Her şey karıştı birbirine, at izi, itinkine it izi kim bilir kiminkine karıştı. İşi gücü bıraktık hangi iz kime ait onu bulmaya çalışıyoruz. Zoolog olduk billahi. Ağız torba değildir büzemezsiniz ama bazı ağızlar var ki torba olsa yine büzemezsiniz. Çöp torbası gibidir, öyle pis kokar ki bırakın büzüp kapatmayı yanına bile yaklaşamazsınız.
Hrant Dink öldüğü günden beri biz, gazete sayfalarında, internet sitelerinde ve televizyon akranlarında bu kokularla yaşıyoruz. Hiç birimizin tasvip edemeyeceği bir cinayeti ve maktulün cenazesini kullanarak, ağızlarına gelen her hakareti yazılarına geçiren sözüm ona aydınlar, batı özentililer yani
“ Beyaz Türkler, Kırmızı Türkler ve Kara Türkler” (1)
başlıklı yazımızda bahsettiğimiz “Kırmızı Türkler” Nobel sevdası ile coştukça coşmuşlar döktürüyorlar maazallah.
Hoş bazı gazetecilerin veya yazarların birilerine hakaret etmesi için ille de birilerinin öldürülmesine veya bir bahaneye gerek yok, adam sabah kalkıp yüzünü yıkadıktan sonra, gece gördüğü kâbus yüzünden bile bu tür hakaretleri yazı diye yazabiliyor.
Neredeyse bir hakaret yarışına dönen bu üslup, her ne kadar yazanlarının iç dünyalarındaki seviyesizliği yansıtsa da bazıları kişi, kurum ve belli meslek gruplarını hedef alan kabul edilemez benzetmeler içermektedir. Bu sıralar sıklıkla seçilen hedef ve verilen örnekler ise Türk ordusu ve onun mensupları ile ilgilidir.
Bahse konu yazar Çetin Altan ve yazısı da 4 Şubat 2007 tarihli milliyet gazetesindeki köşesinde “ Canilikle kahramanlık birbirine karıştı, ahmaklıkla dangalaklık birbiriyle yarıştı” başlığıyla yazdığı yazıdır.
Bize hiçte yabancı olmayan bu yarışın süvarileri tarihi bir hakaret ve batı özentisi geleneğinden gelmektedir. Bu geleneğin eski temsilcileri, bin dokuz yüzlerin başlarındaki İstanbul gazetelerinin bazılarından tanıdıktır.
Sait Molla, Refii Cevad , Refik Halit , Ali Kemal gibi yazarlar ve İstanbul, Alemdar, Peyam-ı Sabah gazeteleri bunların en belli başlılarıdır.
Bazı örnekler vermek gerekirse;
Refii Cevat İngilizciliğini açıkça yazar:
“İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. İngiliz mandası için İstanbul'da 24 saat içinde 40 bin imza toplandı.” (21 Nisan 1919, Alemdar) (2)
“Türkiye'nin yabancı bir devlete dayanması şarttır. Bu devlet İngiltere'den başkası olamaz. İslâm dininin anahtarını İngiltere'nin güvenilir eline teslim etmekte, İslâm âlemi için hiçbir tehlike yoktur. Soruyoruz: Geç kalmıyor muyuz?..” (14 Temmuz 1919, Alemdar) (3)
Refik Halit, 2 Şubat 1920 tarihli yazısında; İstanbul'da toplanan Meclis'e, Anadolu'dan seçilen mebusları şöyle aşağılamaya çalışır:
“Topuna Hoş Amedi.
Merhaba Sivas kuzuları, Ankara keçileri ağıla mı geldiniz? İttihat sürüsünden yeni çobanbaşı, millet paşası mı sizi seçip ayırdı? Tüylerinizi kabartıp, boynuzlarınızı varaklayıp, sırtınızı kınalayıp bize sizi o mu hediye gönderdi? Boynunuzdaki tasmayı da o mu taktı? Kösemendiniz kimdir?
Sivas'ın şu Karakeçisi mi? Yoksa Karaman “kahraman” kuzusu mu? Niye Koç Ankara'da kaldı? Âdeti uzaktan mı toslamaktır?...” (2 Şubat 1920, Alemdar) (4)
Keza, Ali Kemal'in yazdığı Peyamı Sabah gazetesinin 12 Temmuz 1920 tarihli nüshasında Adalet Bakanı'nın şu demeci yayınlanır:
Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi'nin demeci:
“Hükümet, Yunan ordusunun ileri hareketini protesto etmek niyetinde değildir. Çünkü Yunan ordusu, bizim programımıza dâhil olan Mustafa Kemal'e ceza verme işini yapıyor. Bu hareket zorlukla karşılaşmaz. Mustafa Kemal'in ordusu haydutlardan, yağmacılardan, sabıkalılardan kuruludur.” (12 Temmuz 1920, Peyamı Sabah) (5)
Mondros mütarekesinden itibaren Amerikan mandacılığı yapmaya başlayan ve bunu her fırsatta ifade eden Ahmet Emin (Yalman) ise Kütahya'da sürgünde iken :
“Vekâlet ve bağımsızlık: Amerikalılar bizim öğretmen ve yol göstericimiz olmalıdır. Bu kararımızı Milletler Cemiyeti'ne de bildirelim. Dünya karşısında eksiğimizi itiraf etmek ayıp değildir.” (7 Haziran 1919, Vakit) (6)
Ve Ali Kemal;
“Hükümet önce, Anadolu'nun henüz istilaya uğramayan yerlerini Mustafa Kemal'lerden, Ali Fuat'lardan, o ipsiz sapsız, akılsız, fikirsiz zorbalardan, canilerden temizlemelidir.” (5 Ağustos 1920, Peyamı Sabah) (7)
“Büyük Millet Meclisi üyeleri figürandır, kukladır. Bunların bu millete, Anadolu Türküyle ne irfanca, ne nesilce, ne fikirce, ne yazıca ilgileri yoktur ki başka türlü bağları olsun. Bir ne idüğü belirsiz hizip, haricen ve dâhilen dilediğini yapıyor.” (1 Eylül 1920, Peyamı Sabah) ( 8)
Elbette bu listeyi bu güne sarkıtmak ve bu akımın bu günkü temsilcilerini örneklemek hiçte zor değildir. Ancak bu yazının yıldızı, sabık mebus ve kadim köşe yazarı Çetin Altan olduğundan başkasına hacet kalmamıştır. Yazdığı yazı ile ve verdiği sözüm ona örnek fıkraları ile dile getirdiği özentisini, yukarıda okuduklarınızla kıyaslamakta bir hayli zorlanacağız zira.
Diyor ki Çetin Bey;
“ Yönetici kadrolarda kutsallaştırılmış tabuların arkasına sığınarak, Hazine'den geçinmeli bir saltanat sürme ve batıcı eleştirileri "kutsal tabulara" dil uzatmakla suçlama kurnazlığı, eski bir ortaçağ geleneği...
Bir türlü "gelişmiş"liğe terfi edemeyen ülkelerin toplumları, hâlâ daha bu zokayı yutmuş durumda.”
Buraya kadar kutsal olmadığı halde kutsallaştırılan ve tabulaştırılan kurum ve kavramları kastederek, bir asalak gibi sırtını hazineye dayamış yöneticilerin batılı eleştiriler karşısında, eleştirenleri kutsal kavramlara dil uzatmakla suçlamasını işaret eden ve gelişememiş toplumlarda bu alışkanlığın varlığının zamana rağmen devam ettiğinin anlaşıldığı bu kısmına “batılı eleştiri” dışında bir itirazımız yok.
Ama eleştiri neden batılı olmalıdır?
Uzak doğulu bir eleştiri neden yoktur? Uluslar arası ombudsmanlık görevi batılıların mıdır? Bu kimin kabulüdür? Batıyı her açıdan bir kriter kabul etmek anlamında bu kısma katılmamız mümkün değildir çünkü biz taklitçi maymunlar değiliz, en azından Atatürk böyle düşünüyordu.
Ancak Bir sonraki paragrafta girizgâhın gerçek amacı;
“AB üyesi ülkelerde ise hamaset ve militarizmin kutsallaştırılıp dokunulmazlık kazanmasına asla geçit verilmez. O nedenle de, anti-militarist romanlar, filmler, tiyatrolar, fıkralar yadırgatmaz kimseyi.”
şeklinde ortaya çıkar.
Aslında kutsal olmadığı halde kutsallaştırılıp tabu haline getirildiğini iddia ettiği kurum ordu'dur, Türk ordusudur. Aslında anlattığı fıkra batılı ordularda anlatıldığını ve çok sevildiğini iddia ettiği bir fıkra olmakla beraber ilk paragraftaki eleştirisi ile bu fıkrayı hakaret kabul edecek olanları doğrudan ortaçağ zihniyetli olarak yaftalamış ve kendisi bunu eleştiren olduğu için, aslında bizim de böylesi bir anlayışa sahip olmaklığımızı salık vermiştir.
Üstelik bunu kendi sözü olarak veya kendi değer yargısı olarak değil de batılı bir değer yargısı olarak sunmuş olmakla
“gelecek tepkilerin de birinci dereceden muhatabı olamayacağı”
son derece zekice ancak cesaretsiz bir cümle kurmuştur.
Şu sıralar çok moda olan, hayali kahramana küfrettirme akımının başka bir biçimi olduğundan dolayı, biz biliriz ki; kuklacının eline taktığı kuklanın sesi gibi fikirleri de kuklacınındır.
Kukla olarak rol aldırdığı AB üyesi ülkeler olsa da kukla kimin sahnesinde oynuyorsa onun ellerine takılıdır. Ve bu yazının yayınlandığı sahne Çetin Altan'ın köşesidir. Ses de söz de onundur. Öğüt de onundur, özlem de onundur.
Fıkrası ise;
Bir başçavuş, kışlasının avlusunda sıraya girmiş mangasını gözden geçirirken, birden gözleri kışlanın üçüncü katındaki bir pencerede, domalmış donsuz iki kalçaya ilişmiş.
Hemen içeri koşmuş, merdivenleri atlaya atlaya çıkarak üçüncü kattaki koğuşa girmiş ve bağırmaya başlamış:
- Hangi sersem domalarak donsuz kıçını pencereden dışarıya çıkardı?
Acemi bir nefer, korka korka:
- Ben çıkardım başçavuşum, demiş; hava sıcak olduğu için çok terlemişti.
Başçavuş:
- Ulan salak, demiş; ya bir de general geçseydi de görseydi seni...
Acemi nefer:
- General geçti başçavuşum, demiş.
— Ne? Ne diyorsun sen be? General geçti de gördü mü pencereden çıkardığın kıçını? Peki, ne dedi?
— Günaydın başçavuş, dedi.
Sırf batılılaşmak adına görmek istediği ordu veya orduda olmasını- demokrasi veya her ne adına bekliyorsa-beklediği espri anlayışı bu ise bilmelidir ki Türk ordusu asla hayal ettiği gibi olmayacaktır.
Başçavuşun yüzünün bir kıça benzediğini anlatan bir fıkrayı hoş karşılamak, demokratik olmak mıdır? Ben de şimdi buradan birilerinin analarıyla ilgili ve bu türlü kıçlı mıçlı bir espri yapsam-ki asla bunu yaparak aynı irtifada seyretmem- onu da komik veya hoş karşılayabilir mi?
Bu bir hayâ ve edep meselesidir. Hayâ deyince Süleyman Nazif geldi aklıma.
Süleyman Nazif'in
“Türk neslini ıslah etmek için Amerika'dan ve Avrupa'dan damızlık erkek getirmek gerek”
diyen Abdullah Cevdet için söyledikleri geldi;
Meşhur Türk edibi Süleyman Nazif onun için, yüzünün çopurluğunu ima ederek,
“ cenabı hak hayâyı onun yüzünden tırnakla kazımıştır,”
demişti.
(Zekeriya Sertel, hatırladıklarım, 5. bs., 2001, s. 75-76.)
Süleyman Nazif bir gün Bab-ı âli yokuşunda bir tanıdığına rastlar, ona nereye gittiğini sorar, tanıdığı:
— Abdullah Cevdet'e çıkıyorum, diye cevap verir. Süleyman Nazif bu cevap üzerine tanıdığına kızar:
— Abdullah Cevdet'e çıkılmaz, inilir; çünkü o yüksek değil, alçak biridir!
Abdullah Cevdet, zamanında dinsizliği ile tanınan ve böyle tanımasından da gocunmayan biridir. Süleyman Nazif'e bu konuda ne düşündüğü sorulur, o da:
— Abdullah Cevdet'in dinsizliğinden anlayın ki din iyi bir şeydir. Eğer din kötü bir şey olsaydı Abdullah Cevdet dindar olurdu.
Yine Süleyman Nazif e bir gün, Abdullah Cevdet'in nasıl bir adam olduğu sorulur.
Süleyman Nazif bu soruya "çok samimi adamdır, sîretini suretinde taşır." diye cevap verir.
(Abdullah Cevdet'in, çiçek bozuğu suratı sebebiyle çirkin bir görünüşü vardır. İçinin kötülüğünü dışına da yansıtmıştır, demek istemiştir)
Abdullah Cevdet nereden geldi aklıma bilmiyorum, bir şey(!) çağrıştırmış olmalı, neyse geçelim.
Çetin Bey'in yazısını yukarıdakilerle kıyaslamak gerekirse, yani milli mücadele dönemindeki yazarlarla ne yazık ki ne üslup ve ne de cesaret bakımından onlara yetişememiştir.
Çünkü onlar birilerine hakaret edecekleri zaman bunu doğrudan kendileri yapmış, kimsenin ağzını kullanmamışlardı. Ve üsluplarını asla bir başkasının orasını burasını ağızlarına alacak seviyeye getirmemişlerdi. Ali Kemal bile, Abdullah Cevdet bile bunu yapmamıştı.
Yazının başlığına dönersek, bu gerçekten vahim bir karışıklık, aydınlık ve bunaklık.
Ve yarış tüm çabaya rağmen nazarımda kaybedildi, zira Ali Kemal bile bir seviye idi.
İşgal ettikleri seviyelerin(?) aşkına bu ülkenin gazetelerinde yazılar yazan tüm yazarlardan daha seviyeli yazılar okumak umudu ile.
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”
Kaynakça;
(1) Oktay Yıldırım, İnt-http://www.kuvvaimilliye.net/author_article_detail.php?id=166
(2) TOPUZ, Türk Basın Tarihi , s:111.
(3) SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü , C:I, s: 381; kısmen aktarma TOPUZ, Türk Basın Tarihi , s: 111.
( 4 ) ILGAR, Mütarekede Yerli ve Yabancı Basın , ss: 37-38.
( 5) SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C:III, s: 123; kısmen aktarma TOPUZ, Türk Basın Tarihi, s: 109. (Topuz'da bu demeç sanki Ali Kemâl'in yazısı gibi aktarılmıştır-BO)
( 6 ) SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü , C:I, s: 310.
(7) SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü , C:III, s:160; kısmen aktarma TOPUZ, Türk Basın Tarihi, s:109.
(8) SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü , C:III, s:194; kısmen aktarma TOPUZ, Türk Basın Tarihi, s:109.
OKTAY YILDIRIM
14.02.2007
Blogda Ara
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder