FRIEDRICH NIETZSCHE
DECCAL
Hrıstiyanlığa Lânet
Türkçesi: ORUÇ ARUOBA
“Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar. Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır. Onlara bu konuda yardım edilmelidir. Bir günahtan daha zararlı ne olabilir? Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış : Hristiyanlık! ''
Metin üzerine not
Burada sunulan çeviri, Nietzsche’nin yayına hazır kitap tasarısı olarak tamamlayıp, 30 Eylül 1888 tarihini ve Antichrist/Fluch auf da Christenthum başlığını attığı metnin, 1961’de (Podach) ve 1969’da (KGW), elyazmasına dayanılarak gerçekleştirilen güvenilir basımlardan yapılmış çevirisidir. Kitap, bu basımlardan önce, çeşitli nedenlerle çeşitli metinsel bozukluklar içerir biçimlerde yayınlandığından, önceki yayınlanışları burada hesaba katılmamıştır.
Metin ve yayınlanmasının tarihiyle ilgili bazı noktalar ve kaynakların gönderileri,
Çevirenin Notları’na konmuştur. Aynı şekilde, deyimlerle ilgili açıklamalar ile metinde yabancı dillerde bırakılan yerlerin anlamları, cildin sonundaki Notlar’a, bölüm sayısı belirtilerek, eklenmiştir.
ORUÇ ARUOBA, İstanbul, Şubat 1986
İkinci baskıya not
İkinci bası için metin yeniden dizilmiş, çeviri gözden geçirilmiş, ilk basıda bulunan –az sayıda– dizgi hatası düzeltilmiş, Notlar biraz genişletilerek bazı yeni açıklamalar eklenmiştir.
ORUÇ ARUOBA, İstanbul, Kasım 1987
Üçünçü baskıya not
Üçüncü baskıda offset tekniğine geçilmiş, metin yeniden dizilmiş ve KGW metni ile
(yeniden) karşılaştırılmış; önceki basılarda ortaya çıkmış önemli bazı atlamalar ve yanlışlar düzeltilmiştir. Bu karşılaştırma sırasında bana yardımcı olan dostum Kılınç Alkan’a teşekkür ederim.
Bu baskı da, Notlar bölümüne bazı yeni açıklamalar eklenmiştir.
O R U Ç A R U O B A, İstanbul, Aralık 1995
Dördüncü baskıya not
Dördüncü bası için metin yeniden dizilmiştir; Notlar’a az sayıda yeni açımlama
eklenmiştir.
O R U Ç A R U O B A, İstanbul, Ağuston 2000
FRIEDRICH NIETZSCHE
Friedrich Wilhelm Nietzsche, 15 Ekim 1844'de, Kuzey Doğu Almanya'nın, babasının
papaz olduğu küçük bir kasabasında, Röcken'de doğdu. Beş yaşındayken babası ölünce,
annesi, kızkardeşi, çeşitli teyze ve halalarıyla birlikte Naumburg'a giden küçük Fritz, orta öğretimini ünlü 'klasik' okul Schulpforta'da tamamladı. Yüksek öğrenimi için önce teoloji okumaya başlayan Nietzsche, hocası olan ünlü bilgin Ritschl'ın etkisiyle, filolojiye, özellikle de Eski Yunan incelemelerine kaydı. Bonn ve Leipzig üniversitelerinde okuduktan sonra, henüz doktorasını bile vermemişken, 1869 yılında (yirmibeş yaşındayken) İsviçre'nin Basel Üniversitesinin Klasik Filoloji Kürsüsüne olağanüstü Profesör olarak çağrıldı.
Bu sıralarda Schopenhauer'in felsefesi ve Wagner'in müziğine hayranlık besleyen gencin ilk yapıtı, Musikinin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu, getirdiği yepyeni kültür anlayışı ve çağdaşlık yorumuyla, hem ilgi uyandırdı hem de üzerine şimşekler çekti. Bunu, özellikle ahlak konularında yoğunlaşan çeşitli kitapları izledi.
1879'da, gönüllü olarak katıldığı 1870 Alman -Fransız savaşında geçirdiği hastalıkların iyice artmasıyla, üniversitedeki görevinden emekliye ayrılarak, sağlığını koruyabileceği bir yer arayışı içinde, kışları İtalya kıyılarında, yazları İsviçre dağlarında yaşayarak, kendini tamamiyle yazılarına verdi. 1883'de, bir yıl önce tanıştığı Rus asıllı kadın şair Lou Salome'nin de verdiği yücelme duygusuyla, Böyle Buyurdu Zerdüşt 'ün ilk kitabını yazdı.
Bunu 1885'e dek, ikinci, üçüncü ve dördüncü kitaplar ile, Zerdüşt 'ün içeriğine 'düzyazı' olarak yaklaşan İyi ve Kötünün Ötesinde (1885) ve Ahlakın Soykütüğü (1887) izledi.
Zerdüşt sonrası döneminde, çeşitli zamanlarda çeşitli başlıklar tasarlayarak, bir Büyük Yapıt yazmaya girişen Nietzsche, son üretken yılı olan 1888'de, sırasıyla Wagner Olayı, Putların Batışı, Deccal, Ecce Homo ve Dionysos Dityrambosları adlı kitaplarını yazdı.
1889 yılının ilk günlerinde, Torino'da, sokakta kırbaçlanan bir sütçü beygirinin boynuna sarılıp ağlamaya başlayan düşünür, öğrencilik yıllarında aldığı frengi mikrobu sonucu olduğu tahmin edilen çılgınlığa gömüldü. 1900 yılına dek tinsel karanlık içinde bitkisel denebilecek yaşamını sürdüren Nietzsche, kendisinden sonraki yüzyılda etkileri en yaygın olacak düşünce ürünlerini geride bırakarak 25 Ağustos'da 'bengiliğe' göçtü...
ÖNSÖZ
Bu kitap en azlarındır. Belki de onlardan hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt'ümü anlayanlar olacaklar : kendimi, daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlar ile nasıl karıştırabilirdim ki? Ancak öbürgündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar.
Kişinin beni anlamasının, hem de zorunlukla anlamasının koşulları, —bunları pek iyi bilirim. Benim yalnızca içtenliğime, tutkuma dayanabilmek için, düşünsel konularda katılık kertesinde dürüst olması gerekir kişinin. Dağlarda yaşamaya, alışkın olması gerekir— çağın siyasetinin ve halkların çıkarcılıklarının sefil gevezeliğini kendi altında görmeğe. Aldırmaz olmuş olması gerekir, hiç sormaması gerekir, doğruluk yararlı mıdır diye, bir kötü kader olup çıkar mı diye... Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana
yüreklilik; labirente önceden-belirlenmişlik. Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Ve yüce üslubun iktisat istemi: gücünü, heyecanlanmalarını derli-toplu tutmak... Kendi kendine saygı; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük...
İşte! Bunlardır benim okurlarım ancak, benim sahici okurlarım, benim önceden belirlenmiş okurlarım: geri kalan neye yarar ki —geri kalan, insanlıktır yalnızca.— Kişinin, gücüyle, ruhunun yüksekliğiyle, insanlığa tepeden bakması gerekir —hor görüşüyle...
F R I E D R I C H N I E T Z S C H E
1.
—Kendimizi aldatmayalım. Hiperborlularız biz,— pekâlâ biliriz ne denli kopuk yaşadığımızı. «Ne karadan ne de denizden bulabilirsin Hiperborlulara giden yolu» : bunu daha Pindaros bilip söylemişti bizim için. Kuzeyin ötesinde, buzun, ölümün ötesinde —bizim yaşamımız, bizim mutluluğumuz... Mutluluğu keşfettik biz, yolu biliyoruz artık, binlerce yılın labirentinden çıkışı bulduk. Başka kim bulabilirdi ki bu çıkışı? —Modern insan mı? —«Ne ettiğimi bilmiyorum; ne ettiğim bilmeyen herşeyim ben» diye iç geçirir modern insan... Bu modernlikti bizi hasta eden, —
tembel barışlar, korkak tavizler, modern Evet ve Hayır'ın bütün erdemli kirliliğiydi. Herşeyi «kavradığından» dolayı herşeyi «bağışlayan» bu hoşgörü, bu manda -yüreklilik, bizim için scirocco'dur. Çağdaş erdemler ile öteki güney yelleri arasında yaşamaktansa, buzlar içinde yaşamak yeğdir!... Yeterince yürekliydik, ne kendimizi ne de başkalarını esirgedik: ama, uzun süre, yürekliliğimizi nereye yönelteceğimizi bilemedik. Karamsarlaştık, durgunlaştık; bize yazgıcı dediler. Bizim yazgımız —doluluktu, gerilimdi, güçlerin birikimiydi. Şimşeğe, eyleme açtık,
zayıfların mutluluğundan, «boyuneğiş»ten uzaktık... Göğümüzde sağanak vardı; doğa, bizim doğamız, bulutlanıyor, kararıyordu — çünkü hiç yolumuz yoktu. Mutluluğumuzun formülü : Bir Evet, bir Hayır, düz bir çizgi, bir hedef ...
2.
İyi nedir? —İnsanda güç duygusunu, güç istemini, gücün kendisini yükselten herşey.
Kötü nedir? —Zayıflıktan doğan herşey.
Mutluluk nedir? —Gücün büyüdüğü duygusu —bir engelin aşıldığı duygusu.
Doygunluk değil, daha çok güç; genel olarak barış değil, savaş; erdem değil, yetenek
(Rönesans tarzı erdem, virtü, moralinsiz erdem).
Zayıflar, nasibi kıtlar yıkılıp gitmelidir: bizim insan sevgimizin baş ilkesi. Ve onlara yıkılıp gitsinler diye de yardım edilmelidir.
Herhangi bir günahtan daha zararlı olan nedir? —Nasibi kıtlara, zayıflara duyulan acımadan doğan eylem — Hristiyanlık.
3.
Burada ortaya koyduğum sorun, varlıklar sıralamasında insanlığın yerini ne almalıdır sorunu değildir (—insan bir sondur) : sorun, hangi tip insanın, daha yüksek değerlidir, yaşamaya daha değerdir, geleceği daha sağlamdır diye. yetiştirilmesi -gerektiği, istenmesi gerektiği sorunudur.
Bu yüksek değerli tip bundan önce de sık sık ortaya çıkmıştır: ama bir mutlu raslantı olarak, istisna olarak; hiçbir zaman da istenerek değil. Tersine, daha çok korkulmuştur ondan, şimdiye dek korkunç olanın ta kendisi olmuştur neredeyse; —ve bu korkudan dolayı da onun karşıtı olan tip istenmiş, yetiştirilmiş, elde de edilmiştir: evcil hayvan olan, sürü hayvanı olan, hasta hayvan olan insan, —Hristiyan...
4.
İnsanlık, bugün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir gelişme göstermemektedir, «ilerleme», modern bir düşüncedir yalnızca, yani, yanlış bir düşünce.
Bugünün Avrupalısı, değerlilik bakımından, Rönesans Avrupalısının fersah fersah altında kalır; ileriye doğru gelişme, herhangi bir zorunlukla, yükselme, yücelme, güçlenme değildir hiç de.
Bir başka anlamda, yeryüzünün en farklı yerlerinde, en farklı kültürlerde tek tek durumlarda bir başarıya ulaşma hep görülür, bu başarıya ulaşanlar da sahiden bir yüksek tip oluştururlar: insanlık toplamına göre bir çeşit üstinsan... Böylesi şanslı, büyük basarı örnekleri hep olanaklı olmuştur, hep de olacak belki. Hatta, bütün bir soy, bir kavim, bir halk, bazı durumlarda böylesi isabetler olarak ortaya çıkabilir.
5.
Hristiyanlığı cicileyip bicileyip, allayıp pullamamalı: Hristiyanlık bu yüksek tip insana karşı ölümüne bir savaş vermiştir, bu tipin bütün temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmış, bu içgüdülerden, kötüyü, kötünün ta kendisini imbiklemiş, süzüp çıkarmıştır, —üzerine suç atılan tipik insan olarak güçlü insan, «lanetli insan». Hristiyanlık bütün zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanını tutmuş, güçlü yaşamın ayakta duruş koşullarının çelişiğinden bir ideal çıkarmıştır;
tinselliğin en üst değerlerinin günahkârlık, sapıklık, ayartılma olarak duyulmalarını öğreterek, tinsel bakımdan güçlü doğalıların bile akıllarını yozlaştırmıştır. En sefil örnek —Pascal'ın yozlaşması, aklının kalıtsal ilk günahça yozlaştırıldığma inanan Pascal'ın; oysa Hristiyanlığından başka birşey değildi aklını yozlaştıran!—
6.
Acı verici, tüyler ürpertici bir oyundu karşıma çıkan : insanın yozluğunun önündeki perdeyi çektim, açtım. Bu sözcük, benim ağzımda, en azından bir kuşkuya karşı korunmuştur: insan konusunda ahlaksal bir yakınma içerdiği kuşkusuna. Bu sözcük —yeniden altını çizmek istiyorum — m o r a l i n s i z bir anlamdadır : öylesine ki, bu yozluğu en güçlü bir biçimde, duyduğum yer, şimdiye dek en bilinçli olarak «erdem»e, «tanrısallığa» yönelinen yer olmuştur. Yozlaşmışlıktan
anladığım, sanırım şimdiden sezinlendi, décadence anlamında: savım da, insanlığın bugün kendi en üst istenebilirliklerini biraraya topladığı değerlerin hepsinin, décadence değerleri olduğu.
Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa,, yozlaşmış derim. «Yüce duygular»ın, «insanlık idealleri»nin bir tarihi —olası ki bu tarihi anlatmak da bana düşecek— insanın neden böylesine yozlaştığmın açıklaması olurdu neredeyse.
Yaşamın kendisiydi benim için büyümenin, dayanıklığın, kuvvetlerin birikmesinin içgüdüsü, gücün içgüdüsü : güç isteminin eksik olduğu yerde, düşüş vardır. Savım, insanlığın bütün en üst değerlerinde bu istemin eksik olduğudur, —en kutsal adlara bürünerek egemenliği elinde, tutanların, düşüş-değerleri, nihilistik değerler olduğu.
7.
Hristiyanlığa, acımanın dini denir. —Acıma, yaşam duygusunun erkesini artıran gerilim verici duyguların karşıtı bir duygudur: çöküntü verici bir etkisi vardır. Kişi, acıma duyduğunda, gücünden yitirir. Acıma yoluyla, zaten acı çekmenin kendisinin yaşama getirdiği güç eksilmesi, yoğunlaşır, çeşitlenir. Acı, acıma yoluyla bulaşıcı hale gelir; bazı durumlarda, acımayla, neden birimleri ile
çarpık bir orantı oluşturan bir toplam yaşam eksilmesine, yaşam erkesi eksilmesine ulaşılabilir (— Nasıralı'nın ölümünde, olduğu gibi), ilk bakış açısı bu; ama daha da önemli bir açı var. Acımanın, doğurageldiği tepkilere göre ölçüldüğünü düşünürsek, yaşam için taşıdığı tehlikeli nitelik daha da açık bir ışığa çıkar. Acıma, gelişmenin yasasını, seçi yasasını büyük çapta etkisiz kılar, çeler Batıp gitmek için olgunlaşmış olanları ayakta tutar, yaşamın bozuk kalıtımlılarının, sonu
belirlenmişlerinin yararına kendini ayakta tutar, yaşar tuttuğu her tür nasibi kıtın bolluğuyla da yaşamın kendisine karamsar, sorunsal bir görünüm verir. Acımaya bir erdem demeye kadar vardırılmıştır iş (—oysa her soylu ahlakta zayıflık olarak görülür—); daha da ileri gidilmiş, acıma, erdemin ta kendisi, bütün erdemlerin temeli ve kaynağı kılınmıştır, —tabiî, hep göz önünde tutulması gerekir ki, bu, nihilist bir felsefenin bakış açısından yapılmıştır, kalkanına yaşamın yadsınmasını kazımış bir felsefenin. Schopenhauer tam ortamındaydı bu noktada : yaşam, acıma
yoluyla değillenir; değillenmeye değer kılınır —acıma, nihilizmin pratiğidir. Yeniden söyleyelim: bu çöküntü verici ve bulaşıcı içgüdü, yaşamın ayakta durmaya ve değer -yükselişine yönelik içgüdülerim çeler, siler, etkisiz kılar: böylelikle sefillerin koruyucusu olduğu kadar sefaletin çoğaltıcısı olarak da décadence'ın yükselişinin temel bir gerecidir, —acıma, hiçliğe inandırır!...
«Hiçlik» denmez tabiî buna : «öte» denir, ya da «Tanrı», ya da «Hakiki Hayat» denir, ya da Nirvana, Kurtuluş, Kutsanmışlık... Dinsel -ahlaksal idiosynkrasi alanından edinilme bu masum retorik, burada hangi eğilimin derin sözcüklerin kılığına büründüğü kavranınca, hemen çok daha az masum görünmeye başlar: yaşam düşmanı eğilimdir bu. Schopenhauer yaşam düşmanıydı: bu yüzden erdem haline geldi acıma onun için... Bilindiği gibi, Aristoteles acımayı hastalıklı ve tehlikeli bir durum olarak gördü, arada sırada bir arındırıcıyla giderilmesi doğru olacak bir durum :
trajediyi de bir arındırıcı olarak aldı. Sahiden, Schopenhauer'de (ve ne yazık St. Petersburg'dan Paris'e dek, Tolstoy'dan Wagner'e dek bütün yazınsal ve sanatsal décadence'ımızda) görülen bu böylesine hastalıklı ve. tehlikeli acıma birikimi için, yaşam içgüdülerinde bir tedavi yolu aramak gerekirdi: ki bu birikim patlasın, aksın. Sağlıksız çağdaşlığımız içinde Hristiyanca acımadan daha sağlıksız birşey yok. Burada hekim olmak, burada acımasız olmak, burada neşter kullanmak — bize aittir bu; bu bizim insan sevgimizdir, bu yüzden filozoflarız biz, biz Hiperborlular!— — —
8.
Kimi kendi karşıtımız olarak duyduğumuzu söylemek gerek —tanrıbilimciler ile kanına
tanrıbilimcilik bulaşmış herşey —bütün felsefemiz... Kişinin de, bu yazgıyı yakından tanıması, dahası, kendisinde yaşamış olması, onun yüzünden neredeyse batıp gitmiş olması gerekir, burada artık şakaya yer olmadığını anlaması için (—şu bizim Bay Doğabilimci ve Fizyologlarımızın özgür-tinciliği, benim gözümde, şakadır, —bu konulardaki tutku yok onlarda, bu konulardan acı çekmiş olma yok—). Bu zehirlenme, düşünüldüğünden daha yaygındır: tanrıbilimciliğin burnubüyüklük içgüdüsünü, bugün kişinin kendisini «idealist» duyduğu heryerde buldum, —kişinin, yüksek bir kaynağa dayanarak, kendinde gerçekliğe tepeden, yabancı gözlerle bakma hakkını bulduğu heryerde... idealist, tıpkı rahip gibi, bütün büyük kavramları elinde tutar (—
yalnızca elinde de değil!), onları iyi niyetli bir horgörüyle, «anlama yetisi» ne, «duyular»a, «onurlar»a, «mutlu yaşam »a, «bilim»e karşı kullanır; bunları, üzerinde saf kendi -içinliğindeki «Tin»in uçuştuğu, zararlı, sapıtıcı güçler olarak, kendi altında görür —sanki şimdiye dek alçakgönüllülük, saflık, boynu büküklük, tek sözcükle kutsallık, yaşama, çekinilecek şeylerin ve günahların topundan daha çok zarar vermemiş gibi... Saf tin, safi yalandır... Rahip, yaşamın bu meslekten yoksayıcısı, yalanlayıcısı, zehirleyicisi, yüksek bir insan türü sayıldığı sürece, doğru nedir sorusuna hiçbir yanıt bulunamaz. Hiçin ve olumsuzlamanın bu bilinçli avukatı, «Hakikat»in sözcüsü yerine konduğunda, doğru zaten tepesi üstüne çevrilmiştir.
9.
Savaş açtığım bu tanrıbilimci içgüdüsüdür: heryerde buldum onun izlerini. Damarlarında tanrıbilimci kanı akanlar, bütün şeylere daha başından eğri, dürüst olmayan bir tavırla yaklaşırlar. Bu yaklaşım sonucu oluşan tutku, kendine inanç adını takar: kendi karşısında, sağalmaz sahtelik görünümünden acı çekmemek için, gözünü sımsıkı, hepten yummak. Herşeye yönelik bu çarpık optikten, bir ahlak, bir erdem, bir kutsallık çıkarırlar, yanlış görme, iyi vicdan haline getirilir —bu
optik, «Tanrı», «Kurtuluş», «Ebediyet» adlarıyla sakrosankt kılındıktan sonra da, başka herhangi bir optik türünün artık değer taşımaması talep edilir. Tanrıbilimci içgüdüsünü başka heryerde de kazıp ortaya çıkardım : bu içgüdü, yeryüzünde, bulunan en yaygın sahtelik biçimi, sahteliğin sahici yeraltı biçimidir. Bir tanrıbilimcinin doğru diye duyduğu, yanlış olmak zorundadır: bu bir doğruluk ölçütü neredeyse. Tanrıbilimcinin en alttaki derin kendini ayakta tutma içgüdüsüdür, gerçekliğin
herhangi bir bakımdan saygıdeğer bulunmasını, ya da hatta yalnızca dilegelmesini bile yasaklayan. Tanrıbilimciliğin etkilerinin yayıldığı heryerde, değer yargısı tepesi üstüne çevrilmiştir, «doğru» ve «yanlış» kavramları zorunlu olarak terstir: burada, yaşama en zararlı olana «doğru» denir; onu yükselten, yücelten, evetleyen, haklı ve üstün kılana da «yanlış»... Tanrıbilimciler hükümdarların (ya da halkların—) «vicdan»ları yoluyla güce el attıkları zaman da, temelde hep neyin olupbittiğinden kuşkumuz olmaz: Son istemi, nihilistik istem, gücü istemektedir...
10.
Felsefenin Tanrıbilimci kanıyla kirlendiğini söylediğimde, Almanlar tarafından hemen anlaşılır demek İstediğim. Protestan papaz, Alman felsefesinin büyükbabasıdır; protestanlığın kendisi de onun peccatum originale'si. Protestanlığın tanımı: Hristiyanlığın — ve aklın bir yanına inen inme...
«Tubingen Darüşşafakası» sözünü söylemek yeter, Alman felsefesinin temelde ne olduğunu kavramak için — dolambaçlı bir tanrıbilim... Şvab'lar Almanya'nın en iyi yalancılarıdır, masumca yalan söylerler... Kant'ın ortaya çıkışının, dörtte üçü papazların, hocaların oğullarından oluşan Alman öğrenim dünyasında estirdiği şenlik havası nereden geliyor? Kant'la daha iyiye doğru bir gidişin başladığı yollu, bugün bile yankılanan Alman kanısı nereden? Alman öğrenimcilerinin tanrıbilimci içgüdüsü, bu noktada neyin yeniden olanaklı kılındığını sezinledi... Eski ideale varan bir gizli yol açılmıştı, «Hakiki Dünya» kavramı, ahlakın dünyanın özü olduğu kavramı (—yanlışlar içinde bu en berbat iki yanlış!), şimdi, sinsi-kurnaz bir skepsis sayesinde, yeniden, kanıtlanabilir kılınmış olmasa da, artık çürütülemez kılınmıştı... Akıl, aklın hakkı, ulaşamıyordu oraya...
Gerçeklik «görünüştelik» haline sokulmuş; baştan aşağı yalandan bir dünya, varlıkların dünyası, gerçeklik haline sokulmuştu... Kant'ın başarısı, salt bir tanrıbilimci başarısıdır: Kant, Luther gibi, Leibniz gibi, kendi başına ayakta duramayan Alman dürüstlüğünün yeni bir payandasıydı — —
11.
Ahlakçı Kant'a da bir sözümüz var: Bir erdemin, kendi buluşumuz, kendi kişisel-özel
gereksinmemiz ve gerekirliğimiz olması gerekir: başka her türlü anlamda, bir tehlikeden başka birşey değildir. Yaşamımızın belirlemediği birşey ona zarar verir: Kant'ın olmasını istediği gibi, salt «erdem» kavramı karşısındaki bir saygı duygusundan çıkan bir erdem, zararlıdır. «Erdem», «ödev», «kendi başına iyi», kişisel-özel-olmayan, genel-geçer nitelikte iyi —uydurmalardır bütün bunlar; içinde çöküşün, yaşamın son güçsüzleşmesinin, Königsberg Çinliliği'nin dilegeldiği
uydurmalar. Ayakta durmanın ve büyümenin en derin yasaları, bunun tersini buyurur : herkesin kendi erdemini, kendi kesin buyruğunu bulmasını. Bir halk, kendi ödevini, genel olarak ödev kavramıyla karıştırınca, batar. Hiçbirşey, bu kişisel -özel -olmayan» ödev kadar, bu soyutlama moloh'u karşısında özveri kadar, derinden, içten yıkıcı değildir. —Kant'ın kesin buyruğunun yaşama zararlı duyulmaması!... Tanrıbilimci içgüdüsünden başka birşey değildi onu kanatları altına alan! —Yaşam içgüdüsüyle yapılan bir eylem, bu eylemin yapılmasıyla duyulan hazda, doğru,
haklı, yerinde bir eylem olduğunun kanıtını bulur: o Hristiyan-dogmatik barsaklı nihilistin hazdan anladığı ise bir yergidir... İç zorunluk olmaksızın, derin bir kişisel -özel seçim olmaksızın, haz olmaksızın, «ödev»in otomatı olarak çalışmak, düşünmek, duymak kadar hızla yıkan başka ne olabilir? Bu, tam da décadence'in reçetesidir, hatta budalalığın reçetesi... Kant, budala oldu. —Hem de Goethe 'nin çağdaşıydı bu! Bu yazgı örümceği, Alman filozofunun ta kendisi sayıldı, —daha
hâlâ da sayılıyor!... Almanlar için düşündüklerimi söylemeğe edebim elvermiyor... Fransız Devrimi'ni, devletin organik olmayan biçiminden organik biçimine geçiş diye gören Kant değil miydi? insanın ahlaksal yapısından başka birşeyle açıklanamayacak bir olay, tek bir örnekle «insanlığın iyiye eğilimi»nin bütünüyle kanıtlanabileceği bir olay olup olmadığını kendi kendine sormamış mıydı? Kant'ın yanıtı: «Bu, Devrim' dir.» Herşeyi, herbir şeyi yanlış kavrama içgüdüsü, doğaya aykırılığın içgüdüleşmesi, Alman décadence'inin felsefe olup çıkması — işte Kant budur!
—
12.
Bir -iki şüpheciyi, felsefe tarihinin dürüst tipini bir yana ayırıyorum: geri kalanların, düşünsel dürüstlüğün daha ilk gereklerinden bile haberleri yoktur. Topu, hanımcıklar gibi davranırlar, bütün bu büyük gayretkeşler ve hilkat garibeleri —«güzel duygular»ı kanıtlama sayarlar, «dolu yüreği» tanrılığın körüğü sayarlar, kanmayı da doğruluğun ölçütü. En sonunda da Kant, olanca «Alman» masumluğuyla, bu yozlaşma biçimini, bu düşünsel vicdan eksikliğini, «pratik akıl» kavramı altında
bilimselleştirmeğe çalıştı: akla boşverilen durumlar için bir akıl icadetti, yani, ahlakın dilegeldiği, «...malısın»lı yüce talebin dilegeldiği zamanlar için. Neredeyse bütün halklarda, filozofun rahip tipinin gelişmiş bir biçiminden başka birşey olmadığını savlarsak, rahipten kalan bu miras, bu kendi kendine kalpazanlık, şaşırtıcı olmaktan çıkar. Kişinin kutsal ödevleri varsa, örneğin, insanları
iyileştirmek, kurtarmak, felaha erdirmek gibi; kişi tanrılığı yüreğinde taşıyorsa, ötelerin buyruğuna ağız görevi görüyorsa, böyle bir görevlenmeyle her türlü anlaşılabilirlik değerlendirmesinin dışındadır zaten, —hatta azizlenmiştir bile bu görevlenmeyle, hatta daha yüksek bir derecelenmeye ait bir tiptir!... Bir rahibe bilimden ne ki! O böyle şeylerin çok üstündedir! —Ve şimdiye dek de egemen olmuştur rahip! «Doğru» -«doğru olmayan» kavramlarını o belirlemiştir ...
13.
Küçümsemeyelim bunu: biz bile, biz özgür tinliler bile «değerlerin yeniden değerlendirilmesi »yiz, bütün eski «doğru» -«doğru olmayan» kavramlarına karşı cisim bulmuş bir savaş ilanıyız, zafer ilanıyız. En değerli bakışlar en geç bulunur; en değerli bakışlar ise yöntemlerdir. Şimdiki bilimselliğimizin bütün yöntemleri, bütün varsayımları binyıllar boyu en derin horgörüyle karşılandı: kişi onlar yüzünden «doğru-dürüst» insanların çevresinden dışarı atıldı, —«tanrı düşmanı» sayıldı, hakikat horgörücüsü, «ecinni çarpmış» sayıldı. Bilimsel kişilik, şandala' ydı...
İnsanlığın bütün pathos'u karşıydı bize —neyin doğru olması gerektiği konusundaki kavramı, neyin doğruluğun hizmetinde olması gerektiği konusundaki kavramı: her «...malısın», şimdiye dek bize karşı yöneltilmişti... Bizim ereklerimiz, bizim etkinliklerimiz, bizim sessiz; dikkatli; kuşkulu tarzımız —hepsi tamamiyle düşkün, horgörülesi göründü insanlığa, —sonunda da, bir ölçüde haklı olarak sorulabilir, acaba aslında bir estetik beğeni değil miydi, insanlığı bunca zaman körlük içinde tutan: doğruluktan pitoresk bir etki beklediler; aynı şekilde de bilenden, bilginden, duyular üzerinde güçlü bir etkilemede bulunmasını Bizim alçakgönüllülüğümüzdü onların beğenisine en çok aykırı düşen... Ah, nasıl da ele verirler kendilerini, tanrının bu baba-hindileri. —
14.
Akıllandık artık. Her bakımdan daha alçakgönüllü olduk, insanı artık «tin» den,
«Tanrısallık»tan türetmiyoruz. Onu, geri, hayvanların arasındaki yerine koyduk. En güçlü hayvandır o bizim için, çünkü en kurnazıdır: bunun bir sonucudur tinselliği. Öte yandan, burada da dilegelmek isteyen bir kendini-beğenmişlikten koruyoruz kendimizi: sanki insan, hayvanların gelişmesinin büyük art niyetiymiş gibi. Hiç de yaratının tacı değildir o; her varlık, onun yanında, eşit bir yetkinlik basamağında durur... Bunu savlamakla da çok şey savlamış oluyoruz . insan, göreceli olarak, en bozuk yapılı hayvan, en hastalıklı hayvandır, içgüdülerinden en tehlikeli
biçimde uzaklaşmış olan hayvan —tabiî, bütün bunlarla, aynı zamanda hayvanların en ilginci — Hayvanlarla ilgili, ilk kez Descartes, saygıdeğer bir cesaretle, hayvanı makina olarak anlamayı göze almıştı: bizim bütün fizyolojimiz bu önermenin kanıtlanmasına yöneliktir. Hem mantık açısından da insanı bir yana ayırmıyoruz, Descartes'ın bile daha yaptığı gibi: bugün insanla ilgili kavranan ne varsa, onun makina olarak kavrandığı kadarıyla geçerlidir. Eskiden insana, daha yüksek bir derecelenmenin çeyizi diye «özgür istem» verildi: bugün biz ondan istemini bile, bundan artık bir yeti anlaşılmaması gerektiği anlamında, geri aldık. Eski «istem» sözcüğü yalnızca bir sonuç durumunu imgelemeğe yarar, kısmen çelişen, kısmen uyuşan bir sürü uyarıyı zorunlukla izleyen bir çeşit tekil tepkiyi: —istem «işle»miyor artık, «devindirmiyor artık... Eskiden, insanın bilincinde, «tin»de, onun yüksek kökeninin, tanrısallığın kanıtı görüldü; insanı yetkinleştirmek için, ona, kaplumbağa gibi, duyularını içine çekmek, yeryüzüyle alışverişini kesmek, ölümlü beden örtüsünü bir yana atmak salık verildi: böylece geriye onun asıl önemli olan yanı, «saf tin» kalacaktı. Bu noktada da aklımız başımıza geldi: bilinçlenme, «tin», bizim için, organizmanın göreceli bir yetkinsizliğidir, bir deneme, tadına bakma,yanılma, bir sürü sinir kuvvetinin gereksizce harcandığı bir çabalamadır, —birşeyin yalnızca bilinçlendirilmekle yetkin hale getirileceğini yadsıyoruz «Saf tin», safi aptallıktır: sinir sistemini ve duyuları; «ölümlü beden»i hesap dışı
bırakmak; yanlış hesap yapmaktır —başka birşey değil!...
15.
Ne ahlak, ne din, Hristiyanlık içindeki biçimleriyle, gerçekliğin herhangi bir noktasıyla ilintilidir. Bir sürü hayali neden («tanrı», «ruh», «ben», «tin», «özgür istem» —ya da «özgür olmayan istem»); bir sürü hayali etki günah», «kurtuluş», «takdir», «ödek», «günahların bağışlanması»). Hayali varlıklar («tanrı», «tinler», «ruhlar») arasında bir alışveriş; hayali bir doğabilim (antroposentrik; doğal neden kavramının tam eksikliği); hayali bir psikoloji (bir sürü kendini yanlış anlama, bazı genel hoş ya da nahoş duyguların, örneğin nervus sympathicus durumlarının, dinsel -ahlaksal sapkınlıklarının simge diliyle yorumlanması, —«pişmanlık», «vicdan sızlaması», «şeytanın ayartısı», «tanrının yaklaşması»); hayali bir ereksellik («tanrının melekûtû», «kıyamet», «ebedi hayat»). —Bu saf uydurmalar dünyası ile düşler dünyası arasında da, birincisinin aleyhine, dağlar kadar fark vardır; düşler dünyası, gerçekliği tersinden de olsa
yansıtır, oysa bu kurgular dünyası gerçekliği sahteleştirir, değersizleştirir, değiller. «Doğa» kavramı «tanrı»nın karşıt kavramı olarak ayarlanınca, «doğal» sözcüğü «günahkâr» anlamına gelmek zorundaydı, —bütün bu uydurmalar dünyası, köklerini, doğal olana (—gerçekliğe!—) karşı bir nefrette buluyordu, gerçek karşısında derin bir hoşnutsuzluğun dilegelişiydi... Bu da herşeyi
açıklıyor. Gerçeklikten yalanlar yoluyla kaçıp kurtulmak için nedenleri olan kim? Gerçeklikten acı çeken. Ama gerçeklikten acı çekmek demek, kendisi bir bahtsız gerçeklik olmak demektir... Nahoş duyguların hoş duygulara ağır basmasıydı, bu uydurma ahlakın ve. dinin nedeni: bu ağır basma ise, décadence'in formülünü sağlar...
16.
Aynı sonuca, Hristiyan tanrı kavramının bir eleştirisi de ulaştırır. —Kendine olan inancını sürdüren bir halk, kendi öz tanrısına da sahiptir. Onda, kendisini üstte, tutan koşulları, kendi erdemlerini yüceltir,—kendinden duyduğu hoşnutluğu, güçlülük duygusunu, bunlar için müteşekkir olabileceği bir varlığa yansıtır. Zengin olan, vermek, dağıtmak ister; gururlu bir halk, kurban vermek için bir tanrıya gereksinim duyar... Din, bu koşullar altında, bir şükran biçimidir. Kişi kendisi için müteşekkirdir: bunun için bir tanrıya gereksinim duyar. —Böyle bir tanrı, yarar da
zarar da verebilmeli, dost da düşman da olabilmelidir, —kişi ona iyilikte de. kötülükte de tapınır Bir tanrıyı yalnızca iyinin tanrısı olma durumuna sokan doğaya aykırı iğdişlenmişlik, burada her türlü çekiciliğini yitirirdi. Kişinin iyi olan tanrı kadar kötü olanına da gereksinimi vardır :kişi kendi varoluşunu yalnızca hoşgörüye, insancıllığa borçlu değildir ki... öfkeyi, öcü, kıskançlığı, alayı,
kurnazlığı, şiddeti tanımayan bir tanrı, neye yarardı ki? Daha zafer kazanmanın ve yıkımın gerektirdiği çabalamanın baştan çıkarıcı zorluğunu bile tanımayan bir tanrı? Kişi böyle bir tanrıyı anlamazdı bile : ona niye sahip olsundu ki?—Ama tabiî: bir halk batmaktayken; geleceğe olan inancının, özgürlük umudunun hepten yitmekte olduğunu duyarken; boyuneğmek, en yararlı şey olarak, boyuneğmişin erdemleri, ayakta durmasının koşulları olarak, bilincine yerleşmekteyken, O zaman tanrısının da değişmesi zorunludur. Şimdi bir ödlek haline gelir o da, ürkek, alçakgönüllü
olur, «ruh barışı» salık verir, nefretten; uzaklaşma, hoşgörü, dostu da düşmanı da «sevme» çağrısında bulunur. Sürekli ahlaksallık dağıtmaya başlar, her özel erdemin inine girer sürüne sürüne, herkesin tanrısı haline gelir, kişiye özel hale gelir,kozmopolit olur... Eskiden bir halkı, bir
halkın güçlülüğünü, bir halkın ruhunda saldırgan ve güce susamış ne varsa, onları temsil ediyordu :
şimdi ise, iyi bir tanrıdan başka birşey değil... Gerçekten de, tanrıların başka seçenekleri yok: ya
güç istemidirler —öyle oldukları sürece de halk tanrıları olurlar — ya da gücün güçsüzlüğüdürler
—o zaman da, zorunlu olarak, iyi hale. gelirler...
17.
Nerede güç istemi herhangi bir biçimde alçalıyorsa, her seferinde aynı zamanda fizyolojik bir
gerileme, bir décadence vardır orada. Décadence'in tanrısı, en erkekçe erdemleri ve güdüleri
budandığından, artık, zorunlukla, fizyolojik olarak gerilemişlerin, zayıfların tanrısı haline gelir.
Onlar kendilerine zayıf demezler, «iyi» derler... Bir ipucu gerekmeden anlaşılıyor artık, tarihin
hangi anında iyi bir tanrı ile kötü bir tanrı arasındaki ikilik uydurmasının olanaklı hale geldiği.
Boyunduruk altına alınanlar, hangi içgüdüyle kendi tanrılannı «kendi başına iyi» durumuna
indirmişlerse, aynı içgüdüyle, kendilerini boyunduruk altına alanların tanrılarının da iyi
niteliklerini silip alırlar; efendilerinden, onların tanrısını şeytanlaştırarak öç alırlar. — iyi tanrı, bir
o kadar da şeytan : ikisi de décadence'in yaratıkları. —Bugün hâlâ, Hristiyan tanrıbilimcilerin
saflıklarına kanıp, tanrı kavramının «İsrael'in Tanrısı»ndan, halkın tanrısı olmaktan, Hristiyan
tanrıya, bütün iyinin toplamı olmaya geçişinin bir ilerleme olduğu hükmüne nasıl olup da
varılabiliyor? —Oysa Renan bile yapıyor bunu. Sanki Kenan'ın saflık konusunda tek bir iddiası
olabilirmiş gibi! Oysa ki tam tersi bas bas bağırıyor. Tanrı kavramından, yücelen yaşamın
varsayımları, bütün kuvvetli, yürekli, erkekçe, gururlu yanları giderilince, adım adım, yalnızca
yorgunlar için bir dayanak, boğulanlar için bir can simidi olma durumuna düşünce, hepten fakirfukara tanrısı, günahkârların tanrısı, hastaların tanrısı par excellence olunca, ve genel olarak
tanrısal yüklem diye yalnızca «iyileştirici», «kurtarıcı» yüklemi sanki arta kalınca: neyin sözünü
etmektedir ki böylesi bir değişim? tanrısal olanın böylesine bir indirgenmesi? —Tabiî: «Tanrının
hükümranlığı» bu yolla genişlemiştir. Eskiden yalnızca kendi halkını, kendi «seçilmiş» halkını
içerirdi. Sonra, halkının ta kendisi gibi, gurbete, gezginciliğe çıktı, o zamandan bu yana da hiçbir
yerde durup dinelmedi: ta ki, sonunda heryerde yerleşik hale geldi, bu koca kozmopolit —ta ki,
«büyük çoğunluğu» ve yeryüzünün yarısını kendi yanına çekti. Ama «büyük çoğunluğun» tanrısı,
tanrıların bu demokratı, gene de gururlu bir put gibi tapınılan bir tanrı olamadı: hep Yahudi kaldı,
inziva tanrısı olarak, bütün karanlık köşe -bucakların Tanrısı, bütün dünyanın bütün sağlıksız
mahallelerinin tanrısı olarak kaldı... Onun yeryüzü hükümranlığı, tıpkı eskisi gibi, bir yeraltı
hükümranlığı, bir düşkünler yurdu, bir souterrain hükümranlık, bir getto hükümranlığıdır... Ve
kendisi de, öylesine soluk benizli, öylesine zayıf, öylesine, décadent... Soluk benizlilerin en soluk
benizlileri bile, ona göre efendi olurlar, metafizikçi efendiler, kavram albino'ları. Bunlar onun
çevresinde öylesine çok dolanırlar ki, sonunda o da, onların dolanmalarından hipnotize olarak,
kendisi de dolanmaya başlar, örümcek olur, kendisi metaphyicus olur. Artık dünyayı kendi kendine,
kendi içinden örmeğe başlar —sub specie Spinozae—, artık hep daha ince, hep daha uçuk
biçimlere dönüştürür kendini, «ideal» olur, «saf tin» olur, «mutlak» olur, «kendi başına şey» olur...
Bir tanrının düşüşü: tanrının «kendi başına şey» oluşu...
18.
Hristiyan tanrı kavramı —hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı—
yeryüzünde ulaşılmış en yoz tanrı kavramlarından biridir; belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en
düşük seviye işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi Evet'i olmak yerine;
yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrıda yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman ilan
edilmesi! Tanrının, «dünyevi»liğin her türlü yalanlanması için, her türlü «öte dünya»lık yalanı için,
formül haline gelmesi! Tanrıda hiç'in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması!...
19.
Kuzey Avrupa'nın güçlü ırklarının Hristiyan tanrıyı kendilerinden itip uzaklaştırmamış
olmaları, onların dinsel yetenekleri için pek de onurlandırıcı değil; beğenileri konusunda ise, birşey
söylemeyelim. Böylesine hastalıklı ve yaşlılıktan güçsüzleşmiş bir décadence yaratığının
üstesinden gelebilmeleri gerekirdi. Ama, onun üstesinden gelememiş olmaları yüzünden de
başlarına bela gelmiştir: onun hastalığını, yaşlılığını, çelişikliğini bütün içgüdülerine sokmuşlardır
—o zamandan beri de artık hiçbir tanrı yaratamamışlardır! Neredeyse ikibin yıl, ve bir tek yeni
Tanrı yok! Hep, boyuna, sanki haklı yerini bulmuş gibi, insandaki tanrı kuran gücün, creator
spiritus'un bir ultimatum'u ve maximum'uymus gibi, Hristiyanlığın monotono-theist'liğinin bu
zavallı tanrısı! Bu, sıfırdan, kavramdan, çelişmeden kurulmuş piç düşkünlük abidesi, içinde bütün
décadence içgüdülerinin, ruhun bütün ödlekliklerinin ve bezginliklerinin kutsanmalarını buldukları
çöp yığını!— —
20.
Hristiyanlığı yargılamakla, onunla akraba olan, hatta inananlarının sayısı daha fazla olan bir
dine haksızlık etmek istemem : Budizme. ikisi de nihilist dinler olarak aynı sınıfa girerler —
décadence dinleridir bunlar—, ama, en ilginç biçimde de biribirlerinden ayrılırlar. Şimdi
karşılaştırılabilir olmalarını da, Hristiyanlığın eleştiricileri, Hint bilginlerine borçludurlar. —
Budizm Hristiyanlıktan yüz kez daha gerçekçidir —bir nesnel ve serinkanlı soru sorma mirası taşır,
yüzlerce yıl sürmüş bir felsefe geleneğinden sonra gelmiştir, bunun «tanrı» kavramı da, daha
gelirken, giderilmiştir. Budizm, tarihin bize gösterdiği biricik sahici pozitivist dindir, bilgi
kuramında bile (sert bir fenomenalizm—), artık, «günaha karşı savaş» demez, gerçekliğin hakkını
vererek, «acıya karşı savaş» der. Onu Hristiyanlıktan derin bir biçimde ayıran da, ahlak
kavramlarının kendini aldatıcılığını geride bırakmış olmasıdır, —Budizm, benim dilimle
söylendikte, iyinin ve kötünün ötesinde durur. —Dayandığı ve göz önüne aldığı iki fizyolojik olgu
vardır : İlkin, duyusallığın, incelmiş bir acı çekme yatkınlığı olarak dilegelen aşırı uyarılabilirliği,
sonra, aşırı bir tinselleşme, kavramlara ve mantık işlemlerine dalmış uzun bir yaşam boyunca,
kişilik güdüsünün «kişisel-olmayan»ın karşısında zarar görmesi. (—Bu iki durumu da,
okurlarımdan en azından bazıları, benim gibi «nesnel» olanlar, kendi deneyimlerinden
tanıyacaklardır.) Bu fizyolojik temel üzerinde bir depresyon oluşmuştur Buddha bu duruma
hijyenik açıdan yaklaşır. Onun karşısına, açık havada yaşamayı, gezgin yaşamını; yiyeceklerde
ölçülülüğü ve seçiciliği; bütün alkollü içkilerden kaçınmayı; aynı şekilde, safra yapan, kanı
kızıştıran bütün tutkulardan kaçınmayı getirir; endişe olmayacak, ne kendi ne de başkaları için. Ya
dinginlik veren ya da şenlendiren tasarımları geliştirir —başka türden tasarımlardan kurtulmak için
de araçlar geliştirir, iyilikseverlik, iyilik yapmak, sağlığa yararlıdır. Dua etmek yasaktır, aynı
şekilde, münzevilik de; hiçbir kesin buyruk yok, hiçbir zorlama yok, manastır topluluğunun kendi
içinde bile (—isteyen çıkıp gidebilir—). Bütün bunlar, o aşırı uyarılabilirliği güçlendirmenin
yollarıydı. Tam bu yüzden, başka türlü düşünenlere karşı savaşmayı öğütlemez; öğretisi, kin,
çekemezlik, ressentiment duygularından başka hiçbirşeye karşı değildir (—«düşmanlığa çare
düşmanlık değildir» : bütün Budizmin devindirici tekerlemesi...). Ve haklıydı: tam da bu tutkular,
ana diyetik amaç bakımından tamamiyle sağlıksızdı. Karşısındaki bu son derece büyük bir
«nesnellik»le (yani, bireysel çıkar duygularının zayıflamasında, ağırlık noktasının, «bencilliğin»
yitirilmesinde) dilegelen tinsel bitkinlikle savaşmanın yolunu, en tinsel ilgi ve çıkarları bile, sıkı bir
indirgemeyle kişiye geri getirmekte buldu. Buddha'nın öğretisinde bencillik ödev yerine geçer:
«gerekli tek şey», «sen acıdan nasıl kurtulacaksın» ilkesi, bütün dinsel diyet'i düzenler ve
sınırlandırır (—belki de burada o Atinalıyı anımsayabiliriz, saf «bilimselliğe» karşı aynı savaşı
veren Sokrates'i; o da, kişisel bencilliği bilgi sorunları alanında bile. ahlak durumuna yükseltmişti.)
21.
Budizmin önkoşulları, çok ılıman bir iklim, törelerde büyük bir geniş yüreklilik ve hoşgörü,
militarizm yok; ve hareketin ordusunu oluşturanlar da yüksek ve öğrenim görmüş toplum
katmanları, istenen, neşelilik, dinginlik, en yüksek amaç olarak arzulardan arınmaktır, ve ulaşılır da
bu amaca. Budizm yetkinliğe yalnızca ulaşmaya çabalayan bir din değildir: yetkinlik normal
durumdur.—
Hristiyanlıkta aşağılanmış ve ezilmişlerin içgüdüleri önplana çıkar: burada amaçlarının peşine,
düşenler, en alt katmanlardır. Burada meşgale olarak, can sıkıntısına karşı ilaç olarak günah
kasuistiği, özeleştiri, vicdan engizisyonu uygulanır; burada tutkular, adına sürekli «tanrı» denen bir
güçlü karşısında uyanık tutulur (dua yoluyla); burada, en yüksek olan erişilmez sayılır; bağış,
«lütuf» sayılır. Burada açıklık da yoktur; köşe-bucak, karanlık hücre, Hristiyan çadır; burada beden
horgörülür; hijyen duyusallık diye reddedilir; Kilise kendisini temizliğe karşı bile korur (—
Mağribiler İspanya'dan uzaklaştırıldıktan sonra alınan ilk Hristiyanca önlem, halka açık
hamamların kapatılması oldu; bunlardan yalnızca Cordoba'da 270 tane vardı). Yine Hristiyanca
olan birşey, hem kendine hem başkalarına yönelik bir belirli hunharlık duygusu; başka türlü
düşünenlere karşı bir nefret; peşe düşüp kovuşturma isteğidir. Karamsar ve kışkırtıcı tasarımlar
önplandadır; en çok arzulanan, en yüksek adlar verilen durumlar, epilepsoid'lerdir; diyet öyle
ayarlanmıstır ki, hastalıklı görünümleri kolaylaştırır ve sinirleri aşırı ölçüde uyarır. Hristiyanca
olan, yeryüzünün efendilerine, «soylular»a karşı ölümüne bir düşmanlıktır —ve aynı zamanda gizli
bir rekabet (—«beden» onlara bırakılır, yalnızca «ruh» istenir...). Hristiyanca olan, tinden, tinin
gururundan, yürekliliğinden, özgürlüğünden, libertinaj'ından nefrettir; Hristiyanca olan, duyulardan
nefrettir, duyuların neşelerinden, genel olarak neşeden nefret...
22.
Hristiyanlık ilk yetiştiği toprağı, en alt katmanları, antik dünyanın yeraltını terkettiğinde,
barbar halklar arasında güç peşine düştüğünde, artık varsayması gereken, yorgun insan değil, içsel
olarak yabanlaşmış ve içi içini yiyen insandı —kuvvetli ama çarpıklaşmış insan. Kendinden
memnuniyetsizlik, kendinden acı çekme, burada Budistlerdeki gibi bir aşırı uyarılabilirlik ve acı
çekebilirlik değildi, tersine, bir güçlü acı verme arzusu, iç gerilimi saldırgan eylemler ve
tasarımlarla boşaltma arzusuydu. Hristiyanlık barbarca kavramlar ve değerler gereksiyordu,
barbarlar üzerinde egemenliğini kurmak için : ilklerin kurbanı, akşam yemeğinde kan içme, tin ve
kültürü horgörme; her biçimiyle, duyusal ve duyusal olmayan işkence; tapınmanın büyük görkemi.
Budizm geç insanlar için bir dindir, iyilikli, yumuşak hale gelmiş, üst düzeyde tinselleşmiş, çok
kolay acı duyabilen ırklar için (—Avrupa ona daha hiç hazır değil—) : Budizm, bu ırkların barışa
ve neşeliliğe, tinsel olana bir perhiz koymağa, bedenin sertliklerini azaltmağa yönelmişlikleridir.
Hristiyanlık ise yırtıcı hayvanlar üzerinde efendi olmak istiyordu; bulduğu yol da onları hasta
yapmaktı, —zayıflaştırmak, Hristiyanca ehlileştirme, «uygarlaştırma» reçetesidir. Budizm
uygarlığın sonunun ve yorgunlaşmasının dinidir, Hristiyanlığın önünde ise. uygarlık daha yoktur
bile, —onu, belirli koşullarda kuracaktır.
23.
Budizm, bir daha söylersek, yüz kez daha soğukkanlı, , dürüst, nesneldir. Acısını, acı
duyabilirliğini, kendi kendine, günah yorumu yoluyla saygıdeğer kılmak zorunda değildir artık. —
düşündüğünü açıkça söyler: «acı çekiyorum». Barbarlar için ise acı kendi başına saygıdeğer birşey
değildir: acı çektiğini kendi kendine kabul ettirebilmek için önce bir yorum gerekser (içgüdüsü,
daha çok, acıyı yadsımaya, ona sessizce katlanmaya yöneliktir). Burada «şeytan» sözcüğü bir
rahatlamadır : kişinin son derece güçlü ve. korkunç bir düşmanı vardır, —böyle bir düşmandan
dolayı çektiği acıdan da utanması gerekmez.—
Hristiyanlığın temelinde, Doğu'ya ait bazı incelikler vardır. Herşeyden önce bilir ki, birşeyin
kendi başına doğru olup olmadığı, hiç farketmez; ama, buna doğrudur diye inanılması, son derece
önemlidir. Doğruluk ve birşeyin doğru olduğu inancı: biribirinden tamamiyle ayrı duran iki ilgi
dünyası, neredeyse karşıt dünyalar, —bunlara biribirinden temelden farklı yollarla ulaşır kişi. Bu
konuda bilgili olmak —bu, Doğu'da bilgeliğin ta kendisidir: Brahmanlar bunu anlamışlardı, Platon
bunu anlamıştı, esoterik bilgeliğin her öğrencisi anlamıştı bunu. Örneğin günahtan kurtulduğuna
inanmak mutluluk veriyorsa, bunun için gerekli olan, insanın günahkar olması değil, kendini
günahkar hissetmesidir Genel olarak da, herşeyden önce gerekli olan inanç olunca, o zaman akıl,
bilgi, araştırma gözden düşürülmelidir: doğruluğa giden yol, yasak yol haline gelir.— Güçlü bir
umut, yaşam için, ortaya çıkmış herhangi bir tek gerçek mutluluktan çok daha büyük bir uyarıcıdır.
Acı çekenlerin bir umut yoluyla ayakta tutulmaları gerekir; öyle bir umut ki, hiçbir gerçeklikle
çelinemesin, —herhangi bir doyum yoluyla da giderilemesin: bir öte-umut. (Tam da bu özelliği,
mutsuz insanları aynı durumda tutması yüzünden, umut Greklerce kötülüklerin en kötüsü sayılırdı,
sahici haince kötülük: kötülük kabının dibindeki tortuydu o.) —Sevginin olanaklı olması için,
tanrının kişi olması gerekir; en alt içgüdülerin söz sahibi olması için, tanrının genç olması gerekir.
Kadınların tutkunlukları için bir yakışıklı azizin, erkeklerinki için de bir Meryem'in önplana
çıkarılması gerekiyordu. Şu varsayımla ki, Hristiyanlık, Afrodit ya da Adonis kültlerinin cultus
kavramının zaten belirmiş olduğu bir toprak üzerinde efendi olmak istiyordu. Saffet, cinsel perhiz
koşulu da, dinsel içgüdünün şiddetini ve içtenliğini artırıyordu —tapınmayı daha sıcak, daha
kendinden geçirici, daha manevi kılıyordu. —Sevgi, insanın şeyleri en olmadıkları gibi gördüğü
durumdur. Sanrı gücü en yüksek noktasındadır, aynı zamanda tatlılaştırıcı, ferahlatıcı güç de. Kişi
sevgi içindeyken, başka zamanlarda dayanabileceğinden çok daha fazlasına dayanır, herşeye
katlanır iş, sevgi duyurabilecek bir din icadetmekteydi: böylelikle kişi, yaşamın fenalıklarının
ötesine geçebilirdi —artık görmezdi bile onları. —Üç Hristiyanlık erdemi üzerine, inanç, sevgi,
umut üzerine söyleyeceklerim bu kadar: bunlara üç Hristiyanca kurnazlık adını veriyorum. —
Budizm, bu biçimde kurnaz olamayacak kadar gecikmiş, pozitivistleşmişti. —
24.
Burada, yalnızca, Hristiyanlığın ortaya çıkışıyla ilgili soruna değiniyorum. Bunun çözümünün
ilk önermesi şu : Hristiyanlık ancak üzerinde yetiştiği topraktan hareketle anlaşılabilir, —bir karşıthareket, Yahudi içgüdüsüne karşı birşey değildir; bu içgüdünün tutarlı sonucu, onun korku verici
mantığı içindeki bir ileri çıkarımdır. Kurtarıcı'nın dilegetiriş biçimiyle: «Felah Yahudilerden gelir».
—İkinci önerme, de şu: Galile'li psikolojik tipi burada hâlâ görülebilir, ama ancak tam yozlaşmış
biçimiyle (ki bu aynı zamanda bütünselliğini yitirmesi ve yabancı özellikler yüklenmesi demektir
—) kullanıldığı amaç için yararlı olabilirdi —insanlık kurtarıcısı bir tip oluşturmak amacı.—
Yahudiler dünya tarihinin en ilginç halkıdır, çünkü, olmak ya da olmamak sorusu ile yüzyüze
geldiklerinde, tam sinsice bir bilinçle, ne pahasına olursa olsun, olmayı seçmişlerdir.: paha da,
bütün doğanın, bütün doğallığın, bütün gerçekliğin, bütün dış dünyanın olduğu kadar bütün iç
dünyanın da, kökten bir biçimde sahteleştirilmesi olmuştur. O zamana dek bir halkın
yaşayabilmesini, yaşama olanağı elde edebilmesini sağlamış bütün koşullara karşı engeller
kurmuşlar, doğal koşullara karşıt bir kavrama biçimi yaratmışlardır, —sırasıyla, dini, tapınmayı,
ahlakı, tarihi, psikolojiyi, onulmaz bir biçimde tersine, doğal değerlerinin çelişiklerine
çevirmişlerdir. Aynı olguyla bir kez daha ve son derece büyütülmüş oranlarda, ama gene de
yalnızca bir kopya olarak, karşılaşıyoruz: —Hristiyan Kilise'si, «azizlerin halkı »nın tersine, her
türlü özgünlükten yoksundur. Yahudiler, bununla da, dünya tarihinin en alınyazıcı halkıdır: sonraki
etkileriyle insanlığı öylesine sahteleştirmişlerdir ki, daha bugün bile bir Hristiyan, Yahudi-karşıtı
duygular duyabilir, oysa kendisinin en son Yahudi çıkarımı olduğunu anlamaz.
Ahlakın Soykütüğü adlı kitabımda, ilk kez, soylu bir ahlak ile bir ressentiment ahlakının
karşıtlığı kavramını psikolojik olarak ortaya attım; bunlardan ikincisi, birincisine karşı getirilen bir
Hayır'dan kaynaklanır: bu ise, tamı tamına, Yahudi -Hristiyan ahlakıdır. Yaşamın yükselen
devinimine, yeryüzünde nasiplilik, güç, güzellik, kendini -evetleme serimleyen herşeye Hayır
diyebilmek için, burada, ressentiment'in deha olup çıkmış içgüdüsü, başka bir dünya yaratmak
zorundaydı; öyle bir dünya ki, bu dünya açısından, yaşamı evetleme, bize fena olarak, kendi başına
suçlanması gerekenin ta kendisi olarak görünsün. Psikolojik olarak hesaplandığında, Yahudi halkı,
en inatçı yaşama kuvvetine sahip halktır; öyle. ki, olanaksız koşullar altında kalınca, kendi
isteğiyle, kendini korumanın en derin kurnazlığıyla, her türlü décadence içgüdülerinin yanını tutar,
—onların egemenliği altında olduğundan dolayı değil; onlarda, «dünya»ya karşı kullanmakla
başarılı olabileceği bir güç sezinlediğinden dolayı. Bütün décadent'lerin ayna görüntüsüdürler
onlar: sanrı olmaya varasıya, décadent olmayı serimlemek zorundaydılar; oyunculuk dehasının non
plus ultra derecesiyle, her türlü décadence hareketinin doruk noktasına. yerleşmeyi (—Paulus'un
Hristiyanlığı olarak—); bu hareketten de, yaşamın herhangi bir evetleyici yanından daha güçlü
birşey yaratmayı bildiler. Décadence, Yahudilik ve Hristiyanlıkta güce ulaşmaya çalışan insan türü,
bu rahipçe tür için, yalnızca bir araçtır: bu insan türünün yaşamsal çıkan, insanlığı hasta kılmaktı
ve «iyi» ile «kötü», «doğru» ile «yanlış» kavramlarını, yaşam için tehlikeli ve dünyayı karalayıcı
bir anlamda tersine çevirmekte yatıyordu. —
25.
İsrael'in tarihi, doğal değerlerin her türlü doğallıklarından çıkarılmasının tipik tarihi olarak,
bulunmaz önemdedir: bu tarihin beş olgusunu ortaya koyuyorum. Başlangıçta, özellikle Krallık
döneminde, İsrael de bütün şeylerle doğru, yani doğal ilişkiler içindeydi. Yahova'sı, onun güçlülük
bilincinin, kendi başına neşenin, kendinden umutlu olmanın dilegelişiydi: ondan utku ve onma
beklenir, onunla birlikte oldukça, doğanın halka gereksinimlerini sağlayacağına güvenilirdi —
özellikle de yağmur. Yahova, İsrael'in tanrısıydı, dolayısıyla haklılığın Tanrısıydı: güçlü olan ve
güçlü olmaktan dolayı da vicdanı rahat olan her halkın mantığı. Festival cultus'unda bir halkın
kendini onaylamasının bu iki yanı dilegelir: yücelmesini sağlayan büyük kader için müteşekkirdir,
yılın dönüşü ve hayvanları ile ürünlerinden aldığı bereket için müteşekkirdir. —Bu durum hüzün
verici bir biçimde ortadan kalktıktan sonra da, uzun süre, bir ideal olarak kaldı: içeride karmaşa,
dışarıda Asurlular vardı. Ama halk, en üst arzulanabilirlik olarak, şu Kral hayaline bağlı kaldı: iyi
bir asker ve katı bir yargıç: özellikle şu tipik peygamber (yani halihazırın eleştiricisi ve hicivcisi),
İşaya. —Ama bütün umutlar boşa çıktı. Yaşlı tanrı, bir zamanlar yapabildiklerinden hiçbirini
yapamıyordu artık. Onu bir kenara bırakmak gerekiyordu. Ne oldu? Kavramı değiştirildi,—
kavramı doğallıktan çıkarıldı: bunun pahasına, kalması sağlandı. —«Haklılığın» tanrısı Yahova,—
artık İsrael ile birlikli, halkın kendi duyumunun dilegelişi, değil: artık yalnızca koşullar altında bir
tanrı... Kavramı, rahip ajitatörler elinde bir alet haline geldi, her türlü mutluluğu yalnızca ödül, her
türlü mutsuzluğu tanrıya itaatsizliğin ödeği, «günah» olarak yorumlayan ajitatörlerin: sözümona
«ahlaki dünya düzeni»yle doğal «neden» ve «etki» kavramlarını tepesi üstüne çeviren bu en yalan
yorum uydurması, ilkin ödül ile ödek yoluyla doğal nedensellik dünyanın dışına atılınca, şimdi,
doğaya karşıt bir nedenselliğe gereksinim vardı: artık bütün öteki doğa-dışılıklar biribirini izledi.
Talep eden bir tanrı —yardım eden, yol gösteren, temelde cesaretin ve kendine güvenin her mutlu
esininin adı olan tanrı yerine... Ahlak, artık bir halkın yaşama ve büyüme koşullarının dilegelişi
değil, en alt yaşam içgüdüsü değil; artık, soyutlaşmış, yaşama karşıt hale gelmiş, —düşgücünün
temelden yozlaşması olarak, herşeyin «kem gözü» olarak ahlak. Nedir Yahudi ahlakı, nedir
Hristiyan ahlakı? Rastlantının suçsuzluğunun katledilmesi, mutsuzluğun «günah» kavramıyla
kirletilmesi; kendini iyi hissetmenin tehlike, «ayartı» olması; kendini fizyolojik olarak kötü
hissetmenin vicdan kurdunca zehirlenmesi...
26.
Tanrı kavramı sahteleştirilmişti; ahlak kavramı sahteleştirilmişti: —Yahudi rahipliği bununla da
kalmadı, İsrael'in bütün tarihi gereksiz hale gelmişti: atın gitsin! —Bu rahipler, İncil'in büyük bir
bölümünün tanıklık ettiği Q harika kalpazanlığı meydana getirdiler: kendi halklarının geçmişini, her
aktarımla, her tarihsel gerçekle benzersiz bir biçimde alay ederek, dinsel biçime çevirdiler, yani, bu
tarihi, budalaca bir felah mekanizması haline getirdiler: Yahova'ya karşı suç —ödek; Yahova'ya
bağlılık —ödül. Bu aşağılık tarih kalpazanlığını çok daha keskin bir biçimde duyabilirdik,
Kilise'nin bin yıllık tarih yorumu bizi historicis konusundaki dürüstlük gerekleri için neredeyse
duyarsız hale getirmemiş olsaydı. Kilise'yi de filozoflar izledi: «Ahlaki dünya düzeni» yalanı, yeni
felsefenin gelişmeleri içinde bile boydan boya uzanır. Ne anlama gelir «ahlaki dünya düzeni»?
İnsanın neyi yapması, neyi yapmaması gerektiği konusunda bütün zamanlar için tek bir defada
ortaya konmuş bir tanrı iradesi olduğu; bir halkın, bir bireyin değerinin, tanrının iradesine ne kadar
çok ya da az boyun-eğildiğiyle ölçüldüğü; bir halkın bir bireyin kaderinde, tanrının iradesinin
egemen, yani boyuneğiş derecesine, göre, ödeklendirici ve ödüllendirici olacağı. Bu zavallı yalanın
ardındaki gerçek ise şöyledir: bir asalak insan türü, yaşamın bütün sağlıklı yapıları pahasına
serpilen bir tür, rahip, tanrının adını kötüye kullanmaktadır : şeylerin değerini rahibin belirlediği
duruma, «tanrının egemenliği»; böyle, bir durumun elde edilmesini ya da korunmasını sağlayacak
araçlara, «tanrının iradesi» adını takar; soğukkanlı bir kiniklikle halkları, çağları, bireyleri,
rahiplerin üstün gücüne yaradıkları ya da karşı çıktıkları açısından ölçer-biçer. Onları iş başında
görmeli : Yahudi rahiplerin elinde, İsrael'in tarihindeki büyük çağ, bir düşüş çağı haline gelir;
sürgün, uzun mutsuzluk dönemi, değişir, büyük çağ yüzünden çekilen bengi bir ödek olur —
rahibin henüz bir hiç olduğu o çağ yüzünden... İsrael tarihinin güçlü, son derece özgür nitelikli
kişiliklerini, gereksinime göre, zavallı korkak ikiyüzlüler haline, ya da «tanrısızlar» haline
sokmuşlar, her büyük olayın psikolojisini, budalaca «tanrıya itaat ya da itaatsizlik» formülüne
indirgemişlerdir. —Bir adım daha: «Tanrının iradesi»nin, yani rahibin gücünün korunma
koşullarının, tanınması gerekir, —bu amaç için de bir «vahiy» gereklidir. Çevirirsek : büyük bir
yazınsal kalpazanlık gereklidir, bir «Kutsal Kitap» keşfedilecektir, —bütün ruhani törensellikle,
uzun «günah» dönemi için pişmanlık günleri ve sefalet çığırtkanlığıyla da kamuya tanıtılacaktır
bu «kitap». «Tanrının iradesi» çoktan bellidir aslında: bütün bozukluk, insanların «Kutsal
Kitab»a yabancılaşmış olmasındadır... Daha Musa'ya bile inmişti «Tanrının İradesi»... Ne
olmuştu? Rahip, kesinlikle, en küçük kılları kırka yararak, kendisine verilecek en büyük ve. en
küçük vergilere varasıya (—en leziz et parçasını da unutmadan, çünkü rahip beefsteak tıkınır),
tek bir seferde formüle etmişti neyi elde etmek istediğini. «Tanrının İradesinin ne olduğu»nu...
Artık bundan sonra, yaşam işleri öyle. düzenlenmiştir ki, rahip heryerde onsuz-edilemezdir;
yaşamın her doğal olayında, doğumda, evlenmede, hastalıkta, ölümde (kurbanlardan,
«ekmeğin bölünmesi»nden hiç söz etmiyoruz), bu kutsal asalak orada hâzır ve nazırdır, bütün
bu işleri doğallıklarından çıkarmak: onun dilinde, «kutsamak» için... Çünkü kişi şunu
kavramalı: her doğal töre, her doğal kurum (devlet, yargı düzeni, evlilik, hasta ve yoksulların
bakımı), yaşam içgüdüsünden çıkan her gereksinim, kısacası, kendi içinde değeri olan herşey,
rahibin asalaklığınca (ya da «ahlaki dünya düzeni»nce) temelden değersiz, değere karşıt
kılınacaktır : sonradan bir kutsama gereklidir, —bir değer verici güç gerekir, doğayı bu açıdan
değilleyen, bu yolla da ilkin bir değer yaratan bir güç... Rahip doğayı değersizleştirir, kut-dışı
kılar: bunun pahasına sürdürür kendi varlığını. —Tanrıya, yani rahibe, «Yasa»ya itaatsizlik,
artık «günah» adını alır; «tanrıyla barışmanın yolu», bilindiği gibi, rahibe boyuneğmenin daha
da temelden sağlanmasının yoludur: ancak rahip «kurtara»bilir... Psikolojik olarak
hesaplanınca, rahipler çevresinde örgütlenmiş her toplumda, «günahlar» olmadan edilemez:
onlar, gücün sahici tutamaklarıdır; rahip, günahlar sayesinde yaşar, «günah işlenmesi» bir
gerekliliktir onun için... Baş ilke: «Kim ki nedamet getirir, Tanrı onu affeder» —çevirirsek: kim
ki rahibe boyuneğer,...—
27.
Böylesine sahte bir toprak üzerinde, her türlü doğanın,her doğal değerin, her gerçekliğin,
egemen sınıfların en derindeki içgüdülerine karşı olduğu bir yerde büyüdü Hristiyanlık, ölümüne
gerçeklik düşmanlığının o zamandan bu yana aşılmamış bir biçimi. «Kutsal Halk», elinde herşey
için yalnızca rahip değerleri, yalnızca rahip sözleri kalmış halde, korku verici bir sonuç çıkarma
tutarlılığıyla, yeryüzünde başkaca güç sahibi ne varsa, «kut-dışı» diye, «dünyevi» diye, «günah»
diye kendisinden uzaklaştıran —bu halkın içgüdüsü son bir formül, kendini değilleme ölçüsünde
mantıksal olan bir formül çıkardı ortaya: Hristiyanlık olarak, gerçekliğin en son biçimini de
değilledi —«Kutsal Halk»ı, «Seçilmiş Halk»ı, Yahudi gerçekliğinin ta kendisini değilledi. Olay,
birinci sınıf bir olay: Nasıralı İsa'nın adıyla vaftiz edilen küçük başkaldırma hareketi, bir kez daha
Yahudi içgüdüsüydü, —başka biçimde söylersek, rahibi gerçeklik olarak çekemez hale gelen rahip
içgüdüsü, bir Kilise'nin örgütlenmesinin belirlediğinden daha da soyutlanmış bir varoluş biçimini,
daha da gerçek dışı bir dünya düşünü icadediyordu. Hristiyanlık «.Kilise'yi değilledi...
İsa, başkaldırının başlatıcısı olarak anlaşılsa, ya da yanlış anlaşılsa da, başkaldırının neye
yönelik olduğunu görmezlikten gelmiyorum: bu, Yahudi Kilise'sine bir başkaldırmadan başka
birşey değildi; sözcüğü bugün kullandığımız anlamda Kilise'ye. «iyilere ve Haklılara» karşı,
«İsrael'in Kutsal Kişileri»ne karşı, toplumun yukarıdan aşağıya tabakalaşmasına karşı bir
başkaldırıydı bu —toplumun yozlaşmasına karşı değil, üst sınıflara, ayrıcalıklara, düzene, kurallara
karşıydı, «yüksek insanlar»a inançsızlıktı, rahip ve Tanrıbilimci olan ne varsa, burilara karşı
getirilen Hayır'dı. Oysa, bu yolla bir an için bile olsa soru konusu yapılan o tabakalaşma, «suyun»
ortasındaki Yahudi halkının üzerinde varlığını sürdürdüğü direkli yapı, ayakta kalabilmesi için
zorlukla elde edilmiş son olanak, siyasal varoluşunun en son kalıntısıydı: ona yönelen bir saldırı,
en derindeki halk içgüdüsüne, yeryüzünün gördüğü en inatçı halkın yaşam istemine bir saldırıydı.
Bu kutsal anarşist, halkın alt tabakalarını, atılmışları ve «günahkarlar»ı, Yahudilik içindeki
şandala'ları, egemen düzene karşı çıkmaya —hem de Evangelium'a inanacak olursak, bugün bile
kişiyi Sibirya'ya gönderecek bir dille— çağıran bu kişi, bir siyasal suçluydu, işte, saçmalık
derecesinde siyaset dışı olan bir toplulukta ne denli siyasal suçlu olunabilirse. Bu, onu çarmıha
götürdü : kanıtı da çarmıhtaki yazıda vardır. O, kendi suçu yüzünden öldü, —boyuna savlandığı
gibi, başkalarının suçları için öldüğünü gösteren hiçbir neden yok—
28.
Böylesine bir karşıtlığın bilincinde olup olmadığı sorusu, bambaşka bir sorudur, —böyle bir
karşıtlık olarak yalnızca duyumsanmış olup olamayacağı sorusundan. Ve burada, ilk kez, kurtarıcı
psikolojisi sorununa değiniyorum. —itiraf edeyim, pek az kitabı Evangelium kadar zorlukla
okuyorum. Bu zorluklar, Alman tininin bilgince merakını ortaya sererek unutulmaz zaferler
kutladığı zorluklardan farklı. Benim de, her genç bilim adamı gibi, incelmiş bir filologun kurnaz
yavaşlığıyla, eşi bulunmaz Strauss'un keyfini sonuna dek gıdım gıdım çıkardığım günler, artık
uzakta. O zamanlar yirmi yaşındaydım: artık o iş için fazlaca ciddiyim. Bana ne ki, «aktarım»daki
çelişmelerden? Kutsallık efsaneleri ne zamandan beri «aktarım» oldu? Kutsalların öyküleri,
varolan en çifte-anlamlı yazındır: bunun üzerinde, başka türden belgeler olmadıkça, bilimsel
yöntemler uygulamak, benim için daha başından boşunalığa mahkumdur —salt bilgin
boşgezerliği...
29
Beni ilgilendiren, kurtarıcının psikolojik tipi. Bu ise, Evangelium'a rağmen Evangelium'un
içinde bulunabilir, hernekadar çarpıtılmış ya da yabancı çizgilerle örtülmüş de olsa: nasıl ki
Assisi'li Franciscus'un tipi de, efsanelerinde, efsanelere rağmen, içerilir. Ne yaptığı, ne dediği,
aslında nasıl öldüğü konusundaki hakikat değil: tipinin hâlâ tasarımlanabilir olup olmadığı,
«aktarılmış» olup olmadığı sorusu bu. Evangelium'dan, hem de bir ruhun tarihini okuyup çıkarma
çabalarından bildiklerim, bana tiksindirici bir psikolojik düzeysizliğin kanıtı gibi geliyor. Renan
Efendi, bu psychologicis palyaçosu, İsa tipini açıklamak için, olabilecek en uygunsuz iki kavramı
işe sokar: Deha kavramını ve Kahraman («heros») kavramını. Oysa eğer herhangi birşey
Evangelium-dışı ise, bu, kahraman kavramıdır. Tam da her türlü mücadelenin, savaşım içinde olma
duygusunun karşıtıdır burada içgüdü haline gelen: direnme yeteneğinin eksikliği, burada ahlak
olmuştur («kötüye direnme», Evangelium'un en derin sözü, belirli bir anlamda, anahtarı), barış
içindeki, yumuşaklık içindeki, düşman olamama içindeki mutluluk. «Mutlu Haber» nedir? Hakiki
yaşam, bengi yaşam, bulunmuştur —vaadedilmiş de değildir, buradadır zaten, sizin içinizdedir:
sevgi içindeki yaşam, çekintisiz ve kısıntısız, mesafesiz sevgi içinde. Herkes Tanrının evladıdır —
İsa hiç de yalnızca kendisi için birşey savlamamaktadır— Tanrının evladı olarak herkes herkesle
eşittir... İsa'yı kahraman yapmak! —Ya peki «deha» sözcüğü nasıl bir yanlış anlama! Bizim bu
kavramımız, bizim kültür kavramımız «deha», İsa'nın yaşadığı dünya içinde hiçbir anlam
taşımazdı. Bir fizyologun sertliğiyle söylersek, burada bambaşka bir sözcük daha uygun düşer:
budala sözcüğü. Dokunma duyusunun bir hastalıklı duyarlılık durumunu biliyoruz, kişiyi hertürlü
temastan, katı bir nesneyi tutmaktan kaçındıran bir durum. Böyle bir psikolojik habitus'u en son
mantığına götürürsek —her gerçekliğe karşı içgüdüsel nefret, «ele gelmeyen»in,
«kavranamayan»ın içine kaçış, her biçimlenmeye, her zaman ve uzam kavramına, sağlam, töre,
kurum, kilise olan herşeye karşıtlık, hiçbir gerçeklik türünün dokunamadığı bir dünyada rahat
etmek, yalnızca «içsel» olan bir dünyada, «hakiki» bir dünya, «bengi» bir dünya... «Tanrının
melekûtu sizin içinizdedir»...
30.
Gerçekliğe karşı içgüdüsel nefret : Aşırı bir acı ve uyarılma duyarlılığının, her dokunuşu çok
derinden duyumsadığı için artık «dokunulmak» istemeyen bir duyarlığın sonucu.
Her türlü iticiliğin, her türlü düşmanlığın, duygularda her sınır ve mesafenin içgüdüsel
yadsınması: Aşırı bir acı ve uyarılma duyarlılığının sonucu, her direnmeyi, direnmek zorunda
kalmayı hemen dayanılmaz bir ızdırap (yani tehlikeli, kendini koruma içgüdüsünün önlem alınması
için uyardığı birşey) olarak duyumsayan, mutluluğu (hazzı) yalnızca, artık hiç, artık hiçkimseye, ne
fenaya ne de. kötüye direnmemekte bulan bir duyarlık, —tek, en son yaşam olanağı olarak, sevgi...
Bunlar, kurtuluş öğretisinin üstünde, içinde yetiştiği iki fizyolojik gerçekliktir. Bunları,
Hedonizm'in, tamamiyle hastalıklı bir temel üzerinde, alttan alta gelişmesi sayıyorum.
Epikuros'culuk da, Grek canlılığı ve sinir gücünden aldığı önemli ölçüdeki payla da olsa, tekTanrı
öncesi kurtuluş öğretisi olarak, bunların akrabasıdır. Epikuros, tipik bir décadent: onun bu yanını
ilk tanıyan benim. —Acıdan korkmak, sonsuz derecede küçük acıdan bile —bu, bir sevgi dininden
başka birşeyle sonuçlanamazdı...
31.
Soruna getirdiğim yanıtı dilegetirdim bile. Bunun varsaydığı birşey, kurtarıcı tipinin bize iyice
çarpıtılmış bir biçim içinde aktarıldığıdır. Bu çarpıtmanın ortaya çıkışı konusunda birçok olasılık
var: böyle bir tip, birçok nedenden dolayı, saf, tam, katkısız kalamaz. Hem içinde gezdiği ortam iz
bırakmış olmalı bu yabancı biçimlenme üzerinde, hem de, belki daha da fazla, tarih, ilk Hristiyan
topluluğun yazgısı: bu yazgı, geriye doğru işlemesiyle, bu tipi ancak savaştan çıkabilecek,
propaganda amacına göre anlaşılabilecek çizgilerle donatmıştır. Bize Evangelium'ların tanıttığı o
acaip ve hasta dünya —bir Rus romanından çıkmış gibi, toplumun artıklarının, sinir
bozukluklarının ve «çocukça» budalalığın buluşma yeri gibi görünen bu dünya— herhalde bu tipi
kabalaştırmış olmalı: özellikle ilk tilmizler, tamamiyle. simgeler ve kavranamazlıklar içinde yüzen
bu varlığı, ondan herhangi birşey anlayabilmek için, ilkin kendi ilkel anlama biçimlerine
çevirmişlerdir, —onlar için bu tip ilkin daha tanıdık biçimlere çevrilip yeniden biçimlendirilmekle
varolabilirdi ancak... Peygamber, Messias, geleceğin yargıcı, ahlâk hocası, mucizeler yaratıcısı,
Vaftizci Yahya —hepsi, bu tipi yanlış anlamanın yolları... Sonunda da, her büyük, yani tarikat
kurucu yüceltmenin kendine özgülüğünü de yabana atmayalım: böyle bir yüceltme, yücelttiği
varlığın özgün ve çoğunlukla garip gelen yabancı çizgilerini, acaipliklerini, silip yok eder — onun
kendisini göremez. Ne yazık ki décadent'lerin bu en ilgincinin yakınında bir Dostoyevski
yaşamamış; yani, böylesine bir derinlik, hastalık ve çocukluk karışımının tam da en
sürükleyicisinin çekiciliğini duyabilecek biri. Son bir bakış açısı: Bu tip, bir décadence tipi olarak,
sahiden de kendine özgü bir çoğulluk ve çelişiklikten oluşmuş olabilir: böyle bir olanağın da
tamamiyle dışarıda bırakılmaması gerekir. Gene de, herşey bu olanağa karşı: tam da aktarımın bu
noktada garip bir biçimde aslına sadık ve nesnel olması gerekirdi: oysa bunun tam tersini
varsaymak için nedenlerimiz var. Çünkü ilkin karşımıza,. Dağdaki, Denizdeki ve Çayırdaki
Vaazları verenin serimlediği çelişme çıkıyor; görünüşü, pek de Hintli olmayan bir toprak üstünde
duran bir Buddha gibi, ya da bir fanatik saldırgan, Tanrıbilimcilerin ve rahiplerin ölümüne düşmanı
—Renan'ın gizli hoşnutsuzluğunun «le grand maître en ironie» diye yücelttiği görünüş. Benim, bu
geniş ölçüdeki yürekliliğin (ve espri sahipliliğinin) ilkin Hristiyan propagandasının doruk
noktasına vardığı dönemde Usta'nın tipine aktarıldığından şüphem yok : tarikatçıların, kendi
apolojilerini kurmak için ustalarını nasıl geniş bir aldırmazlıkla kullandıkları yeterince biliniyor, ilk
topluluk, tanrıbilimcilere karşı çıkarmak için, kendisi de yargılayan, tartışan, öfkeli ve kötü niyetli,
kılıkırkyaran bir tanrıbilimciye gereksinim duyduğunda, «Tanrı»sını kendi gereksinimlerine göre
yarattı: tıpkı, şimdi artık onlar olmadan edemeyeceği, «geri dönüş», «yargı günü», her türlü
zamansal beklenti ve çağın gibi tümüyle Evangelium-dışı kavranılan hiç çekinmeden onun ağzına
yakıştırdığı gibi.—
32.
Yeniden belirtiyorum ki, kurtarıcı tipine fanatik'in aktarılmasına karşıyım: Kenan'ın kullandığı
imperieux sözcüğü bile, tek başına bu tipi yokediyor. «iyi haber», işte, artık hiçbir karşıtlığın
bulunmamasıdır; gökyüzü krallığı çocuklara aittir; burada dilegelen inanç, savaşçı bir inanç
değildir, —vardır bu inanç, hep, başından beri vardır, sanki tinselliğe doğru gerileyen çocukluktu
bu. Gecikmiş ve .organizma içinde gelişmemiş bir buluğ durumunun, dejeneresans'ın bir sonucu
olduğunu, en azından fizyologlar bilirler —Böyle bir inanç, öfkelenmez, kusur bulmaz, karşı
çıkmaz: «kılıç» değildir getirdiği, —hiç farkında değildir bir süre sonra nasıl kesici olabileceğinin.
Kendini ne mucizelerle, ne ödül ve vaadle, ne de hele «yazıyla» kanıtlamaz: kendisi zaten her an
kendi mucizesi, kendi ödülü, kendi kanıtı, kendi «Tanrı Krallığı»dır. Bu inanç kendisini formüllerle
dile de getirmez — yaşar o, formüllere karşı da korur kendini. Tabiî ki çevre, dil, belirli bir kavram
çerçevesinin önceden gelişmiş olması gibi raslantılar belirleyicidir: ilk Hristiyanlığın elinde
yalnızca Yahudi-Semitik kavramlar vardı (—Akşamyemeği'ndeki yeme içme de; Kilise tarafından,
her Yahudice şey gibi öylesine kötüye kullanılan bu Akşamyemeği kavramı, bunlar arasındadır).
Ama, bu kavramların içinde, bir imdili, bir semiotik, bir eğretileme vesilesinden öte birşey
görmeğe çalışmamak. Bu gerçekçi-karşıtı için, hiçbir sözün sözcük anlamında alınmaması,
konuşabilmenin tam da önkoşuludur. Hintliler arasında olsaydı Sankhyam'ın kavramlarını, Çinliler
arasında da Lao-Tse'ninkileri kullanırdı —hiçbir fark da duymazdı. —İsa'ya, biraz ifade
hoşgörüsüyle, bir «özgür tinli» denebilir —her türlü sağlam belirginliği hiçe çevirir : söz öldürür,
her ne ki belirgindir, öldürür. Yalnızca kendi bildiği biçimiyle «yaşam» kavramı, deneyimi, her
türlü söze, formüle, yasaya, inanca, dogmaya karşı direniyordu. Ancak en içten, en içinden
konuşabiliyordu: en iç olanın sözleri, «yaşam» ya da «hakikat» ya da «ışık»tı, —bütün geri
kalanlar, bütün gerçeklik, bütün doğa, hatta dilin kendisi, onun için ancak bir imge, bir benzetme
değeri taşıyordu. —Bu noktada, Hristiyan, yani Kilise: önyargılarında yatan ayartmaya, ne denli
güçlü de olsa, kapılarak, yanlış anlamaya düşmemek gerek: Böylesine bir par excellence simgeci
her türlü dinin dışında durur; her türlü tapınma kavramının, her türlü tarihin, her türlü
doğabiliminin, her türlü dünya deneyiminin, her türlü bilginin, her türlü siyasetin, her türlü
psikolojinin, her türlü kitabın, her türlü sanatın dışında —onun, bu gibi şeyler üzerine: tek bildiği»,
böylesine şeylerin varolduğu konusunda bir saf budalalıktır. Kültür ona dedikodu yoluyla bile
tanıdık değildir, ona karşı savaş vermesi gerekmez hiç de, —onu değillemez... Aynı şey devlet için
de geçerli, bütün vatandaşlık düzeni ve toplum için de, çalışma için de, savaş için de; —hiçbir
zaman «dünya»yı değillemek için bir nedeni olmadı, Kilise'nin «dünya» kavramını hiç sezinlemedi
bile... Tam da değilleme onun için tamamiyle olanaksız birşeydi. —Aynı şekilde, diyalektik de
yoktur burada, bir inancın, bir «hakikat»ın nedenler göstererek kanıtlanabileceği tasarımı yoktur
(—onun kanıtları iç «ışıklar», içindeki haz duygulan ve kendini evetlemelerdir, hepsi «kuvvet
kanıtları»—). Böyle bir öğreti zaten karşı çıkamaz; başka öğretilerin de varolduğunu,
varolabileceğin!, hiç de kavramış değildir, karşıt bir yargılama biçimini hiç tasarlayamaz bile...
Onunla karşılaşınca da, en içten acımayla bu «körlük» için üzüntü duyar, —çünkü o, «ışığı»
görüyordur—, ama itiraz etmez...
33.
«Evangelium»un bütün psikolojisinde suç ve ödek kavramı yoktur: aynı şekilde ödül kavramı
da. «Günah», Tanrı ile insan arasındaki her mesafelik ilişkisi, yokedilmiştir, — «iyi haber» de tam
budur. Kutsanmışlık, vaadedilmiş değildir, koşullara bağlanmış değildir : o, biricik gerçekliktir—
bütün geri kalan da, bu gerçeklik üzerine konuşmayı sağlayacak imgeler...
Böyle bir durumun sonuçları, yeni bir pratiğe yansır, sahici Evangelium pratiğine. Hristiyanı
ayırdeden, bir «inanç» değildir: Hristiyan eylemde bulunur, onu ayırdeden, farklı bir eylemdir.
Kendisine kötülük yapana, ne sözle ne. de yüreğinde, direnmemek eylemi. Yabancılar ve yerliler,
Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasında fark gözetmemek («komşu», aslında inançdaşı,
Yahudidir). Hiçkimseye öfkelenmemek, hiçkimseyi horgörmemek. Mahkemelerde ne görünmek ne
de aranmak («yemin etmemek»). Hiçbir koşulda, karısının sadakatsizliği kanıtlandığında bile,
karısından ayrılmamak.— Temelde hepsi tek bir ilke, hepsi tek bir içgüdünün sonuçları.—
Kurtarıcının yaşamı bu pratikten başka birşey değildi, —ölümü de bundan başka birşey değil...
Tanrı ile ilişkisinde hiçbir formüle, hiçbir törene gereksinimi yoktu —duaya bile Bütün Yahudice
pişmanlık ve nedamet öğretisiyle hesabını kesmişti; tek bildiği, kişinin «Tanrısal», «kutsanmış»,
«Evangeİium'ca» duygular duymasını, kendisini sürekli «Tanrının evladı» olarak duymasını
sağlayan yaşam pratiği idi. Tanrıya giden yollar, «pişmanlık» değildir, «affedilmek için dua»
değildir: yalnızca Evangeİium'ca pratik Tanrıya götürür; bu, Tanrı' dır zaten —Evangelium
aracılığıyla giderilen, «günah», «günahların affı», «inanç», inanç yoluyla kurtulmak»
kavramlarının Yahudiliğiydi, —Yahudi Kilise öğretisi, «iyi haber»in içinde değillenir.
Kendini «gökyüzünde» hissetmek, «bengi» hissetmek için nasıl yaşanması gerektiği; hertürlü
başka tutumla da kendini «gökyüzünde, hisset»memek konusundaki derin içgüdü : yalnızca budur
«felah»ın psikolojik gerçekliği. —Bir yeni tutumdur bu; yeni bir inanç, değil...
34.
Bu büyük simgeciden herhangi birşey anlayabilmişsem, bu, onun yalnızca iç gerçekleri
gerçekler, «hakikatler» olarak aldığıdır, —gerisini, her türlü doğal, zamansal, uzamsal, tarihsel
şeyi, yalnızca imge olarak, benzetme vesilesi olarak anladığı. «İnsanoğlu» kavramı, tarihe ait bir
somut kişi değildir, herhangi bir tek, tek seferlik birey değil, «bengi» bir olgusallıktır, zaman
kavramından kurtulmuş bir psikolojik simgedir. Aynı şey, en üst anlamda, bu tipik simgecinin
Tanrısı için de geçerlidir, «Tanrının melekûtu» için, «gökyüzü krallığı» için, «Tanrının evlatları»
için de. Kilise'nin inancındaki çiğlikler kadar Hristiyanlık dışı şeyler yoktur: Kişi olarak Tanrı,
gelecek olan bir «Tanrı krallığı», ötede duran bir «gökyüzü krallığı», teslis'in ikinci kişisi olarak
«Tanrının oğlu». Bütün bunlar —deyimim bağışlansın— dam üstünde saksağandır— hem de ne
dam! Evangelium damı; simge berbat etmede, dünya tarihi ölçüsünde bir kiniklik . Oysa, «baba»
ve «oğul» imgeleriyle neyin işin içine sokulduğu apaçık— herkes için apaçık değil, bunu teslim
ediyorum : «oğul» sözcüğüyle, bütün şeylerin toptan açıklaşması duygusuna (kutsanmışlık) katılma
dilegelir, «baba» sözcüğüyle de bu duygunun kendisi, bengilik, tamamlanmışlık duygusu. —
Kilise'nin bu simge düzeneğini ne. hale soktuğunu anımsatmaktan utanıyorum: Hristiyan
«inanç»ının eşiğine, bir Amphitryon öyküsü koymadı mı? Ve bunun üstüne bir de «kirlenmemiş
peydahlanma» konusunda bir dogma?... Oysa bunu yapmakla peydahlanmayı kirletti. — —
«Gökyüzü krallığı» bir yürek durumudur —«yeryüzünün üstünde» bulunan ya da «ölümden
sonra» gelen birşey değil. Evangelium'da doğal ölüm kavramı diye birşey yoktur: ölüm bir köprü
değildir, bir geçiş değildir; yoktur o, çünkü tamamiyle başka, yalnızca görünür, yalnızca imge
yararı olan bir dünyaya aittir, «ölüm .saati» Hristiyan bir kavram değildir — «saat», zaman, fiziksel
yaşam ve onun bunalımları, «iyi haber»in öğretmeni için hiç de varolan şeyler değildir... «Tanrının
krallığı», kişinin bekleyeceği birşey değildir; onun dünü de yoktur öbürgünü de, «bin yılda»
gelecek de değildir —o, bir yürek yaşantısıdır; heryerde vardır, hiçbiryerde yoktur.
35.
Bu «iyi haberci» yaşadığı gibi öldü, öğrettiği gibi —«insanları kurtarmak» için değil, nasıl
yaşanması gerektiğini göstermek için. Geriye, insanlığa bıraktığı, kendi pratiğidir: yargıçları
karşısındaki tutumu, gardiyanları karşısındaki, davacıları karşısındaki ve her türlü karalama ve
yuhalama karşısındaki — çarmıhtaki tutumu. Direnmez, hakkını korumaz, başına gelebilecek en
son şeye karşı bile kendisini savunacak birşey yapmaz, tersine, meydan okur ona... Ve kendisine,
kötülük yapanlarla birlikte, yakanr, acı çeker, yapanlara acır, onları sever... Çarmıhta gardiyanına
söylediği, bütün Evangelium'u özetler. «Sahiden de kutsal bir insanmış bu, Tanrı'nın oğluymuş» der
Gardiyan. «Bunu hissediyorsan— diye yanıtlar onu Kurtarıcı— sen cennettesin demektir, sen de
Tanrı'nın bir evladısın demektir»... Hiç korumamak kendini, hiç öfkelenmemek, hiç sorumlu,
tutmammak... Kötülüğe de: direnmemek, —onu sevmek...
36.
İlkin biz, biz özgürleşmiş tinliler sahip olduk, ondokuz yüzyılın yanlış anladığı birşeyi
anlamanın koşullarına, —bu içgüdü ve tutku haline gelmiş dürüstlüğe, «kutsal yalan»a başka her
türlü yalandan daha fazla savaş açan bu dürüstlüğe... Kişi, eskiden, bizim nazik ve özenli
yansızlığımızdan, böylesi yabancı, böylesine ince şeylerin yordanabilmesi için gerekli tinsel
yetişmeden, ölçülemeyecek denli uzaktı: kişi, hep, arlanmaz bir bencillikle, yalnızca kendi yararını
buldu işin içinde; Evangelium'a getirilen karşıtlığın üstüne bir Kilise kuruldu...
Birisi, büyük dünya oyununun içinde, ironik bir Tanrısallığın parmağı bulunup bulunmadığı
konusunda bir işaretin peşine düşseydi, adı Hristiyanlık olan şu kocaman soru işaretinde bulacağı
ipuçları az olmazdı, insanlığın, Evangelium'un kaynağı, anlamı, hakkı açısından, onun karşıtı olan
şey önünde dizlerinin üstüne düşmüş olması; «Kilise» kavramıyla, tam da «İyi Habercinin kendi
altında, ardında duyduğu şeyi kutsal ilan etmiş olması —daha büyük bir dünya tarihi ironisi aramak
boşuna— —
37.
—Çağımız, tarihsel anlama yetisiyle gururlu: nasıl oldu da bir anlamsızlığa inanır oldu, o
zaman, Hristiyanlığın başlangıcında, kaba bir mucize yaratıcısı ve kurtarıcı masalının durduğu
konusunda, —ve bütün tinsel ve simgesel olanın ancak sonraki bir gelişme olduğu konusunda?
Tam tersi: Hristiyanlığın tarihi —bu da, çarmıhtaki ölümden bu yana, demek— kaynaktan bir
simgelemin adım adım kabalaşan bir biçimde yanlış anlaşılmasının tarihidir. Hristiyanlığın hep
daha geniş, hep daha çiğ, içinde doğduğu koşullara hep daha uzak kitlelere her yayılışında,
Hristiyanlığı vulgarize etmek, barbarize etmek hep daha gerekli olmuştur. —Imperium
Romanum'un bütün yeraltı tapınışlarının öğretilerini ve törelerini, her türden hastalıklı aklın
saçmalıklarını içine alıp yutmuştur. Hristiyanlığın yazgısı, ona inanmakla doyuma ulaşacak
gereksinimler ne denli hastalıklı, ne denli aşağı ve bayağı ise, ona olan inancın da o denli hastalıklı,
aşağı ve bayağı hale gelmek zorunda olmasında yatar. Sonunda da hastalıklı barbarlık kendisini
Kilise olarak Örgütleyerek güce ulaştı. —Kilise, bu, ruhun her dürüstlüğüne, her yüceliğine, tinin
her yetiştirilişine, her özgür yürekli, iyi yürekli insancalığa karşı ölümüne düşmanlığın biçimi. —
Hristiyanca olan ile soylu olan değerler: ilkin biz, biz özgürleşmiş tinliler, bunu, varolan en büyük
değer karşıtlığını, yeniden kurduk! — —
38.
—Bu noktada bir iç çekişini bastırmayacağım, öyle günler olur ki, en karasevdadan daha kara
bir duygu gelir, başıma dikilir — insan horgörüsü. Ve, neyi horgördüğüm, kimi horgördüğüm
konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmamak için : bugünün insanıdır bu, benim, yazgım sonucu
zamandaşı olmak zorunda kaldığım insan. Bugünün insanı —boğuyor beni onun pis kokulu
nefesi... Geçmiş karşısında, bütün bilgi adamları gibi, büyük bir hoşgörü taşırım, yani geniş yürekli
bir kendini dizginleme : binlerce yılın tımarhane dünyalarını gezerim de, hüzünlü bir dikkatle,
bunlara «Hristiyanlık», «Hristiyan inancı», «Hristiyan Kilisesi» derim, —insanlığı bunların ruh
hastalıklarından dolayı sorumlu tutmaktan kaçınırım. Oysa, yeni zamanlara, bizim zamanımıza
adım atar atmaz, duygum tersyüz olur, dayanamaz, patlar. Bizim zamanımız bilgilidir... Eskiden
yalnızca hastalık olan, bugün namussuzluktur, —bugün Hristiyan olmak, namussuzluktur. Ve
iğrenmem de burada başlar. —Çevreme bakıyorum : bir zamanlar «hakikat» denen şeyin tek bir
sözü bile kalmamış ortada, bir rahip «hakikat» sözcüğünü daha ağzına bile alınca, dayanamaz hale
geliyorum. Dürüstlükle en ufak alışverişi olan kişi, bugün bilmek zorundadır ki, bir Tanrıbilimci,
bir rahip, bir papa, söylediği her tümceyle, yalnızca yanılıyor değil, yalan söylüyordur, —artık
elinde de değildir, «masumca», «cahilce» yalan söylemek. Rahip de herkes gibi bilir artık
«Tanrı»nın olmadığını, «günahkar»ın, «kurtarıcı»nın olmadığını, —«özgür istem»in, «ahlaksal
dünya düzeni»nin yalanlar olduğunu : —tinin içinde bulunduğu sıkıntı, derin kendini aşma
gereksinimi, artık hiçkimsenin bunları bilmemesine izin vermiyor. Kilisenin bütün kavramlarının
ne olduğu artık ortaya çıkmıştır, en berbat kalpazanlıklar oldukları, doğayı, doğal değerleri
değersizleştirmek amacını taşıdıkları; rahibin kendisinin de ne olduğu ortada, en tehlikeli asalak
türü, yaşamın sahici zehirli örümceği... Biliyoruz, vicdanımız biliyor bugün—, rahiplerin ve
Kilise'nin bu korkunç buluşlarının değerinin ne olduğunu, neye yaradıklarını, nasıl, insanlığın
iğrenç bir görünüm kazanabilmesine yol açan bu kendini aşağılama durumuna ulaşılmasını
sağladıklarını— «öte dünya», «yargı günü», «ruhun ölümsüzlüğü» kavranılan, «ruh» kavramının
kendisi: bunlar, rahibin egemen olmasına, egemen kalmasına yarayan işkence aletleridir,
acımasızlık düzenekleridir... Herkes biliyor bunları: ve gene. de herşey eskisi gibi duruyor. Aslında
son derece soğuk, kolay etkilenmeyen bir insan türü, ve sapına kadar eylem deccalleri olan devlet
adamlarımız bile kendilerini Hristiyan diye niteleyip Akşamyemeği ayinlerine giderken, son
dürüstlük duygusu, kendi kendine saygı duygusu, nereye gitti?... Genç bir Prens, kıtalarının
başında, halkının kendini arama ve kendini yüceltme güdülerinin görkemli dilegelişi, —oysa,
hiçbir utanç duymadan, kendini Hristiyan inancına bağlı ilan ediyor!... Kimdir Hıristiyanlığı
değilleyen? ne demektir «dünya»? Asker olmak, yargıç olmak, vatansever olmak; kendini
korumak; onuruna bağlı kalmak; kendi yararına olanı istemek; gururlu olmak... Bugünün her anının
her pratiği, her içgüdüsü, eylem olan her değerlendirmesi, Hristiyanlığa karşıdır : modern -insan
nasıl bir sahtelik garibesi olmalı ki, bütün bunlara karşın utanmıyor, kendine hâlâ Hristiyan
demekten!— —
39.
—Geri dönüyorum, Hristiyanlığın sahici tarihini anlatıyorum. —Daha «Hristiyanlık» sözcüğü
bile bir yanlış anlamadır —aslında, tek bir Hristiyan vardı, o da çarmıhta öldü. «Evangelium»
çarmıhta öldü. O andan başlayarak «Evangelium» adını alan herşey, daha o anda, onun yaşadığının
karşıtıydı: «kötü haber»di, bir dysangelium'du. Hristiyanlığın işaretini bir «inanç» ta, diyelim, İsa
tarafından kurtarılma inancında görmek saçmalık kertesinde yanlıştır: yalnızca Hristiyanca bir
pratik, çarmıhta ölenin yaşadığı gibi yaşanmış bir yaşam, Hristiyancadır... Bugün de olanaklıdır
böylesi bir yaşam, hatta bazı insanlar için zorunludur: sahici, kaynaktan Hristiyanlık bütün
zamanlarda olanaklı olacaktır... Hiç de bir inanç değil, bir yapma, özellikle de, birçok şeyi
yapmama, başka türden bir Varolma... Bilinç durumları, herhangi bir inanç, bir-şeyi doğru saymak,
örneğin —her psikolog bilir bunu—, içgüdüler karşısında tamamiyle önemsizdir ve onların değeri
açısından beşinci derecede kalır: tam olarak söylersek, tinsel nedensellik kavramı tümüyle yanlıştır.
Hristiyan olmanın, Hristiyanlığın bir doğru-saymaya, salt bir bilinç görüngüselliğine indirgenmesi,
Hristiyanlığı olumsuzlama anlamına gelir. Gerçekte, Hristiyan diye birisi yoktur. «Hristiyan», iki
binyıldır Hristiyan adını taşıyan şey, psikolojik bir kendini yanlış anlamadan başka birşey değildir.
Dikkatli bakılınca, «Hristiyan»ın içinde, bütün «inancı»na karşın, yalnızca içgüdüler egemendir —
hem. de ne içgüdüler! —«inanç», her zaman, örneğin Luther'de, ardında içgüdülerin kendi
oyunlarını oynadıkları bir örtü, bir perde, bir bahaneden başka birşey değildi—, bazı içgüdülerin
egemenliği karşısında kurnaz bir körlük... «İnanç» —bunu daha önce de sahici Hristiyan kurnazlığı
olarak nitelendirmiştim—, «inanç»la ilgili konuşulur yalnızca, eylemde ise içgüdüyle bulunulur...
Hristiyanın tasanm dünyasında, gerçekliğe daha bir ucundan bile değen hiçbir-şey bulunmaz : buna
karşılık, her türlü gerçekliğe karşı içgüdüsel nefretin, Hristiyanlığın kökündeki biricik güdücü öğe
olduğunu görmüştük. Bundan nasıl bir sonuç çıkıyor? Burada in psychologicis olarak da yanılgının
kökten, yani nelik belirleyici, yani töz olduğu sonucu. Buradan bir kavram kaldırıp yerine bir
gerçeklik koyun
—bütün Hristiyanlık hiçliğin içine yuvarlanır gider!
—Yüksekten bakınca, garip olguların bu en garibi, yanılgılarla belirlenmekle kalmayıp,
yalnızca zararlı yalnızca yaşam ve yürek zehirleyici yanılgılar söz konusu olunca yaratıcı, hatta
dahiyane hale gelen bu din, Tanrıların seyrine layık bir oyundur, —aynı zamanda filozoflar olan Q
Tanrıların, örneğin benim o ünlü karşılıklı konuşma sırasında Naksos'da karşılaştığım Tanrıların.
İğrenme onları (—ve bizi!) bırakınca, Hristiyanın bu oyunu için müteşekkir olacaklar: yeryüzü
denen şu fukara gökcismi, belki de sadece bu ilginç vaka sayesinde Tanrısal bir bakışı, Tanrısal bir
ilgilenmeyi hakediyor... Çünkü Hristiyanı küçümsemeyelim: Hristiyan, masum olma kertesindeki
sahteliğiyle, maymunun çok üstündedir, —Hristiyan açısından, iyi bilinen bir köken kuramı sadece
bir nazik iltifat haline geliyor...
40.
—Evangelium'un yazgısı, ölümle karara bağlandı, —çarmıha gerildi... Ancak ölüm, bu
beklenmeyen aşağılayıcı ölüm, ancak çarmıh, bu genelde yalnızca canaille için ayrılmış şey, —
ancak bu tüyler ürpertici paradoks, havarileri sahici gizemin karşısına getirdi: «Kimdi bu? Neydi
bu?» —Sarsılmış ve en derinden aşağılanmış duygu, kuşku, böylesi bir ölümün, davalarının
çürütülmesi olabileceği, korkunç bir «niye tam da böyle?» soru işareti —bu konum kendini pek
iyi.kavradı. Burada herşey zorunlu olmak zorundaydı, anlam, ussallık, en üst düzeyde ussallık
taşımak zorundaydı: bir havarinin sevgisi rastlantı tanımaz. İlkin şimdi uçurumun iki yakası
biribirinden ayrıldı: «Kim öldürdü onu? Kimdi onun doğal düşmanı?» —bu soru bir şimşek gibi
çaktı: Yanıt: egemen Yahudilik, onun en üst katmanı. Bu andan sonra, kendilerini düzene karşı
başkaldınyor hissetmeye başladılar, İsa'yı da, ardından,, düzene karşı başkaldırıyor diye anladılar.
O zamana dek yoktu onun tasarımındaki bu savaşçı, bu Hayır diyen, Hayır yapan çizgi; dahası,
bunun karşıtıydı o. Açık ki, küçük topluluk asıl önemli noktayı anlamamıştı, böyle bir yolla
ölmenin taşıdığı örnek olma anlamını, her türlü iessentiment duygusu karşısındaki özgürlüğünü,
üstünlüğünü: —onu ne. kadar az anladıklarının en iyi göstergesi! İsa, ölümüyle, aslında öğretisinin
herkesin önündeki en güçlü sınavını, kanıtını vermekten başka birşey istememişti, isteyemezdi
de...Oysa havarileri, bu ölümü bağışlamaktan çok uzaktılar, —buysa, en üst anlamda
Evangelium'ca birşey olurdu; ya da, daha iyisi, yumuşak ve sevgi dolu bir yürekle, kendilerini de
aynı ölüme sunmak...Tam da en Evangelium dışı duygu, intikam, yine baskın çıktı. İş, bu ölümle
sona eremezdi: «karşılık», «yargılama» gerekliydi (—oysa, «karşılık», «ceza», «yargılama» gibi
şeylerden daha Evangelium dışı ne olabilirdi!) Yaygın Messiah beklentisi yeniden önplana çıktı;
tarihsel bir an belirlendi: «Tanrının krallığı» düşmanlarını yargılamak için gelecekti... Ama bununla
herşey yanlış anlaşılmış oluyordu : bir son edim, ileride tutulacak bir söz olarak «Tanrının
krallığı»! Oysa Evengelium tam da bu «krallığın» varoluşu, doyuma varışı, gerçekliğiydi zaten.
Tam da böylesi bir ölüm bu «Tanrı krallığı»nın ta kendisiydi... Ancak şimdi, Usta'nın tipine,
Farisiler ve Tanrıbilimcilere karşı bütün o horgörme ve kızgınlık taşındı —böylece, de kendisi bir
Farisi ve Tanrıbilimci haline sokuldu! öte yandan da, bu bütün çivileri çıkmış ruhlar, ölçü tanımaz
tapınmalarıyla, İsa'nın öğrettiği Tanrının evlâdı olma konusunda herkesin eşit hakka sahip olduğu
yollu Evangelium düşüncesine dayanamadılar: intikamları, kendileri geri çekilerek, İsa'yı
yükseltmek, kendilerinden ayırmak oldu: tıpkı, bir zamanlar Yahudilerin, düşmanlarından intikam
almak için Tanrılarını kendilerinden ayırıp yüksekte bir yere koydukları gibi. Tek bir Tanrı ve
Tanrının tek bir oğlu : İkisi de ressentiment'ın ürünleri...
41.
—Ve o andan başlayarak saçma bir sorun çıktı ortaya : «Nasıl olabildi de Tanrı buna
izinverdi?» Buna, küçük topluluğun çarpılmış aklı bir o kadar korkunç saçmalıkta bir yanıt buldu:
Tanrı günahların bağışlanması için oğlunu kurban vermişti. Nasıl da tek bir vuruşta sonu gelmişti
Evangelium'un! Suça karşılık kurban düşüncesi, hem de en iğrenç, en barbarca biçimiyle :
suçlunun günahları için, suçsuzun kurban edilmesi! Ne denli tüyler ürpertici bir putataparlık!
—İsa, oysa, «suç» kavramının kendisini yok etmişti.
—tanrı ile insan arasındaki uçurumu yadsımış, tanrı ile insan arasındaki o birliği, kendi «iyi.
haber»i olarak yaşamıştı... Kendi ayrıcalığı olarak değil! —Artık adım adım, kurtarıcı tipine
eklemeler yapıldı: Yargılama ve geri-dönüş öğretisi, bir kurban ölümü olarak ölüm öğretisi,diriliş
öğretisi, ki bununla, bütün bir «kutsanmışlık» yerine de ölümden sonraki bir durum koyarak!...
Paulus, bu yorumu, bu pespaye yorumu, o her zamanki hahamvari arlanmazlığıyla, şöyle
mantıklaştırdı: « Eğer İsa ölüyken dirilmezse, o zaman inancımız boşunadır». —Ve bir seferde,
Evangelium, yerine getirilemeyecek vaadlerin en aşağılığı, arlanmaz bir kişisel ölümsüzlük öğretisi
haline geldi... Paulus ayrıca bunun bir ödül olacağını öğretti!...
42.
Çarmıhtaki ölümle neyin sona erdiği görülüyor: bir yeni, baştan başa kaynaktan Budistçe banş
hareketi girişimi; yalnızca vaad olarak değil, sahiden yaşanan bir yeryüzü mutluluğu için bir
girişim-Çünkü bu —daha önce de vurguladım—. iki décadence dini arasındaki temel farktır:
Budizm vaadetmez hiç, yerine getirir, Hristiyanlık ise herşeyi vaadeder, yerine getirdiği ise. hiçtir.
—«İyi haber»in hemen peşinden, olabilecek en kötüsü geldi: Paulus'un «haber»i. Paulus'ta, «iyi
haberci»nin karşıt tipi cisim bulur; nefretin, nefret düşünün, nefretin acımasız mantığının dehası-
Neleri kurban etmedi ki bu Dysangelist, nefrete! En başta da Kurtarıcı'nın kendisini: kendi
çarmıhına gerdi onu. Evangelium'daki bütün yaşam, bütün örneklik, bütün öğreti, ölüm, anlam, hak
— hiçbirşey yoktu ki bu kalpazan onu nefret yoluyla kavrayarak kendi amacı için kullanmasın.
Gerçeklik yok, tarihsel hakikat yok!... Ve bir kez daha, Yahudinin rahip içgüdüsü, tarih üzerindeki
aynı büyük suçu işliyor —Hristiyanlığın dününü, evvelsi gününü bir kalemde siliyor, ilk
Hristiyanlığın bir tarihini kendisi uyduruyor... Dahası: İsrael tarihini de bir kez daha sahteleştiriyor,
onun, kendi yaptıklarının başlangıç tarihi olarak görünmesini sağlıyor: bütün peygamberler onun
«Kurtarıcı»sının sözünü -etmişlerdir... Kilise de, sonradan, insanlığın tarihini bile sahteleştirerek
Hristiyanlığın tarih-öncesi dönemi haline sokmuştur... Kurtarıcı'nın tipi, öğretisi, pratiği, ölümü,
ölümünün anlamı, ölümünden sonrası bile —hiçbirşey kalmadı el atılmadık, hiçbirşey kalmadı,
gerçekliğe uzaktan yakından benzeyen. Paulus, çok yalın birşey yaptı; yalnızca, bu varoluşun bütün
ağırlık noktasını, bu varoluşun ardına yerleştirdi —«dirilen» İsa yalanına. Kurtarıcı'nın yaşamı
onun hiçbir işine yaramazdı, —çarmıhtaki ölüm gerekliydi onun için, ve birşey daha... Stoacı
aydınlanmanın başkentinde, yetişmiş bir Paulus'u, gördüğü bir sanrı yoluyla Kurtarıcı'nın hâlâ
yaşadığının kanıtını çıkarırken, içten sanmak, hatta, bu sanrıyı gördüğünü anlatmasına bile,
inanmak, bir psikolog için sahici bir safdillik olurdu: Paulus amacı istiyordu, dolayısıyla aracı da
istedi... Onun kendi inanmadığına, kendi öğretisini aralarına attığı budalalar, inanacaklardı — onun
gereksinimi güçlülükt ü ; rahip, Paulus'un benliğinde yeniden güçlü olmayı istiyordu, —kitleleri
tiranize etmesine, sürüler oluşturmasına yarayacak kavramlar, öğretiler, simgeler gereksiyordu
yalnızca. —Sonradan Muhammed'in Hristiyanlıktan aldığı tek şey neydi? Paulus'un icadı; onun,
rahip tiranlığı için, sürü oluşturmak için kullandığı araç, ölümsüzlük inancı — yani, «yargılama»
öğretisi...
43
Yaşamın ağırlık noktası yaşamın içine değil, «öte »ye yerleştirilince — hiçliğe —, o zaman,
yaşamın ağırlık noktası toptan kaldırılmış demektir. Bireysel ölümsüzlük konusundaki büyük
yalan, içgüdülerdeki her ussallığı, her doğallığı yıkar, —içgüdülerde olumlu, yaşamı ilerletici,
geleceği sağlamlaştırıcı ne varsa, artık güvensizlik uyandırır. Yaşamanın artık hiçbir anlamı yok,
diye yaşamak, yaşamın anlamı olur artık... Neye yarar ki topluluk ruhu, neye yarar geçmişe ve
atalara şükran, neye birlikte çalışmak, güvenmek, herhangi bir toplu refah arzulamak ve
amaçlamak?... Hepsi «ayartı» bunların, hepsi «doğru yol»dan sapmalar — «Tek bir şey gerek»...
Herkesin, ölümsüz ruh» olarak herkesle eşit düzeyde olması, bütün varlıkların toplamı içinde,
herbir bireyin «felah» ının bir bengi önemlilik üzerinde hak iddia edebilmesi, ufacık böceklerin ve
dörtteüç çatlakların, kendileri uğruna doğa yasalarının sürekli çiğnene ceğini hayal edebilmeleri, —
her türden bencilliğin böylesine, sonsuzluğa, utanmazlığa dek yüceltilmesini, yeteri bir horgörüyle
niteleyemiyor kişi.. Oysa Hristiyanlık, zaferini, bireysel kendinibeğenmişliğin bu acınası
pohpohlanmasına borçludur, —tam da bununla bütün biçimsizleri, isyankâr eğilimlileri, nasibi
kıtları, insanlığın bütün süprüntü ve artıklarını kendi yanma çekti. «Ruhun felahı» —çevirirsek:
«dünya benim çevremde dönüyor»... «Herkese eşit hak» öğretisinin zehiri —Hristiyanlık bunu en
temel biçimde yaymıştır; Hristiyanlık, insan ile insan arasındaki her türlü derin saygı ve mesafe
duygusuna karşı, yani kültürün her türlü yükselme ve büyümesinin önkoşuluna karşı, kötü
içgüdülerin en gizli köşebucağından çıkarak, ölümüne bir savaş vermiştir, —kitlelerin
ressentiment'ını döve döve, baş silahını biçimlendirmiştir, bize karşı, yeryüzündeki her türlü
soyluluğa, neşeliliğe, yüce yürekliliğe karşı, bizim yeryüzü mutluluğumuza karşı... Kabul edelim ki
bu Petrus ve Paulus'un «ölümsüzlükleri, soylu insanlığa karşı o zamana dek girişilmiş en büyük, en
alçakça saldırıydı. —Ve Hristiyanlıktan çıkarak, politikaya dek sızmış bu yazgıyı da
küçümsemeyelim! Bugün hiçkimsenin cesareti yok, özel haklara sahip olmak için, egemenlik
hakları için, kendisi ve kendi eşitleri karşısında derin saygı duyguları için—bir mesafe tutkusu için
ortaya çıkmağa. Politikamız bu cesaret yoksunluğu yüzünden hasta haldedir!—Düşünüş biçimi
aristokrasisi, ruhların eşitliği yalanı yoluyla, yeraltının en altına gömülmüştür; ve «çoğunluğun
hakkı»na inanç, devrimler yapmış ve daha da yapacaksa, hiç kuşkumuz olmasın, Hristiyanlıktır,
Hristiyanca değeryargılandır, her devrimi salt kan ve suçluluğa çeviren! Hristiyanlık, her türlü
sürünenlerin, yüksekliği olanlara karşı başkaldırısıdır: «düşkünler »in Evangelium'u,
düşkünleştirir...
44.
—Evangelium'lar, daha ilk topluluk içindeki dayanılmaz yozlaşmanın tanıkları olarak paha
biçilmez değer taşırlar. Paulus'un sonradan bir haham mantıkçı kinikliğiyle ucuna götürdüğü süreç,
gene de, Kurtarıcı'nın ölümüyle başlayan düşüş süreciydi yalnızca. —Bu Evangelium'ları okurken
yeteri kadar dikkatli olamıyor kişi; her sözcüğün ardında zorluklar yatıyor. İtiraf ediyorum. Bana
karşı şu söylenebilir : bunlar, tam da bu özellikleriyle, bir psikolog için birinci sınıf zevk
kaynaklarıdır, —her türlü safdil yozlaşmanın karşıtı olarak, psikolojik yozlaşmanın par excellence
incelmişlikleri, sanatlaşmaları. Evangelium'lar, benzersizdir. Genel olarak İncil, hiçbir karşılaştırma
kaldırmaz. Karşınızda Yahudiler var: ilk bakış açısı bu, burada ipin ucunu hepten kaçırmamak için.
Burada «kutsal» hale gelen dehalaşmış kendini çarpıtma, bu kitaplar ve insanlar arasında başka
hiçbir yerde yaklaşık olarak bile ulaşılmamış, sanat olmuş sözcük ve davranış kalpazanlığı,
herhangi bir bireysel yeteneğin, herhangi bir istisnai mizacın rastlantısı değildir. Burada ırk vardır.
Kutsal bir biçimde yalan söyleme sanatı olarak Hristiyanlıkta, bütün Yahudilik, yüzlerce yıllık
özenli, ciddi Yahudi uğraşısı ve becerisi, son ustalık düzeyine ulaşır. Hristiyan, yalanın bu ultima
ratio'su, bir kere daha Yahudidir —hatta üç kere kendisi... Yalnızca, rahibin pratiğinde kanıtlanmış
kavramları, simgeleri, tavırları uygulama konusunda temelden bir istem, başka her türlü pratiği,
başka her tür değer ve yararlılık perspektifini içgüdüsel olarak reddetmek —bu yalnızca gelenek
değildir, bu kalıtımdır: ancak kalıtım olmasıyla, doğa gibi bir etkilemede bulunabilirdi. Bütün
insanlık, hem de en iyi çağların en iyi kafaları —(biri dışında, ama belki de o salt bir insan - dışıdır
—) aldandılar. Evangelium, masumluk kitabı olarak okundu... : burada ne denli ustalıkla oyun
oynandığının hiç de küçük bir nişanesi değil bu. —Tabiî ki, bunları, şöyle gelip geçerken bile olsa,
görebilseydik, bütün bu harika böcekleri ve uydurma azizleri, işleri tabiî ki hemen biterdi, —ve
tam da bu yüzden, ben, her okuduğum sözcükte bir tavır görmeden edemediğimden, onların işini
bitiriyorum... Hiç dayanamadığını da, bunların bir biçimde gözlerini şöyle kocaman kocaman
açmaları. —Bereket versin büyük çoğunluk için kitapla yalnızca edebiyattır — — Aldanmamak:
«yargılamayın» derler, ama yollarında duran herşeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını
sağlayarak, kendileri yargılarlar; tanrıyı yüceltmekle, kendilerini yüceltirler; tam da kendi elde
edebilecekleri —dahası, ayakta kalmak için gereksedikleri— erdemleri teşvik etmek1e, kendilerine
erdem uğruna güreşiyorlar, erdemin egemenliği için savaşıyorlar görünümünü verirler. «Biz iyi için
yaşıyoruz, ölüyoruz, kendimizi kurban ediyoruz» («hakikat» için, «ışık» için, «tanrının melekutu»
için) : Aslında yaptıkları, yapmadan edemeyecekleridir. Ödlekçe tarzlarıyla sinerken, köşeye
çekilirken, gölgelerde gölgeler gibi yaşayıp giderken, bunu bir ödev haline sokarlar : ödev olarak
görülünce, yaşamları alçakgönüllü gibi gözükür, alçakgönüllülük olarak da erdemliliklerinin bir
kanıtı olur... Ah, bu alçakgönüllü, iffetli, iyi yürekli yalancılık! «Bizim tanıklığımızı erdemin
keıdisi yapar»... Evangelium'lar, ahlak aracılığıyla ayartılma kitapları olarak okunmalıdır: ahlak, bu
küçük adamlarca iyice bir cilalanır, —bunlar iyi bilirler ahlakla ilgili nasıl davranılması
gerektiğini! İnsanlık, ahlakla, en iyi burnundan çekerek götüıülür! —Gerçek şu ki, burada en
bilinçli seçilmişlik kendini beğenmişliği, alçakgönüllülük rolünü oynamaktadır: kendileri,
«topluluk», «iyiler ve haklılar», toptan bir yana, «hakikat»ın yanına konur —ve geri kalan da,
«dünya» da, öteki yana... Bu, yeryüzünde şimdiye dek ortaya çıkmış en alınyazıcı büyüklük
vehmidir: küçük, çarpık böcekler ve yalancılar, başlarlar «tanrı», «hakikat», «ışık», tin», «sevgi»,
«bilgelik», «yaşam» kavramlarına sanki kendilerinin eşanlamlılarıymış gibi sahip çıkmağa; bu
yolla da «dünya»yı kendi karşılarında sınırlandırmağa; küçük, en büyük olma şişkinliğindeki, her
türden tımarhane için biçilmiş kaftan Yahudiler, değerleri kendi etraflarında tersine çevirdiler, sanki
Hristiyan, geri kalan herşey için ilkin anlam, tuz-biber, ölçüymüş, hem de herşeyin en son
yargılayıcısıymış gibi... Bütün bu alınyazıcı durumu olanaklı kılan, dünyada akraba, ırktan akraba
bir büyüklük vehminin zaten bulunmasıdır, Yahudi büyüklük vehminin : Yahudiler ile Yahudi-
Hristiyanlar arasındaki uçurum açılır açılmaz, berikilerin elindeki tek seçenek, Yahudi içgüdüsünün
öğütlediği kendini koruma işlemlerinin aynılarını, Yahudilerin kendilerine karşı uygulamaktı,
halbuki Yahudiler bunları o zamana dek yalnızca Yahudi olmayanlara karşı uygulamışlardı.
Hristiyan, yalnızca, «daha özgür» itikatlı bir Yahudidir.
45.
—Bu küçük adamların kafalarına taktıklarından, Usta'larının ağzına soktuklarından bir-iki
örnek veriyorum: hepsi de «güzel ruhlar» ın itiraf ları.— 1
«Neresi sizi kabul etmezse, ve sizi dinlemezlerse, oradan çıkarken ayaklarınızın altındaki tozu
onlara şehadet olsun diye silkin. Derim size, doğrusu, yargı gününde Sodom Ve Gomorrha'nın
durumu bu şehirden daha çekilir olacaktır.» (Mark. 6,11)2 —Ne kadar da Evangelium'ca !...
«Bana iman eden bu küçüklerden birini kim sürçtürürse, boynuna büyük bir değirmen taşı
takılıp denize atılması kendisi için daha iyidir.» (Mark. 9, 42) —Ne kadar, da Evangelium'ca!...
«Eğer gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar; senin için bir gözün olarak Allah'ın
melekûtuna girmek, iki gözün olarak cehenneme atılmaktan iyidir; orada onların kurdu ölmez, ve
ateşi sönmez.» (Mark, 9, 47 [48])—Kastedilen de göz değil...
«Doğrusu size derim: Burada duranlardan bazıları vardır ki, Allah'ın melekûtunun kudretle
geldiğini görmeden, ölümü hiç tatmayacaklardır.» (Mark. 9, 1) — İyi yalan salladın, Aslan...
«Bir kimse arkamdan gelmek isterse, kendisini inkâr etsin, ve haçını yüklenip ardımdan gelsin.
Çünkü... (Bir psikologun dipnotu. Hristiyan ahlakı çünkü'leriyle çürütülebilir: onun «temelleri»ni
çürütmek —Hristiyancası da bu.) Mark. 8, 34 [35]3.—
«Hükmetmeyin ki, hükmolunmayasınız. [Çünkü ne hükümle hükmederseniz, onunla
hükmolunacaksınız;] ölçtüğünüz ölçü ile de size ölçülecektir.» (Mark, 7, 1)—«Hakkaniyetli» bir
hakimin ağzından geldiğine göre, ne de hak kavramı ya!...
«Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne karşılığınız olur? Vergi mültezimleri4 de. öyle
yapmıyorlar mı? Ve yalnız kardeşlerinizi selamlarsanız, fazla ne yapmış olursunuz? Mültezimler de
öyle yapmıyorlar mı?» (Matta. 5, 46) —«Hristiyanca sevgi» ilkesi: sonunda karşılığında iyi bir de
fiyat ister...
«Fakat siz insanlara suçlarını bağışlamazsanız, Babanız da sizin suçlannı bağışlamaz.» (Matta.
6, 15) —Bu adı geçen «Baba» da pek tavizkâr doğrusu...
«Fakat önce onun melekûtunu ve salâhını arayın; ve bütün bu şeyler size artırılacaktır.»
([Matta. 6, 33]) Bütün bu şeyler: yani yiyecek, giyecek, yaşamın bütün gereksinimleri. Bir yanılgı
olsa gerek burada, en hafifinden söylendikte... Hemen peşinden de tanrı terzi olarak belirir, en
azından bazı durumlarda...
«O günde sevinin ve sevinçten sıçrayın; çünkü, işte, gökte karşılığınız büyüktür; çünkü, onların
babaları da peygamberlere böyle ederlerdi.» ([Luka. 6, 23]). Utanmaz molozlar! Hemen
peygamberlere benzetmeğe başlıyorlar kendilerini...
«Bilmez misiniz ki Allahın mabedisiniz, ve Allanın Ruhu sizde durur? Eğer bir kimse Allahın
mabedini bozarsa, Allah onu bozacaktır; çünkü Allahın mabedi mukaddestir; o mabet sizsiniz.»
(Pavlus I Korint. 3, 16). —Böyle birşeyi yeterince horgörmek elinden gelmiyor kişinin...
«Yahut mukaddeslerin dünyaya hükmedeceklerini bilmez misiniz? Ve eğer dünya sizin
tarafınızdan hükmolunursa, en küçük şeyleri hükmetmeğe liyakatsiz misiniz?» (Pavlus I Korint. 6,
2). Ne yazık ki salt bir tımarhane kaçkınının sözleri değil bunlar... Bu korkunç düzenbaz şöyle
sürdürüyor sözlerini: «Meleklere hükmedeceğinizi5 bilmez misiniz? bu hayata ait şeyler nerede
kalır?»...
«[Hikmetçi nerede? Yazıcı nerede? Bu dünyanın bahsedicisi nerede?] dünyanın hikmetini
Allah akılsızlığa döndürmedi mi? Zira madem ki dünya Allahın hikmetinde kendi hikmetile Allahı
bilmedi, Allah iman edenleri vâzın akılsızlığı ile kurtarmağa razı oldu. [...Zira davetinize bakın ey
kardeşler;] bedene göre hikmetliler, çok kuvvetliler, çok asilzadeler davet olunmamıştır; fakat
Allah, hikmetlileri utandırmak için, dünyanın akılsız şeylerini seçti; ve Allah, kudretli şeyleri
utandırmak için, dünyanın zayıf şeylerini seçti; ve Allah olan şeyleri iptal etmek için, olmıyan
şeyleri, dünyanın âdi ve hor görünen şeylerini, seçti; şöyle ki, beşerden hiçbiri Allahın huzurunda
övünmesin.». (Pavlus I Korint l, 20-29) —Bu parçayı, şandala ahlakının bu birinci sınıf tanıklığını
anlamak için, benim Ahlakın Soykütüğü adlı kitabımın birinci denemesi okunmalıdır: orada ilk kez,
soylu bir ahlak ile ressentiment'dan ve güçsüz bir kinden doğan şandala ahlakı arasındaki karşıtlık
günışığına çıkarılmıştır. Paulus, kin havarilerinin en büyüğüdür...
1…Nietzsche'nin Yeni Ahit alıntılarını, Kitabı Mukaddes Şirketi
çevirisinden veriyorum (istanbul, 1958). Nietzsche'nin arada atladığı tümce ve gönderileri köşeli ayraçlarla
belirtiyorum. Metinle ilglili açımlamalar cildin sonundaki Çevirenin Notlarında sürdürülmektedir.
2…Şirket çevirisinde ikinci tümce atlanmış (s. 41, sû. 1).
3…«Çünkü»nün devamı şöyle : «...kim canını kurtarmak isterse, onu zayedecektir [yitirecektir]; ve kim
benim ve incilin uğrunda canını zayederse, onu kurtaracaktır.»
4…«Mültezimler» için Şirket çevirisi şu açıklamayı veriyor : «Ecnebi hâkimler olan Romalılar için vergi
toplayan Yahudiler»; ancak, ikinci «mültezimler» yerine «putperestler» diyor (Aim. Zöllner, İng. publicans).
5…Aslında, «hükmedeceğimizi».
46.
—Buradan nasıl bir sonuç çıkıyor? Kişi Yeni Ahit'i okuyacaksa, eldiven giymesi iyi olur,
sonucu. Bunca kirliliğin yakınında bulunmak, neredeyse zorunlu kılıyor bunu. «İlk Hristiyanlar»ın
çevrelerinde bulunmayı seçmezdik pek, tıpkı Polonya'lı Yahudileri seçmeyeceğimiz gibi: bunlara
karşı yalnızca tek bir itirazımızın bulunması gerektiğinden dolayı da değil... İkisi de iyi kokmuyor
da, ondan. —Yeni Ahit'te canayakın olabilecek tek bir çizgi aradım; boşuna —bunda, özgür,
iyilikli, açık yürekli, doğru-dürüst olabilecek hiçbirşey yok. insanlık burada daha ilk başlangıcına
bile ulaşmamış, temizlik içgüdüsü eksik...Yeni Ahit'te yalnızca kötü içgüdüler vardır, bu kötü
içgüdülerle ilgili bir cesaret bile yoktur. Herşey korkaklık, herşey görmezlikten gelme ve kendini
aldatmadır burada. Yeni Ahit'i okuduktan sonra, başka her kitap temiz gelir kişiye : bir örnek
vermek için söyleyeyim, Paulus'tan hemen sonra, o en yürekli, üstyürekli alaycı Petronius'u
okudum, kendimden geçerek; onun için, Domenico Boccaccio'nun Parma Prensi'ne yazdığı
mektupta Sezar Borjiya için söylediği söylenebilir: «etutto festo» —ölümsüzce sağlıklı, ölümsüzce
neşeli ve nasibi bol...Bu küçük böcekler çünkü hesaplarını en önemli noktada yanlış yapıyorlar.
Saldırıyorlar, oysa onların saldırdığı herşey; tam da bu yüzden, önemini belli ediyor. Bir «İlk
Hristiyan», saldırdığı birisini kirletemezdi... Oysa tersi: «İlk Hristiyanlar»ın karşı çıktığı birisi
olmak, bir şereftir. Kişi Yeni Ahit'i, içinde kötü gösterilenleri canayakın bulmadan okuyamıyor, —
yüzsüz bir yelleyicinin «budalalık vaazı»yla boşuna horlamağa çalıştığı «bu dünyanın bilgeliğini
hiç saymasak bile... Hatta Ferisiler ve Yazıcılar bile bu karşı çıkıştan paylarını alıyorlar: böylesine
aşağılık bir nefrete konu olduklarına göre, herhalde birşeylere değerdiler. Gösterişlilik —bu, «İlk
Hristiyanlar»ın yapabilecekleri bir itirazdı doğrusu! —Bu başkaları, önünde sonunda,
ayrıcalıklılardı: bu yeterdi, sandala nefreti başkaca bir neden gereksemezdi. «İlk Hristiyan» —
korkarım, benim bile belki görebileceğim «son Hristiyan» da— ayrıcalıklı olan herşeye içgüdüsel
olarak başkaldırandır, —hep «eşit haklar» için yaşar, savaşır!... Dikkatli bakılınca, başka seçeneği
de yoktur. Kişi kendisi için «tanrının seçilmişi» olmayı —ya da «tanrının tapınağ»ı olmayı, ya da
«meleklerin hükmedicisi» olmayı— istemişse, o zaman başka her türlü seçkinlik ilkesi; örneğin
nasiplilik açısından, tin zenginliği, erkeklik ve gurur açısından, yürek güzelliği ve özgürlüğü
açısından, kısaca «dünya» açısından seçkin olmak, — kendi başına kötüdür...Çıkarılacak ders : bir
«ilk Hristiyan»ın ağzından çıkan her söz, yalandır; bulunduğu her eylem içgüdüsel bir sahteliktir,
—bütün değerleri, bütün erekleri zararlıdır, oysa, kimden nefret ediyorsa, neden nefret ediyorsa, o,
değerlidir...Hristiyan, özellikle rahip Hristiyan, bir değerlilik ölçütüdür — Artık söylemem gerekir
mi bilmem: bütün Yeni Ahit'te, saygı duyulması gereken tek bir kişi vardır. Pilatus, Romalı
yönetici. Bir Yahudi pazarlığını ciddiye almak —buna yanaşmadı hiç. Bir Yahudi fazla, bir eksik
—ne çıkardı bundan?...«Hakikat» sözcüğünün utanmazca kötüye kullanılışı karşısında Romalının
soylu alayı, Yeni Ahit'e değeri olan tek sözünü kazandırmıştır, —bu, onun eleştirisi, hatta
yokedilişidir: «Neymiş ki hakikat!»...
47.
— Bizi ayırdeden, ne tarihte, ne doğada, ne de doğanın arkasında herhangi bir tanrı
bulmamamız değildir, —tanrı diye saygı duyulanı, «tanrısal» birşey olarak değil, açması birşey,
saçma birşey, zararlı birşey olarak duymamızdır, yalnızca işlenmiş bir hata olarak değil, yaşama
işlenen bir suç olarak duymamız... Tanrıyı tanrı olarak yadsıyoruz. Bize birisi Hristiyanların bu
Tanrısını kanıtlasaydı, ona daha da az inanırdık. —Formüle edersek: deus qualem Paulus creavit,
dei negatio. —Hristiyanlık gibi bir dinin, hiçbir noktasında gerçekliğe dokunmayan, gerçeklik tek
bir noktada bile söz hakkı elde edince de hemen düşüp kalan bir dinin, anlaşılacağı gibi, «dünya
bilgeliği»nin, yani bilimin ölümüne düşmanı olması gerekir, —tinin yetiştirilmesini, tinin vicdan
konusu olan işlerde yalın ve kesin olmasını, tinin soylu serinkanlılığı ve özgürlüğünü, zehirlenmiş,
karalanmış, gözden düşmüş kılabilecek her aracı onaylıyacaktır. Bir buyruk olarak «inanç», bilime
karşı bir vetodur, —in praxi olarak da; ne pahasına olursa olsun, ama yalan olsun... Paulus, yalanın
—«inanç»ın gerekli olduğunu kavramıştı; Kilise de sonradan Paulus'u kavradı. —Paulus'un
icadettiği şu «tanrı», «dünya bilgeliği»ni (dar anlamda, her türlü batıl inancın en büyük iki
karşıtını, filoloji ve tıbbı) «rezil-rüsfa eden» tanrı, aslında Paulus'un bu konudaki kararlılığıydı:
kendi istemine «tanrı» demek, thora, en eski Yahudicedir. Paulus «dünya bilgeliği»ni rezil-rüsfa
etmek istemektedir : düşmanları, İskenderiye'de yetişmiş iyi filologlar ve hekimlerdir—; onlara
savaş açar. Sahiden de, kişi filolog ve hekim olup da, aynı zamanda Deccal olmadan edemiyor.
Çünkü, filolog olarak «kutsal kitaplar»ın ardına bakıyor, hekim olarak da tipik Hristiyanın
fizyolojik çarpıklığının ardına... Hekim «iflah olmaz» diyor; filolog da, «düzenbazlık»...
48.
—İncil'in başında duran ünlü öykü sahiden anlaşıldı mı acaba, —tanrının bilim karşısındaki
cehennem korkusunun öyküsü?... Anlaşılmadı. Bu rahip kitabı par excellence, bilindiği gibi,
rahibin büyük iç sıkıntısıyla başlar : onun için yalnızca tek bir büyük tehlike vardır, dolayısıyla
«tanrı» için de tek bir büyük tehlike vardır.—
Yaşlı Tanrı, tümüyle «tin», tümüyle yüce rahip, tümüyle yetkin, bahçesinde zevk-ü safa
gezisindedir: ama, canı sıkılıyordur. Can sıkıntisıyle Tanrılar bile başedemez. Ne yapsın? İnsanı
icadeder,—insan eğlendiricidir... Ama, gelin görün ki, bu kez de insanın canı sıkılmağa başlar.
Tanrı bütün cennetlerin tek derdi konusunda son derece anlayışlıdır: hemen başka hayvanlar
yaratır. Tanrının ilk hatası: İnsan için hayvanlar eğlendirici değildir,—onlar üzerinde egemenlik
kurar, kendisi «hayvan» olmaya yanaşmaz. —O zaman da tanrı kadını yaratır. Ve sahiden de, işte,
artık can sıkıntısının sonu gelmiştir,—ama başka şeylerin sonuyla birlikte! Kadın, tanrının ikinci
hatasıdır. —«Kadın, özü bakımından, yılandır; Heva'dır»— bunu her rahip bilir; «dünyadaki bütün
belalar kadından gelir» —bunu da bilir her rahip. «Demek ki, bilim de ondan gelir»... İlkin
kadından öğrenir insan, Bilgi Ağacı'nın meyvesinin tadını. —Ne olmuştur? Yaşlı tanrıyı bir
cehennem korkusu sarar. İnsanın kendisi onun en büyük hatası olmuştur; kendine bir rakip
yaratmıştır; bilim, tanrısallaştırır, —insan bilimsel hale gelince, rahiplerin ve tanrıların sonu gelir!
—Çıkarılacak ahlak dersi: Bilim, kendi başına yasak olandır, —tek yasak odur. Bilim, ilk günahtır;
bütün günahların tohumudur, kaynaktaki kalıtsal günahtır. Yalnızca budur ahlak. —
«Bilmeyeceksin»: —bütün gerisi bundan sonuç olarak çıkar. Tanrının cehennem korkusu, onun
kurnazlığını: önlemedi. Bilime karşı kendisini nasıl savunmalı? Uzun süre, ana sorunu bu oldu.
Yanıt: İnsanı kov gitsin cennetten! Mutluluk, aylaklık, düşünce üretir, —bütün düşünceler kötü
düşüncelerdir...İnsan düşünmemelidir. —Ve «Kendi Başına Rahip», dertleri icadeder, her türlü
sefaleti, yaşlılığı, güçlüğü, özellikle hastalığı icadeder, —hepsi bilime karşı savaşım araçları!
Dertler, insanın düşünmesine izin vermez...Ve bütün bunlara rağmen! heyhat! bilgi yapıtı kule. olur
yükselir, gökleri kuşatır, tanrıların sonunu haber vermeğe başlar, —ne yapmalı! —Yaşlı tanrı,
savaşı icadeder, halkları birbirinden ayırır, insanların biribirlerini karşılıklı olarak yoketmelerini
sağlar (—rahipler için savaş her zaman gerekli olmuştur...). Savaş, başka şeyler yanında, bilim
barışını da bozan birşeydir! —Ama, inanılası değil! Bilgi, rahipten bağımsızlaşma, savaşa rağmen
artmaktadır. —Ve son bir karar verir yaşlı tanrı: «İnsan bilimsel oldu çıktı, — başka çare yok, onu
sulara boğup gidermek gerek!...»
49.
—Anlaşılıyorum herhalde, İncil'in başlangıcı, rahibin bütün psikolojisini içerir —Rahip tek bir
büyük tehlike bilir: bu, bilimdir— nedenler ile etkilerin sağlıklı bir kavranması. Ama bilim, ancak
mutlu koşullarda yetişir, —kişinin zamana; çarçur edebilecek kadar bol tine gereksinimi vardır,
«bilmek» için... «öyleyse, insanı mutsuz kılmak gerek, —bu, rahibin bütün zamanlardaki mantığı
olmuştur. —Hemen sezinleniyor, bu mantığa göre neyin en başta dünyaya sokulması gerektiği:
—«günah»... Suç ve ödek kavramı, bütün «ahlaksal dünya düzeni», bilime karşı icadedilmiştir, —
insanın rahipten kurtulmasına karşı... insan dışarıya değil, kendi içine bakmalıdır; zeki ve dikkatli
bir biçimde öğrenen olarak, çevresindeki şeyleri görmemelidir, aslında hiç görmemelidir: acı
çekmelidir... Ve öylesine acı çekmelidir ki, hep rahibi gereksesin. —Defedin hekimleri! Gerekli
olan Mesihtir.—Suç ve ödek kavramı, «esirgeme», «kurtarma», «bağışlama» öğretisiyle birlikte —
hiçbir psikolojik gerçekliği olmayan, boydan boya yalanlar —hepsi, insanın neden duyusunu
yıkmak için icadedilmiştir —neden ve etki kavramına saldırıdır bunlar! —Ve yumruklu bir saldırı
değil, bıçaklı, nefretinde ve sevgisinde dürüst bir saldırı değil! Tersine, en korkak, en kurnaz, en
alçak içgüdülerin saldırısı! Bir rahip saldırısı! Bir asalak saldırısı! Uçuk benizli yeraltı kan
emicilerinin vampirliği!... Bir eylemin doğal sonuçları «doğal» olmaktan çıkıp, batıl inancın
hayalet kavramları yoluyla, «tanrı» yoluyla, «tinler», «ruhlar» yoluyla ortaya çıkarılmış diye, salt
«ahlaksal» sonuçlar olarak, ödül, ödek, yol gösterme eğitme araçları olarak düşünülmeğe
başlanınca, bilginin koşulları yıkılır, — insanlığa karşı en büyük suç işlenmiş olur. Günah, bir kez
daha söyleyelim, bu, insanın kendini aşağılamasının par excellence biçimi, bilimi, kültürü, insanın
her türlü yücelme ve soylulaşma durumlarını olanaksız kılmak için icadedilmiştir; rahip, günahı
icadederek, egemen olur.—
50.
—Burada, tam da «inananlar»ın kendilerine yarayabilecek bir «inanma», bir «inananlık»
psikolojisi geliştirmekten dolayı kendimi bağışlıyorum. Bugün hâlâ, «inançlı» olmanın — ya da bir
décadence'in, kırık bir yaşam isteminin simgesi olmanın— ne denli namussuzluk olduğunu
bilmeyenler varsa, yarın öğrenecekler bunu. Benim sesim ağır işitenlere bile ulaşır. —öyle
gözüküyor ki, yanlış işitmemişsem, Hristiyanlar arasında bir tür doğruluk ölçütü var; buna da
«kuvvetlilik kanıtı» deniyor. «İnanç mutluluk verir, demek ki doğrudur.» —Burada yapılacak ilk
itiraz, tam da mutlanmanın, kanıtlanan değil, vaadedilen birşey olduğu: «inanma» koşuluna
bağlanmış mutluluk, —kişi mutlu olmalıdır — çünkü inanmaktadır...Ama, rahibin inanana
vaadettiklerinin, hiçbir denetimin ulaşamayacağı «öte»de sahiden ortaya çıkacağını nasıl
kamtlamalı? —Sözümona «kuvvetlilik kanıtı», öyleyse, inanma için vaadedilen etkinin ortaya
çıkmazlık etmeyeceği üzerine, yine, bir inançtır. Formüle edersek: «İnanıyorum ki, inanç mutlu
kılar; —demek ki, doğrudur.» —Ama bununla iş bitti bile. Bu «demek ki», bir doğruluk ölçütü
olarak absurdum'un ta kendisi olurdu. —Ama, biraz esnek davranalım, varsayalım ki mutlu
kılınma inanç yoluyla kanıtlanmış olsun — yalnızca arzulanmış, yalnızca bir rahibin biraz kuşkulu
ağzıyla vaadedilmiş olmasın mutluluk —teknik adıyla haz, herhangi bir biçimde doğruluk kanıtı
olabilir mi? Öylesine olamaz ki, «ne. doğrudur» sorusu üzerine haz duyumları da söz sahibi olunca,
bu neredeyse karşıt bir kanıt oluşturur, en azından da «doğruluk» konusunda güçlü bir kuşku
uyandırır. «Haz» kanıtı, ancak «haz» için bir kanıttır, —başka birşey değil; dünyanın neresinden
çıkıyor ki, doğru yargılar yanlışlardan daha çok hoşnutluk yaratsınlar, ve bir önceden kurulmuş
uyuma uyarak, yanlarında zorunlu olarak haz duyguları getirsinler? —Bütün kesin, derin yapılı
tinlerin deneyimi bunun tersini söyler. Kişi, atacağı her doğruluk adımı için, kendisiyle savaşmak
zorundadır; yüreğinin, yaşam sevgisi ve güveninin bağlı olduğu herşeyi buna feda etmek
zorundadır. Bu da ruh büyüklüğü gerektirir: doğruluğa hizmet, en güç iştir. —öyleyse, tinsel
konularda dürüst olmak ne demektir? Kişinin kendi yüreğine karşı sert olması, kişinin «güzel
duygular»! horgörmesi, kişinin her Evet ve Hayır'ı bir vicdan işi yapması! — —— inanç mutluluk
verir: demek ki, yalan söyler...
51.
İnancın belirli koşullarda mutluluk vereceği, bir sabit fikirden çıkan mutluluğun, mutluluktur
diye çıktığı fikri doğru kılmayacağı, inancın gerçi dağları yerinden oynatamayacağı, ama önceleri
dağ olmayan yerlere dağlar kondurabileceği : bir tımarhanede yapılacak kısa bir gezinti bu
konulara yeterince açıklık getirir Tabiî ki bir rahip için değil: çünkü o, içgüdüsüyle, hastalığın
hastalık, tımarhanenin de tımarhane olduğunu, yadsır. Hristiyanlığın hastalığa gereksinimi vardır,
nasıl ki Grekliğin bir sağlık fazlalığına gereksinimi vardı, — hastalandırmak, Kilise'nin iyileştirme
işlemlerinin bütün dizgesinin sahici artniyetidir. Ve Kilise'nin kendisi de —:bu, en son ülkü olarak,
katolik tımarhane değil mi? —Bütün yeryüzü tek bir tımarhane? —Dindar insan, Kilise'nin istediği
biçimiyle, tipik bir décadent'tir; bir halk üzerinde dinsel bir bunalımın ortaya çıktığı her zaman
dilimi, hep, sinir hastalıklarının yaygınlaştığı dönemlerdir; dindar insanın «iç dünyası», aşırı
heyecanlanmış ve bitkinleşmiş insanın «iç dünyasına karıştırılacak ölçüde benzer; Hristiyanlığın
değerlerin en değerlileri diye insanlığın tepesine astığı durumlar, saralılığın biçimleridir. —Kilise
yalnızca delileri yada büyük dolandırıcıları in majorem dei honorem aziz ilan etmiştir... Bir kez,
Hristiyanlığın bütün nedamet getirme ve felaha erme training'ine (bu bugün en iyi biçimiyle
İngiltere'de incelenebilir) yöntemli olarak yaratılmış bir folie circulaire denebileceğini belirtmiştim,
tabiî ki, buna zaten hazır, yani temelden hastalıklı bir toprak üzerinde. Kimsenin elinde değildir,
Hristiyan olmak: kişi, Hristiyanlığa «döne»mez, —bunun için önce yeterince hastalanması
gerekir... Biz ötekiler, sağlık için ve horgörü için cesaret sahibi olanlar, biz acaba ne denli
horgörmeliyiz bedeni yanlış anlamayı öğreten bir dini! ruhla ilgili batıl inancı elinden bırakmak
istemeyen bir dini! yetersiz beslenmeyi bir «yararlılık» haline getiren! sağlıklılıkla, bir tür düşman,
şeytan, ayartılmış gibi savaşan! kişinin kadavralaşmış bir bedende «yetkin bir ruh»
taşıyabileceğine; bunun için de yeni bir «yetkinlik» kavramını, bir benzi uçuk, hastalıklı, budalaca
gayretkeş varlık tarzını, sözümona «kutsanmışlığı» —kendisi de yoksullaştırılmış, sinir sistemi
bozulmuş, iflah etmezcesine yozlaştırılmış bedenin yalnızca bir hastalık belirtisi dizisi olan
kutsanmışlığı— edinmesi gerektiğine kendini inandırmış bir dini!... Hristiyan hareket, bir Avrupa
hareketi olarak, her türden atıkların ve artıkların toplu hareketidir: (—bunlar, Hristiyanlık
aracılığıyla güce ulaşmak istemektedirler). Bu hareket, bir ırkın batışını dilegetirmez; her yandan
biraraya gelerek kendilerini arayan décadence biçimlerinin bir yığınsal oluşumudur. İnanıldığı gibi,
Hristiyanlığı olanaklı kılan, eskilerin, soylu eskilerin yozlaşmaları değildir: bugün bile hâlâ böylesi
bir kanıyı ayakta tutan öğrenim görmüş budalalığa da ne kadar karşı çıkılsa yeridir. Hastalıklı, yoz
sandala kesimleri bütün Imperium içinde hristiyanlaşmaktayken, tam da karşıt tip, soyluluk, en
güzel ve en olgun biçimiyle ortadaydı. Çoğunluk egemen oldu; Hristiyan içgüdülerinin
demokratikçiliği zafer kazandı... Hristiyanlık «ulusal» değildi, ırk temelli değildi, —yaşamın her
türden bozuk kalıtımlılarına hitap ediyordu, müttefikleri heryerdeydi. Hristiyanlık, temelden
hastalıklı olanların rancune'unu, sağlıklılara karşı, sağlıklılığa karşı yönlendirmiştir. Nasipli, .
gururlu, yürekli ne varsa, herşeyden önce de güzelliği, işitmek, görmek, ona acı veriyordu.
Paulus'un paha biçilmez sözlerini yeniden anımsatıyorum. «Dünyanın zayıf şeylerini, dünyanın
akılsız şeylerini, dünyanın âdi ve hor görünen şeylerini seçti tanrı» : buydu formül, inhoc signo
zafere ulaştı décadence. — Çarmıhtaki Tanrı —bu simgenin korkunç düşünsel arkaplanı hâlâ
anlaşılmıyor mu? —Ne ki acı çeker, ne ki çarmıha gerilir, o, tanrısaldır... Hepimiz çarmıha
gerilmişiz, demek ki biz tanrısalız... Yalnızca biz tanrısalız... Hristiyanlık bir zaferdi, soylu bir
anlayış, ona yenilip battı, —Hristiyanlık, bugüne dek insanlığın başından geçen en büyük
talihsizliktir.— —
52.
Hristiyanlık her türden tinsel nasipliliğin de karşıtıdır, —ancak hasta akıl, Hristiyan aklı olarak
onun işine yarayabilir, her türden ahmaklığın yanında yer alır, «tin»e, sağlıklı tinin superbia'sına
lanet okur. Hastalık, Hristiyanlığın özünde bulunduğundan, tipik Hristiyanca durum, «inanç» da,
bir hastalık biçimi olmak zorundadır. Şüphe bile bir günahtır...Rahibin psikolojik temizlikten tam
yoksunluğu —bunu gözlerinin bakışı ele verir—. décadence'in bir sonuç görüntüsüdür, —histerik
kadınlara, bir de, raşitik eğilimli çocuklara bakmak yeter, içgüdüsel sahteliğin, yalan söylemek için
yalan söylemenin bir haz olmasının, düz bakamamanın ve düzgün adım atamamanın, nasıl
décadence ifadeleri olduğunu anlamak için. «İnanç», doğru olanı bilmek istememek demektir.
Pietist, iki cinsiyetli rahip de, sahtedir, çünkü hastadır: içgüdüsü, doğruluğun hiçbir noktada söz
sahibi olmamasını talep eder. «Hastalandıran, iyidir; doluluktan, fazlalıktan, güçten gelen, fenadır»
: böyle duyar inananlar. Yalan karşısında özgür olamama —buradan tanırım ben her önceden
belirlenmiş tanrıbilimciyi —Tanrıbilimcinin bir başka göstergesi de, filolojik yetisizliğidir.
Filolojiden burada, çok genel bir anlamda, iyi okuma sanatı anlaşılmalıdır, —olguları, yorumlarla
sahteleştirmeyen bir anlama çabası içinde, dikkati, sabrı, inceliği yitirmeden, oldukları gibi
görebilmek. Yorumda ephexis olarak filoloji: söz konusu olan, ister kitaplar, ister gazete haberleri,
ister alınyazıları ya da havadurumu olguları olsun, —«ruhun sağalması»ndan hiç söz etmiş
olmayalım... Bir tanrıbilimcinin» Berlin'de de olsa, Roma'da da, bir «kitap sözü »nü, ya da bir
yaşantıyı yorumlaması, ya da örneğin ülkesinin hükümdarının bir zaferini Davud'un ilahilerinin
yüce. aydınlığına yatırarak yorumlaması, her seferinde öylesine cüretkârcadır ki, bunun karşısında
bir filologun saçını başını yolası gelir. Ya Şvabistanlı Pietistler ve başka sığırlar, kendi varlıklarının
zavallı sıradanlığını ve ahır kokusunu, «tanrının eli»yle bir «kutsanmışlık», bir «takdir-i ilahi», bir
«salâh tecrübesi» mucizesine dönüştürüverdiklerinde ne yapsın filolog! Dürüstlük bir yana,
bunlarda en alçakgönüllü bir nebze, düşüncelilik olsaydı, bu yorumcular, tanrının el becerisini
böylesine kötüye kullanmalarındaki çocuksu hilebazlığı görmek zorunda kalırlardı. Bundan da az
bir nebze saygılılık sahibi olsaydık, nezlemizi iyileştiren, ya da tam fırtına patlayacakken, bizi
zamanında bir arabaya yetiştiren tanrının, bize öylesine saçma bir tanrı olarak gelmesi gerekirdi ki,
varolsaydı bile, kişinin onu defetmesi gerekirdi. Hademe olarak tanrı, posta memuru olarak tanrı,
takvim düzenleyicisi olarak tanrı, —temelde, her türlü raslantının en budalaca türü için bir
sözcük... «Tanrısal öngörü», bugün «eğitilmiş Almanya»da yaklaşık her üç insandan birinin hâlâ
inandığı biçimiyle, tanrıya karşı, daha güçlüsü hiç düşünülemeyecek bir itiraz oluştururdu.
Almanlara karşı bir itiraz oluşturduğu ise, kesin!...
53.
—Bir konuda şehit verilmiş olması, o konunun doğruluğu için birşey kanıtlamaktan öylesine
uzaktır ki, herhangi bir şehidin herhangi bir zaman doğruluk ile herhangi bir alışverişi olduğunu
yadsımak geliyor içimden. Bir şehidin doğru saydıklarını dünyanın kafasına vuruş biçimi bile
öylesine düşük bir zihinsel dürüstlük düzeyi, «doğruluk» sorunu konusunda öylesine bir güdüklük
dilegetirir ki, kişinin bir şehidin söylediğinin yanlış olduğunu kanıtlaması bile gerekmez.
Doğruluk, birinin sahip olduğu ve bir başkasının da sahibi olmadığı birşey değildir : doğruluk
konusunda olsa olsa köylüler ya da Luther türü köylü havarileri böyle düşünebilir. Şundan emin
olunabilir ki, tinsel konulardaki vicdan düzeyi ne denli yüksekse, bu konulardaki alçakgönüllülük,
gönüllülük, o denli büyük olacaktır. Beş şey bilmek, ve nazik bir biçimde, başka şeylerin bilgisini
geri çevirmek. «Doğruluk», bu sözcüğün, her peygamberin, her mezhepçinin, her özgür tinlinin,
her sosyalistin, her kilise adamının anladığı anlamıyla, küçük, en küçük bir doğrunun bulunması
için bile gerekli tinsel yetişme ve kendini aşmanın daha başlangıcında olunmadığının tam bir
kanıtıdır. —Şehit olarak ölmek, arada söyleyelim, tarih için büyük bir şanssızlık olmuştur: bu,
baştan çıkarmıştır. Bütün ahmakların, bu arada kadınların ve halkın da çıkardığı sonuç; birisi onun
uğruna öldü diye (ya da, hatta, ilk Hristiyanlıktaki gibi ölüme susamışlık-salgınları yarattı diye), bir
konunun öneminin ortaya çıktığı sonucu, —bu sonuç, incelenmeye, inceleyici ve dikkatli tine,
ölçülmez derecede ket vurmuştur. Şehitler, doğruluğa zarar vermişlerdir. Bugün bile, en sıradan
tarikatçılığın saygın bir san elde etmesi için tek bir kaba kovuşturmaya uğraması yetiyor. —Ne
yani? birisi onun için yaşamı terkediyor diye, birşeyin değerinde bir değişiklik mi meydana
geliyor? —Saygın hale gelmiş bir yanılgı, bir ek ayartıcı etki kazanmış bir yanılgıdır : sanıyor
musunuz ki, siz Tanrıbilimci Efendiler, yalanlarınız için şehitler yaratmanıza izin vereceğiz? —Bir
konunun geçerliğini ortadan kaldırmanın yolu, onu saygıyla rafa kaldırmaktır, —tanrıbilimcileri
ortadan kaldırmanın yolu da budur... Bütün kovuşturucuların dünya -tarihsel budalalıkları, tam da
düşmanı oldukları konuya saygınlık görünümünü kendi elleriyle kazandırmalarıdır, —ona
şehitliğin olağanüstü çekiciliğini hediye etmekle... Bugün bile, kadınlar, bir yanılgının önünde diz
çöküyorlar, çünkü birisi onlara birisinin bunun için çarmıhta öldüğünü söylemiş. Ya peki çarmıh bir
kanıtlama mıdır — — Bu konuda ise, tek biri var, bütün bu konularda asıl sözü söyleyen, binlerce
yıldır söylenmesi gerekli sözleri söyleyen, — Zerdüşt.
Kanla işaretler yazarlar yürüdükleri yolda, ahmaklıkları da onlara öğretir ki, kişi kanla hakikati
kanıtlar.
Oysa kan, en kötü tanığıdır hakikatin; kan, en saf öğretiyi bile zehirler, yürek çılgınlığına,
yürek nefretine dönüştürür.
Ve birisi öğretisi için ateşin içinden geçse, —neyi kanıtlar ki bu? Çok daha önemlisi, kendi
yangınından kendi öğretisinin çıkması.
54.
Kişi aldanmaya kapılmamalı: büyük tinliler, kuşkucudurlar. Zerdüşt bir kuşkucudur. Güçlülük,
tinin kuvvetinden ve üstkuvvetinden gelen özgürlük, kendini skepsis yoluyla kanıtlar. Kanılara
varmış insanlar, değerlilik ve değersizlik konusunda söz konusu bile olmazlar Kanılar
tutsaklıklardır. Şu, yeterince uzağı göremez; bu, kendi altını göremez : oysa değer ve değersizlik
konusunda söz sahibi olmak için, kişinin beşyüz kanıyı kendi altında görmesi gerekir, — ardında
görmesi gerekir... Bir tin, büyük şeyler istiyorsa; bunlara ulaşmanın yolunu da istiyorsa, zorunlu
olarak kuşkucudur. Her türlü kanıdan bağımsızlık, güçlülüğe aittir, özgürce görebilmeye... Büyük
tutku, bu tinin varlığının temeli ve gücü, kendi olduğundan daha aydınlık, daha despotça, onun
bütün düşün gücünü eline alır; kut-dışı araçlar için bile yüreklendirir; belirli koşullarda kanılar
edinmesine bile izin verir. Araç olarak kanılar: kişi birçok şeye bir kanı aracılığıyla ulaşır. Büyük
tutku, kanıları kullanır, harcar; onlara boyun-eğmez, —bilir, kendisinin egemen olduğunu. —Ters
taraftan : İnanma gereksinimi, herhangi bir koşulsuz Evet ya da Hayır gereksinimi, Carlyle'cılık,
bir zayıflık gereksinimidir, inançlı insan, her türden «inanan», zorunlu olarak bağımlı insandır, —
kendini amaç olarak koyamayan, genel olarak kendi kendinden hareketle amaç koyamayan biri,
«Mümin», kendine ait değildir, o ancak araç olabilir, onun kullanılması gerekir, kendisini
kullanacak birisini gerekser. Onun içgüdüsü, bir kendiliksizleşme ahlakına en büyük onuru tanır:
herşey, onu bu ahlaka bağlar —kurnazlığı, deneyimi, kendini beğenmişliği. Her inancın kendisi, bir
kendiliksizleşme, bir kendine yabancılaşma ifadesidir... Büyük çoğunluk için zorlanmanın; yüksek
bir anlamda kölelik gibi bir kendi dışlarından onları bağlayan ve yerlerinde tutan düzenleyicinin ne
denli gerekli olduğu; köleliğin de, isteme yetisi zayıf insanın, özellikle kadının serpilip başarılı
olmasının ilk ve. son koşulu olduğu göz önüne getirilirse, o zaman, kanılar da, «inanç» da, anlaşılır.
Kanılı insan, belkemiğini kanıda bulur. Birçok şeyi. görmemek, hiçbir konuda yansız olmamak, her
konuda yandaşlık etmek, bütün değerler konusunda kesinkes ve zorunlu bir optik sahibi olmak —
bunlar, böyle bir tür insanın genel olarak varolabilmesini belirleyen koşullardır. Oysa, bu
koşullarda, bu tür insan, doğruluklu insanın—doğruluğun kendisinin karşıtı, düşmanıdır... inanan,
neyin «doğru» olduğu neyin olmadığı sorusu için herhangi bir vicdan sahibi olmakta özgür
değildir: bu noktada dürüst olsaydı, bu onun batışı olurdu Patolojik olarak belirlenmiş optiği,
kanıya varmış kişiyi fanatik haline sokar —Savonarola, Luther, Rousseau, Robespierre, Saint -
Simon— güçlü, özgürleşmiş tinin karşıt tipi. Ama, bu hasta tinlerin, bu kavramsal saralıların büyük
gösterişlilikleri, büyük kitle üzerinde etkili olur,—fanatikler pitoresktirler, insanlık da nedenler
işitmekten çok, gösteri seyretmekten hoşlanır...
55.
—Kanının, «inanma»nın psikolojisinde bir adım daha. Kanılar doğruluğun yalanlardan daha
büyük düşmanları olmasın sakın, sorusunu göze alıp ortaya atışım, epeydir (İnsanca, Pek İnsanca,
s. [331]). Bu kez de karar verici soruyu soruyorum: yalan ile kanı arasında herhangi bir karşıtlık
var mı? —Bütün dünya olduğuna inanıyor; ama bütün dünya daha nelere inanmıyor ki! —Herbir
kanının, kendi tarihi, ilk biçimleri, denemeli yanılmalı kavranmaları vardır: önceleri uzun bir süre
hiç de kanı değilken, sonradan, daha da uzun bir süre pek de kanı olmayan bir hale, en sonunda da
kanı haline gelir. Acaba —kanının bu ilk kuluçkalık biçimleri arasında yalan da yok muydu? —Bu
arada gerekli olan da yalnızca kişilerin değişmesiydi: Babada henüz yalan olan, oğulda kanı haline
gelirdi. —Yalan dediğim de şudur: kişinin, gördüğü birşeyi görmemiş olmayı istemesi, gördüğü
birşeyi öyle görmemiş olmayı istemesi: yalanın tanık önünde ya da tanıksız olması önemli değildir.
En yaygın yalan, kişinin kendi kendine söylediği yalandır; başkalarına yalan söylemek, göreceli
olarak ender bir durumdur. —imdi, bu görmüş olduğunu görmemiş olmayı istemek, onu öyle
görmemiş olmayı istemek, herhangi bir anlamda yantutmanın neredeyse ilk koşuludur: yan tutan
insan, zorunlukla yalancı hale gelir. Alman tarih yazımının bir kanısı, örneğin, Roma'nın bir
despotluk yönetimi olduğu, Germenlerin de özgürlük havasını dünyaya getirenler olduğudur: bu
kanıyla bir yalan arasında ne fark var? Kişi niye hâlâ şaşıyor ki, bütün yandaşlıkların, bu arada
Alman tarihçilerin de, içgüdüyle, ahlakın büyük sözlerini ağızlarına almalarına, —ahlakın, bu tür
yanlı insanın ona her an gereksinimi olduğundan dolayı varlığını sürdürdüğüne? — «Biz bu
kanıdayız: bütün dünya önünde onu yükleniyoruz, onun için yaşıyor, onun için ölüyoruz,—
kanıları olan herşeye saygı!» —Buna benzer şeyleri Antisemitlerin bile ağızlarından işittim.
Tersine, Efendiler! Bir Antisemit, bir ilkeden çıkarak yalan söylüyor diye hiç de daha saygın hale
gelmez... Rahipler bu konularda daha incedirler ve bir kanının kavramında ilkesel, çünkü amaç için
gerekli bir yalancılığın bulunduğu itirazını gayet iyi anlayarak, bununla karşılaşınca, Yahudilerden
bu yana, «tanrı», «tanrının iradesi», «tanrının vahiyi» kavramını ortaya sürme kurnazlığını
göstermişlerdir. Kant bile, Kesin Buyruğu'yla, aynı yolu tuttu: bu noktada onun Akıl'ı Pratik hale
geldi. —Öyle sorular vardır ki, bunların doğruluğu ve doğru olmaması konusunda karar vermek
insanın elinde değildir; bütün yüksek sorular, bütün yüksek değer sorunları, insan aklının
ötesindedir... Aklın sınırlarını kavramak — budur ilkin sahici felsefe... Tanrı insana niye vahiy
indirdi? Tanrı gereksiz, boş bir iş yapabilir mi? insan kendiliğinden iyi ve kötünün ne olduğunu
bilemez, tanrı bu yüzden ona kendi iradesini gösterdi... Çıkarılacak ders: rahip yalan
söylemiyordur, —onun söz konusu ettiği şeyler üzerine «doğru» ya da «doğru değil» soruları,
yalan söylemeye hiç mi hiç elvermez. Çünkü yalan söyleyebilmek için, burada neyin doğru
olduğuna karar verebilmek gerekir. Oysa insan tam da bunu yapamaz; böylece, rahip tanrının
sözcüsüdür sadece —Böylesine bir rahipçe akılyürütme hiç de yalnızca Yahudice ve Hristiyanca
değildir; yalan söyleme hakkı ve «vahiy» kurnazlığı, rahip tipine ait bir özelliktir, décadence,
rahipleri kadar putatapanların rahiplerine de (—putatapanlar, yaşama Evet diyenlerdir, onlar için
«tanrı», bütün şeylerin büyük Evet'idir). —«Yasa», «tanrının iradesi», «kutsal kitap», «ilham» —
hepsi yalnızca, rahibin güce ulaşmak için, gücünü ayakta tutmak için gereksediği koşulları
niteleyen sözcükler,—bu kavramlar bütün rahip örgütlerinin, bütün rahipçe ya da felsefi -rahipçe
iktidar kuruluşlarının temelinde yatar. «Kutsal yalan» —Konfiçyus'a, Manu Yasalar Kitabı'na,
Muhammed'e, Hristiyan Kilisesine ortaktır — : Platon'da da eksik değildir. «Hakikat burada» : bu
söylenince, orada bir rahip, yalan söylüyor demektir...
56.
—Sonunda önemli olan, hangi amaç için yalan söylendiğidir. Hristiyanlıkta «kutsal» amaçların
eksik olmasıdır, benim onun araçlarına itirazım. Yalnızca fena amaçlar: yaşamın zehirlenmesi,
yalanlanması, yadsınması, bedenin horgörülmesi, insanın günah kavramı yoluyla
değersizleştirilmesi ve kendi kendini kargışlar hale getirilmesi — dolayısıyla, araçları da fena. —
Manu Yasalar Kitabı'nı tam tersi bir duyguyla okuyorum, karşılaştırılamaz ölçüde tinsel ve üstün
bir yapıt, ki bunun adını İncil'inkiyle birlikte anmak bile tine karşı bir günah olurdu. Kişi hemen
sezinliyor: bu kitabın ardında, içinde, gerçek bir felsefe var, yalnızca kötü kokulu bir hahamlık Ve
batıl inanç Yahudiliği değil, —en şımarık psikolog bile dişine göre birşey buluyor içinde En
önemlisi de, bu kitapla her türden İncil arasındaki temel fark: soylu katmanlar, filozoflar ve
savaşçılardır burada, bu kitapla ellerini sürünün üstünde tutanlar; heryerde soylu değerler, bir
tamamlanmışlık duygusu, yaşama bir Evet, zafer kutlayan bir kendisinden ve yaşamından
hoşnutluk duygusu, — güneş parıldıyor bütün kitabın üstünde. —Hristiyanlığın konu edinerek
kendi dibi bulunmaz bayağılığını saçtığı şeyler, örneğin çocuk yapma, kadın, evlilik, burada
ciddiyetle, saygıyla, sevgi ve güvenle ele alınıyor. Aslında, nasıl oluyor da çocukların ve kadınların
eline, içinde şu aşağılayıcı sözün bulunduğu kitabı verebiliyoruz: «fahişelik yüzünden herkesin
kendi karısı ve herkesin kendi erkeği olsun : şehvet çekmektense görücüye çıkmak evlâdır»? Ve
insanın doğuşu, immaculata conceptio kavramıyla Hristiyanlaştırıldıkça, yani kirletildikçe, kişi
hâlâ Hristiyan olmayı sürdürebilir mi?... Manu Yasalar Kitabı'ndan başka, kadına onca incelikli ve
iyilikli şeylerin söylendiği bir kitap bilmiyorum; bu yaşlı kırsakallılar ve kutsal kişiler, kadınlara
karşı belki de aşılmamış nezakette bir davranış biçimine sahipler. Bir yerde, şöyle deniyor: «Kadın
ağzı, kız göğsü, çocuk duası, kurban dumanı, bunlar herzamah temizdir.» Bir başka yer: «güneşin
ışığından, ineğin gölgesinden, havadan, sudan, ateşten ve bir kızın nefesinden daha temiz şey
yoktur.» Son bir yer —belki de. kutsal bir yalan, aynı zamanda—: «gövdenin, göbek üstündeki
bütün delikleri temiz, bütün altındakiler de pistir. Yalnızca kızların bütün bedeni temizdir.»
57.
Kişi, Hristiyanca amacı bir kez Manu Yasalar Kitabı'nın amacıyla karşılaştırıp ölçünce,
Hristiyan araçların in flagranti kut-dışılığını yakalayıveriyor, —bu kocaman amaç karşıtlığının
üstüne güçlü bir ışık tutunca. Hristiyanlığı eleştirenlerin elinde değildir onu horgörülesi birşey
haline sokmak. —Manu gibi bir Yasalar Kitabı, her iyi yasa kitabının izlediği yolla ortaya çıkar:
uzun yüzyılların deneyimini, kurnazlığını ve deneysel ahlakını özetler; defteri kapatır, artık birşey
yaratmaz. Bu tür bir hukuksal metinleşmenin ön koşulu, yavaş yavaş ve pahalı bir biçimde
kazanılmış bir hakikate yetke yaratma araçlarının, bu hakikati kanıtlamak için gerekli araçlardan
temelden farklı olduğunun sezgisidir. Bir yasa kitabı hiçbir zaman bir yasanın yararlarını,
temellerini, ortaya çıkış tarihinin nedenselliğini anlatmaz : bunu yapsaydı, yasaya
boyuneğilmesinin önkoşulu olan buyurucu tondan, «...malısın»dan taviz vermiş olurdu. Sorun da
tam buradadır. —Bir halkın gelişmesinin belirli bir noktasında, o halkın en geniş bakışlı, yani
geriyi ve ileriyi en iyi gören metni, yaşamda uyulması gereken —yani ancak ona uyularak yasana
bilecek — deneyimi, olmuş-bitmiş, tamamlanmış ilan eder. Hedefi, deney çağlarının ve kötü
deneyiminin sonuçlarını, olabildiğince zengin ve tam olarak ortaya koymaktır. Bu yüzden, artık
herşeyden önce kaçınılması gereken, değerlerin daha da ileri denenmesi; akışkan, belirsiz
durumlarının sürüp gitmesi, değerlerin in infmitum sınanması, seçilmesi, eleştirilmesidir. Buna
karşı çifte bir duvar örülür: İlkin vahiy duvarı; yani bu yasaların akılsallığının, insandan
kaynaklanmadığı, yavaş yavaş ve sınaya yanıla aranıp bulunmadığı, tersine, tanrısal bir kaynaktan,
bütün, tamamlanmış, tarihsiz olarak, bir armağan olarak, bir mucize olarak, salt bildirilmiş olduğu
iddiası... Sonra da, gelenek duvarı; yani, yasanın zaten en eski zamanlardan beri varolduğu, ondan
şüphe etmenin, atalara saygısızlık etmek, suç işlemek olduğu iddiası. Yasanın yetkesi, kendisini şu
savlarla temellendirir: Tanrı yasayı vermiş, atalar da onu yaşamışlardır. —Böyle bir işlemin yüksek
akılsallığı, doğru olduğu tanınmış (yani çok sıkı bir elekten geçirilmiş upuzun bir deneyim yoluyla
kanıtlanmış ) yaşam biçimi karşısında, bilinci, adım adım geriletmek hedefini güder: öyle ki, tam
bir içgüdü otomatizmine —yaşam sanatındaki her türden ustalığın, her türden yetkin ligin bu
önkoşuluna— ulaşılsın. Ortaya Manu türünden bir yasa kitabı koymak demek, halkı bundan böyle
usta olmaya, yetkin olmaya yöneltmek demektir, —en yüksek yaşam sanatına özendirmek. Bunun
için de yaşamın bilinçsiz hale getirilmesi gerekir: bu, her kutsal yalanın amacıdır. Kastlar düzeni,
en üst, egemen yasa, yalnızca en üst düzeyde bir doğa düzeninin, doğa yasallığının
kutsallaştırılmasıdır; bunun üzerinde de hiçbir tikel istemin, hiçbir «modern düşünce »nin sözü
geçmez. Her sağlıklı toplumda, kendilerini karşılıklı belirleyerek, fizyolojik olarak ayrışmış
yönelimleri olan üç tip belirginleşir; bunlardan her birinin kendi sağlıklılık koşulları, kendi çalışma
alanı, kendi yetkinlik duygusu ve ustalık türü vardır. Manu değil, doğadır ağırlıklı olarak tinsel
olanları, ağırlıklı olarak kas ve sinir konumları güçlü olanları ve ne birinde ne de ötekinde
sivrilmeyen üçüncüleri, ortalamaları biribirlerinden ayıran, —sonuncular büyük çoğunluk,
birinciler seçme azınlık. En üst.kast —bunlara en azlar adını veriyorum—, yetkinlerin kastı olarak
en azların ayrıcalıklı haklarına sahiptir: mutluluğu, güzelliği ve iyiliği yeryüzünde temsil etmek, bu
ayrıcalıklar arasındadır. Ancak en tinsel insanlara izin verilmiştir, güzelliğe sahip olmaları, güzel
olmaları için: iyilik, yalnızca onlarda zayıflık değildir. Pulchrum est paucorum hominum: iyilik bir
ayrıcalıktır. Buna karşılık, onlarda en az kabul edilecek şeyler, çirkin davranışlar ya da karamsar
bir bakış, çirkinleştiren bir gözdür—, ya da şeylerin toptan görünümleri karşısında bir kızgınlık.
Kızgınlık şandala'nın ayrıcalığıdır; aynı şekilde, karamsarlık da. «Dünya yetkindir —böyle konuşur
tinsel olanların içgüdüsü, Evetleyici içgüdü —: yetkin olmayan ne varsa, bizim altımızdaki herşey,
mesafe, mesafe tutkusu, hatta şandala'nın kendisi de bu yetkinliğin birer parçasıdır» En tinsel
insanlar, en güçlüler olarak, mutluluklarını, ötekilerin kendi batışlarını bulabilecekleri yerlerde
bulurlar: labirentte, kendine ve başkalarına sertlikte, denemede; onların hazzı, kendi kendilerini
zora koşmakta yatar: askerlik, onlarda doğa olur, gereksinim olur, içgüdü olur. Zor görevi ayrıcalık
sayarlar, yüklerle oynamayı, ötekileri dize getirmeyi, dinlenme...Bilgi —bir askerlik biçimi. —
Onlar, en saygın insan türüdür : bu, onların en neşeli, en sevimli tür olmalarını dışarıda bırakmaz.
Onlar egemendirler, istediklerinden dolayı değil, varolduklarından dolayı; onların elinde değildir,
ikinciler olmak. — ikinciler: bunlar, hakkın bekçileri, düzenin ve güvenliğin koruyucularıdır,
bunlar soylu savaşçılardır; herşeyden önce de Kral'dır bu; savaşçının, yargıcın ve yasayı ayakta
tutanın en yüksek formülü. İkinciler, tinsellerin uygulayıcılarıdır, onlara en yakın olanlar,
egemenlik işinin kaba yanlarını onlardan alıp üstlenenler, —onların izleyicileri, sağ elleri, en iyi
öğrencileri. —Bütün bunlarda, bir kez daha söyleyelim, hiçbir istenmişlik, hiçbir «yapma» yoktur;
başka tür1ü olanıdır, yapma olan, —o zaman da doğaya haksızlık yapılır...Kastlar düzeni, düzeyler
düzeni, yalnızca yaşamın kendi en üst yasasını formüle eder; bu üç tipin ayırdedilmeleri toplumun
ayakta tutulması için, daha yüksek ve en yüksek tiplerin olanaklı kılınması için zorunludur, —hak
eşitsizliğidir, genel olarak hakların varolmasının ilk koşulu. —Bir hak, bir ayrıcalıktır. Kendi varlık
türü içinde, her birinin kendi ayrıcalıkları vardır. Ortalamaların ayrıcalıklı haklarını
küçümsemeyelim. Yükseklere doğru, yaşam gittikçe sertleşir, —soğuk artar, sorumluluk artar.
Yüksek bir kültür, bir piramittir: ancak geniş bir taban üzerinde durabilir, ilk varsayması gereken,
güçlü ve sağlıklı olarak bütünleşmiş bir ortalamalıktır. El işleri, ticaret, tarım, bilim, sanatların
büyük bölümü, tek sözcükle meslek etkinliklerinin bütün hepsi, ancak bir ortalama yapabilme ve
arzulama ile bağdaşır; böyle birşey, istisnalar arasında yersiz düşerdi, bunun için gerekli olan
içgüdü, hem aristokratlığı hem de anarşistliği çelerdi. Kişinin bir kamu yararı olması, bir dişli, bir
işlev olmasının, doğal bir belirlemesi vardır: toplum değil, en büyük çoğunluğun yetisine sahip
olduğu mutluluk türüdür, onları zeki makinalar yapan. Ortalamalar için, ortalama olmak bir
mutluluktur; tek bir şeyde ustalık, doğal bir içgüdünün uzmanlığı. Derin bir tin, ortalamalığı kendi
başına bir itiraz konusu olarak görmeyi kendine layık saymazdı. Ortalamalık, istisnaların
varolabilmesinin ilk zorunluğudur: yüksek bir kültürü belirleyen odur. istisnai insan, tam da
ortalamalara yumuşak bir tavırla, oldukları gibi ve. kendisinin de eşitleriymiş gibi davranıyorsa, bu
salt bir yürek nezaketi değildir, —onun ödevidir bu... Bugünün sürü sürücüleri arasında en nefret
ettiğim hangisi? Sosyalist sürücüler, şandala havarileri, işçinin içgüdüsünü, hazzını, yetinme
duyusunu, kendi küçük varlıklarıyla birlikte gömen, —onu kıskanç kılan, ona kin öğreten...
Haksızlık hiçbir zaman hak eşitsizliğinde yatmaz, «eşit» hak iddiasında yatar... Kötü nedir? Zaten
söylemiştim bunu: zayıflıktan, kıskançlıktan, kinden doğan herşey. —Anarşist ile Hristiyanın
kökenleri, birdir...
58.
Sahiden de, fark yaratan, hangi amaç için yalan söylendiği : bununla kişinin birşeyi koruduğu
mu, yıktığı mı. Hristiyan ile. Anarşist arasında tam bir eşitlik kurulabilir: bunların amacı, içgüdüsü,
ancak yıkmaya yönelir. Bunun kanıtını görmek için de tarihe bakmak yeter: iç bulandırıcı bir
açıklıkla yatıyor bu kanıt tarihte Biraz önce bir dinsel yasama biçimini tanıdık; bunun amacı,
yaşamın serpilmesinin en üst koşulu olarak, büyük bir toplum örgütlenmesini «bengileş»tirmekti,
Hristiyanlık ise, tam da içinde yaşam serpiliyor diye, böyle bir örgütlenmenin sonunu getirmeyi
kendine misyon edindi. Orada, uzun deney ve belirsizlik zamanlarının akılcı sonuçları, en uzaktaki
yararlar için ortaya konacak, bunların ürünleri olabildiğince büyük, zengin, yetkin olarak
hasadedilecekti: buradaysa, tersine, hasat akşamdan sabaha zehirlenecek... Aere perennius ayakta
duran birşey, Imperium Romanum, o zamana dek zor koşullar altında ulaşılmış en yüce örgütlenme
biçimi, onunla karşılaştırılınca daha önceki, ve daha sonraki herşeyin bölük-pörçüklük,
beceriksizlik, dikkatsizlik olduğu biçim, —o kutsal anarşistler, «dünya»yı, yani Imperium
Romanum'u yıkmayı kendilerine bir «iyi yürekli dinibütünlük gereği» edindiler, taş üstünde taş
kalmayasıya, —hatta, Cermenler ve başka ayaktakımları onun üzerinde egemen olasıya... Hristiyan
ve Anarşist : ikisi de décadent, ikisi de bozucu, zehirleyici, güdükleştirici, kan emici yoldan başka
biçimde etkide bulunmak elinden gelmeyen, ikisi de, duran, büyüklükle ayakta duran, dayanıklığı
olan, yaşama gelecek vaadeden herşeye karşı ölümüne nefretin içgüdüsü... Hristiyanlık Imperium
Romanum'un vampiriydi, —Romalıların zamanı gelmiş olan büyük kültür için temel atma
çabalarını akşamdan sabaha dağıtıp yok etti. —Hâlâ anlaşılmıyor mu bu? Tanıdığımız, ve Roma
taşralarının tarihinin de bize gittikçe daha iyi tanıttığı Imperium Romanum, bu, yüce üslubun
hayran olunası sanat yapıtı, bir başlangıçtı; yapısı, binyıllar boyunca kendisini kanıtlasın diye
hesaplanmıştı, —bugüne dek hiçbir yapı böyle kurulmamıştır, böylesine sub specie aeterni tarzda
yapı kurmak hayal bile edilmemiştir! —Bu örgütlenme, kötü imparatorlara bile, dayanabilecek
kadar sağlamdı : böyle yapılarda bireylerin rastlantısallığı söz sahibi olamazdı, —bütün büyük
mimarinin baş ilkesi. Ama, en yoz yozlaşma biçimine karşı yeterince sağlam değildi, Hristiyana
karşı... Bu gizli solucan, gecede, siste ve anlam kaypaklığında yanaşarak herkese yapıştı, herkesin
hakiki şeylere olan yönelimini, genel olarak gerçekliklerle ilgili içgüdülerini emdi yuttu, bu ödlek,
kadınsı ve şeker tatlısı çete, adım adım, bu muazzam yapının «ruhları»nı ona yabancılaştırdı, —o
değerli, o erkekçe soylu doğalıları. Roma'nın davasında kendi davalarını, kendi yönelimlerini,
kendi övünçlerini duyanları. Böcek yapışkanlığı, manastır gizliliği, cehennem, suçsuzların kurban
edilmesi, kan içme yoluyla unio mystica gibi karanlık kavramlar, herşeyden önce de yavaş yavaş
karıştırılan kin ateşi, şandala kininin ateşi — bu egemen oldu Roma'ya. daha ilk varoluş öncesi
biçimlerine karşı Epikuros'un savaş verdiği din türü. Kişi Lucretius'u okuyunca, Epikuros'un neyle
savaştığını anlar; putataparlık değil, «Hristiyanlık»tı bu, yani, ruhların suç kavramıyla, ödek
kavramıyla ve ölümsüzlük kavramıyla yozlaştırılması. — Yeraltı kültleriyle, bütün gizil
Hristiyanlıkla savaştı, —ölümsüzlüğü yadsımak, o zamanlar gerçek bir kurtuluştu. —Ve Epikuros
kazanmıştı. Roma İmparatorluğunda sözü edilmeye değer bütün tinler, Epikuros'çuydular: tam o
sırada Paulus çıktı ortaya... Paulus, Roma'ya karşı, «dünya»ya karşı, etli canlı, deha olmuş şandala
kini, Yahudi, bengi Yahudi par excellence... Sezinlediği, Yahudilikten kopmuş küçük Hristiyan
tarikat hareketi aracılığıyla nasıl bir «dünya yangınımın tutuşturulabileceği, «çarmıhtaki tanrı»
simgesiyle bütün altta olanları, bütün gizli gizli başkaldıranları, imparatorluktaki bütün anarşist
kaynaşmaların mirasını biraraya getirerek nasıl muazzam bir güç toplanabileceğiydi. «Felah
Yahudiden gelir.» —Hristiyanlık, her türlü yeraltı tapınmanın, örneğin Büyük Ana, Osiris, Mithras
kültlerinin sunduğundan daha fazlasını sunmanın, —ve onları toplayarak birleştirmenin formülü:
Paulus'un dehası, bu sezgide yatar. Bu konudaki içgüdüsü öylesine kendinden emindi ki, bu
şandala dinlerinin çekici tasarımlarını, kendi uydurduğu «Mesih»in hakikatine karşı giriştiği
acımasız saldırıyla onun ağzına, yalnız ağzına da değil, sokan —onu, bir Mithras rahibinin de
anlayabileceği bir hale sokan Paulus... Şam'da yaşadığı an buydu: birden kavradı, «dünya»yı
değersizleştirmek için ölümsüzlük inancını gereksediğini, «cehennem» kavramının Roma üzerinde
egemen olabileceğini, —«öte» aracılığıyla yaşamın öldürülebileceğini... Nihilist ve Hrist: bunlar
uyaklı, yalnızca uyaklı da değil...
59.
Antik dünyanın bütün çabası, boşuna: söz bulamıyorum, böylesine korkunç birşey
konusundaki duygumu dilegetirmek için —Hem de, bu çabanın yalnızca bir ön çalışma olduğunu,
daha binlerce yıl granit bilinçliliğiyle yürütülmesi gereken bir çalışmanın ancak temellerinin
atıldığını düşününce, antik dünyanın bütün anlamı, boşuna... Niye vardı ki Grekler? Niye
Romalılar? ;—Bir zihinsel yetişme temelli kültürün bütün önkoşulları, bütün bilimsel yöntemler
gelişmişti, hazırdı; sanatların en zoru, iyi okuma sanatı hazırdı, belirlenmişti —kültür geleneğinin
bu önkoşulu, bilimin birliğinin; doğa bilimi, matematik ve mekanikle birlikte, en iyi yoldaydı, »—
olgu duyusunun, bütün duyuların en sonuncusu ve en değerlisinin, okulları vardı, yüzlerce yıllık
geleneği vardı! Anlaşılıyor mu bu? işe girişmek için özde gerekli ne varsa, bulunmuştu: —
yöntemler, bunu on kez söylemek gerek, özsel olandır, aynı zamanda da, en zor olan, hem de,
alışkanlıkların ve tembelliklerin en uzun karşı çıktığı şeyler. Bugün bizim, anlatılamaz bir kendini
zora koşmayla —çünkü hepimizin içinde, bir biçimde, hâlâ duruyor kötü, yani Hristiyan içgüdüler
—, geri kazandıklarımız; gerçeklik karşısında özgür bir bakış, dikkatli bir el, en küçük şeylerde
sabır ve dikkat, bilginin bütün dürüstlüğü —oradaydı, vardı, hazırdı! daha ikibin yıl önce! Ve,
yanında, iyilikli, incelmiş davranış ve beğeniler! Beyin idmanı değil! «Alman» öğrenim
görmüşlüğünün ayaktakımı tavırları değil! Akşamdan sabaha, bir anı yalnızca! —Grekler!
Romalılar! içgüdünün, beğeninin soyluluğu, yöntemli araştırma, örgütlenme ve yönetme dehası,
insan geleceğine duyulan inanç, duyulan istem, bütün şeylere büyük bir Evet, Imperium Romanum
olarak görünür hale, bütün duyularca duyulur hale gelmişken, yüce üslup artık salt sanat değil,
gerçeklik, hakikat, yaşam olmuşken... —Ve akşamdan sabaha da bir doğal afet tarafından yerle bir
edilmiş değil! Cermenler ve başka koca pabuçluların ayakları altında ezilmiş de değil! Tersine,
sinsi, gizli, görülmez, kansız vampirlerce rezil edilmiş! Yenilmiş değil, —yalnızca kanı emilmiş!...
Saklı intikam hırsı, küçük kıskançlık, egemen olmuş! Zavallı ne varsa, kendinden acı çeken, kötü
duyguların yiyip bitirdiği ne varsa, ruhların bütün getto dünyası, bir hamlede, en tepede! — —
Kişinin herhangi bir Hristiyan ajitatörü, örneğin kutsal Augustinus'u okuması yeter, ne denli kirli
heriflerin bu yolla tepeye çıktığını kavramak için, bunun kokusunu almak için. Kişi, Hristiyan
hareketin önderlerinde herhangi bir anlayış eksikliği varsaymakla, kendisini bütünüyle yanıltır : —
ah, bunlar pek kurnazdırlar, kutsallık kertesinde kurnaz, bu Kilise Babası Efendiler! Onların
eksikliği, bambaşka birşey. Doğa onları biraz ihmal etmiş, —onlara, biraz da saygıdeğer, dürüst,
temiz içgüdüler vermeyi unutmuş... Laf aramızda, bunlar daha erkek bile değildirler...
Müslümanlık, Hristiyanlığı horgörüyorsa, bin kez haklıdır: Müslümanlık erkekleri varsayar...
60.
Hristiyanlık bizi antik kültürün mirasından etti, daha sonra da, bir kez daha, Müslüman
kültürün mirasından etti. İspanya'nın harika Mağribi kültür dünyası, bizim için, temelde, Roma ve
Yunanistan'dan daha akraba, bizim duyum ve beğenimize daha yakın olan bu dünya, ayaklar
altında ezildi (—bunların ne tür ayaklar olduğunu söylemeyeceğim—), niye? Çünkü soylu, erkekçe
içgüdülerden kaynaklanıyordu, çünkü yaşama Evet diyordu; hem de Magrib yaşamının nadide ve
rafine hoşluklarıyla!... Sonradan Haçlılar, önünde toza toprağa yatmaları onlara daha yaraşacak
birşeyle savaştılar —bir kültürle, ki, daha bizim ondokuzuncu yüzyılımız bile onun karşısında pek
fukara, pek «geç» kalsa gerek. —Tabiî, istedikleri, talandı : Doğu, zengindi... Yansız olalım en
azından! Haçlı Seferleri —yüksek bir korsanlık, başka birşey değil! —Alman asilzadeliği, temelde
Viking'ce olan bu asilzadelik, burada tam ortamını buldu: Kilise gayet iyi biliyordu Alman
asilzadeliğinin ne işe yaradığını... Alman asilzadeleri, Kilise'nin «İsviçreli» bekçileri, Kilise'nin
bütün kötü içgüdülerinin hizmetinde hep, —ama işin parası iyi...Kilise'nin yeryüzündeki bütün
soyluluklara karşı ölümüne savaşını tam da Alman kılıçlarının, Alman kanı ve cesaretinin
yardımıyla yürütmüş olması! Bu noktada bir sürü nahoş soru çıkıyor ortaya. Alman asilzadeliği
yüksek kültürün tarihinde hemen hiçbir varlık göstermez: nedeni sezinleniyor... Hristiyanlık, alkol
—yozlaşmanın iki büyük aracı... Kendi başına alındığında, Müslümanlık ile Hristiyanlık arasında
bir seçim yapmak söz konusu bile değil, tıpkı bir Arap ile bir Yahudi arasındaki seçim gibi. Karar
kendiliğinden verilir: burada seçmek, kimsenin elinde değildir. Kişi ya bir şandalsı'dır, ya da
değildir... «Roma'yla bıçak bıçağa savaş! Müslümanlıkla barış, dostluk» : bu duyguyu duydu, öyle
de yaptı, o büyük özgür tinli, Alman Kaiser'leri arasındaki o deha, İkinci Friedrich. Ne yani? bir
Alman ilkin deha, ilkin özgür tinli mi olmak zorunda, dürüst duygular duyabilmek için? —Bir
Alman'ın nasıl olup da Hristiyanc'a duygular duyabileceğini ise hiç kavrayamıyorum...
61.
Burada, Almanlar için yüz kez daha nahoş olacak bir anımsatma yapmak zorunlu hale geliyor.
Almanlar, Avrupa'yı, elde edebildiği en son büyük kültür mirasından ettiler — Rönesans'tan ettiler
Avrupa'yı. Sonunda anlaşıldı mı, anlaşılmak isteniyor mu, Rönesans'ın ne olduğu? Hristiyan
değerlerin tersine çevrilip yeniden değerlendirilmesi, bütün araçlarla, bütün içgüdülerle, bütün
dehayla, karşıt değerleri, soylu değerleri zafere ulaştırmak için girişilmiş bir deneme... Bugüne dek
yalnızca bu büyük savaş vardı, bugüne dek Rönesans'ın getirdiği sorudan daha karar verdirici bir
soru olmadı, — benim sorum, onun sorusudur—: ve şimdiye dek hiçbir zaman olmadı, daha
temelden, daha düz, daha kesin, bütün cephe boyunca ve merkeze yönelik bir saldırı! Kararverici
yerde, Hristiyanlığın payitahtında saldırmak, burada soylu değerleri tahta çıkarmak, yani, orada
oturanların içgüdülerinin, en temel gereksinimlerinin ve arzularının içine sokmak... Gözümün
önünde tamamiyle dünya-dışı bir sihirli renk cümbüşünün olanağı duruyor: —bana öyle geliyor,
incelmiş bir güzelliğin bütün ürpertileriyle pırıl pırıl: ışıyor bu olanak; bunu öylesine tanrısal,
öylesine şeytansı-tanrısal bir sanat işliyor ki, kişi böylesine bir olanağı bulmak için binyılları
boşuna arayıp tarıyor; bir oyun görüyorum, öylesine anlam yüklü, hem de öylesine harika bir
paradoks taşıyor ki, Olympos'daki bütün tanrılardan bir ölümsüz kahkaha almaya layık — Papa
Sezar Borjiya…Anlaşılıyor muyum?... İşte, bu olurdu asıl zafer, bugün yalnız benim özlediğim
zafer— : bununla Hristiyanlık defedilebilirdi! Ne oldu? Bir Alman keşiş, Luther, Roma'ya geldi Bu
keşiş, benliğinde bahtsız rahibin bütün intikama susamış içgüdüleriyle, Roma'da Rönesans'a karşı
başkaldırdı... En derin şükranla, olup biten muazzam işi, Hristiyanlığın kendi payitahtında
üstesinden gelinişini, anlamak yerine—, onun nefreti bu oyundan yalnızca kendine besin
çıkarabileceğini anladı. Dindar bir insan yalnızca kendini düşünür. — Luther Papalığın
yozlaşmasını gördü, oysa tam tersi elle tutulur hale gelmişti: eski yozluk, peccatum originale,
Hristiyanlık değildi artık Papa'nın tahtında oturan! Yaşamdı! Yaşamın zaferiydi! Bütün yüksek,
güzel, yürekli şeylerin büyük Evet'iydi... Ve Luther yeniden kurdu kiliseyi: ona saldırdı... Rönesans
—anlamsız bir olay, büyük bir boşunalık! —Ah şu Almanlar, nelere mal oldular bize şimdiye dek!
Boşunalık —buydu hep Almanların işi, —Reformasyon; Leibniz; Kant ve sözümona Alman
Filozofisi; «Özgürlük» Savaşı; Reich —her seferinde, orada bulunan, hazır, geri getirilemeyecek
birşeye karşılık, bir boşunalık... Bunlar benim düşmanımdır, bu Almanlar, ilan ediyorum bunu:
onlarda her türlü kavram ve değer pisliğini, her türlü dürüst Evet ve Hayır karşısında ödlekliği
görüyor ve horgörüyorum. Neredeyse bin yıldır el attıkları herşeyi yoksullaştırdılar ve
bulandırdılar, Avrupa'yı hastalaştıran ne kadar bölük pürçüklük —dörtteüçlük!— varsa, onların
vicdanlarına yazılıdır, —Hristiyanlığın varolan en pis türü, en onmaz, en başedilemez türü,
Protestanlık da onların vicdanına yazılı... Hristiyanlık işi bitirilemez birşey haline gelirse, bunun
suçlusu da Almanlar olacak...
62.
—Bununla sonuca varıyor, yargımı bildiriyorum. Mahkum ediyorum Hristiyanlığı; ona,
şimdiye dek herhangi bir savcının ağzından çıkan en korkunç suçu yöneltiyorum. O benim için
düşünülebilir yozlukların en yükseğidir, olanaklı en son yozluğun istemi olmuştur. Hristiyan
Kilisesi yozluğunu bulaştırmadık hiçbir şey bırakmamıştır, her değeri bir değersizlik, her hakikati
bir yalan, her dürüstlüğü bir ruh alçaklığı haline sokmuştur. Bir de tutup bana onun «insancıl»
katkılarından söz açıyorlar! Herhangi bir zorluk, felaket durumunu ortadan kaldırmak, onun en
derin çıkarına aykırıdır, —o, felaketlerle yaşar, kendini bengileştirmek için zorluklar yaratmıştır...
Günah kurdu örneğin: bu felaketle katkıda bulundu Kilise insanlığa! —«Ruhların Tanrı önünde
eşitliği», bu kalpazanlık, bütün aşağı duyumluların rancune'ları için bu perde, bu patlayıcı kavram,
sonunda devrim, modern fikir ve bütün toplum düzeninin batış ilkesi haline gelen bu kavram—
Hristiyan dinamitidir... Hristiyanlığın «insancıl» katkıları! Humanitas'dan bir çelişki, bir kendini
aşağılama sanatı, ne pahasına olursa olsun yalan söyleme istemi, bütün iyi ve dürüst içgüdülere
karşı bir isteksizlik, bir horgörü çıkarmak! Bunlar, bence Hristiyanlığın katkıları! —Kilise'nin
biricik etkinliği olarak asalaklık; uçuk benizlilik, «kutsanmışlık» idealiyle, her kanı, her sevgiyi,
her yaşam umudunu emip yutmak; her gerçekliği değilleme istemi olarak, öte dünya; şimdiye dek
kurulmuş en yeraltı komplo'nun nişanesi olarak, haç — sağlıklılığa karşı, güzelliğe, nasipliliğe,
yürekliliğe, tine, ruh iyiliğine karşı, yaşamın kendisine karşı...
Hristiyanlığı mahkum eden bu sonsuz iddianameyi bütün duvarlara yazacağım, duvarı olan
heryere,— körleri de görür kılacak harflerim vardır benim... Hristiyanlık, diyorum, tek büyük lanet,
tek büyük içsel yozluk, hiçbir aracın yeterince zehirli, gizli, yeraltı, küçük gelmediği tek büyük
intikam içgüdüsüdür, —diyorum, tek silinmez utanç lekesi insanlığın...
Ve zamanlar da bu dies nefastus'a göre, bu kötü yazgının başlangıcına göre hesaplanıyor, —
Hristiyanlığın ilk gününe göre! —Son gününe göre olsa, daha iyi olmaz mı? —Bugüne göre.?
—Değerlerin yeniden değerlendirilmesi!...
Hıristiyanlığa karşı yasa
Felah gününde, Bir Yılı'nın ilk gününde verilmiştir
(—eski yanlış takvime göre, 30 Eylül 1888)
Gü n a h a k a r ş ı ö l ü mü n e s a v a ş :
Gü n a h , H r i s t i ya n l ı k t ı r
Madde Bir. — Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkar insan, rahiptir: o,
doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler değildir, tımarhanedir.
Madde İki. — Herhangi bir tanrıya tapınma ayinine katılmak, kamu ahlakına
tecavüzdür. Protestanlara, Katoliklere davranıldığından daha katı; liberal Protestanlara
da dinibütünlerinden daha katı davranılmalıdır. Hristiyan olmaktaki suçluluk derecesi,
bilime yakınlık derecesine göre artar. Dolayısıyla, suçlunun suçlusu, filozoftur.
Madde Üç. — Hristiyanlığın yılan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi yerler,
yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezaletli yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesileleri
olsunlar diye korunmalıdır. Buralarda zehirli yılanlar yetiştirilmelidir
Madde Dört. — Saffet vaazetmek, doğaya aykırı olmaya kamusal bir kışkırtmadır.
Cinsel yaşamın her horlanması, «kirlilik» kavramıyla her kirletilmesi, yaşamın kutsal
ruhuna karşı işlenmiş sahici günahtır.
Madde Beş. — Bir rahiple birlikte aynı masada yemek yemek, çıkarttırır; bununla kişi
kendini doğru-dürüst insanlar topluluğundan afaroz etmiş olur. Rahip, bizim
şandala'mızdır, —onu kanun kaçağı ilan etmeli, açlığa mahkum etmeli, bir tür çöle
sürmelidir.
Madde Altı. — «Kutsal» tarih, layık olduğu adla, lanetli tarih adıyla anılmalı; «tanrı»,
«mesih», «kurtarıcı», «aziz», sözcükleri küfür olarak, canilere takılan adlar olarak
kullanılmalıdır.
Madde Yedi. — Gerisi kendiliğinden gelir.
D E C CAL
ÇEVİRENİN NOTLARI
Nietzsche, Antichrist'i dört hafta içinde, 3-30 Eylül 1888 günleri arasında yazdığını söyler.
Yaratıcı güçlerinin doruğunda, olağanüstü bir verimlilik içinde bulunan yazar Nietzsche için, bu
pek zor bir iş değildi; ancak, başka bir bakımdan, düşünür Nietzsche için, hayret uyandırıcı gene de
: Bu metne gelene dek, uzunca bir süredir alıştığı yazma yöntemiyle, kısa ve sanki «daldan dala»
metinlerle, planladığı Büyük Yapıt için malzeme biriktiren düşünür, birden bire, yaşamı boyunca
yazdığı en uzun tek bağlantılı metnini üretir. (Bu metnin yapısına benzerlik gösteren —çok daha
kısa— üç metin. Ahlakın Soykütüğü adlı kitabını oluşturan «Deneme»lerdir.)
Nietzsche uzmanı Podach, bu olgudan hareketle, Nietzsche'nin eski Büyük Yapıt tasarısından
vazgeçerek, «Büyük» felsefe yapıtı yerine, bu gibi kesin ve açık, küçük boyda polemikler yazmağa
karar verdiği yorumunu temellendirir.
Düşünürün «karar»ları ne olursa olsun, ortada olan olgu, bu garip metnin varlığı, Nietzsche'nin
o güne dek biriktirdiği düşün toplamını, tek bir odak üzerinde; öteden beri en büyük 'dertler'inden
biri olan Hristiyanlık üzerinde yoğunlaştırmasının sonucudur. Bu 'tek solukluk' metin, düşünürün
yaşamı boyunca geliştirdiği düşünüş ve bakış biçimlerinin, sanki, imbiklenmiş, 'konsantre' edilmiş
özetidir. Burada, Nietzsche'nin hangi «değer»leri nasıl «yeniden değerlendirdiği», apaçık, ortaya
konmuştur...
* * *
Metin ancak 1895'de, Yapıtlar dizisinin 8. cildi olarak (ve birçok yeri 'sansür' edilmiş biçimde)
yayınlanır. Başlığı, Der Antichrist. Versuch einer Kritik des Christentums (Deccal. Hristiyanlığı
Eleştiri Denemesi)dir. Öte yandan, 1899'da, uzun yıllar oturtulacağı yere, «Güç İstemi» adlı Büyük
Yapıt'ın ilk kitabı olma durumuna sokulur : Der Wille zur Macht. Versuch einer Umwerthung aller
Wertihe. Vorwort und erstes Buch : Der Antichrist (Güç İstemi. Bütün Değerleri Yeniden
Değerlendirme Denemesi. Önsöz ve Birinci Kitap : Deccal) Bu başlıktan sonra, Deccal'in Önsöz'ü,
bu «Büyük Yapıt»ın önsözüymüş gibi veriliyor, bundan sonra, ikinci bir başlık sayfasıyla, Birinci
Kitap : Deccal. Hristiyanhğı Eleştiri Denemesi, denerek metne geçiliyor.
Bundan sonraki basımlarda da, kâh öyle kâh böyle, bu «başlıklar» sürüp gider (1906 : Bütün
Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi (Fragman [olarak kalmış]) Önsöz ve Birinci Kitap : Deccal);
Hristiyan ve Alman kulaklara nahoş gelecek bazı tümcelerin 'sansür'ü de...1889 başında çılgınlığın
karanlığına gömülen Nietzsche'nin, 1900'e dek, bütün bu çarpıtmalar yapılmaktayken henüz
'yaşamda' olması, işin trajik yanı, herhalde... Ve kitabına, sonunda (Bütün Değerlerin Yeniden
Değerlendirilmesi ibaresini silerek) verdiği Hristiyanlığa Lanet alt başlığının konması için, 1961
yılını, yetmişüç yıl sonrasını beklemek zorunda kalınması...
* * *
Buradaki çeviride, Erich F. Podach'ın, elyazmasına geri giderek yaptığı yayın (Friedrich
Nietzsches Werke des Zusammenbruchs, Wolfgang Rothe Verlag, Heidelberg, 1961, SS. 81-159)
temel alınmış, çeviri metin daha sonra Eleştirel Toplu Basım ( K G W ) içindeki metinle
karşılaştırılmıştır (Nietzsche Werke / Kritische Gesamtausgabe, Herausge. v. Giorgio Colli und
Mazzino Montinari, Sechste Abteilung, Dritter Band, Walter de Gruyter & Co, Berlin 1969, SS.
165-252). Bu iki basım arasındaki farklarda, genellikle K G W basımındaki metne uyulmuştur.
* * *
Çeviride gözönünde tutulan ilkeler açısından, Nietzsche'nin yazarlığı üzerine bir-iki noktaya
değinmekte yarar var : —
Alman dilinin bilinçli bir ustası olmaktan öte, Nietzsche, filolog olarak bildiği klasik diller
yanında, hemen bütün Avrupa dillerini bilir ve bunlardan alınma deyimleme biçimlerini yazılarında
bol bol kullanırdı. Bu tutum, zamanında gelişmekte olan milliyetçi, «saf Almancacı» akımlara karşı
bir tavır olduğu kadar (bir yerde, belki Almancadan çok Almanlara çatmak için, Zerdüşt'ü
Fransızca yazmamış olmasından pişman olduğunu söyler...); bu tavıra bağlı, «iyi Avrupalı» olma
ilkesi doğrultusunda, Avrupa kültürünü 'uluslara' ayırmadan, bir bütün olarak benimseme tavrını
içerir. Örneğin, buradaki metinde Hristiyanlığa uyguladığı «ahláklar» çözümlemesinin en önemli
iki kavramını (Almanca sözcükler bulunabileceği halde) Fransızca sözcüklerle karşılar :
ressentiment ve décadence. Aynı şekilde, metinleri Grekçe, Latince, İtalyanca, v.b. deyimlerle
doludur —bir düşünceyi, bir kavramı, hangi dilde oturtabiliyorsa, o dilde yazmaktan çekinmez.
Biz de bu tutumu çevirimize yansıttık; Türkçe okuyan için birçok ek sorun yaratacağını bile
bile (ancak, metni Almancadan okuyanın da en azından buna yakın bir zorluk çektiğini düşünerek),
Nietzsche'nin 'yabancı dilde'ki deyimlemelerini genellikle koruduk, bunları notlarla açıklamakla
yetindik. —Nietzsche'nin kendi metnini 'işgal' etmemek için de, bu açıklamaları metnin sayfa
altlarına değil, cildin sonuna koyduk.
Korumağa çalıştığımız başka birşey, Nietzsche'nin tümce yapıları ile, büyük çapta kendine
özgü olan işaretleme düzeneği oldu. İkincisi konusunda şu kadarını söyleyelim : bu düzenek
Türkçe'de ne denli 'garip' düşüyorsa, Almancada bir o kadar, hatta (çoktan kesin işaretleme
kurallarına bağlanmış bir dil olarak) daha da garip bir etki yaratır : Bu, Almanca ya da Türkçe
değil, 'Nietzsche'ce' olarak, okurun «okumayı» öğrenmesi gereken bir düzenektir. Yazarın tümce
yapıları da bunun bir parçası : —
Belirli bir düşüncenin, yalnızca 'düşünülmüş içeriği'ni değil, aynı zamanda düşünülüş
«tempo»sunu da yansıtan bu yapıları aktarmak, yer yer, Türkçe tümce kuruluşu biçimlerini zorladı;
ancak Türkçe'nin sağladığı (ana tümceyi 'sağlama aldık'tan sonra), yan tümceleri uzatma olanağı,
bu konuda bize yardımcı oldu. Bu sayede, tek deyimlemelerin karşılıklarından öte, çevirideki
tümce yapılan, aslındakileri büyük ölçüde yansıtabildi ve sözcüklerin, tamlamaların, Almanca
tümcedeki 'geçiş' sıralarını; düşüncenin, sanki, oluşma evrelerini, izleyebildi.
Bir de, Nietzsche'nin, metinde, yine bilinçli olarak, bilindiğini ya da bilinmesi gerektiğini
varsaydığı bazı konuları belirtelim :—
İlk varsayılan, tabiî ki, Hristiyanlığın kendi metni, İncil. Metin boyunca Nietzsche'nin tırnak
içinde kullandığı İncil kavramları, çoğunlukla Luther çevirisinden, ancak yer yer de (özellikle Yeni
Ahit' in) aslından alınmadır. Bunlara, elden geldiğince yerleşik sayılabilecek Türkçe karşılıkları
(genellikle Kitabı Mukaddes Şirketi çevirisine başvurarak) verdik; ancak anlamın gerektirdiği
durumlarda, yerleşik karşılık yoksa ya da yetersiz kalıyorsa, farklı karşılıklar da aradık. (Örneğin,
metinde yer yer Tanrının «krallığı», «hükümranlığı», «ülkesi», «melekûtu» dediğimiz, aynı sözcük,
«Reich» dır : «Uzanmak, yayılmak, -e kadar varmak» anlamındaki fiilden türeyen isim, genel
olarak bir egemenlik alanını imler, «vatan»dan «imparatorluğa» kadar uzanan karşılıklar alabilir.)
Varsayılan başka bir bilgi konusu, Nietzsche'nin buradaki metinden önceki yazılarında
geliştirdiği görüşler, özellikle de «ahlak» çözümlemesidir. Bunun temel metni (Deccal metninde de
bir-iki kez gönderide bulunulan) Ahlakın Soykütüğü (Genealogie der Moral) adlı kitaptır. Bu
metnin Türkçe'de bulunmayışının eksikliğini, tek noktalardaki açıklamalarla kapatmağa çalıştık.
Buna bağlı olarak da, (çevirmenlik haddimizi aşarak), okura bir okuma yöntemi önerelim (—
okur, buraya, bütün cildi okuduktan sonra gelmişse, önereceğimiz yöntemin ilk aşamasını zaten
gerçekleştirmiş demektir) :— Metni, önce, arkadaki notlara hiç bakmadan, sabırla anlamaya
çalışarak; ama, anlamadıklarını da 'es geçerek', baştan sona bir kez, hızlıca, fazla ara vermeden,
okumak —sonra, ikinci kez, her bölümü teker teker, arkadaki açıklamalara da arada bakarak,
yeniden okumak...
Bu yöntemi, bir yazma ustası olduğu kadar bir okuma ustası da olan filolog Nietzsche'nin, bir
yerde «geviş getirme» imgesini kullanarak onayladığını, bir de, şunu, belirtelim : Böyle bir okuma
sonucu hâlâ karanlık kalan noktalar varsa, bunlar, ne yazarın, ne Almanca'nın, ne Türkçe'nin, ne de
okurun kusur hanesine yazılmalıdır —yalnızca, çevirmenin beceriksizliği sonucudur...
Aşağıda, bu «okuma»yı kolaylaştırıcı olacağını umarak, bazı açımlamalar veriyoruz.
* * *
Burada verilen, Nietzsche'nin görüşlerinin birözeti değil; bunlardan hareketle, metin boyunca
yinelenen bazı kavranılan kullanma biçimine örnek olmak üzere, bunların anlamlarına açıklık
getirebilecek bir tümceler dizisidir :—
İnsan kümelerinin yaşamlarında, hem kendi üyeleri üzerinde hem de başka kümeler karşısında,
güçlü olmalarının («güç istemleri »nin) araçları olan «ahlak»lar, genel çizgilerinde iki karşıt
türdendir. Birinciler, «soylu», «nasipli», kendi doğalarından «güçlü», «sağlıklı», «dolu», «zengin
tinli» insan «tipi»nin yaşama bakış «perspektifi»nden kaynaklanır. Bu «insan tipi», yaşamı Evet'ler,
çünkü kendinden memnundur; kendine «iyi» der. Öteki tip insan karşısında ise, «hörgörü» duyar :
ona «kötü» der.
Öteki insan «tipi», «zayıf», «nasibi kıt», «köle ruhlu», «tinsel» olarak «güçsüz» olduğundan,
kendinden kaynaklanan ahlak yargılarına da kolay kolay ulaşamaz; yaşam ve insanlar karşısında
daha çok «reaktif», bağımlı bir tutum izler. İlkin, yaşamdan «hoşnutsuzluğu »nu dışarı vurarak,
«güçlü» ve «nasipli» insan karşısında bir tepki olarak ona «fena» der : ancak bundan sonradır ki
kendisine «iyi» diyebilir. Böylece «ressentiment »ını serimler : yani, dolaylanmış, yansıtılmış bir
duygu içeriği olarak «çekemezlik», «hınçlılık» tutumunu.
Ancak bu 'geriye doğru işleyen' duygu içeriği, biriken bir kaynak oluşturur; «sağlıklı» olarak
açığa vurulamadığından, insanı «zehirler», sonunda «çöküntü»ye, «décadence»a getirir. Ya da, bir
çıkış yolu bulabildiği durumlarda, bu «zayıf güç istemi», «haset», «hınç», «kin» gibi biçimlerde
açığa çıkar; ancak bu, «güçlü» insanın açıktan açığa «saldıran» «öfke»si değildir; «güçsüz» insanın
içten pazarlıklı «kurnaz1ığı»yla, dolambaçlı «intikam» yolları arar.
Bir de, yaşam karşısında, «güçsüz» kalma, son noktasına, «nihil»e, «hiç»e ulaşırsa, yaşama
tam bir Hayır haline, «hiçliği isteme» haline gelebilir. «Nihilizm», insanın kendinden duyduğu
hoşnutsuzluğu «dünya»ya ve genel olarak «yaşam»a yaygınlaştırması, giderek, kendisiyle birlikte
«dünyanın da batması »nı «isteye» bilir. Bu da, örneğin, Nietzsche'nin Hristiyanlık yorumundaki
gibi bir «köle ayaklanması» biçiminde ortaya çıkabilir.
* * *
Aşağıdaki notlar, sayfa sayılarına değil, Nietzsche'nin metne kendi koyduğu bölüm sayılarına
göre düzenlenmiştir. DECCAL : Yeni Ahit'teki «Antihristos» sözcüğü, İsa'nın (Jesus'un), 'beklenen'
«Mesih» («Hristos») olduğunu yadsıyan, anlamına gelir. (Bkz. l Yuhanna 2, 18-22; 4, 3; 2 Yuhanna
7) Almanca biçimi, hem İsa'nın kendisine, hem de 'Hristiyan olan'a «karşı» olmayı belirtir. Bizim
verdiğimiz «Deccal» karşılığı, biraz Müslüman bir 'ton' içerse de, genel olarak «kıyamete yakın
zamanda ortaya çıkacak fenalık timsali kişi» anlamına (Nietzsche'nin bazı yerlerde Zerdüşt tipine
de yakıştırdığı anlamda) yakın düşüyor.
NOTLAR
Önsöz
— en azlar : (Wenigsten) Nietzsche'nin kendine özgü deyimlerinden (bkz. Bl. 57), «çoğunlukazınlık» ikiliğinin de ötesinde,«azınlıktan da «az» olan kişileri niteliyor.
— öldükten sonra : (posthum), yazarların ölümlerinden sonra yayımlanan yapıtları için
kullanılır. ('Kaderin cilvesi', Deccal de bir opus posthumum olmuştur...)
1.
— Hiperborlular : «Kuzey Rüzgarının (Boreas'in; Poyraz'ın) Ötesinde Oturanlar» anlamında,
Grek mitologyasında, dayanıklılığı ile tanınmış bir hayali halk. Apollon kışları onların yanında
geçirirmiş. Grek ozanı Pindaros, Phytia Odeleri'nde bu halktan söz eder.
— scirocco : Akdeniz'de, güneyden, Afrika çölleri üzerinden esen sıcak ve bunaltıcı rüzgar.
Nietzsche, «güney yelleri»yle, Hiperborluların «kuzey rüzgarı»na, «poyraz»a karşıtlık kuruyor.
— manda yüreklilik : (Fra.) largeur (des Herzens) : aşırı hoşgörü, tepkisizlik anlamında.
— taviz: Compromiss
— hoşgörü : Toleranz
— yazgıcı /yazgı : Fatalist / Fatum
2.
—• moralinsiz : Nietzsche, «ahlak» (moral)dan, «kafein», «kokain» gibi bir uyuşturucu
(«moralin») türetiyor; «kafeinsiz» koşutu, moralinfrei sözcüğünü kuruyor, (bkz. Bl. 6)
— virtü : Eski İtalyanca «erdem», Latince «vir/virilis/virtus» kökünden geliyor:
«erkeklik/dayanıklılık/cinsel iktidar/yetenek/güçlülük» gibi anlamlarda.
4.
— başarı : (Gelingen), «uygun düşmek/istenene ulaşmak» anlamında.
— isabet : (Treffer), atış isabeti anlamında.
5.
— Pascal : Parlak bakışları olan bir matematikçi, aynı zamanda da katı bir dindardır.
6.
— Nihilizm : Nietzsche'nin en önemli kavramlarından : İnsanın, her zaman bir «istem» konusu
olan 'değer ve amaçlar'dan yoksun kalınca, «hiçliği ister» duruma düşmesini niteleyen, hem
'psikolojik' hem de 'felsefi' içerikli terim.
7.
— acıma : (Mitleid), «birlikte acı çekme/acısına katılma» anlamında.
— gerilim verici/çöküntü verici : (tonik/depressiv) Sinir fizyolojisinden alınma terimler :
sinir devingenliğini çoğaltıcı/azaltıcı anlamında.
— erke : enerji.
— Nasıralı : İsa'ya, 'memleketi' olan Nasıra kentinden dolayı verilen ad.
— seçi : (İng.) selection. Darwin'in, doğada güçsüzlerin 'ayıklanma'sını ve güçlülerin
yaşamlarını sürdürmek üzere 'seçilme'lerini açıklamak için kullandığı terim. (Nietzsche Darwin'i
bilir ve ona önem verirdi; 'Darwinist'lere ise ateş püskürürdü.)
— öte: (Jenseits), tek başına, isim olarak (tırnak içinde), «öte -dünya» anlamında.
— Nirvana : Sanskritçede «sönmek, yitmek» anlamına gelen sözcük, Budizm'de kişinin dinsel
pıatiğin doruk noktasında ulaştığı tam huzur, dinginlik durumunu niteler.
— idiosynkrasie : (Yun.) Belirli türden (o kişiye özel) allerji, aşırı uyarılabilirlik durumları;
buna bağlı olarak bireysel, anlamı 'kapalı tutan' konuşma biçimi.
— retorik : (Yun.) Konuşma, «hitap etme» biçimi, sanatı. (Bu bölümde yoğun olarak,
ilerikilerde de sık sık görülen fizyoloji/tıp kaynaklı terim ve açıklamalar, Nietzsche'nin «beden»i
anlamak için çağının fizyoloji, biyoloji, tıp 'literatür'ünde yaptığı okumaları yansıtır —bir aralar
herşeyi bırakıp tıp eğitimi görmeye girişmeyi ciddi ciddi düşünmüştür.)
8.
— tanrıbilimci : (Theologe) Yalnızca «dinbilimci» değil, bir «itikat»a bağlı olarak «bilim»
yapan «ilahiyatçı»...
— özgür tinli : (freier Geist) XIX. Yüzyılda yaygınlaşan, «tanrı-tanımaz, modern düşünceli»
kişilerin nitelemesi. Nietzsche bu deyimi bazen kendisi için de kullanır, ama (burada olduğu gibi)
bazen de (başkalarında) eleştirir.
9.
— optik : Çeşitli, ayrı konulara aynı «gözden», aynı bakış açısından bakan görüş biçimi
anlamında.
— sakrosankt : Dokunulamaz düzeyde kutsal.
10.
— Protestan papaz Alman felsefesinin büyükbabası : Bununla Alman felsefesindeki yoğun
mistik/dinsel özellikleri vurgulayan Nietzsche'nin, kendi babası da, büyükbabası da, «Protestan
Papazlar»dı...
— peccatum originale : (Lat.) «Başlangıçtaki/kaynaktaki günah» —Adem ile Havva'nın bilgi
ağacının meyvesini yemeleri.
— Tubingen Darüşşafakası : (Tubingen Stift) «Tubingen Vakfı» —yoğun dinsel bir Protestan
eğitim veren ünlü okul, aynı zamanda bir yardım kurumu niteliğiyle, daha çok yoksul öğrenciler
alırdı, (bkz. aşağıdaki not).
— Şvablar : Tubingen kenti, özellikle «Stift»iyle, Şvabistan'ın (Schwaben, şimdiki Baden-
Wurtemberg'in güney bölümleri) öğrenim merkeziydi. Birçok Alman filozofu Şvabdı ve
Tübingen'de okudu (örneğin, Hegel ve Schelling)
— skepsis : (Yun.) şüphe. Bir felsefe akımı olarak Şüphecilik (Skeptisizm)'in temelindeki
bakış açısı : birşeyi bilmenin («sahici» bilginin) olanaksız olduğunu; insanların «bilgi»
sandıklarının aslında «yanılgı»lar olduğu görüşü. (Nietzsche bu görüşe değer verirdi, bkz. Bl. 12).
Bkz. aşağıdaki not.
— Kant : Nietzsche burada Kant'ın bilgi görüşünü, aşağıda (Bl. 11'de) de ahlak görüşünü
eleştiriyor. Kant'a göre, «gerçek» nesneler, «kendi içinde şey» olarak, bilgiden bağımsız «duran»
biçimleriyle değil, ancak «görünüş» («fenomen») olan, bilen özneye 'görünen' biçimleriyle bilgiye
konu olabilirler; oysa insanlar «doğal bir yanılgıyla bu görünüşleri «gerçek» sayarlar. Nietzsche
«skepsis» ile bunu kastediyor.
11.
— Kant'ın ahlak görüşüne göre de, ahlaklı bir eylem, «kesin buyruğa» (kategorik imperatif)
boyuneğen ve «ödev» karşısında duyulan bir «saygı»dan kaynaklanır. Böyle bir eylemin ölçüsü,
temelindeki ilkenin, her bir insan için geçerli bir «yasa» olup, olamamasıdır : yani, ilke «genel
geçerliğe» yükseltilince; her bir insanın bu ilkeye göre eylemde bulunduğu düşünülünce, ilkenin
eylem belirleyici niteliğini koruyup korumadığıdır.
— Moloh : İnsanlardan kendilerini kurban etmelerini isteyen eski Semit tanrısı.
— Kant /Devrim : Kastedilen, 1789 Fransız Devrimi'dir. Kant, Yetilerin Çatışması (Streit der
Fakültaeten, 1798) adlı kitabının II. Bölümü'nde, insanlığın «sürekli olarak daha iyiye gidip
gitmediği »ni tartışırken, «insan cinsinin ahlaki ilerleme eğilimini kanıtlayan bir çağdaş olay
üzerine» adlı 6 Kesimi'nde, «Devrim»in böyle bir olay olduğunu ve bunun da «insan cinsinde
bulunan bir ahlaksal temelden başka bir nedeninin olamayacağı»nı söyler.
— Königsberg Çinliliği : Königsberg (bugün Kaliningrad), Kant'ın bütün yaşamını geçirdiği
Prusya kenti : Nietzsche, «Çinli» saydığı «kendini aşağılama» tutumunu, Çin atasözü «yüreğini
küçült»le birlikte, kısa boyluluğuyla ünlü olan Kant'a yakıştırırdı.
13.
— «ecinni çarpmış» : Dostoyevski'nin ünlü romanına gönderi olabilir.
— şandala : (Sanskritçe) Hint toplumunun «insan artıkları», genellikle dilenerek geçinen,
«miskin» insanlar. Sözcüğün, «bir içimlik esrar» anlamına, «şandu»dan gelmesi olası.
— pathos : (Yun.) Yoğun duygu, tutku.
— pitoresk : 'Resim' gibi 'hoş'.
15.
— antroposentrik : insanı merkeze alan/ölçü kılan.
— nervus sympaticus: Bedenin sinirsel işlevlerini yükseltmeğe yönelik sinir sistemi.
— ereksellik : teleoloji.
16.
— kozmopolit :. «dünya vatandaşı»; burada, hıçr toplumdan bir takım özellikler alarak
birarayâ getiren, anlamında.
17.
— İsrael'in , bugünkü İsrail ile ilgisi yok tabiî ki : Yahudilerin, en eski mitologyalarındaki
(«vaadedilmiş») ülkeleri.
— Renan, Ernst (1832-1892) : Fransız dinbilimcisi ve oryantalisti. Dinsel yorumlarında
Nietzsche'nin kendi «tam karşıtı» saydığı yazar.
— par excellence: (Lat.) «Daha üstünü olmayan.»
— souterrain : (Fra.) Kanundışı işlerin yapıldığı «yeraltı».
— getto : Büyük şehirlerde, özellikle yoksul Yahudilerin yaşadığı sefalet mahallesi.
— albino : İnsanlar arasında da görülen, «renksiz» (pigmenti olmayan) saç ve dertleriyle belli
olan. bozuk kalıtımlı fertler. Bunların genellikle gözleri de bozuktur.
— metaphysicus : (Lat.) Metafizikçi; filozof.
— sub specie Spinozae : Spinoza'nın, sub specie aeterni (bengi olanın gözüyle) deyimiyle
kelime oyunu : «Spinoza'nın gözüyle»...
19.
— creator spiritus : (Lat.) yaratıcılık ruhu.
— ultimatum : (Lat.) En yüksek.
— monotono-theist'lik : Nietzsche «mono-theist'lik» (tek-Tanrıcılık) ve monoton (tek-düze,
sıkıcı) ile kelime oyunu yapıyor.
20.
— Hint bilginleri: Hindistanlı bilginler değil, Alman Hindoloji bilginleri kastediliyor.
(Bunlardan en ünlülerinden biri, Nietzsche'nin yakın dostu Paul Deussen'di).
— fenomenalizm : Bilginin «görünen»le sınırlandırılması gerektiğini söyleyen felsefe görüşü.
— iyinin ve kötünün ötesinde : Nietzsche'nin Zerdüşt'ten hemen sonra yazdığı kitabın adı
(Jenseits von Gut und Böse, 1885); aynı zamanda, yaygın ahlak yargılarından bağımsız olmanın
«formülü».
— hijyeni : özellikle temizliğe yönelik sağlık önlemleri bütünü.
— diyetetik : Sağlık amacıyla yeme-içmenin, «perhiz»in düzenlenmesi.
— depresyon : Burada daha çok «alçak basınç» koşutluğunda, «bunaltıcı hava» gibi bir
anlamda kullanılıyor.
21.
— kasuistik : Özellikle dinbilim ve hukukta, genel bir ilkeyi tek tek örneklerle temellendirme
işlemi; genellikle 'demagoji' ve 'kılıkırkyarma' anlamında. Nietzsche «günah çıkarma» işlemi
sırasında «günahlarını tek tek anlatılışını kastediyor.
— duyusallık : (Sinnlickheit) 'Duyusal' / bedensel olanla, «zevk-ü safâ»ya varasıya uğraşma
anlamında.
— Cordoba : İspanya'da eski Arap kenti (Kurtuba).
— epilepsoid : Sara hastalığıyla ilgili.
— libertinaj : Bedensel, özellikle de cinsel 'serbestleşmişlik'.
23.
— Brahman : Budist rahip.
— esoterik : «İçe kapalı», yarı-dinsel,eğitim amaçlı toplulukların sıfatı.
— Afrodit/Adonis : Yunan-öncesi ve erken-Grek toprak ve doğa kaynaklı ilkel din biçimleri.
— cultus : Toprağa ve doğaya bağlı tapınma biçimi; kavim düzeyinde din.
— saffet, cinsel perhiz : (Keuschheit) Cinsel güdüleri bastırma kertesinde, her türlü
cinsellikten uzak durmak anlamında. (Katolik papaz olmanın koşullarından biridir.)
24.
— Galile'li : İsa'ya geldiği bölgeye atfen verilen ad.
— non plus ultra : (Lat.) Daha üstünü olmayan.
25.
— Yahova : Museviliğin tanrısı.
— İşaya : (Jesaia, Isaiah) Eski Ahit peygamberlerinden biri. (Nietzsche, belki, İşaya'nın
metninin birinci tekil şahıstan olmasını göz önünde bulunduruyor.)
— ajitatör : İsyana teşvik eden siyasal kışkırtıcı.
26.
— historicis : Tarihsel konular, tarihsel olanı kavrama özelliği.
— kiniklik : Eski Yunan'ın son dönemlerinde çıkan ve dünyanın temelde bozuk, 'kötü'
olduğunu söyleyen felsefe akımı; «kem gözlülük».
— beefsteak : (ing.) Biftek.
27.
— Sibirya'ya gönderecek dil : Sibirya, Nietzsche'nin zamanında da (Çarlık Rusyası'nın)
«siyasal suçluları»nın sürüldüğü yerdi. Burada kastedilen, Yeni Ahit' teki yer yer açıkça 'isyankar'
deyimleme biçimleri.
— çarmıhtaki yazı : Çarmıha gerilen İsa'nın üstüne «Yahudilerin Kralı» yazılı bir alaylı 'suç
bildirisi' asılmıştı. Nietzsche'nin kastettiği, İsa'nın bir 'siyasal suçlu' sayıldığı.
28.
— Strauss, David (1808-1874) : Alman filolog ve bilgini, 27 yaşındayken yazdığı
'aydınlanmış' bir İsa kitabının, sonradan, 64 yaşındayken «Alman halkı için yeniden gözden
geçirilmiş» bir biçimini yayınlayınca, Nietzsche'nin Zamana Aykırı Bakışlar adlı kitaplar dizisinin
ilkinde, yerden yere çalmasına yol açar. (David Strauss, der Bekenner und der Schriftsteller, 1873).
— Evangelium : (Yun.) «İyi haber»; hem İsa'nın insanlara getirdiği 'tanrı bildirisi', hem de,
(çoğul haliyle) YeniAhit'in çeşitli 'mürit'lerce yazılmış metinleri.
— aktarım : (Überlieferung) Tarihsel bir dönemden bugüne ulaşmış bilgi ve belgeler toplamı.
29.
— Assisi'li Franciscus : İtalyan Azizi.
— psychologicis : Ruhsal durumları kavrama yetisi, psikolojik konular.
— budala : (Idiot) Nietzsche, özellikle Dostoyevski'yi. tanıdıktan sonra, bu kavramla ve
akraba kavramlarla (deli, çılgın) yakından ilgilenir.
— habitus : (Lat.) Yaşam çevresi, alışkanlıkların temeli, giderek 'mizaç', görünüm, kıyafet, v.b.
(Burada daha çok 'ruh hali' gibi bir anlamda kullanılıyor.)
30.
— Hedonizm : Kazlara önem veren, «mutluluğu» duyusal olanda arayan düşünce akımı :
Mutluluğu acılardan ve nahoşluklardan uzak durmada gören Epikuros ile ilgisi kurulmuştur.
31.
— Messias : (İbranice-Yun.), «Mesih», (Arapça) «yağla meshedilmiş», (Arapçadan Batı
dillerine «masaj» olarak da geçen kökten gelen sözcük.) İsa'nın «kutsanmış iyileştirici» yanını
vurgulayan adı.
— Vaftizci Yahya : (Yohanna) İsa Mesih'in geleceğini haber veren ve onu vaftiz eden (yarı)
peygamber.
— le grand mâitre en ironie : (Fra.) Ironi'nin büyük ustası.
— apoloji : Kendini haklı çıkararak savunma.
32.
— imperieux : (Fra.) buyuran, egemen olan.
— semiotik : Gizli anlamlı, imalı simgelerle anlam bütünleri kurma ve bunları anlama 'sanatı'.
— Sankhyam : Sanskritçe «sınama»; Budizm'de «sınavdan geçme», ve bunun gizemli dili.
— Lao Tse : Eski Çin'in, «özdeyişlerle» konuşan peygamber-tanrısı.
— diyalektik : Platon'daki anlayışla, bir konuda, karşılıklı soru-yanıt yoluyla, bir kişiyi kendi
mantıksal kabullerinden hareket ederek ikna etme yöntemi.
— kuvvet kanıtı için bkz. Bl. 50.
34.
— dam üstünde saksağan : Türkçe'ye biraz. fazla (!) çevirdiğim deyim, aslında «göz üstünde
yumruk» : birşeyi göstermek isterken kişinin gözüne yumruk atmak, gibi bir anlam olsa gerek...
— Amphitryon : Eski Yunan mitologyasında, Amphitryon'un karısı Alkmene'ye Zeüs
«görünür» ve bu beraberlikten Herkül doğar. Nietzsche Hristiyan tanrısının Meryem'e
«görünme»siyle koşutluk kuruyor, (bkz. aşağıdaki not).
— teslis : (Trinitaet; trinitas) Hristiyanlığın, «Baba», «Oğul» ve «Kutsal Ruh»tan oluşan
«üçlü-birliği»; «Tanrı», «İsa» ve «Ruhülkudüs»ün hem ayrı üç şey, hem de aynı tek şey olduğunu
bildiren öğreti.
— kirlenmemiş peydahlanma : unbefleckter Empf aengniss (conceptio immaculata, bkz. Bl.
56) Meryem'in bakire, 'kirlenmemiş' olarak İsa'ya hamile kalması.
37.
— Imperium Romanum : Roma İmparatorluğu; «yayıldığı, egemenlik kurduğu alan»
anlamında.
38.
— genç bir prens : O sıralarda yeni Kaiser («İmparator») olan genç II. Wilhelm.
39.
— yaratıcı (erfinderisch) : Sanattaki anlamında değil, örneğin «teknik buluş» anlamında.
— Naksos : Şarap tanrısı Dionysos'un yoğun olarak tapınıldığı yerlerden, ve mitologyada,
Dionysos ile Ariadne'nin karşılaştıkları ada. Nietzsche, muhtemelen, ilk kitabı olan Musikinin
Ruhundan Tragedyanın Doğuşu'na ve orada ele aldığı iki tanrıya, Apollon ile Dionysos'a gönderide
bulunuyor.
— görüngüsellik : (Phaenomenalitaet) Yalnızca «görünen» kadarıyla yetinmek, anlamında.
40.
— Farisi : (Pharisaeer) Eski İbrani inançlarından oluşan katı tarikatın üyesi; İsa'nın en çok
karşı çıktığı, geçerlikteki dinin rahipleri.
— canaille : (Fra.) ayaktakımı, adi suçlu. (Çarmıh Roma'da en aşağı idam biçimiydi.)
42.
— Dysangelist : Kötü haberci; Nietzsche «Evangelist» («iyi haberci») nin karşıtını kuruyor.
— tiranize etmek/tiran1ık : Dehşete, korkuya salmak/bu yolla kurulmuş tek kişi yönetimi.
44.
— ultime ratio : (Lat.) En son neden/amaç/ölçü.
— biri dışında : Nietzsche kendini kastediyor...
45.
— hükmetmek : Markus alıntısında «yargılamak», Pavlus alıntısında ise «egemenlik kurmak»
anlamında.
— molozlar : (Gesindel) Sürü üyesi anlamında, bkz. Bl. 57'ye not.
46.
— Polonya'lı Yahudiler : yoksulluklarından dolayı, «kirlilik»leriyle 'ünlü'ydüler.
— e tutto festo : (İta.) Herşey(iyle) sağlam/sımsıkı.
— Pilatus : yargılanmak üzere karşısına getirilen İsa'ya, kendisini «Yahudilerin Kralı» sayıp
saymadığını sorunca, İsa, şu yanıtı verir (Yuhanna, 18, 37-38) : «Kıral olduğumu sen söylüyorsun
[yahut, bunu diyorsun çünkü kıralım]. Ben bunun için doğmuşum, ve bunun için dünyaya geldim
ki, hakikate şehadet edeyim. Hakikatten olan herkes benim sesimi işitir.» Bunun üzerine «Pilatus
ona : Hakikat nedir? dedi. / Bunu dedikten sonra, tekrar Yahudilere çıktı, ve onlara dedi : Ben onda
hiç bir suç bulmuyorum.» «Yahudi Pazarlığı »yla da, «Fısıh» bayramı nedeniyle bir suçlu
bağışlamak için İsa'yı öneren Pilatus'dan, Yahudilerin soyguncu Barabas'ı bağışlamasını istemeleri,
İsa'yı ise çarmıha germesini istemeleri; Pilatus'un da buna uyması kastediliyor.
— Petronius : Neron'un sarayında «Arbiter» (yargıç) olan (Titus? Gaius?) «zarif Petronius»'un
günümüze kalmış, roman biçimindeki yapıtı üç uçan gencin maceralarını renkli bir dille anlatır.
Petronius, siyasal entrikalar içinde kalıp yargılanınca bilek damarlarını kesip intihar etmiştir.
47.
— deus qualem Paulus creavit, dei negatio : (Lat.) Değil mi ki tanrı Paulus'u yarattı,
yadsıyorum tanrıyı.
— in praxi : (Lat.) Pratikte.
— thora : Eski İbranice sözcük, «öğreti» anlamına gelir, Musa'nın yasalarını niteler.
Nietzsche, Yunanca «tanrı» (teos) sözcüğünün kökü ile ilgi kuruyor.
— İskenderiye : Eski Yunan sonrası ve Hristiyanlık öncesinin en gelişmiş kültür ve bilim
merkeziydi.
48.
— Bu bölümdeki matrak geçişiyle, Nietzsche Eski Ahit'in Çıkış (Genesis) öykülerini izliyor:
Havva'nın Yılan'a kanarak Adem'e Bilgi Ağacı'nın meyvesinden yedirmesi; Tanrı'nın onları
cennetten kovuşu; göklere dek vararak Tanrı'ya ulaşacak Babil Kulesi'nin inşası ve Tanrı'nın
insanlara ödek olarak farklı diller vermesi, onları «halk»lara ayırması; insanların kötü yola
sapmaları üzerine Tanrı'nın (yalnızca Nuh'un gemisinin kurtulduğu) Tufan'ı yaratması...
— Heva : Nietzsche İbranice «yılan» anlamına gelen sözcük ile, Adem'in 'eşi’ Havva arasında
ilişki kuruyor (Havva (Eva) için genellikle verilen kök, «efa», «ewa»dır.)
50.
— önceden kurulmuş uyum : (Praestablierte Har monie) Leibniz'den kaynaklanan ve «dünya
olayları» ile «tanrı iradesi» arasında ilişki kuran kavramı, Nietzsche burada, nedensel olarak bağlı
olmayan, ama ortaya çıkışlarında koşutluk gösteren iki olay dizisi, anlamında kullanıyor.
— kuvvet/lilik kanıtı : (Beweis der Kraft) Birşeyin, insanları harekete geçirme 'kuvvet'ine
sahip olduğuna göre doğru olması gerektiğini söyleyerek bunu kanıtlama.
— absurdum: (Lat.) saçma, abes, akıldışı.
51.
— in majorem dei honorem : (Lat.) Ulu tanrının şerefi adına : Papazların kutsama sırasında
söyledikleri söz.
— training : (ing.) İdman, antrenman, alıştırma.
— folie circulaire : (Fra.) Kısır döngülü düşünce içeren delilik.
— rancune : (Fra.) Küçük hınç, kin.
— in hoc signo: (Lat.) Bu işaretle/simgeyle.
52.
— histerik/raşitik : Nietzsche, kadınlarda görülen aşırı uyarılmışlık durumları ile, çocuklarda
görülen, kemik gelişmesi hastalığı yüzünden ortaya çıkan devinim bozukluklarını kastediyor.
— superbia : (Lat.) Üstünlük gururu.
— Pietist : «Safiyane» dinsellik öğütleyen Protestan mezhebi üyesi.
— ephexis : (Yun.) Sıra gözetmek, yöntemlilik.
— Zerdüşt gönderisi : «Rahipler üzerine» adlı bölümden (11. Kısım, 4. Bölüm).
54.
— kuşkucu : Yukarıda (Bl. 12) «şüpheci» dediğimiz «Spektiker»e. burada, 'teknik/felsefi'
anlamından çok, yaygın anlamında kullanıldığından, bu karşılığı veriyoruz.
— Carlyle, Thomas (1795-1881) : İskoç düşünür. Bazen Nietzsche'ci de sayılan yazar,
«kahraman» ve «üstün insan» düşüncelerini Nietzsche'nin onaylamadığı bir romantiklikle
yorumlamıştır.
55.
— Antisemit : Yahudi düşmanı Alman. Doruk noktasını Nazizmde bulacak olan ırk
düşüncesine dayalı Alman Milliyetçiliği ile Yahudi aleyhtarlığı, bu sıralarda (özellikle Wagner'in
çevresinde) 'serpilmeğe' başlamıştı. Nietzsche bunlara başından beri şiddetle karşı çıkmıştır.
— Kant : Nietzsche'nin burada eleştirdiği, Kant'ın etik görüşündeki; ahlak sorunlarının
«teorik» aklın konusu olamayacağı, ancak «pratik» akıl için «gerçeklik»leri olduğu düşüncesidir.
Ancak Nietzsche, Kant'a (dolaylı da olsa) «vahiy» düşüncesini yakıştırırken haksızlık ediyor :
Kant'a göre gerçi ahlak sorunları «bilgi» konusu edinilemez, ama yaparak, eylem yoluyla («pratik
akıl»la) gerçeklenir. (Nietzsche'nin Kant eleştirileri genellikle düşünürün kendi yapıtlarına değil, o
sıralarda «Kant» adı altında «ortada gezinen» anlayışlara yöneliktir —ya da, ancak bunlara
yönelmiş olmakla haklı hale gelir.)
— Manu : Ahlak öğütleri içeren Eski Hint (Budist) Yasalar Kitabının adı. «insan» demek olan
sözcük, bu kitapta «insanın ilk atası» gibi bir anlamda yer alır.
57.
— in flagranti : (Lat.) Suçüstü (yakalanma).
— in infinitum : (Lat.) sonsuza dek : Bitmeyen, sonu gelmeyen 'dizi'lerin sıfatı.
— ayrıcalık(lı hak) : olarak çevirdiğim (Vorrecht). sözcük kuruluşuyla «ön(celikli)hak» hem
başkaları bakımından öncelik taşıyan bir hak, hem de «geçiş üstünlüğü» gibi bir anlamda, bir
üstünlük hakkı.
— Bir hak, bir ayrıcalıktır, : çevirisi, anlamı veriyor ama sözcüklerin hakkını (!) vermiyor :
Ein Recht ist e in Vorrecht.
— askerlik : «Dünya»dan 'el-etek çekme', 'münzevilik'. Burada, 'kendini zora koşma' anlamı
vurgulanıyor.
— düzeyler düzeni : (Rangordnung) Nietzsche'nin temel kavramlarından, değerlilik açısından
bir alttakiler-üsttekiler düzenlemesi («hiyerarşi»). Nietzsche'ye göre her değerler dizgesi böyle bir
düzenlemedir.
— pulchrum est paucorum homineum : (Lat.) Güzellik pek az insan [a vergi] dir; ya da,
(pauca/orum okuyarak), güzellik insanın pek az söz [e gereksinim duyduğu bir şey] dir. («Pek az»
anlamına gelen «paucus», Nietzsche'nin «en azlar»ını çağrıştırıyor : Bkz. önsöz, ve bu bölüm.)
— sürü/sürücüleri : (Gesindel) Nietzsche'nin ağzında en ağır 'küfür' : hem «uşak», hem
«sürü», hem «ayaktakımı» gibi anlamlara gelir. (Yukarıda Bl. 45'de «moloz» dedik...)
— sosyalist/anarşist : Bunlar yazılırken, 1905'de doruğuna varacak toplumsal -eylemli
'anarşistlik' dönemine daha epey var; «Sosyal Demokrat» hareket de henüz başlangıçlarında.
Nietzsche'nin zamanında, hoşnutsuzlukla etrafa bombalar fırlatan, devlet adamı öldüren
«anarşist»ler vardı; «sosyalizm» de (1848'den sonra) en 'hırçın' dönemini yaşıyordu.
58.
— aere perrennius : (Lat.) Zamana göğüs geren; çağlar boyu kalan.
— sub specie aeterni: Bkz. yukarıda Bl. 17'ye not.
— unio mystica : (Lat.) (Tanrı ile) gizemli birliğe varmak.
— bengi Yahudi : Bir yandan «İbrahim Oğullarının 'dünya durdukça' varolacakları
düşüncesine, bir yandan da tarih boyunca varolmaya 'mahkum edilmiş' olmaları düşüncesine
gönderide bulunuyor.
— BüyükAna/Osiris/Mithras : Asya kökenli ve gizli tapınma törenleri içeren (Grek öncesi)
ilkel dinler.
— Paulus'un Şam'da yaşadığı : Paulus çeşitli zamanlarda İsa Mesih'in ya da Ruhülkudüs'ün
kendisine görünerek yol gösterdiğini anlatır.
— Hrist : (Christ) «uyaklılığı» vermek için böyle yazıyoruz. Almancada Christ İsa'yı
(«Christus», «Jesus») olduğu kadar, herhangi bir «Hrist/iyan»ı niteler. («Uyaklılığı» sağlayan «ist»,
tabiî ki, «Hristos»dan gelen «Hrist» ve «Nihil/ist»te bambaşka anlamlarda...)
60.
— İsviçreli bekçi : Yoksul İsviçreli 'şövalye'ler, çeşitli sarayların, bu arada da Kilise
büyüklerinin, 'kapıkulluğu'nu, paralı askerliğini yaparlardı.
61.
— Sezar Borjiya : Cesare Borgia (1475 ya da 76 -1507), İspanya kökenli İtalyan soylu
ailesinin üyesi; Papa VI. Alexander'in gayrimeşru oğlu. Rönesans'ın kültürlü ve maceraperest,
'parlak' kişiliklerinden; aynı zamanda çeşitli siyasal 'kudretlilik' girişimleriyle tanınır —Papa
olmasına da 'kıt kalmıştı'... Nietzsche'nin «Üstinsan» için verdiği ender tarihsel örneklerdendir.
— paccatum originale: Bkz. Bl. 10'a not.
— «Özgürlük» savaşı : Alman birliğinin kurulması,
— Reich : «İkinci» Alman «İmparatorluğu».
62.
— humanitas :. (Lat.) İnsanlık; 'hümanizm'in temelindeki anlamda.
— komplo : (Verschworung) Almanca sözcüğü Frenkçesiyle çeviriyorum (!) : «gizlice
biraraya gelerek ortak bir düşmana karşı ortaklaşa eyleme geçmek için yemin etmek» anlamında
«komplo kurmak»...
— dies nefastus : (Lat.) Lanetli gün.
«Yasa»
Filolojik verilere göre, Nietzsche bu parçayla ne yapacağına (yayımlayıp yayımlamayacağına,
ve hangi kitabının sonunda yayımlayacağına) bir türlü karar verememiş. Bunun yazılı olduğu sayfa
uzun süre Ecce Homo elyazmasının sonunda yer almış, Nietzsche'nin yapıtlarının birçok basımında
ise (kızkardeşi Elizabeth'in 'sansür'üne uğrayarak) yer almamış.
Öte yandan, Podach, «Yasa»dan sonra, «Çekiç Konuşuyor » başlığı altında ve Zerdüşt 3, 90
gönderisiyle, Zerdüşt'ün III. Kitabından, «Eski ve Yeni Levhalar Üzerine» Bölümünün 30.
Kesimi'ni veriyor. K G W ise, Antichrist metnini «Yasa» ile bitiriyor; buna karşılık, aynı başlık ve
aynı gönderiyle aynı Zerdüşt Bölümü'nün bu kez 29. Kesimi'ni, Nietzsche'nin bir önceki kitabı
Götzen-Daemmerung (Putların Batışı)'un sonuna koyuyor. «3, 90» gönderisinden, Zerdüşt III.'ün
ilk basımının sayfa gönderisini anlarsak, iki basım arasındaki bu uygunsuzluk, elimizdeki verilerle
bir «muamma» olarak kalıyor. KGW, Götzen-Daemmerung'u, basıma temel olan yazması
Nietzsche'nin elinden geçmiş olan 1889 basımından verdiğine göre, burada herhalde bir yanılma
olmasa gerek; ancak Podach da, «Çekiç Konuşuyor» başlıklı parçayı, elyazmasının sayfa
numarasını belirterek veriyor. Bu bakımdan, «günahı onların boynuna» diyerek, bu parçanın
çevirisini, yukarıda ana metne (K G W 'ye uyarak) almadık, ama, çevirisini (Podach'a uyarak)
aşağıda sunuyoruz :—
Ey istemim benim, sen her zorluğun mucizesi zorunluğum benim! Koru beni bütün küçük
yengilerden!
Sen yazısı ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki! Koru ve esirge beni bir büyük
yazgı için!
Ve son büyüklüğümü, istemim, esirge en sonuncun için, — ki amansız olasın yengin içinde,
Ah; kimler yenilmedi ki kendi yengilerine!
Ah, kimlerin gözü kararmadı ki o esrik alacakaranlıkta! Ah, kimlerin ayağı kaymadı ki ve
unutmadı ki yengisinde —ayakta durmayı! —
—Ki ben bir kez dolu ve olgun olayım büyük öğlede: dolu ve olgun, tıpkı eriyik maden gibi,
şimşek yüklü bulut gibi, şişmiş meme gibi:
—dolu ve olgun kendimle ve en gizli istemim için, okunu özleyen bir yay, yıldızını özleyen bir
ok :
—bir yıldız, dolu ve olgun öğlesinde, eriyik, delik deşik kutsanmış yokedici güneşoklarıyla: —
kendisi bir güneş ve amansız bir güneşsistemi, yengisinde yoketmeye hazır!
Ey istem, her zorluğun dönüm noktası, sen benim zorunluğum! Esirge beni bir büyük yengi
için! —
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder