En kötü gidiş, başına gelecekleri bile bile gidiştir. Söz uçar, yazı kalır.
Yazmışız olacakları birer birer, hepsi birer birer olmakta şimdi. Yeni Hayat dergisinin Şubat sayısında yayınlanan
"Türkiye'de barışını aramak, belasını aramak veya Türkiye'yi belaya sürüklemek"
başlıklı yazımızda;
"Ne olacak girince? Biz Irak içlerinde iken aynı zamanda içerde çıkarılacak bir iç
kalkışma ile ölümü gösterip sıtmaya razı mı edeceksiniz bu milleti?
Savaşın orta yerinde ya büyük Kürdistan---ki inanın bana nihai amaç budur---- ya Irak Kürdistan'ı seçimi mi yapacağız iki elimiz kanda iken ve binlerce şehide rağmen?" demiştik. Ay sonu gelmeden meydan okumaya başladılar Türk Devletine. İl başkanı, Barzani'si, Ahmet'i, Aysel'i hep bir ağızdan höykürmeye başladılar. Her gün bir tanesi çıkıp boş bulduğu meydanda Türk milletine meydan okuyor. Neredeyse aynen yazdıklarımı tekrarlıyor ve "Kerkük'e saldırı Diyarbakır'a yapılmış kabul edilir ve bu ülkede yaşayan 20 milyon Kürt var hepsi bunu böyle algılar" deyiveriyor. Yani siz gidersenizbiz de buraları ateşe veririz diyor, Mehmetçiği arkadan vururuz diyor. Bir diğeri; "Üniter devlet şartı olmaksızın konuşalım"diyor. Bir diğeri ortaya çıkıp uydurma bir dilde "başkan apo" diye böğürüyor. Bitiyor mu?
Hayır devam ediyor, Aysel Tuğluk çıkıp bir adım daha ileri götürüyor işi ve diyor ki
"Sayın Öcalan'a yönelik radyoaktif ve kimyasal bir saldırı varsa, Türkiye bunun bedelini hayal bile edemeyeceği kadar ağır öder".
Yakında televizyona çıkarken eline kalaşnikofunu da alır mı bilmiyoruz ama bu bedel nedir, nasıl ödetecek sorularının cevabını bulması gerekenler Cumhuriyetin avcılarıdır.
Tamam, bu adamları anladık icra-i vazife ediyorlar, ben böldürmemek için savaşacağım ülkemi, haini bozguncusu da bölmek için uğraşacak, tabiidir beklenendir, şaşırılmaz mücadele edilir. Lakin anlamlandıramadıklarımız var konuşanlar arasında.
Paşa olmuş, devlet başkanı olmuş, ressam olmuş ama o kadar işte. Olabildiklerinin hepsi yukarda yazdıklarımdan ibaret bu herife desem ki; " madem bu kadar heveslisin bir şeyleri vermeye şu evinin birkaç odasını bana tahsis et, Yazları gelip orada kalayım, partiler veririm, seni de davet ederim. Tuvaletini beraber kullanırız, mutfağını ortak. Ne yapalım biz bu kadar sevdik bu vatanı, bu kadar öldük ama senin kadar paramız olmadı, alamadık böyle bir ev. Söz bak bana tahsis ettiğin odalarda
beraberce mesut yaşarız, kimseye zararım olmaz" desem verir mi acep? Üstelikben ne ayrılıkçıyım, ne teröristim ve ne de teröristin sözcüsüyüm. Aynıordunun üniformasını taşımış bir emekli ASTSUBAYIM ben. Vatanın eyaletlerebölünmesinde bir sakınca görmeyen adamın(?), bana da birkaç odayı verecek kadar adamlığı vardır her halde? Var mıdır?
Hoş bu "konuşan paşa" durumu sırf ona mahsus değil.
"Hâkimlerin bahçesine bomba attırdım" diyenden, Televizyonda sunucu karşısında kekeleyerek "Abdullah Öcalan asılmalıdır" diyemeyenine, "laik Barzani'yi tercih ederim" diyeninden, " Kıbrıs'ın bir kısmını fazladan almıştık zaten, oralar verilebilir" diyenine kadar bir hayli zengin bir yelpaze, şükürler olsun. Şey diyorum mesela böylelerini emekli olduktan sonra toplayıp şöyle bir BBG evine doldursalar vallahi millette ne stres kalır ne üzüntü.
Meslek hayatları boyunca taşıdıkları üniformanın hakkını veren ve emekli olduktan sonra da ettikleri yemine sonuna kadar bağlı kalarak, ülke için doğru olanı, faydalı olanı cesurca söyleyen her rütbedeki kahramanlar elbette ki bu kapsamın dışında tutulmalıdır. Zaten vatanına hiçbir müşkülü düşünmeden hizmet edenlerin, hala vatan için üzülebilenlerin sayısı bu kadar azken, amacımız bu kahraman ve aydın azınlığı eleştirmek veya küstürmek değil. Ancak ağzının ayarı kaçmış olanlara da mutlaka hakları verilmelidir.
Hazretin, kadınların kıvrımlarını tuval üzerine resmetmek için bunca sene yorduğu beyninden, bizim başka türlü bir beklentimiz yok ama düz ova siyasetinden hareketle gelinen bu pervasız noktada sormak lazım; muhtemel kabine için bir planları da var mı acaba?
Mesela terörist başının başbakan yardımcısı, Cemil Bayık'ın içişleri bakanı, Osman Öcalan'ın aileden sorumlu devlet bakanı olma ihtimalleri nedir? Çok uzak olmasa gerek her halde.
Teklif ve hayal ettiği hatta bir dönem hayata geçirmeye çalıştığını söylediği eyalet sistemini alkışlayanlar, DTP'liler, PKK'lılar ve onların baş yardakçısı, damadımız agendjik efendi olmuştur.
Lenin'in bir sözü kulaklarıma çalınır bu noktada " Eğer düşmanlarım beni alkışlıyorsa, nerede hata yaptım diye düşünürüm." Tabii biz Sayın Evren'den bu şekilde düşünmesini beklemeden önce, dostlarının ve düşmanlarının kimler olduğuna karar vermesini beklemeliyiz. Öyle ya bize göre dost olmayan ona göre pekâlâ dost olabilir. Tercih meselesi değil mi?
Ne diyelim, biz gazetelerden evi basılarak teröristler tarafından çocuklarının gözleri önünde şerefsizce ve kahpece katledilen bir Astsubayın, kendi yasalarımıza göre bile şehit olabilmesi için komutanlıkların araya girdiğini okurken; Aynı gazetelerden bölücü başının bilmem neresinden alınan kılların,m Avrupa'da testlere tabi tutularak sağlığından endişe edildiğini, Türk makamlarının da ilgililer hakkında soruşturma yapmak ve bu yayını yapan ülkeye nota vermek (müzik notası değil tabii ki, bizimkiler böyle algılamaya mütemayil ya onun için bu parantez) yerine, hemen bir telaş ile açıklama yaparak çete başının sevenlerini rahatlattığını okuyoruz.
Hoş, biz bu bilmem kaç yüz bin dolarlık villalarda şarap içerek domuz eti şölenleri yapan ama aynı zamanda memleket sorunlarını yazan gazetecilerin gazetelerinden de bir şey beklemiyoruz.
Onlar da zaten köşelerinden Evren efendinin söylediklerinden farklı bir şey yazmıyorlar sadece üslupları biraz farklı, öyle damdan düşer gibi söylemiyorlar da alıştırarak söylüyorlar. Leyla Zana, Evren efendiden randevu isterse görüşürmüş hazret, acep resmini mi yapmak istiyor diye düşünebilirsiniz ama öyle değil işte, bugün söylediklerinden sonra sanırım politik içerikli bir konuşma olurdu. Birçok
konuda fikir birliğine varacaklarına eminim.
Şimdi kalkıp Evren efendi'ye "madem memleketi eyaletlere bölmek istiyordunuz, niye o kadar insan yargılandı, hapis yattı, asıldı" diye sormayacağım zira ona da yaşına ve "nü" ressamlığına yaraşır bir cevap verir ki hiç uğraşamam.
Başlığa dönersek eğer, bir hikâye vardı hani bir hata yaptığımızda büyüklerimiz anlatırdı adam olmak ile ilgili; "Geçmiş zaman, hiç geçinemeyen bir baba ve oğlu varmış. Baba, oğlunu " sen adam olamazsın" diyerek devamlı ikaz edermiş. Gel zaman git zaman oğlan, ülkenin veziri olmuş. Genç vezir, adamlarına babasını yanına getirmeleri için emir vermiş. Yaşlı baba, yaka paça vezir oğlunun huzuruna çıkarılmış. Kendisi ile gurur duyan vezir, "bak baba gördün mü beğenmediğin oğlun vezir oldu" demiş. Baba oğluna şöyle bir bakmış ve demiş ki ; "oğlum, ben sana
vezir olamazsın demedim, adam olamazsın dedim".
Adam olamayıp ta vezir olana örnek verilince adam olup ta rütbe ve makamı reddedene de bir örnek vermek gerek ki ders çıkarılsın, hoş ders çıkarmanın da belli bir yaşı vardır ama olsun hatırlatmalı mutlak Resneli Niyazi Beğ'i.
24 yaşında, 1897'deki yunan savaşında büyük yararlılıklar göstererek bir yunan birliğini toptan esir alan Niyazi bey Hem esir ettiği Yunanlıları getirmek ve ham de Padişah 2. Abdülhamit'in karşısına çıkmak için İstanbul'a geldiğinde saray paşalarından birinin 13 yaşında iken Albay rütbesi verilmiş oğlunun kendi yakaladığı Yunanlıları İstanbul içinde gezdirerek şan kazanmaya çalıştığını, karşılaştığı hemen herkesin bu olaydan kendine pay çıkarmaya çalıştığını gördükten sonra, kendisine teklif edilen padişah yaverliğini reddederek memleketine dönen Niyazi Beğ hatıralarında o günler için şöyle demektedir;
"Beşpınar Savaşı'nda bölüğümle tutsak ettiğim Yunanlıları İstanbul'a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip İstanbul'dan döndükten sonra ülkemin devrime olan ihtiyacını daha iyi anlamış oluyordum. Önce yolun üstünde Manastıra varışımda burada bulunan komutanlar ve üst subaylar bu görevimden faydalanarak oğullarını, yakınlarını kayırmak, hazineden bir şey koparmak kaygısında olduklarını gördüm. Selanik'teki koskoca Müşir/Mareşal bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmıyordu. Ulusun avuç dolusu parasını alan büyükleri, gördüm ki ulusunun ve devletinin çıkarından çok, kendilerini düşünmektedirler....(Anılar s.31)
Bugün o günün üstünden bir asırdan fazla zaman geçmiş ama ne yazık ki bakınca ben de buradayım, beni de hatırlayın zihniyetinde bir değişiklik olmadığını görmekteyiz. Sadece şartlar ve paşalar ile gerçekten savaşanların yaşları değişti. Bir de Nobel etkisi var ki sormayın gitsin. Sahi en çok konuşan ressam Nobeli var mı?
Neyse biz başlığımıza dönelim.
Rütbe ve makam sahibi olmak ile adam olmak arasındaki fark, bir ülkenin olması ya da olmaması ile ilgili kaderi tayin edecek kadar etkin ve belirgin olmuşsa eğer, bazı makamları dolduracak kişilerin o makamları doldurabilecek kadar "adam" olup olmadıklarına dair bugün elde ettiğimiz veriler, bu konuda zamanında yapılan hataların tekrar etmemesi için ders olmalıdır bize. Okullarda geleceğin yöneticilerini yetiştiren öğretmenlere. Geleceğin muhtemel öğretmenlerini, komutanlarını, devlet adamlarını yetiştiren baba ve annelere.
Biz herkesten Resneli Niyazi olmasını beklemiyoruz ama bari Kürt Nemrut namlı Mustafa paşa olmasınlar.
Biz Evren beyefendi'den tüm emekliliğini bilimsel araştırmalara ayırıp, Türk gençliğine ışık tutacak eserler meydana getirmesini, lösemili çocuklara yardım etmesini, birkaç fakir fukarayı okutmasını filan beklemiyoruz.
Işık tutmuyorsan bari kör etme bu gençliği.
Olmak ya da olmamak, kaderimizi tayin eden makamları işgal edenlerin ne olup ne olmadıkları ile doğrudan ilişkilidir. Ama bu ilişki onların olması ya da olmamasını değil bizimkini belirlediği için bizim de onlar hakkında bu tespit ve eleştirileri yapma hakkımız doğar. Onlar her hal ve şart altında var olmayı başarıyorlar nasıl olsa. Adam olsalar da, olmasalar da, bir ülkeleri olsa da olmasa da, dün de aynıydı bugün de aynı.
Yani ağalar paşalar, boş konuşmamak lazım, boşsanız hiç konuşmamak lazım, ille de konuşmanız gerekiyorsa varlığınızı borçlu olduğunuz Türk milletinin aleyhine konuşmamak lazım.
Hiçbir şey konuşmasanız da paşa paşa oturmanız, tarihin bu olmak veya olmamak denkleminde size mutlak bir mevcudiyet sağlayacaktır. Ama bu mevcudiyetin millet ve tarih vicdanındaki şekli, icraatlarınız ile resmedilecektir vesselam. Bu defa ressam millet, tuval tarihin sayfaları ve model siz olmaktasınız.
Artık resim "nü" mü çıkar, "portre" mi çıkar bu tamamen sizin vereceğiniz poza ve nerenizi ne kadar açacağınız kararına bağlıdır bilesiniz. Tavsiyemdir fazla açılıp saçılmamak lazım, ayıp. Hem de çok ayıp.
İşte bütün mesele budur, en azından adam gibi bir resim olmak, ya da hiçbir şey olamamak.
Adam oldun mu sen paşa olmasan da millet seni paşa yapar başına, lakin paşa olmak bile yetmez bazen adam gibi bir portre olmaya.
"VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN"
OKTAY YILDIRIM
04-03-2007
Blogda Ara
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder