270 yılları arasında toplam sekiz haçlı seferi yapıldı, ama o seferlerin bu günden en büyük farkı Yahudilerin de tıpkı Müslümanlar gibi haçlı ordularının hedefi olmalarıydı. Bu gün tek düşman İslam ülkeleri ve küresel politikaya başkaldıran Çin ve Kuzey Kore gibi birkaç ülkedir. İsevi ve Musevi dünyanın bir tek ortak düşmanı vardır ”İslami terör” , terör değil, terörün İslami olanı. Bu önemli niteleme, İslam toplumlarında bile ayrılıklara neden olmuş ve ortaya ”radikal İslam, dinci, aşırı dinci, ılımlı İslam” gibi bir takım kavramlar çıkmıştır. Sonra emperyalizm bu kavramların içini kendi çıkarlarına göre doldurarak düşünmek yerine izlemeyi tercih eden toplumların önüne servis yapmıştır. Ve bu toplumlar bu yemeği kendi damak tatlarına en uygun yerlerinden yemeye başlamıştır. Herkes yediği yemeğin kendi işine gelen kısmıyla ilgilendiği için, kimse bu yemeğin nerede pişirildiğini, nasıl ve ne zaman servis edilmeye başlandığını düşünmemiştir, bunu araştırmak zahmetine katlanmamıştır. Bu zahmete katlanıp bunu insanlara anlatmaya çalışan idealistler ise ya katledilmiş ya da aydınlar(!) tarafından komplo teorisyeni olarak adlandırılmıştır. Batı kendi dinini, kendi gençliğine anlatmaya çalışırken, yine kendi tarihi ve dini çıkarları doğrultusunda yorumlayarak değiştirirken, İslam coğrafyalarında da boş durmamıştır. Bu tarihi hesaplaşmanın orta yerindeki Türk yurdunda da İslam, yaptıkları yoğun dezinformasyon ve ayırdıkları bütçeler sayesinde yine onların istediği gibi algılanmaya başlanmıştır. Bir yanda, kıyafetleri, yaşam biçimleri, ödün vermez tavırları, sert bakışları ve rejime karşı sert söylemleri ile bir duruş örneği veren, Cuma namazı çıkışlarında basın açıklamaları, Beyazıt’ta yürüyüşler yapan, polisle çatışan bir sürü farklı tarikat ve şeyhlere bağlı müritler toplumu. Diğer yanda, islamı ve peygamberini kabul dahi etmeyen, kendi içinde bir şirket gibi kurumlaşmış, belli bir hiyerarşileri, bütçeleri, misyonerleri olan papazlar ve hahamlar topluluğu ile “dialog” kurmaya çalışan, kendi meşrebince islamı temsil ediyormuş gibi davranan, akıtılan Müslüman kanlarına ve işgal edilen İslam ülkelerine rağmen Amerika’ da yaşayabilen, okullar kurup İngilizce eğitim yaptıran, kitaplar yazan, dergiler çıkaran, gazetelerin köşelerinde konuşlanmış ılımlılar toplumu. Bir diğer tarafta ise, magazin programlarında orasını burasını ellettiren, İslam üzerindeki bir takım sapıkça yorum ve açıklamaları ile toplumu yönlendirmeye çalışan, film çeviren, oruçluyken cinsel ilişki, çıplak namaz kılma usulleri gibi pantolon kemeri hizasını geçemeyen, vıcık vıcık laubalilik ve ağdalı magazin kokan konularda açıklamalar yaparak, reyting oranında nemalanan sözüm ona akademisyenleri ve bebekte ki lüks erkek berberlerinde seksen YTL’ye sakal tıraşı olup, manikür pedikür yaptıran, yüzleri fondötenli medyumları dinleyen, çağdaşlık budalası, sonradan görme burjuva toplumu. Oysa Türk toplumuna unutturulan şey, bu gurupların karşıt taraflarıyla yaptıkları sert tartışmalar ve görüş ayrılıkları ile, kamusal alan çıkmazları, türban eylemleri ile çar çur edilen, laik ve anti laik mevzilerine yerleştirilip birbirlerine salvo yaptırılırken harcatılan, magazin programlarında utanmazca kirletilen, insanların hafızalarından vefasızca silinen, bin dört yüz yıllık sevgi, yardım, hoşgörü gibi kavramları olan, kucak açan, derin bir saygı ve itibar gören, mutedil, saygılı, din kültürü anlayışıdır. Kaybedilen Yunustur, Mevlana' dır, Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Kaybedilen binlerce yıllık bir yaşam ve din kültürüdür, kaybedilen diliyle, diniyle, geleneğiyle topyekün Türk toplumudur aslında. Ne olduğu, nereden geldiği unutturulan, sadece önüne servis edileni yemeye mahkum edilen, sistematik bir şekilde kendi kendine yabancılaştırılan ve bu arada farkında bile olmadığı(?) bir dinler savaşının ve tarihi hesaplaşmanın orta yerinde olup ta, hiç yapmaması gereken şeyler yapan, hiç uğramaması gereken haksızlıklara ve saldırılara uğrayan, çuvallar giydirilen, sınırları tartışılan, bayrakları yakılan, itilip kakılan, otopsi için getirilen terörist cesetlerine gösterilen tepkinin onda birini kendi şehitleri için gösteremeyecek kadar sinirleri alınmış, sadece onuncu yıl marşında kameraların önünde ağlayan Türk toplumu. Laik, demokratik, dürüst Türk toplumu. Laikliğimizi, birileri başına örtü takan karısı yüzünden işinden atılırken, birileri tıbbiyede dereceye girdiği halde başındaki örtü yüzünden final sınavına giremezken, okutup, büyütüp Teğmen yaptığı oğlunun orduevindeki düğününe giremeyerek, karşıdaki parkta oturan annenin, oturduğu bankın altına gömdük. Dürüstlüğümüzü, İslam’ın ruhundaki tevazuya, açlara, evsizlere, hayır hasenat programlarına inat, bin YTL’lik ipek türbanların, bilmem kaç bin dolarlık tesettür giysilerinin, on santim yüksekliğinde topuklu ayakkabılar giyen, allıklı, rujlu, ve kalçalarını kıvırarak podyumda yürüyen mankenler tarafından sunulduğu o riya dolu defilelerdeki para baronlarının ticarethanelerine gömdük. Demokrasimizi, Dini istismar ederek ve mazlum rolünü oynayarak siyaset yapan, halkın hassasiyetlerini kullanarak oy toplayanların ve o oyların sağladığı güçle bilmem ne holding yönetim kurulunda imza attıkları o karar defterlerine, ne olduğunu bile bilmedikleri yasalara ve egemenliğimizi pazarlayan anlaşmalara evet diye parmak kaldıran politikacıların, oturdukları soruşturmalı ve şaibeli ceylan derisi koltuklara gömdük. Biz, biz olmaktan çıkalı çok oldu. Böyle olduğu için de kendisi gibi davranarak kutsal kitabının emrettiği savaşı yapan demokrat donundaki, teokrat devletleri anlayamaz, önümüze konanı yer duruma geldik. Bu savaşın neresinde olduğumuzu, nasıl davranmamız gerektiğini değerlendiremedik, bunun için elinde bir değnekle harita başında ve ekran karşısında, kehanetlerde bulunan strateji uzmanlarına ihtiyaç duyduk. İşin sonunda adama; - yahu senin söylediklerinin hiç birisi çıkmadı, sen kime ve ne akla hizmetle bu toplumu yalan, yanlış yönlendirdin, etki altında bıraktın da demedik. Çünkü o zaman söylediklerini şu anda hatırlamıyorduk zaten. Öğrenmemiştik, dinleyip yapmış ve unutmuştuk, bu yüzden de tarih daima ve acımasızca tekerrür etti ve etmektedir. Bu gün başımıza gelenleri anlamak için tarihi görevlerini ifa eden kuş beyinlileri dinlemek yerine tarihimizi öğrenmeli, yemeğin pişirildiği mutfağın aynı mutfak, aşçının aynı aşçı malzemenin aynı malzeme olduğunu görmeliyiz. Elimizde kalan son değerleri de yitirmeden. Çok geç olmadan. Babil hesaplaşmasında veya Ortadoğu savaşlarında( ya da adına her ne diyorsanız) hedefler de bellidir, taraflar ve sebepler de bellidir. Tüm bu operasyonlar, halde plan ama yakın bir gelecekte de eylem olacak olan Türkiye operasyonunun hazırlıklarıdır. Bizler beyazperde de çuval rövanşı ile meşgulken, kabul edilmemiş Lozan’ın ve Sakarya’nın rövanşı için hazırlıklar yapılmaktadır. Bu saate hala bunu görmemek için ya gerçekten kuş beyinli olmak lazım, ya da ruhu ve kalemiyle beraber gözlerini de satmış olmak. Kendimiz gibi yaşamalı, kendimiz gibi davranmalı, kendimiz gibi ölmeli ve kendimiz gibi anılmalıyız. Türk milletinin olması gerektiği gibi. "Türk Milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu alçak, vatansız, milliyetsiz, beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha edecek bir heyet değildir. Türk Milletinin sosyal düzenini bozmaya yönelen didinmeler boğulmaya mahkumdur" (1929)

GAZİ MUSTAFA KEMAL

“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN” OKTAY YILDIRIM


26 ŞUBAT 2006


KAYNAKÇA ------------------------------------------------------------------------------------------ [1]Bu bilgi İran atom enerji Kurumu’nun kurucu ilk başkanı olan Ekber İtimad’in bir söyleşisinden alınmıştır. http://www.mehrnews.com/fa/NewsDetail.aspx?NewsID=147047,; Taraci, Şah ve Atom, s. 38. [2] Mensur Tarcai, “Şah ve Etom”, Gozareş, Sayı 155, 1383, ss.36-37. [3]Dr. M. Ghannadi-Maragheh, “Atomic Energy Organization of Iran” http://www.world-nuclear.org/sym/2002/ghannadi.htm [4] Mustafa Kibaroğlu, “İran Nükleer Bir Güç mü Olmak İstiyor?” Avrasya Dosyası, Cilt 5, Sayı 3, Sonbahar 1999, s. 273. [5] Taraci, “Şah ve Etom” s. 38. [6] Enuşirvan Ehtişami, Siayset-e Hariciy-e İran Der Dore-ye Sazendegi, Merkezi Esnadi İnkilabi İslami, Tahran, 1378, s. 122. [7] İran ve Rusya nükleer işbirliği konusunda bkz.: Seide Letifiyan, “Siyasete Rusiye der Gebal-e Rejim-e Edem-e Gostereş-e selahhay-e Koştar Cemi Ba tekid Ber Negş-e İran”, Mutaleat-e Asiıay-e Merkezi ve Gefgaz, Sayı 32, Kış 1379, ss.7-38. [8] http://www2.dw-world.de/persian/iran/internat_presse/1.112170.1.html Son not: Dipnotlar ve alıntılar 25 Ocak 2005 tarihli TÜRKSAM (Türkiye Uluslar arası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi) yayınlarından alınmıştır.

Hiç yorum yok: