Sonunda bu noktaya da geldik, kına yaksın vatansızlar. Azaldık, az kaldık tükendik bu vatanda, onun sahipleri olarak. El birliği ile başardılar bunu. Hoş, perşembenin gelişi çarşambadan belliydi ve biz tıpkı kelimeleri kafalarına çakarcasına milletin, anlatan ve yazan diğer birkaç vatansever gibi daha önceki, neredeyse tüm yazılarımızda anlatmıştık.
Büyük Türk Milletine açık mektup–1 başlıklı yazımızda, dost ve düşman durumunu özetlerken demiştik ki;
“ Özetle; milli, iktisadi, siyasi ve kültürel bağımsızlık tamamen yok olmuş, askeri bağımsızlık ise can çekişmektedir. Çuvallar sadece onbir kafaya değil seksen milyon akla, yüreğe ve ruha geçirilmiştir.
2. DÜŞMAN DURUMU: Düşman her yerdedir. Silah olarak kullanabileceği her şeyle (TV, gazete, aydın, ileri görüşlü, terör, kredi, vs.) Türk varlığını ve Türk adını yok etmek için çalışmaktadır, (mücadele etmektedir demedim çünkü mücadele, mukavemete karşı yapılır. Mukavemet yoktur düşman huşu içinde hummalı bir şekilde çalışmaktadır).”
Çalıştılar, çok çalışıp memleketi düzelttiler(!) kendi meşreplerine göre.
Şu hale bak sayın okuyucu, şu memleketin haline bak. Bakacak ve baktığını görebilecekler için, gördükten sonra da ne gördüğünü, ne görmesi gerektiği ile kıyaslayıp değerlendirebilecek olanlar için bu sözlerim. Gördüklerinizi içinize sindirebiliyor musunuz? Sindiremiyor da susuyorsanız eğer sussun diliniz bir daha konuşamasın. Konuşanları susturmak için bozulmasın suskunluğunuz.
Bakamayacak kadar meşgul olup çalmakla ve soymakla, bakamayan umursamaz hırsızlara lafımız yok. Bakıp ta göremeyen körlere ve sağırlara da lafımız yok, kılavuzları bellidir zira. Ne görmesi gerektiğini bilmeyen cahillere ve kıyaslama yapamayan ahmaklara da lafımız yok, onların da öğretmenleri ve ezberleri bellidir.
Bu bir manzara resmidir, boyası kan.
Şehit analarının gözyaşları ile inceltilir topraktaki pıhtısı, öyle sürülür vatan dediğimiz tuvale. Fırçası, şehit erlerimin kemiklerinden ve saçlarından mamuldür. Çuhası, onların Anadolu bozkırlarında pamuk toplarken, Toroslarda çobanlık yaparken, inşaatlarda çalışırken ve yaş kemale erince kışlalarında eğitimde, dağlarda hainlerin peşinde gezerken, hudutta nöbet tutarken yanmış, buğday renkli derilerinden yapılmıştır.
Resim bu ya, bir de ressamı var elbet. Bu ressam ki ayaklarındaki kanlı çamurları, buraya gelirken geçtiği Atlantik bile temizleyememiş. Ayaklarında, Japonya’dan, Vietnam’dan, Panama’dan, Kosova’dan, Afganistan’dan, Musul’dan, Kerkük’ten, Telafer’den ve Felluce’den getirdiği, başka bedenlerden akan kanların yumuşatıp çamurlaştırdığı, başka coğrafyaların toprakları ile binlerce yıllık Türk kiliminin üstüne basarak sınırlar çizen bu ressam kim?
Bu ressam kimse kim de, ona kanlarımızdan yapılmış boya ile dolu çanağı tutanlar kimler? Tuvali önüne koyanlar ve çanaktaki kanlarımıza her batışından sonra kanlı fırçanın, sınırlarımızı, kimliğimizi, vatanımızı değiştirmek için tuvale her dokunuşunda alkış tutarak dalkavukluk edenler kimler?
Bu bir manzara resmidir kıymetli okuyucu, boyası kan.
Binlerce vatan evladını katleden bir terörist, bir çete başı 36 yıl ceza ile “yattığı” şahsına özel adasından kitaplar yazıp, çakal sürüsünü idare etmeye devam ederken, dışarıdaki çakalları “serbest bırakın”, “ meclise sokun”, “başınıza lider yapın”, diye bağrışırken;
39,5 yıl ceza verilerek ödüllendiriliyordu hizmetlerinin karşılığında iki Astsubay. Astsubaydılar, çete başı veya terörist değildiler. “Suçumuz ne?” diye haykırıyorlardı kapatıldıkları demir parmaklıkların arkasından. Kaymakam Kemali yargılayan mahkeme değişen başkanı dışında aynı mahkeme idi ve Ali Kaya ile Özcan İldeniz’i mahkûm eden iddianame değişen savcısı dışında aynı iddianame idi.
Ben de bir astsubaydım, tıpkı onlar gibi.
Ali Kaya gibi veya Özcan İldeniz gibi veya adlarını bilmediğiniz ama yaşadıkları hayat birbirleri ile aynı olan. Aynı şeyleri bekleyen, aynı şeylere üzülen, aynı maaşı alan tıpkı onlar gibi bir astsubaydım.
Astsubay olmak nasıl zordur siz bilmezsiniz. Bakın anlatayım;
Savaş meydanlarının isimsiz kahramanları derdi okul komutanımız Albay Cevdet Yılmaz, ben ve arkadaşlarım on beş yaşında iken.
Bu, siz ne yaparsanız yapın adınızı bir bilen bir anan olmayacak demekti. Bu, ne yapacaksanız karşılıksız yapacaksınız demekti.
Bu demekti ki aynı zamanda; çok sorumluluğunuz var ama yetkiniz olmayacak.
Elbise temizleme fırçamın kılları yukarı doğru baktığı için hafta sonu izinsizlik cezası almıştım ikinci sınıfta iken. Kılların aşağı doğru bakması gerektiğini değil, en küçük kuralların dahi ihlal edilemeyeceğini öğretmişti bu ceza bana.
Yani kurallar vardı hayatınızda, aşamayacağınız. Aştığınızda ise derhal müeyyide ile karşılaşacağınız kurallar.
Botunuzu nasıl bağlayacağınız bile bellidir, kaç çapraz ve kaç düz ilmik geçirilip kaç düğüm atılacağı bile kurallarla belirlenmiştir.
Sırtınızdaki üniforma ile canınızın her çektiği yerde oturup, çay veya kahve içemezsiniz veya her hangi bir arkadaşınızla sohbet edemezsiniz. Oturduğunuz yerin sırtınızda ki üniformaya yakışır bir yer olması gerekmektedir. Cebinizde ki para bu tip bir yerde oturmaya yetmeyeceği için bu kuralın ihlal edilmesi de mümkün değildir zaten.
Astsubaydılar, ayda 1,300 YTL maaş alır, bulabilirlerse bu maaşın 200 YTL sini kaldıkları lojman kirası, Lojman bulamazlarsa eğer en insaflı ev sahibine 400 YTL ev kirası, ortalama 200 YTL sini yakıt parası 80 YTL sini OYAK’a zorunlu kesinti olarak veren, diğer faturalardan geri kalanı ile de çocuklarını okutup evlerini geçindirmek için çabalayan, ölmekten, mayına basmaktan, yargılanmaktan, hapis yatmaktan kalırsa eğer geri kalan vakitlerini de ailelerine harcamaya çalışan insanlardılar.
Astsubaydılar, ne kadar okurlarsa okusunlar, isterlerse üç defa yüksek lisans, beş defa doktora yapsınlar asla birinci derecenin dördüncü kademesini göremeyecek olan yeryüzündeki tek örnektiler.
Astsubaydılar, emekli olduklarında hiçbir Amerikan firması “gelin black bilmem ne güvenlik firması kuralım ve kamyonları koruyup zengin olalım” demeyecekti onlara, asla paraya ihtiyacı olmayan ve çuvallar giydirilirken onlara emir komuta edenlerin bazılarına dedikleri gibi.
Bu bir manzara resmidir, boyası kan.
Ellerinde valizleri ile apar topar görev yerleri değiştirilen Valiler ve kaymakamlar var daha resimde, durdukları yer resmin ahengini bozuyor diye ressamın gözünde. Onların yerine “uçakları çek”, diye bağıranları uyumlu ve derin bir sessizlikle seyreden birileri daha iyi dururdu çünkü.
Bu bir manzara resmidir, boyası kan.
Tüm maharetini kullanarak fırçasının, bir katil çiziyordu ressam. Danıştay’ın koridorlarına damlıyordu ressamın fırçasından akan kanlar ve fonuna Türk askerlerini çiziyordu, Muzaffer Tekin’i çiziyordu, linç kampanyası başlatan ve gazete köşelerinde yaşayan yazarlar çiziyordu sonra. Çete diyordu onlara yazan ve çizen çetenin mensupları. Muzaffer Tekin’in şahsında Türk askerini lekelemeye çalışan ama başarılı olamayınca da röportaj yapalım diyen bir riyayı çiziyordu ressam. Ve resmin bu kısmını sekiz milyon dolara mal ediyordu.
Bu bir manzara resmidir, boyası kan.
“10 Aralık 2005 tarihinde şehit piyade onbaşı Halil Kömür'ün cenaze töreni sırasında Gaziantep'te şehit oğlunun cenaze töreninde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği iddiasıyla yargılanan babası Ahmet Kömür, 11 ay 25 gün hapisle cezalandırıldı. Ahmet Kömür, adliye önünde gazetecilere açıklamada bulunurken, bu şekilde yargılanmaktan gurur duyduğunu, vatanı için yargılandığını belirterek, "Oğlumun cenaze töreninde yaptığım konuşmalar sadece benim o andaki tepkimdi" dedi.”
Bir oğul vermişti vatan toprağına ve ressamın boya çanağına akmıştı kanı, yüreği yanıktı, evladı vatan borcunu canı ile ödemişti, babaydı. Yanan yüreğinin cezasını 11 ay 25 gün ile alacak ve bu ceza oğlunun ödediği bedelin mükâfatı olacaktı.
Öte yandan, ellerinde ki kan daha kurumadan, ben bir şey yapmadım diye gelip teslim olan teröristleri ise affeden bir riyaset çiziyordu ressam, önündeki kanla dolu boya çanağını tutanların emeklerine hürmeten.
Şehitler sağdı aslında bedenlerini verip borçlarını ödemişlerdi ama sağ olanların hepsi birer ölüydü. Canlı birer cenaze idiler, gözleri görmeyen ve kulakları duymayan, düşünemeyen, konuşamayan birer ölüydüler.
Esas özgür olan hapse atılıp yargılananlardı aslında ve gerçek tutsaklar ortalıkta dolaşanlardı. Zihinleri ve yürekleri tutsak edilmiş, mankurtlaşmış zavallı tutsaklardılar. Onlar bu özgürlükler zindanında tutsak ruhları ile süklüm püklüm dolaşırken, bulundukları zindanlarda bir bayrak gibi özgürce ve onurla dalgalanıyordu Ali Kaya ile Özcan İldeniz.
Deyin şimdi ağalar, beyler bu vatan kendi deyimleriyle; Sait Halim Paşa Yalısı’nda, lacivert bir gökyüzünde, sarıya yakın renkte 14’ünü bulmuş, yusyuvarlak bir mehtabın çıktığı sırada Schröder’i dinleyerek Avrupalı olmanın yollarını arayanların mı?
Yoksa toprağın kara bağrında sıradağlar gibi yatanların mı?
Deyin şimdi ağalar, beyler Ali Kaya’nın zindanında mıdır özgürlük yoksa burası bir özgürlükler zindanı mıdır?
Ya siz ağalar, beyler siz hangi zindandasınız?
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”
OKTAY YILDIRIM
16-07-2006
Blogda Ara
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder