Blogda Ara

26.08.2008

Türkiye'de Barışını(?) Aramak, Belasını Aramak, Ya da Türkiye' yi Belaya Sürüklemek - Oktay Yıldırım

Birçok mütecaviz, birçok işgalci, birçok tehdit ve bir o kadar da ceset gördü bu topraklar. Havlayıp giden itleri de dişinden kan damlayan çakalı da hülasa belanın bin bir türlüsünü gördü. Ama anlaşılan o ki bu görmelerin sonu gelmeyecek. Yıllar sonra bile hatırlanacak olayların, tarihi hataların yaşandığı, tarihin yazıldığı bir dönemden geçiyoruz. Tarih yazıyor bölücüler tarih, tarih yazıyor leş kargası murdar kalemler.

Türk kamuoyuna cebri keşif başlıklı yazımızda(*) vakti gelmiş bazı olayların ve kapanmamış tarihi hesapların bir açıklamalar zincirini tetiklediğini yazmıştık ve demiştik ki “bu çabalar şüphesiz ki Türk insanının kafasındaki algı dizgelerini değiştirmeye yöneliktir”.

Her türlü rezilliği görmeye alışan ve kanıksayarak kabullenen bu toplum ne yazık ki vatanına sahip çıkma refleksini de kaybetmek üzeredir. Millet ve vatan düşmanlarının, seslerinin çıktığının yarısı kadar bile sesi çıkmayan Türk milleti, tarih boyunca hiç olmadığı kadar acz içindedir.

Türk askerlerine ateş etmiş bir örgütün mensupları, kaldıkları cezaevinin koşullarını değiştirmek için açlık grevi yapmakta ve benim ülkemin adalet bakanı “o benim meslektaşım” diyerek eylemcileri ziyaret etmekte, sonrasında ise geri adım atarak tavizler verilmekte, onu oy sandıklarının başında seçen milletim ise susmaktadır.

Benim ülkemin belediye başkanı ünvanına sahip olan siyasetçiler, açıkça bölücü örgüt propagandası yapmakta ve benim halkım izlemektedir.

Aydın olabilmenin ön şartının bölücülük veya Türk milletine hakaret olduğu şu günlerde, adına yazar dediklerimiz açıkça Cumhuriyete meydan okumakta ve benim ülkemin savcıları bunları günlük gazetelerden okumaktadır.

Haddini bilmez soysuzlar bağıra çağıra rejimi değiştirmek istediklerini ilan etmekte ve bu rejimi korumakla memur kolluk, beklemektedir.

Bildiriler, konferanslar, makaleler havada uçuşmakta ve kalem erbabı köşelerinden işbirliği yapmaktadır.

Her fırsatta Türk milletine hakaret etmesine, bölücü başı ile aynı internet sayfasında yazılar yazmasına ve hakkında Türk kanı ile ilgili yaptığı kabul edilemez ve aşağılayıcı açıklaması yüzünden bağımsız Türk yargısı tarafından “Türklüğe hakaret” suçundan dolayı onaylanmış hapis cezası bulunmasına rağmen ,Hrant Dink adlı bir gazeteci, hiçbir aklı başında insanın tasvip etmeyeceği bir şekilde öldürüldüğünde; bir grup insanın cinayeti kınamak için “hepimiz Ermeniyiz” diyebileceği başka bir akıl dışı durum ortaya çıkabilmektedir.

Omurgasızlık, omurgalı olabilmenin yerini öyle bir doldurmuştur ki; bir cinayeti bile kendi fikirlerini dayatmak için kullanacak hale gelmiş yazar, çizer takımı ve sözüm ona aydınlar, bahane ettikleri bu cinayet üzerinden fütursuzca taviz isteklerini sıralamaya başlamışlardır.

Neler yok ki bu isteklerin arasında, Bolu tüneline onun adını verelim diyenden tutunda, Devletin resmi tarih tezini sırf Ermenilere jest yapmak için değiştirelim diyenler, soy kırımı iddialarını kabul edelim diyenler bile var.

Şimdi düşünmek gerek...

Bu adamların istekleri Hrant Dink ölmeden önce de aynı değil miydi? Gazetecinin ölümüyle çığlıkları daha bir gür çıkmaya başlamadı mı?

Yorumlar ve çözümlemelerin bir birini kovaladığı bir sırada CNN Türk isimli televizyon kanalında yayınlanan bir programda Murat Belge diyordu ki;

“Çocuklarımıza vatan için ölünmesi gerektiğini sürekli aşılayan bir sistem içinde, ölümün bu kadar basit olarak algılanması doğaldır, önce bu sistemi gözden geçirmek gerek.”

Kelimesi kelimesine böyle değil ama çıkan anlam bu.

Ne demek bu ey millet?

Bir köpek bile kendi kulübesini, korumak için dövüşür hatta ölür. Vatanımıza bir köpeğin kulübesine verdiği kadar bile değer vermemek gerektiğini mi anlatacağız çocuklarımıza?

Devlet'in dış işleri bakanı, diaspora liderlerini masraflarını benim verdiğim vergilerden karşılamak kaydı ile davet ediyor.

Ne diyecekler onlara?

Neyin günahını çıkaracaklar?

Bu cinayet neden devlete mal edilmekte ve devlet neden bir suçlu psikolojisi ile hareket etmektedir?

Ortada bu cinayetin sorumlusu olarak ya devlet yahut da milliyetçi cephe mi vardır ve bu az seçenekli ortamda tanrılara sunulacak kurban, aynı zamanda hükümete de muhalif olan ve kendine milliyetçi diyen cephe mi olacaktır?

Hala siyasi adresini bulamamış olan bu ulusalcı veya milliyetçi tepkinin sırasıyla Şemdinli provokasyonuna, Danıştay saldırısına ve hemen arkasından da Hrant Dink cinayetine yakıştırılmaya çalışılmasının ne gibi siyasi kazançları olacaktır ve bu kazançtan kimler nemalanacaktır?

Cinayet ile ilgili kamuoyunda yaratılan bilgi kirliliği ve basın eliyle servis edilen farklı onlarca senaryo(**) ne amaca hizmet etmektedir?

On binlerce insanı o cenazeye toplayan nasıl bir organizasyon ve nasıl bir koordinasyondur? Oluşturulan bu tablo kimin işine yarar, kim bundan zarar görür?

Ne oluyor bu millete?

Bu kadar mı körleşti, bu kadar mı çabuk unuttu Danıştay olayında yaşanan yalan haberleri ve başarısız provakasyonu?

Şemdinli olaylarında ve Danıştay saldırısında basının cansiperane çabalarına rağmen başarılamayan plan acaba yeniden mi gündemde?

Bu cinayetten bir hafta önce bölücü terör ile mücadele ederken şehit olan Astsubay Kadir'in babası haberi alınca evini arayıp

"düğünümüz var bayrakları asın" demişti de neden bir tek kalem erbabı bu düğüne icabet etmemişti.

Yaşar Kemal, Orhan Pamuk veya Mehmet Altan veya Zülfü Livaneli bu konuda neden bir tek satır yazmamış veya bir tek kelime etmemişlerdi?

Yoksa hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz diyenler kendilerini Kadirin arkasından bir kaç kelime edecek veya bir kaç kelime yazacak kadar " Türk ve Kadir" hissetmiyorlar mı?

Kadir onlar için ne ifade ediyor?

Önce silahları susturalım diye başlayan sahte barış çığırtkanlığının, şimdi rejimi değiştirelim, federasyon kuralım çığlıklarına dönüşüp en cüretkâr tekliflerle ekranları ve konferansları işgal etmesine rağmen hiçbir kamuoyu tepkisiyle karşılaşmamasının nedeni, olsa olsa sabık Genel Kurmay başkanımız Hilmi beyin tabiriyle” asimetrik fikirlere” ne yazık ki halkın da alışmış olmasıdır.

Asimetrik fikirlere bakmaktan milli omurgamızda oluşan asimetrinin farkına varamamaktayız, ne yazık!

Hatta öyle bir şekilde kanıksanmış ki bu asimetri, üç otuz kişinin “F” tipi ceza evlerinde yatan muhtelif terör örgütü mensupları için gösterdikleri organize tepkinin yarısı kadar bile milli refleks sergileyemez hale gelinmiş, bunu sergileyenler ise radikal veya kafatasçı olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

Şimdiki çaba ise bu tepkiyi katil olarak adlandırabilmek içindir.

Sonuç olarak tartışılmaya başlanan dokunulmazların, yani cumhuriyetin, tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak kavramlarının yerlerine alternatifleri konuşulmaya hatta teklif edilmeye başlanmıştır. Ülkemin her yerinde askerlerimin canlarına kıyan hain köpeklerin tezahüratları yapılmakta ve hem de buna ulusal televizyon kanalları çanak tutmaktadır.

Belediye başkanları çıkıp

“dağdaki arkadaşlar bizim vatandaşlarımız “

diyebilecek cesareti göstermektedir.

Hatta TSK’nin bundan sonra bölücü teröre yönelik olarak yapacağı operasyonlar bile bu soykırım paranoyasının ipoteği altına alınmaya çalışılmakta ve gelecekteki terör operasyonlarına karşı, aynı tepkinin yaratılması için bilinç hazırlıkları yapılmaktadır.

Bu olaylar patlak vermeden önce konuşulan ve gündemi tüm varlığıyla işgal eden konu Kerkük’tü. Konu Kandil dağı idi.

Konu sadece terör değil, burnumuzun dibinde oluşturulan Kürt devleti idi.

Girelim diyordu herkes, Kerkük’ü kurtaralım Kandil dağında ki terör yuvasını dağıtalım diyordu. Kulağa hoş geliyor elbette, bağımsız kararlar vermeyi başarabilen bir ülkenin kendisine yönelik tehdide karşı meydan okuması.

Ama kulağa hoş gelmesi yetmez, devletler ulusal çıkarları gözeten kararlarla yönetilir.

Ordu kuzeyden Irak içlerine girdikten sonra, Türkiye içlerinde yakılması kuvvetle muhtemel ihanet kandillerini kim söndürecek?

Elbette girelim, ama daha evvel yaptığımız hataları düzeltip, içerde yanması muhtemel kandillerin yağını kuruttuktan sonra.

Kandil dağı.

Nerede bu dağ?

Konuşan bir sürü eli değnekli sözüm ona strateji uzmanı, kuzey Irak’ta bulunan Kandil dağını tek sorunumuz olarak göstererek esas sorundan halkı uzaklaştırmaktadır.

Bu, konuşmayı çok seven zevatın bir kısmı, bunu bilinçli olarak yapmakla beraber bir kısmı da galeyana gelerek medyatik olmak adına savaş naraları atmaktadır.

Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devletini kendi ellerimizle kurduğumuzu unutarak, daha vahimi bilmeden—ki bu mümkün değilse diğer ihtimali yazmaya bile gerek yok--- hamasi nutuklarını süslü kelimelerle donatıp kamuoyuna servis etmektedirler.

Bu zevatın esas Kandil dağının Türkiye’nin orta yerinde olduğundan ya haberleri yoktur yahut da bu gerçeği görmek işlerine gelmemektedir.

Kandil dağı nerede olursa olsun kandilleri Ankara’da, İstanbul’da, Mersin’de, Diyarbakır’da, ülkenin her yerinde yanmaya devam ettikçe, her kime ve nereye saldırılırsa saldırılsın bu sorunun çözülemeyeceğini görememektedirler.

Bu kandilleri tutan eller kırıldığı zaman Kandil’e veya Irak’a girmemize gerek bile kalmayacaktır zaten.

Çünkü orada kurulacak olan Kürt devletinin orası ile sınırlı kalacağını düşünecek kadar sığ beyinlerin ya tarihten haberleri yoktur veyahut da sürdürdükleri planın gereği bu imajı yaratmaktır.

Dink cinayeti de dâhil olmak üzere bahane ettikleri tek şey uluslar arası tepkiler, halbu ki “Uluslar arası” diye bir kelimeden bahsetmek için önce ulus olabilmek veya ulus olmanın gereklerini yerine getirebilmek gerekmektedir. Biz bunu yapabildik mi acaba? Veya ne kadarını yapabildik?

Habur sınır kapısını biz açmadık mı?

Talabani ve Barzani’yi ellerimizle semirtip, PKK ile mücadelemizde bize sözde yardım ettiklerine inanarak hatta neredeyse askeri işbirliği yaparak bitlerini kanlandırmadık mı?

Kürdistan dediğiniz coğrafyayı kim inşa ediyor sanıyorsunuz, Amerikan veya İngiliz inşaat firmaları mı? OYAK inşaat dâhil olmak üzere orada harıl harıl çalışan bir dünya Türk inşaat firmasına, milli politikayı hatırlatan birileri var mı veya böyle bir politika var mı?

Kıpkırmızı çizgilerimizi kaç dolar rant için “AK”laştırdık biz?

Şimdi bir de utanmadan çıkıp savaş çığırtkanlığı mı yapıyorsunuz?

Mübarek, Deniz Baykal değil de Ulubat’lı Deniz sanırsınız elindeki sancağı Kerkük kalesine dikmek için telaşına bakınca. Tayyip bey acaba “fatih” ünvanı alacağını mı sanıyor?

Hayatlarından endişe ettiğinizi söylediğiniz Türkmenleri katleden aşiret ağaları ile diplomatik bağınız var, adamların ülkemizde temsilcilikleri bile var, diplomatik davetlere katılıyor ve ülke temsil ediyorlar, siz ne harekâtından bahsediyorsunuz, harekât ciddi ve donanımlı hükümetler tarafından yönetilen ülkelerin harcıdır.

Suriye’de ki Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu Kamışlı ile Kuzey Irak’ta bulunan Kürt bölgeleri arasındaki tek ve en önemli tampon Türk bölgesi olan Telafer’de binlerce Türkmen kaybolduğunda ve sistemli bir şekilde yok edildiğinde, Musul ve Kerkük’te tarihin tek tanığı olan tapu ve nüfus daireleri yağmalandığında neredeydiniz beyler?

Şimdi ne değişti?

Yoksa bu harekât yaygarası , stratejik ortağımızın Kürt bölgesine emniyetli bir şekilde geri çekilmesinin hazırlıklarından biri mi?

Ne olacak girince? Biz Irak içlerinde iken aynı zamanda içerde çıkarılacak bir iç kalkışma ile ölümü gösterip sıtmaya razı mı edeceksiniz bu milleti?

Savaşın orta yerinde ya büyük Kürdistan---ki inanın bana nihai amaç budur---- ya Irak Kürdistan’ı seçimi mi yapacağız iki elimiz kanda iken ve binlerce şehide rağmen?

Türkiye’de barışını arayan sözde aydınlar tayfasının savaşsız verilemeyecek şeyleri istemesi gerçekten barışı aramak mıdır, belasını aramak mıdır?

Hrant Dink cinayeti ile ilgili sürekli milliyetçi adresler göstererek hiçbir aklıselimin kabul edemeyeceği ve bu güne kadar cüret dahi edilemeyen isteklerin sözcüleri, gerçekten barışı mı aramaktadır?

Tam da bu sırada bu iki tezat yaklaşımın, yani bir taraftan

“Irak’a saldırıp terörü yok edelim ve Kerkük’ü kurtaralım”

, diğer taraftan da

” barışımızı arayalım bu işi silahsız çözelim, federasyon olalım”

yaklaşımlarının birden bire ve aynı anda ortaya çıkması normal midir sizce?

Ross Wilson bu konuya ne demektedir açıklamalarının satır aralarında?

Bir yandan

“Kerkük Irak’ın iç meselesidir”

derken diğer yandan

” Kerkük konusunda Türkiye ile aynı hassasiyetleri taşıyoruz”

diyerek ne demek istemiştir?

Yoksa bu, harekât için çaktırmadan yakılan bir yeşil ışık anlamına mı gelmektedir?

Ben yanlış mı hatırlıyorum acaba daha birkaç ay önce Beyaz saray çatısı altından Türkiye’yi tehdit eden adam Barzani değil miydi? O zaman bu adama cesaret veren ABD bu gün neden ağız değiştirmektedir?

Barış ile bela arasındaki uçurum, barışın bela detektörleri ile aranması noktasında aradaki uçurumu incecik bir çizgiye dönüştürür ki bu çizgi sadece isim farklılığından kaynaklanır.

Detektör sadece bela olan noktaları işaretlemenizi sağlayacaktır. İşaretlenmiş belanın üstüne gitmek veya belaya bulaşmamak arayanın gerçekten ne istediğine bağlıdır. İşaretlenmiş olan belayı milletine barış veya ulusal çıkar gibi göstermek ise ulusunu belaya sürüklemektir.

Barış bu şekilde aranmaz. Bu tür tahriklerle ancak bela aranır. Ve bu coğrafyada bela kimsenin işine yaramaz. Binlerce yıldır bela Türk ulusunun başından hiç eksilmemiştir.

En azından ulusal bağımsızlığın müzakere ile kazanılmayacağını biliyoruz ve bu bağımsızlığı müzakere ile kazanmadık.

Biz alışkınız baylar.
Ya siz?

“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”

OKTAY YILDIRIM
15.03.2007

Hiç yorum yok: