Blogda Ara

25.08.2008

SÖYLESEM TESİRİ YOK, SUSSAM GÖNÜL RAZI DEĞİL - OKTAY YILDIRIM

Fuzuli. O söylemiş. Şimdi de ben söylüyorum. Abacı, sopacı, kolpacı, değnekçi, gazeteci, yazar, çizer ve diğer zevat hep bir ağızdan bir konuyu konuşuyor ve yazıyor. Evinde uğradığı silahlı saldırı sonucu şehit olan Astsubay Levent Çevik’in ailesine kim haber verdi?

Konu bu. Niye bu? Çünkü burada ordu kaynaklı bir hata var ve bu deşelenerek esas konuşulması gerekenler unutturulmalı. Konuşturulmamalı.

Acı büyük, hata da var. Kaşınmaya müsait bir yara, hele kalemini kana batırıp yazanlar için bulunmaz fırsat. Ama konuşulması gereken konu farklı aslında, sorulması gereken sorular farklı.

Bir; Astsubay Levent neden dışarıda oturuyordu?

İki; Yeterli lojman olmaması bazı evlerin devlet tarafından kiralanıp lojman olarak kullanılmasını gerektirmez mi? Bu işin maliyeti, karısına prostat ameliyatı yaptıran siyasilere ayrılan sağlık gideri ödeneğinden daha mı fazladır?

Üç; Beytüşşebap’ı bilirim, avuç içi kadar bir yerdir ve herkes bir birini tanır. Üstelik orada yaşayan Jirki aşireti, tam mevcut korucu olan bir aşirettir. Hal böyle iken kasabadaki yabancılara kim yataklık etti?

Dört; Eğer bunlar yabancı değillerse ilçe içinden birileridir ve bunu aşiret ileri gelenlerinin bilmeleri gerekir.

Beş; Astsubay Levent’e yapılan kalleş ve şerefsiz saldırı değişen eylem metodu ile ilgili bir mesaj mıdır? Bu mesajı İstanbul, İzmir, Mersin Adana gibi büyük kentlerde yaşayan ve lojman dışında ikamet eden subay ve astsubayların nasıl algılaması gerekir?

Altı; “Vallah billâh ben bir şey yapmadım” diyen her teröristin affedilerek sokağa salındığı bu günlerde tehdidin boyutları ne kadar artmıştır veya önümüzdeki günlerde ne kadar artacaktır?

Yedi; Levent astsubayımın babasının kalbinde duyduğu acıyı siz duymuyor musunuz?

Ordu teamülleri ile ilgili ahkâm kesen çokbilmişler bu sorulara da cevap verseler de görsek. Soruların esas muhataplarından cevap alamayacağımızı bildiğim için doğrudan kralcılara soruyorum. Sadaret nasıl olsa şu anda başka bir krala kralcılık yapmakla meşgul zaten.

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.

Daha soru çok. Soru çok ama muhatap yok. Sadece Emin Çölaşan’ın sorduğu ve başka hiç kimsenin ağzına almadığı cevapsız sorular var mesela;

Bir; Şu anda terör örgütünün başında olan Zübeyir Aydar bu devletten maaş alıyor mu?

İki; Eşi, dostu, torunu torbası sağlık giderlerinin karşılanması güvencesinden yararlanıyor mu?

Üç; Bu haklardan Zana, Dicle, Doğan gibi isimler de faydalanıyor mu?

Dört; Bu soruların muhatabı da Cüneyt Zapsu mudur?

Beş; Lojman’a giremediği için dışarıda oturan ve hainler tarafından şehit edilen astsubayın maaşı ile Cüneyt Zapsu’nun danışmanlık maaşı arasında ne kadar fark vardır?

Altı; Dışarıda oturan astsubaya verilmeyen koruma Cüneyt Zapsu’ya verilmekte midir?

Bir de İncirlik hadisesi var tabi milletin diline pelesenk olan. Ama olaydan daha vahim olanı Genel Kurmayın yaptığı açıklama. Her neyse, beni olayın konuşulan tarafı ilgilendirmiyor, önemli olan kısım konuşulmadı çünkü.

Hudut birliklerinin bazılarında rastladığım ve neredeyse düstur olmuş bir söz vardır. “Hudut, milli namus ve şerefin korunduğu yerdir”. Asker ne için vardır ve neyi korur biliyor musunuz?

Milli namus ve şerefi korur.

Milli namus ve şerefi korumaya aday bir adam kendi namus ve şerefini de korur muhakkak. Namus ve şeref nasıl lekelenir peki veya askerlik namus ve şerefi nasıl lekelenir?

Bir asker için, esir edilmek, silahlarından veya üniformasından arındırılmak şerefine sürülmüş bir leke olsa gerektir.

Bir asker için, kendisinden rütbe ve kıdemce büyük veya küçük başka bir ordunun askerleri tarafından tartaklanmak şerefine sürülmüş bir leke olsa gerektir.

Tüm bunların karısının yanında ve yazılana göre aynı muamelenin ona da yapılması ise çok daha büyük bir leke olsa gerektir. Başka askerler için de başı öne eğdirilmiş bir Türk askerini görmek ve müdahale etmemek aynı oranda askerlik şerefine sürülmüş bir leke olsa gerektir.

Bundan iki yıl kadar önce idi ve ben henüz emekli olmamıştım tedavim bittikten sonra birliğimde göreve başlamıştım. Levazım saymanlığına ait malzemelikten erat istihkaklarını almaya gitmiştim. Aynı anda birlik disiplin ceza ve tutukevi de bazı mahkûmlarla beraber istihkaklarını almaya gelmişti. Ben önünden geçerken mahkûmlardan birinin başının öne eğik olduğunu gördüm ve geri dönüp;

- Asker, başını kaldır, dik dur dedim. Mahkûm;

- Kaldıramam komutanım gardiyan çavuşum talimat verdi, dedi. Hiddetlendim;

- Nasıl böyle bir talimat verilir dedim. Mahkûm sessiz kaldı, ona;

- Ben şu anda emir veriyorum derhal başını kaldır, sen Türk askerisin ve düşmanının karşısında bile başını eğmeyeceksin dedim ve elimle başını kaldırıp gardiyanı çağırdım. Ona bu emri kimin verdiğini sordum, cezaevi müdürünün verdiğini söyledi. Bu konuyu onunla görüşeceğimi gerekirse dilekçe ile komutanlığa müracaat edeceğimi söyleyerek şu anda verdiğim emrim sorumluluğu bana aittir ve bu askerler başlarını öne eğmeyecekler diye emir verip oradan hemen o anda tüm işimi bırakarak ceza evi müdürünün yanına gittim.

Ceza evi müdürü ile yaptığım görüşme neticesinde böyle bir emir verilmediğini bazı gardiyanların, hastane veya mahkeme için dışarı çıkarılan ve kaçma temayülü olan mahkûmlara uygulanan tedbirleri, konuyu biraz abartarak burada da uyguladıkları ve bir daha böyle bir şeye müsaade edilmeyeceği bilgisini aldıktan sonra işimin başına döndüm. Çünkü başı ne sebeple olursa olsun öne eğdirilmiş bir Türk askerini gördüğümde başka hiçbir görevin hükmü kalmazdı. Çünkü benim asıl görevim ettiğim yemine bağlı kalmaktı. O gün bu olaya tanıklık edenlerin bazıları hala hayatta ve buradadırlar ve bilen bilir bu yemine nasıl sadakatle bağlı olduğumuzu. O yüzden kafalarına çuval geçirilen veya ellerine kelepçe geçirilen Türk askerlerinin haberlerini okuduğumuzda kalbimize bıçak gibi saplanır bu hakaret.

Bir asker, askerlik namus ve şerefini nasıl korur, biliyor musunuz? Yemin metninin içinde “askerliğin namusunu” ibaresi vardır. Bir askerin korumak için namusu ve şerefi üzerine yemin ettiği değerlerden biridir askerlik namusu.

Asker kişi nasıl koruyacak bu namusu?

Elbette kanunla, kanunun izin verdiği ölçüde elleriyle ve silahı ile koruyacak, kendinden sonra geleceklere örnek olacak bir şekilde namusunu koruyacak ve sonrakilere emanet edecek. Askerlik namus ve şerefine saldırı yapıldığı sırada sarhoş olması veya o gün bir şey yapamamış olması, bu hesabı sormayacağı anlamına gelmez. O gün elleriyle durduramadı ve soramadı ise ertesi gün rütbelerini ortaya koyarak kanun önünde soracak bu hesabı. Bu noktada, incirlik hadisesi ile ilgili aklıma takılan sorular var;

Bir; Binbaşı Ferih Dinçer silah taşıyor muydu?

İki; Amerikalı askerlere nereye kadar mukavemet etti?

Üç; Türk devriyesi olay yerine gelince ve elleri çözülünce ne yaptı? Ve ne yapmadı? Ve ne yapsaydı askerlik şerefini korumuş, ne yapmasaydı askerlik şerefini korumamış olurdu?

Dört; Ertesi gün ve takip eden günlerde eşinin mahkemeye başvurmasını neden engelledi?

Beş; Olayın üstünden bir ay geçtikten sonra( bu, yasal cevap verme süresidir) bir üst komutanlığa, şerefine sürülen bu lekeyi temizlemek için müracaat etti mi?

Altı; Aynı olay şu anda olsa nasıl tepki gösterir ve yeni mezun olmuş bir subaya bu durumla ilgili nasıl bir nasihat verir?

Yedi; Albay Reşat Çiğiltepe neden ateş etti kendi kalbine?

Sekiz; Muzaffer Tekin o bıçağı kalbine neden sapladı iki defa?

Dokuz; O gün o conilere verilmesi gereken ders verilse idi, başka bir gün benzer bir olaya yeltenecek olan bir Amerikan askeri, nasıl bir tereddüt içine girerdi? Ertesi gün Türk Genel Kurmayı ve Türk dışişleri bu konu ile ilgili gerekli tepkiyi hak ettikleri biçimde göstermiş olsa idi biz bu gün kaçırılan iki askerine karşılık İsrail gibi masumları katleden bir devletin davranışını ve egemenliğine sahip çıkışını örnek gösterir miydik?

Avuç içi kadar İsrail’in iki asker için ödettiği bedele bak, birde bizim kendi topraklarımızda, hem de yabancı bir ülkenin askerleri eliyle uğradığımız hakarete bak. İşte bu da kaderin garip tecellisi, bir vakit Filistin de birkaç karış toprak için Osmanlı padişahlarına yalvaranların torunları, cevap olarak “biz kanla aldık, aldığımız fiyata veririz” diyenlerin torunlarına egemenlik dersi veriyor. Siz daha konuşun efendiler, konuşun “kim telefon etti?”, “teamüllere uygun muydu?”, “Kral bilmem kaç uçakla geldi”, “Ali Kırca’nın uçkuru” falan filan.

Ve son soru; Biz daha ne kadar bu ordunun kahraman subay ve astsubaylarını, uzman çavuşlarını, er ve erbaşlarını kafalarına çuval geçirilirken, elleri kelepçelenirken, evlerinde katledilirken, otuz dokuz yıl ceza alıp hapislere atılırken, bayraklara sarılı tabutlarla evlerine yollanırken, bankalarda tartaklanırken, geçim sıkıntısı yüzünden intihar ederken, satılık gazete kalemlerinin marifetiyle iftira kampanyalarına maruz kalırken seyredeceğiz? Kendi milli namus ve şerefi lekelenen Türk ulusu bu gidişe ne zaman dur diyecek? Türk ulusu esasında Türk ordusu olduğunu ne zaman idrak edecek? Ordu ve onun mensupları kimler? Sizlerin oğulları, halanızın, dayınızın çocukları, komşularınız değiller mi? Ulus ordu, ordu ulus değil mi? Bu leke kimin?



Dedik ya, söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil. Yahut da sorsam cevap veren yok, sormasam soracak kimse yok.

“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”

OKTAY YILDIRIM

11 Ağustos 2006

Hiç yorum yok: