Blogda Ara

1.09.2008

NIETZSCHE HAKKINDA HERŞEY


LANETLİ DÜŞÜNÜR NİETZSCHE ve FELSEFESİ
Lanetli Düşünür Nietzsche I. Bölüm: Hiç liğin Prensi

Friedrich Wilhelm Nietzsche... 15 Ekim 1844 de Prusya da doğan ve yüzyılı aşkın bir süredir gelip geçen tüm önemli düşünce ve sanat insanlarını etkileyen posbıyıklı cesur kahraman!

Heidegger, Camus, Joyce, Foucault, Derrida, Jung, Freud, Gide, Hesse, Mann, Malraux, Shaw, Rilke, Picasso, Yeats, Sartre, Brecht...kimi ondan yola çıktı kimi onunla hesaplaşmadan yoluna devam edemeyeceğini düşündü. Hiç liğin prensi, üstün insan ın yaratıcısı, dahi ve zırdeli filozof, ölümünün (1900) üzerinden geçen bunca zamana rağmen eskimeyen, hatta gün geçtikçe daha iyi anlaşılan düşünceleriyle, dipdiri karşımızda...

İlginçtir ki Nietzcshe nin büyükbabası, dedesi ve babası profesyonel din adamıydılar. Çok başarılı bir öğrencilik dönemi geçiren Nietzcshe, üniversitede teoloji ve klasik filoloji okudu. Bonn Üniversitesinde okurken çok önem verdiği hocası Ritschl, Leipzig Üniversitesi ne geçince o da hocasını takip etti ve eğitimini burada sürdürdü. Bu tarihlerde (1865) tesadüf eseri sahaflardan birinde Schopenhauer'in bir kitabını bulması sonucu onun görüşlerinden etkilendi ve arkadaşlarına bundan böyle bir "Schopenhauer'ci" olduğunu açıkladı. 1868 şubatında henüz doktorasını tamamlamamış olan Nietzsche, Ritschl'in tavsiyesi üzerine Basel üniversitesi klasik filoloji bölümüne genç yaşta öğretim görevlisi olarak atandı. 1870 yılında patlak veren Fransa-Almanya savaşı, Nietzche nin hayatını da derinden etkiledi. Üniversiteden izin alan genç akademisyen, gönüllü sıhhiye eri olarak cepheye gitti ama yaralıların nakli sırasında dizanteri ve difteriye yakalandı ve sağlığının bozulması nedeniyle iki ay sonra Basel e geri döndü.

Mesleği ona yetmiyordu. Felsefeye yoğun ilgi duyuyor ve bu alanda çalışmalar yapmak istiyordu. Bu amaçla üniversitenin felsefe kürsüsüne yaptığı başvuru reddedilince klasik filolojiden iyice uzaklaşıp kendini tamamen felsefeye verdi. Bu arada önceleri hayatında büyük önem taşıyan ama sonra tamamen koptuğu Wagner le tanıştı ve samimi oldu. 1869 yılına kadar üniversitede kaldıysa da sağlık sorunları ona hiçbir zaman rahat vermedi. Bu tarihte sağlığı bahane edilerek kürsüsünden istifa etmeye zorlandı ve sonraki on yılını İsviçre, Fransız Riviera sı ve İtalya daki çeşitli pansiyonlarda geçirdi. Yalnızlığı ve hem fiziksel hem ruhsal acılarıyla başbaşa kaldığı bu süreç onun en önemli yapıtlarını yazdığı dönemdir. Also Sprach Zarathustra(Böyle Buyurdu Zerdüşt), Janseits von Gut und Böse, Zur Genealogie der Moral, Der Antichrist (Deccal), Ecce Homo (İşte İnsan) bu dönemin eserleri arasındadır. 1882 de Roma da arkadaşı Paul Ree aracılığıyla büyük bir aşka bağlanacağı Lou von Salome la tanışır. Ondan çok etkilenir ve Ree yi Salome a evlilik teklif etmekle görevlendirir. Ama Ree de Salome a aşıktır ve Nietzsche nin aşkı karşılık bulamaz. Bu arada baş ağrısı ve uykusuzlukla cebelleşirken bir yandan da kızkardeşi ve annesinden kaçmaktadır. Kız kardeşinin ırkçı fikirleri benimsemesi ve önde gelen bir Yahudi düşmanıyla evlenmesi ilişkileri iyice koparır. Nietzsche bundan böyle Almanya da, özellikle de ailesiyle birlikte yaşamak istemediğini açıklar ve Nice e yerleşir.

Tarihler 1889 u gösterdiğinde Nietszche artık yorgundur. Sinirleri zayıflamıştır. 3 Ocak günü Torino'da Piazza Carlo'da bir sinir krizi geçirir ve sahibi tarafından kırbaçlanan yaşlı bir atın boynuna sarılarak ağlar ve yolda yığılıp kalır. Sonraki günler (3-7 Ocak arası) bazı dostlarına son not pusulalarını gönderir; bunlar delilik pusulaları olarak anılacaktır. 18 Ocak tarihinde Jena üniversitesindeki psikiyatri kliniğine kaldırılır. Doktorlar "ileri yeti yitimi" teşhisi koyarlar. 1890 da annesi oğlunu alır ve bakmak üzere Naumburg'taki evine getirir. Durumu ağırlaşmaya devam eder. Rahatlayabildiği ender zamanlarda piyano çalar ve gezintiler yapar. 1894 yılında kız kardeşi Elizabeth Nietzsche tarafından ilk Nietzsche arşivinin temelleri atılır. Düşünürün eserleriyle ilgili tüm yetki artık yayım işini de üstlenen Elizabeth'tedir. Nietzsche'nin zihinsel fonksiyonları artık iyice yavaşlamıştır. 1897 de annesinin ölümünün ardından kız kardeşi onu kendisiyle beraber Weimar'a götürür.

Yaşarken bazı kitaplarını kendi parasıyla bastırmak zorunda kalan, bazı kitaplarının ise basıldığını bile göremeyen Nietzsche, yaşadığı dönemde anlaşılmayacağının bilincindeydi. 20. yüzyılda bile Nietzsche nin tam olarak anlaşılmış olduğu söylenemez. Kız kardeşinin ırkçı fikirleri ve eserlerinde yaptığı bazı sahtekarlıklar, nazizmden tiksinen ünlü düşünürün adının bu faşist hareketle birlikte anılmasına yol açtıysa da onun yıkıntılar altında kalmış bir hazineyi andıran düşüncelerinin büyük bir kısmı neyse ki su yüzüne çıkabildi. Üstün insan fikrinin diğerlerinden üstün olan belirli bir ırkı değil insanlığın adım atmayacağını öngördüğü yeni bir evreyi temsil ettiğinin anlaşılması çok uzun sürdü. Oysa Nietzsche, insan ı hayvan ile üstün insan arasındaki bir köprü olarak görmekteydi.

Lanetli düşünür Nietzsche, büyük ve hesabı çoktan verilmiş bir hayatın ardından 25 Ağustos 1900 yılında Weimar da öldü. Ölüm nedeni üçüncü derece gizil frenginin yol açtığı atipik genel felç olarak belirlendi...

Lanetli Düşünür Nietzsche II. Bölüm: Tehlikeli Belki'nin Filozofu

Kendine "tehlikeli belki'nin filozofu" diyen Nietzcshe'nin felsefesinden bahsetmek üzere bir çıkış noktası aramaya kalkmak boşuna bir çaba olurdu herhalde. Varlık ve başlangıç düşüncelerini reddeden ve her şeyin döngüsel olarak sürekli yeniden başladığını savunan Nietzsche'nin bu fikrine karşı durmak -hele onu anlatan bir yazıda- abesle iştigal etmek olurdu. O yüzden biz de çembere rastgele bir noktadan dahil olalım ve filozofun tutarlı, her bir parçası bir diğeriyle bağlantılı düşüncelerinin ana hatlarıyla da olsa bir resmini çizmeye çalışalım.

Nietzsche ve Yaşam
Yaşamın hızını kesen, yükselişini engelleyen her şeye "hayır"; yaşamayı hızlandıran, yükselten her şeye "evet" der Nietzsche. Kötü sayılan şeyler, örneğin sertlik, amansızlık, kavgacılık kişinin canlılığını artırıyorsa onlara da "evet". Yanlışlar, aldanışlar yaşamanın gelişmesine yardım ediyorsa onlara da "evet". Buna karşılık Schopenhauer, "Ama daha çok yaşama, daha çok acı demektir, yaşadığınca acı çekersin.", diyecek Nietzsche ise ona "İyi ya!", diye karşılık verecektir, "en yüce dağlar, en derin denizlerden çıkmıştır; en derin acılardan doğar en derin sevinçler."

Nietzsche'ye göre yaşam, yalnızca kaosun içinde bir istisna değil aynı zamanda bir "hata"dır. Yani belki de hiçbir zaman meydana gelmeyecek olan ve tesadüfen oluşmuş bir durumdur yaşam. Evrende tüm güçler mutlak kayıtsızlık içerisinde sonsuzlukta yuvarlanıp dururken canlılar varoluşlarını sürdürebilmek için belirli bir çaba göstermek durumundadır. Bu da bir "güç istenci" gerektirir. Yaşama "isteği" evrenin içinde bulunduğu kaosa bir karşı duruştur. Doğadaki her şey amaçsız, ahlaksız ve değerlere sahip olmaksızın en uzun varoluşu hedefleyen bir güç istenci içerisindeyken biyolojik gelişmişliği sonucu bilinç ve düşünme gibi niteliklere sahip olan insan bu güç istencini içine döndürebilir, olumsuzlayabilir, onu işaretlerle inşa edebilir ve hatta bir "öteki dünya" yaratarak onu ret bile edebilir.

Nietzsche ve Politika
Nietzsche kendisini yorumlayanlar tarafından kimi zaman gerici, totaliter, ırkçı ve köleci sayılmıştır. Kitlelere, parlamentarizme, demokratik değerlere eşitliğe, dayanışmaya getirdiği ağır eleştiriler çoğunlukla insanları onu bu şekilde yorumlamaya itmiştir. O kitleleri yeni bir köle sınıfı olarak tasarlamıyor; genel bir zayıflamanın, endüstriyel köleliğin, yaşam ve enerji israfının farkına varıyor ve bunun daha "insani" başka bir mantıkla yer değiştirmesini istiyor. Ama kapitalizmin insanlıkdışı politikasının insanların sürüleşmeye olan eğiliminin bir sonucu olduğunu düşündüğü için ona göre bastırılması ya da hiç değilse yeniden yönlendirilmesi gereken şey işte bu sürüleşmecilik. Buna göre Nietzsche için politika, şu en önemli soruya cevap vermelidir: İnsanlık nasıl tedavi edilecek? Yeniden nasıl doğru yola, "yaşamın", cesaretin, yaratımın yoluna koyulacak? Çünkü, Batı'nın sürdürdüğü politika bizi bugün dahi bu hastalığın devamlılığına ve düzenlenmesine sevk ediyor. Kitleler mi? Onlar hiçlik istencinin aracıdır; Demokrasi mi? Hiçliğin politik rejimi; İşçi sınıfı mı? Hiçliğin sınıfı; Çalışma mı? Hiçliğin değeri; Kapitalizm mi? Hiçliğin ekonomisi.

Müzmin Kötü Adam
Küçük erdemlerin peşinde koşmayan ve inandığı şeyleri herşeye ve herkese rağmen sonuna kadar savunmak cüretinden vazgeçmeyen Nietzsche hiçbir zaman "iyi", "hümanist" vb. gibi kavramlarla tanımlanmaya uygun şeyler söylemedi. Bu yüzden de, yaşadığı çağda olduğu gibi bugün de en ağır eleştiriler, en sert karşı çıkışlar ona yönlendirildi, ondan nefret edildi. Onun ortaya koyduğu ikilem şuydu:
Ya Hıristiyan insan ve onu bütünleyen şeyler -demokrasi, dayanışma, sürücüllük, liberalizm- , ya da biyolojik insan ve toplumun yeni bir örgütlenmesi.

Nihilizm
Nietzsche öncelikle bir nihilist olarak bilindiğine göre bu konuya da değinmek gerekiyor. Deleuze, nihilizm tanımında iki farklı türde nihilizmden bahseder. Nihilizm sözcüğündeki "nihil", varlığın olumsuz karşıtı anlamında değildir ama öncelikle bir hiçlik değerini ifade eder. Yaşam inkar edildiği, değersiz kılındığı ölçüde bir hiçlik değeri kazanır. Şu halde nihilizm, ilk anlamı içinde ve temelinde şudur: Yaşamın hiçlik değerini alması, yaşama bu hiçlik değerini veren üstün değerler kurmacası, kendini bu üstün değerler içinde ifade eden hiçlik istenci. İkinci ve daha çok kullanılan anlamında ise nihilizm bir istenci değil bir tepkiyi ifade eder. Burada artık üstün değerler adına yaşamın değersizleştirilmesi, özellikle üstün değerlerin değersizleştirilmesi söz konusudur. Değersizleştirme, artık yaşamın hiçlik değerini alması anlamına gelmez; değerlerin, üstün değerlerin hiçliği anlamına gelir. Birinci anlam olumsuz nihilizmken ikici anlam tepkisel bir nihilizmdir.

Tanrı Öldü
Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün 4.kitabının başında Nietzsche'nin ünlü "Tanrı öldü" tezini dile getirdiği cümlelerle karşılaşırız: "Ah, dünyada acıyanların deliliklerinden daha büyük delilikler nerede görülmüştür? Ve dünyada acıyanların deliliklerinden daha çok acı doğurmuş ne vardır?
Yazık bütün o seven, ama acımalarının üstüne çıkamayan kişilere!
Bir gün bana şöyle dedi şeytan: 'Tanrının dahi kendi cehennemi vardır: bu, insana sevgisidir.'
Ve şöyle dediğini işittim geçenlerde: 'Tanrı öldü: insana acımasından öldü Tanrı."

Nietzsche'ye göre Tanrı, insanın içinde ölmüştür, insan kendi eliyle öldürmüştür onu; Tanrı'nın ölümüyle açılan boşluğa yuvarlanmaktadır; en büyük tehlikeyle yok olmakla karşı karşıyadır. Fakat bu en büyük tehlike, onun en büyük olanağıdır, insan ne yapıp yapıp bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini alt ederek doldurmalıdır. Ancak böyle değer kazanacaktır Tanrı'yı öldürmesi.

Nietzcshe ve Sanat
Nietzsche'ye göre sanatın görevi geleceğin insanlığını yaratmaktır. Ona göre "Dehanın doğurulması, bu dünyaya getirilmesi insan türünün tek ereğidir." Sanat, öncesi ve sonrası olmayanı simgeler ve kendine özgü biçimde dünyanın düzenini taklit eder; böylece de değişen dünyada bazı görüntüler sabitlenmiş olur. Sanat, oluşu aşma istenci ve bir sonsuzlaştırma edimidir. Filozofa göre uygarlıklar kendilerini sanatlarıyla ifade ederler. Onun sisteminde filozof ve sanatçıyı birbirinden ayıramayız.

Nietzsche ve onun felsefesi hakkında yazılan milyonlarca satır, yüzlerce kitap var. Onu anlama çabası 19. yüzyıldan bu yana sürüyor. Bu kısacık yazıda tabii ki herşeyi bir bir irdeleyip açıklamak mümkün değil ama umarız en azından Tehlikeli Belki'nin Filozofu'na karşı bir merak uyandırmayı becerebilmişizdir.

Lanetli Düşünür Nietzsche Özel Dosya serisinin üçüncü ve son bölümünü Nietzsche'nin sözlerine ayırdık. Herbiri başlıbaşına birer felsefi ekol yaratabilecek bu düşünsel ürünlerin TurkiyeOnLine okurlarının kafasında da soru işaretleri yaratabilmesi umuduyla...

Lanetli Düşünür Nietzsche III. Bölüm : Nietzsche'nin Defterlerinden

İnsan fazlasıyla acınası bir hayvandır ve bütün özelliklerini öylesine ciddiye alır ki sanki dünya bu özelliklerin çevresinde dönmektedir.

Yeryüzü, dünyamız, zorunlu nedenlerden ötürü günün birinde yok olacaktır. Güneş sonsuza dek sıcaklık yayamaz. Başka güçleri kullanıp tüketmeden ısı üreten bir devinim düşünülemez. Güneşin ısısı hakkında istediğiniz hipotezi kurun, varılacak nokta ısı kaynağının sonlu olduğudur.

Bütün "bilme", bir ölçeğe göre ölçmedir. Ölçek olmadan, yani sınırlandırma olmadan bilgi olmaz.

Çev: Dürrin Tunç

***********************************************************************************************************************
Hakkında/Postmodernizmin yol açıcısı olarak Friedrich Nietzsche

POSTMODERNİZM ve NİETZSCHE
Bu yıl Adatepe deki Taşmektep Seminerleri ne, çok istememe rağmen katılamadım. Orada, aziz dostum Oruç Aruoba ile birlikte, Postmodernizmin Yolaçıcısı Nietzsche konulu ve bir hafta sürecek bir seminer verecektik; kısmet değilmiş; gidemedim! Ama aldığım notların bir bölümünü, Adatepe ye beni de dinlemek üzere giden dostlarımın görüşüne sunmaktan alamadım kendimi.

Hemen belirteyim ki, bunlar, bir Nietzsche defterine alınmış notlardır ve kendi içinde bir bütünlük göstermeyebilir. Belki de, böyle bir bütünlük göstermemesi, Nietzsche nin parçalı yazı sına daha uygun düşüyordur..

Önce parçalı yazı yı açmak gerekir. Parçalı yazı ( écriture fragmentaire ), Maurice Blanchot nun. Blanchot, Nietzsche nin sağken yayımladığı metinlerin çelişkili ve aforizma biçiminde yazılmış, sistematik olmayan metinler olduğunu söyler. Ernest Behler de Confrontations da parçalı yazı yı her şeyden önce bir sistemin reddi, eksik olan a tutku, düşüncenin tamamlanmamış devinimi olarak tanımlar.

Nietzsche nin, parçalı yazı dolayımında, postmodern düşüncenin yolaçıcısı olduğu söylenegelmiştir; doğrudur da! Ama elbette bu yolaçıcılığın hangi bağlamda gerçekleştiği üzerinde durulmak koşuluyla!

Bu bağlam, bana göre elbet, Nietzsche nin Nachlass da (903) dile getirdiği şu önermede temellenir: Olgular (tatsachen) yoktur, sadece yorumlar vardır. Önesürüşlerin, bir perspektiften doğru, bir başka perspektiften yanlış olabileceğini söyler Nietzsche ve İnsanca, Pek İnsanca da şunları ilave eder: Filozof, insan hakkında ne söylediyse, temelde, sadece insanın son derece sınırlı bir zaman süresine tanıklık etmekten öte bir anlam taşımaz [...] Bengi olgular olmadığı gibi, saltık doğrular da yoktur. Öyleyse, şunu söylemek ister Nietzsche: Dünyanın okunabilmesi ancak parçalı yazıyla mümkündür. Dünya çoğulluktur ve çoğulluk da, elbet parçalı yazıyla okunabilir. Blanchot şöyle koyar meseleyi: Dünyanın yorumlanması gerekir, yorum ise çoğuldur. Nietzche nin Perspektivizmi nden de anlaşılması gereken budur elbet...

Nietzsche nin postmodernizme öncülük edişinde temelkoyucu kavramlardan birincisinin, yorum olduğunu önesürmenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Kuşkusuz, olgulardan söz edilemiyorsa eğer, bu, önermelerimizin, doğru ya da yanlış olduğunu sınama olanağımızın bulunmadığı anlamına gelmez. Burada Nietzsche nin kastettiği, insanın son derece sınırlı bir zaman süreci ndeki önesürüşlerinin, doğru ya da yanlış olmadığı değildir. O sadece, bengi ( ebedi ) olgulardan ve saltık ( mutlak ) doğrulardan söz edilemeyeceğini bildirmektedir bize...

Olgular değil, yorum ! Mesela sosyolojik anlamda Toplum dan ancak, Toplum üzerine üretilmiş olan teoriler (Marx, Durkheim, Weber) bağlamında sözedilebilir; her biri birer yorum dan başka bir şey olmayan bu teorilerin ötesinde toplum diye bir olgu ya da gerçeklik yoktur. Derrida yı açarak söylersem, toplum bir metin den ( texte ) başka bir şey değildir ve metin dışı yoktur. ( Il n y a pas de hors texte ).

Pekiyi de, bu metin kendi kendini açıklayabilir mi? Blanchot, Nietzsche nin dünyayı düşünürken onu bir metin gibi düşün[düğünü] bildirir; Nietzsche için Dünya [nın da] bir metin olduğunu söyler, hemen arkasından şunları da ekleyerek: Ama dünya metinde gösterilmez; metin dünyayı görülebilir, okunabilir (...] kavranabilir hale getirmez.[...] Dünya metni metne gönderir, tıpkı metnin dünyayı dünyanın olumlanmasına gönderdiği gibi. Metin: Tabii ki bir eğretileme [istiare, metafor H.Y.), ama eğer artık varlığın eğretilemesi olmadığını ileri sürüyorsa da, varlıktan kurtulmuş bir dünyanın eğretilemesi değildir; olsa olsa kendi eğretilemesinin eğretilemesi. Derrida nın metin dışı yoktur önermesini, Blanchot, Dünya kendinin dışıdır diyerek tamamlar.

Olguların yerine yorumun ikame edilmesindeki Nietzsche sel yaklaşım, bizi, yorum un yanısıra, ya da, onun arkasında duran bir başka kavrama götürür: İcat ( Erfindung ). Basitçe söylersek, her yorum, zorunlu olarak, bir icat tır; bir olgunun ya da gerçekliğin keşfi sözkonusu olamayacağına göre (varolan, orda duran bir şey keşfedilir çünkü!), yorum , elbette icat edilmiş olacaktır. Ama Nietzsche, daha da ileriye gider: İcad ı, keşif le değil, köken ( Ursprung ) kavramıyla karşıtlaştırır. Şen Bilim de, Schopenhauer üzerine yazdıklarına bakıldığında görülen şudur: Din, Bilgi, Şiir vb. gibi kavramların bir köken i yoktur. Din, Bilgi ve Şiir, önceden varolmadıkları için, mesela Schopenhauer in Din in kökeni üzerine önesürdüğü argümanların tümünün yanlış olduğunu söyler Nietzsche. Foucault nun da Dits et Ecrits te (II, 543) belirttiği gibi, icat tan söz etmek demek, köken den söz edememek demektir.
***************************************************************************************************************
Hakkında/Nietzsche ve Marx

MODERNİZM, AYDINLANMA DÜŞÜNCESİ...
Akademisyenler ve öğrenciler açısından varolan bir boşluğa da işaret eden bu ihtiyacı geçtiğimiz dönem siyasetin gündemine oturan Nazım'ın vatandaşlığının iade edilmesi tartışmalarında komünistlerin özellikle altını çizdikleri bir noktayla ilişkilendirmek istiyorum. Bu tartışmalarda komünistler Nazım'ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına ihtiyacı olmadığını ama memleketin Nazım'ın taşıdığı değerlere ihtiyacı olduğunu vurgulamışlardı. Bence bir durum Marksizm-üniversiteler ilişkisi için de geçerli. Marksizm-Leninizmin, felsefe, bilim ve politikanın içiçe geçtiği yöntemsel bütünlüğünün aşılabileceğine inanmıyorum. Ama, bu Marksist düşüncenin üniversitelere yeniden girmesi gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Sınıf mücadelelerinin, felsefe ve kuram alanında da etkili olduğunu düşünürsek; günümüzde akademik tercihlerde ön plana çıkan yeni kuramları da bu gerçekten bağımsız olarak düşünemeyiz. Son 20-30 yıl boyunca entelektüel dünyada sıklıkla karşımıza çıkan öğretiler "post" ön ekiyle başlamakta, totaliter, indirgemeci ve pozitivist olarak suçladıkları modernizm ve aydınlanma tasarısından beslenen düşünce sistemlerini ve bu arada özellikle Marksizmi yerden yere vurmakta, büyük anlatıları, kurtuluş programlarını tamamen reddetmekte. Her şeyi her türlü tarihsel, toplumsal bağlamdan koparıp, dilsel bir dizgeye indirgemeye çabalayan bu söylemler, en nihayetinde modern insanın, hayatın baskı ve adaletsizliklerine direnemeyeceğini vaaz etmekte. Buna ek olarak egemen ideolojinin kazandığı büyük zaferler, organik aydın, geleneksel aydın kategorilerinin tamamen dağılmış olması, sıkışan aydının mücadelesi ve direngen politik pratiğe sırtını dönmesi bu durumu pekiştiriyor.

Peki, bu durumda akademisyenlerin, aydınların hiçbir çıkış yolu yok mu? Aydınlanma tasarısı, kurtuluş öğretileri ve bunların en gelişkini olarak formüle edilen Marksizm büyük bir fiyaskoyla tarihin sahnesinden çekilmiş midir? Marksizm'deki tıkanma aydınlanma düşüncesine bağlılık, felsefi bütünsellik sorunsalından mı kaynaklanmaktadır?

İlk olarak, kavramları netleştirelim. Modernizm büyük bir ergime, çıplaklaşma ve başkalaşma tasavvurudur. Modern olmak bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürüklerken Marx bu durumu şöyle anlatır: "Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor", ama sonra şöyle devam eder: "Modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarının bir araya getirmiş olan bu toplum, yer altı güçlerini kontrol edemez bir büyücüye benziyor" Böylece modernliğin diyalektik devinimi ironik bir biçimde kendi itici gücüne, burjuvaziye karşı döner.

Sanayi toplumunun oluşmasıyla birlikte üretim ilişkilerindeki köklü altüst oluşlar, üretici güçlerdeki dehşetli ve büyüleyici ilerleme dönemin düşün dünyasında da sarsıcı etkiler yarattı. Sermaye sınıfı, modern burjuva toplumunun sarsıcı ve yıkıcı devinimini gelişmenin tek koşulu olarak merkeze koyduğu ölçüde, kendi sonunu da hazırlamaktaydı. İşçi sınıfının oluşması ve geniş yığınların proleterleşmesiyle birlikte kendi mezarını kazan kapitalizm, çürümeyi, yozlaşmayı ve dekadans kültürünü akıl almaz ölçülere ulaştırdı; fakat diğer yandan ilerleme, kalkınma, insanileşme, akla olan güven ve inanç aydınlanma düşüncesinin oluşturduğu zeminde kök salmakta, daha iyi, daha adil bir dünya ütopyasına kan vermekteydi.

Marksizm bu tabloda nereye oturuyor?

Marksizm 18. ve 19. yüzyılda bütün adaletsizliklere ve sermaye düzeninin yıkıcı ve öldürücü etkisine bir meydan okumadır. Modernizm düşüncesi Marksizm'le süreklilik-kopuş diyalektiği bağlamında aşılır. Marksizm modernizmin hem köklü bir inkarıdır, hem de aydınlanma tasarısının taşıyıcısıdır, insanın kendine ve topluma olan yabancılaşmasının aşılacağına inanır. Marksizm'in özgünlüğü modernizmin yıkıcı gücünü sınıflar mücadelesi kavramıyla taçlandırmasındadır. Modernizmde tarihin itici gücü bilim olarak düşünülürken Marksizm sınıf mücadelelerinin tarihin motoru olduğunu gösterir ve bir tarihsel gelişim şeması kurar. Marksizm'in aydınlanma tasarısı, egemen sınıfın ihanet ettiği aklı sahiplendiği, toplumsal değerleri yeniden ürettiği ve bu değerleri içerip aşarak bütünlüklü bir forma kavuşturduğu için hâlâ günceldir.

Burada ara verip bu sürecin diğer önemli düşünürü Nietzsche'ye geçelim. Nietzsche modernizmi tanrının ölümü metaforuyla ölümsüzleştiriyor ama en önemlisi Diyonisos ve Apollon ayrıştırması ile muhteşem bir soyutlama yapıyor. Diyonisos tin, yaratıcılık, tutku, coşku ile özdeşleştirilirken Apollon akıl, durağanlık, dinginlik, huzur ile eş tutulur.

Burada Nietzsche Diyonisos'a doğru çubuğu büker. Modernizmden sermaye düzeninin akıl ile olan ilişkisinden nefret eder, kapitalizmin insanından ve yaşamından tiksinir, sıkışmayı derinden hisseder ama en önemlisi korkar ve şöyle haykırır: "Yıkılana bir tekme de sen vur." Yıkma süreci son derece psikolojik, birey merkezlidir; bu yüzden "insan üst insana giden yolda bir iptir" soyutlanmasına ihtiyaç duyar. Örneğin Marksizm'de tarihin ilerletici gücü sınıflar mücadelesiyken Nietzsche, tarihin ancak güçlü kişilerce ileriye doğru taşınabileceğini ileri sürer. Marksizm'deki sınıfsal kavrayışın aksine Nietzsche toplumu bireyler ve niteliksiz yığınlar, sürüler olarak algılar. Usa karşı iradeyi çıkaran öğretisi, halk yığınlarından tiksinmenin ideolojisini sergiler. Bazıları Nietzsche'yi Avrupa ve dünya faşizminin öncüsü, ortak yaratıcısı ve ideologu olarak görür. Toplumun tüm bireylerini sürü olarak görüp, insan varoluşunun anlamsızlığını felsefenin merkezine koyunca siyasal ve toplumsal eşitlik inancına büyük bir düşmanlık besler. Marx'ın iyimserliği, akla ve insana duyduğu güvenin tersine Nietzsche olumsuz üstüne yaptığı vurguyla acıya, işkenceye, kötümserliğe mahkumdur. Marx sosyalizm aracılığıyla insanlığın sınıfsız, sömürüsüz bir toplum idealine ulaşacağını hissederken Nietzsche, nihilizm aracılığıyla değerleri ve toplumsal varoluşu yeniden yaratma olanağının varolabileceğini, ancak bunun küllerinde yeniden doğan sınırlı sayıda üst-insanla gerçekleşeceğini söyleyerek sınıfların yerine bireyleri koyar.

Bu anlamda Marx'ın Nietzsche'ye göre üstünlüğü verili gerçekçiliği soyutlayabilmesindedir. Özelin bilgisine genelden ulaşır; somutun bilgisine soyutlamalar yaparak varır. Nietzsche verili anı tekil örnekler üzerinden mutlaklaştırırken tarihin ve toplumun yasalarını göremez.

Günümüzün postmodern akımları başka bir çalışmanın bu yazının konusu olmamakla beraber birkaç örnek vererek Nietzsche'nin günümüz egemen ideolojisi içindeki yerini bakmak faydalı olacaktır. Öznenin yitimi, tarihin sonu, ideolojilerin anlamsızlığı gibi temel varsayımlar Nietzsche'nin modernizm eleştirisinden beslenmektedir. Günümüzün moda düşünürlerinden Foucault'da bu durumu çok açık bir şekilde görebiliriz. Foucault'nun insan aklından şüphe etmesi ve sürekli akıldışı olan ile ilgilenmesi tesadüfi değildir. Ama bu duruma en güzel örnek Deleuse'den verilebilir. Deleuse şöyle der: "Faşizmle savaşmak sadece sokaklarda olmaz; insan kendi içindeki faşizmle de mücadele etmelidir." Bir açıdan çok doğru ama diğer yandan faşizmin, Nazi ideolojisinin üzerinde yükseldiği sınıfsal taban ve kapitalist rekabetin yansıması unutturulduğu için faşizm bir akıldışılığa indirgenmiştir. Aslında bu kavrayışsızlık aklın sınıflar mücadelesinden bağımsız bir şekilde tasarlanmasından kaynaklanır. Marx'ın üstünlüğü aklın geçtiği her yerde "kimin aklı" sorusunu sormasındadır.

Başa dönerek sorduğumuz sorulara kısmen cevap vermeye çalışırsak:

· Marksistler aydınlanma düşüncesinin yarattığı değerleri yeniden güncelleştirmek, akla ve insana duyulan güveni yeniden tazelemek zorundalar.
· Öznenin parçalanması, yitmesi fikri içinde bulunduğumuz toplumsal koşullardan bağımsız değildir. Kapitalizmin şu an geldiği evredeki yıkıcılığı Marx'ı korkutmadığı gibi bizi de korkutmamalı, kurtuluş ideolojilerinden uzaklaştırmamalıdır.
· Dün-bugün-yarın bağlamını kaybetmemeliyiz. Etkin insan bugünü soyutlayan yarını somut olarak görebilendir.
· Tarihin bir mantığı vardır, insanlardan, onların istek ve iradelerinden bağımsız bir akışı ve biçimlenişi vardır. Bu nesnel bir olgudur. Ama insanların, tarihin bilincine varanların bu nesnelliği bir kez kavradıktan sonra onu oturup izlemeleri imkansızdır.
· Modernizm eleştirilerinin nihilist ve özyıkımsal karakterinden beslenen postmodern ideolojiler Marksizm'e köklü ve yıkıcı bir darbe vuramamışlardır. Çünkü Marksizm düşüncesi daha gelişkin ve bütünlüklü bir yöntemsel çerçeveyle aşılamamıştır...
**************************************************************************************************
Hakkında/Nietzsche Yaylası

FRİEDRİCH WİLHELM NİETZSCHE
Sanırım Nietzsche aynı zamanda hem en çok sevilen ve hem de en çok nefret edilen filozoflardan biri. Nietzsche'ye karşı beslediği duyguları bilgiye dayandırabilen insanlara söylenebilecek birşey yok, ancak bizim kültürel ortamımızda Nietzsche'ye karşı beslenen hem olumlu hem de olumsuz düşünceler daha çok önyargılara dayanıyor. Bir yönüyle Nietzsche felsefenin Brad Pitt'i gibi düşünülebilir. Felsefe tarihinin en popüler simalarından biridir. "Eline kırbacını alan" gecelerin "über-delikanlısı" İstanbul barlarında kadın avına çıkabilir. Sistem içinde kendine sıra dışı bir idol arayanların ihtiyaçlarına çok güzel cevap verebilir, özellikle maço delikanlılar için biçilmiş kaftandır. Bu aptalca algılayışa ve Nietzsche'nin göreceli popülaritesine yol açan başlıca neden, sanırım Nietzsche'nin kolay akılda kalabilen, ortamlarda dile getirildiğinde kişiye zeki biriymiş havasını verebilen aforizmaları olsa gerek. Nietzsche ezberciler için birebirdir. Alışılagelmiş ağdalı felsefe yönteminin dışında, şiirsel bir anlatımı vardır. Kafayı çok fazla zorlamadan, kolayca "öz-Çorumlular" kahvesi filozofu olabilir insan Nietzsche okuyarak. Aslında onun bu şiirsel tarzı her iki türden yanlış yorumlanın da temel nedenidir. Spekülasyona açıktır. Bu nedenle Nazilerden, post-yapısalcılara kadar geniş bir yelpazede takipçileri vardır.

Biraz da Nietzsche'nin diğer kutuptaki yanlış yorumuna bakalım:

Bu gruptakiler çoğunlukla Marksistlerdir, daha doğrusu Marksizm'in Ortodoks okulunun öğrencilerdir. Kendi adıma koskoca Marksizm'i, felsefeyle ilgisi Politzer/Lenin/Stalin/Mao ile sınırlı bir grubun tekeline bırakmaya hiç niyetim yok. Aslında Nietzsche bu gruptaki arkadaşların eleştirilerine kaynaklık edebilecek çok geçerli malzemeler vermiyor değil. Tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesin bir şekilde "anti-sosyalist" olduğunu defalarca dile getiriyor. Hatta sosyalizm en büyük birkaç düşmanından biridir. Kitaplarında, kilise ve rasyonalist felsefe ile birlikte Nihilizm'in temel görüngülerinden biri, Avrupa kültürünün hızla içine daldığını düşündüğü dekadansın bir sonucu olarak gördüğü ana saldırı noktalarından biridir. Bu sosyalizmi yanlış yorumlamasından kaynaklanmıyor. Sosyalizmin ne olduğunu çok iyi biliyor, çünkü Avrupa'da her yerde yükselişe geçtiği, bir düşünce sistemi olarak kurumsallaşmaya başladığı bir tarihsel dilimde yaşıyor.

Nietzsche Materyalist mi, İdealist mi?

Ortodoks Marksistlerin bir düşünürü dikkate alması için temel kriter materyalist mi yoksa idealist metafizikçi mi olduğudur. O yüzden Nietzsche'nin olası bir savunmasının sonuna kadar dikkate alınmasını sağlamak için bu meşrulaştırma operasyonuna girmek kaçınılmazdır. Nietzsche kuşkuya yer bırakmayacak şekilde materyalisttir. Çünkü idealist felsefenin Plato ile başlayan, aşkın, mutlak gerçekleri, formları bulma çabasından tiksinti duyar. Onun için yaşamın bizzat kendisi her yönüyle "mutlak"ın kendisidir. Felsefesi koşulsuz bir şekilde yaşamın olumlanmasıdır. Belki bu koşulsuz olumlama onun sosyalistler tarafından yanlış anlaşılmasının da temel nedenlerinden biridir. O yaşamı olduğu gibi olumlar, vahşetiyle, coşkusuyla kısaca bütün bileşeniyle. Zayıf olanın güçlü olanla aynı haklara sahip olmasını yaşamın doğal akışına bir saldırı olarak görür. İşte yaşamın bu mutlak olumlanması, çok kolay gibi görünen felsefesini çok karmaşık ve yanlış yorumlara açık hale getiriyor. Bu karmaşık felsefenin içine nüfuz edebilmek, zaman içine yayılacak uzun erimli bir çalışma olacağı için, detaylara şimdilik girmiyorum. Bu yazıda Marksistlerin neden Nietzsche okumaları , okumakla kalmayıp, anlamaya çalışmaları gerektiğini ve böyle bir anlama çabasının önündeki en büyük engel olarak, başka pek çok alanlarda da düşünsel gelişmemizi engelleyen iki hastalığın ne olduğunu göstermeye çalışacağım.

Nietzsche'yi Okumaya ve Anlamaya Neden İhtiyacımız Var?

Acaba bu soruyu hiç sormasa mıydım? Soru öyle kabak gibi ortaya çıkınca, kısaca basit ve sarih bir cevap vermenin hiç de kolay olmadığını görüverdim. Neyse, analitik ve alıntılarla desteklenmiş daha nesnel bir yazıyı süreç içinde oluşmaya bırakalım. Böylece bu soru Nietzsche yaylasının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallansın dursun ve yanıt(lar)ı zaman içinde serpilip olgunlaşsın, yeri geldikçe ortaya çıksın. Şimdilik öznel coşkuların ve iç gözlemlerin dile getirilmesiyle yetinelim.

Nahif ve yanıltıcı olma riski taşısa da düz bir mantıkla girelim: komünizm insanın insan üzerindeki sömürüsünün kaldırılmasıdır, yani yaşamın kendisini gerçekleştirmesinin önündeki, tamamen uygarlığın bir ürünü olan, kültürel engellerin aşılmasıdır. İnsanla doğa arasındaki direk ilişkinin kurulması, insanların varoluşlarını tam kapasiteyle geçekleştirmelerinin sağlanmasıdır. Nietzsche'de modern uygarlığın, kendinde-şey olarak yaşamı dolayımlandırdığını düşünür. Yaşamın direk doğrudan hissedilmesinin önüne, egemen sisteminin kurumlarının, ailenin, dinin, okulun yapay engeller çıkardığına inanır. Sonuç olarak eğer bu düz mantığımız doğruysa, Nietzsche ile Marx'ın aynı geminin yolcusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu düz mantığı biraz daha ileriye götürelim ve spekülatif bir şema çıkartalım ve her ikisini bu şemada biryerlere yerleştirelim.

Eğer bu şemanın yaşamın doğrudan tecrübe edilmesini temsil ettiğini varsayarsak, o şemanın Marx'ın toplumsal kurtuluş kısmında, Nietzsche'nin de bireysel kurtuluş kısmında yer aldığını söyleyebiliriz. Eğer bireysel kurtuluşun toplumsal kurtuluştan geçtiği şeklindeki bildik teraneyle yetiniyorsak daha fazla sorgulamaya gerek yok. Nietzsche tarihin çöplüğüne atılabilir. Ama diğer olasılığın, bireysel kurtuluşla, toplumsal kurtuluş arasında iki kutbun ayrık biraradalığına ve aralarındaki birinin diğerine hegomonik olmayan ilişkisine dayanan olasılığın da mümkün olduğuna inanıyorsak, serbest çağrışıma devam edebiliriz.

Nietzsche ile Marx arasında felsefelerinin yöneldiği hedefler arasındaki kutuplaşmanın bir paraleli zamansallık boyutunda da kurulabilir. Marx'in felsefesi geçmişin analizi, şimdinin politik organizasyonu ile varılacak sonraki bir yapıyı hedeflemesi anlamında futuristtir. Kuşkusuz şimdinin bir yadsıması değildir sözkonusu olan. Marksizm biliyoruz ki, tarihselliğe en fazla vurgu yapan felsefedir. Tarihsel olan bir felsefe de şimdiyi asla yadsıyamaz. Ancak Marksizm "kapitalizm olarak şimdi"nin aşılması üzerine kurulur. İndirgemeci bir tasvir ile "kötü" şimdinin "iyi" bir gelecek adına yadsınması Marksizm içinde ima edilir. Oysa buna karşın Nietzsche'de şimdiye karşı tavır, bir "iyi" gelecek perspektifi ile yapılmaz. Onda da "şimdi" bir dekadans durumu olarak görülür. Ancak bu dekadansın aşılması, gerekli toplumsal örgütlenmeler ve düzeltmeler yapılana kadar ertelenecek birşey değildir. "Şimdi"nin dekadansı şimdi içinde çözülecektir. Nietzsche'ye, kişinin kendisinin tecrübe edemeyeceği bir gelecek adına kendisini feda etmesini onaylayıp onaylamayacağı sorulsaydı, herhalde onaylamazdı. Onun için kişinin kendi yaşam sınırları içinde kurtuluşu, en azından Marx'a kıyasla, mümkündür.

Eğer bu "teorik" şemanın doğru olabileceğini kabul edersek, "pratik" düzlemdeki konumlar da açığa çıkıyor. Pratik düzlemde Nietzsche'nin doldurduğu boşluğu anlamak için, sanırım şu saptamayı kabul etmek gerekiyor: Marksizm içinde, kendi sonal hedefine tam bir aykırılık durumunda olan son derece tehlikeli bir Truva Atı vardır: Parti. Bireylerin tabii olduğu, bütün içinde önemsizleştiği bir yapı olarak Parti. Ya da genel olarak organizasyon ve iktidar ilişkileri. Burda hedef alınan pratik bir zorunluluk olarak Parti fikrinin eleştirilmesi değildir. Yani Parti gerekli midir değil midir sorusu, şu anda tartışılan konu ile bağlantılı değildir. Bu konu da son derece tartışmaya açıktır ancak şu anda yapılan bu tartışma içinde bir görüş beyan etme ve taraf olma değildir. Yani partinin gereksizliği gösterilmeye çalışılmıyor. Geçekten "bilimsel" olarak son hedef için pratik bir ihtiyaç olduğunu kabul edelim. Ama bu kabul bile Parti'nin Truva Atı olma potansiyelini dışlamıyor. Marksizm'in temel ilkelerinden biri olarak biliyoruz ki, sonal hedef iktidar ilişkilerinin olmadığı sınıfsız bir toplumdur. Ancak bu hedefe ulaşmak için Ortodoks senaryo içinde, göğüslere taş basılarak "istemeye istemeye" hayat dayattığı için geçici bir süre iktidar ilişkilerine katlanılır. Bu bir araçtır, ne yapalım elden birşey gelmiyor. Ama söz hele şu kapitalizmi bir yıkalım hemen ilk fırsatta bu iktidar yapılardan kurtulacağız. Ortodoks şablon bu. Ancak hem tarihsel deneyimlerden şahit olduğumuz, hem de tarafsız nesnel akıl yürütmelerden çıkarabileceğimiz için biliyoruz ki, iyi bir amacı şiar edinmiş bile olsa her iktidar yapısı Frankfurtçuların "Otoriter Kişiliği"ni , Marcuse'nin "Tek Boyutlu İnsan"nını, Reich'ın "Küçük Adamı"nı üretme tehlikesini içinde barındırır. Bu işin bir yönü, diğer yönü ise özel olarak parti genel olarak güç ve iktidar ilişkileri, varoluş sorununa olgunlaşmamış, erken bir "çözüm" sunarlar. İşleyen bir hiyerarşik düzen içerisinde, gelecekteki ulvi bir amaca yönelik yaşadığını düşünen birey aslında şu anki günlük hayat içindeki varoluşuna çok etkili ve kolay bir çözüm bulmuştur. Hiyerarşik yapı içinde edindiği yer onun yaşamı, gerçek dinamiği içinde kavramasını engeller, çünkü iktidar ilişkileri ona herşeyin yerli yerine oturmuş olduğu bütünsel bir evren algılayışı sunar. Sorgulamaya gerek kalmaz. İşte Nietzsche'nin yapmaya çalıştığı, böyle bir yanılsama içinde yaşayan bireyi sarsmak, onu bulunduğu uykudan uyandırmak ve yaşamı bütün çıplaklığı ile bütün trajik yönleriyle görmesini sağlamak, ve gördüğü karşısında duyacağı dehşetle beraber varolmasını öğretmektir. Marksizm içinde belki de en çok ihmal edilen konu, insanın doğa içindeki trajik varoluşunun dinamikleridir. İnsanlığın kurtuluş mücadelesi sadece, ekonomik kurtuluşla sağlanabilecek midir? Sınıflar ortadan kalktığı zaman, insanlık gözlerinin önüne serilen ekonomik sorunların ötesindeki varoluşun dehşetine katlanabilecek kadar olgunlaşmış olacak mıdır, Tanrı öldükten sonra, mutlak hiçliğe doğru yuvarlanışının kaçınılmaz ilerleyişini kabul edebilecek midir?

Nietzsche'ye bence çok önemli görünen bu gibi teorik sorunların ötesinde, günlük hayatın içinden oldukça pratik yönelimli olarak yaklaşmak da mümkün. Bunu en iyi "dönek"liğin dinamiklerinin analizi ile görebiliriz. "Dönek" diye tanımlanan insanların geçtikleri aşamalar nelerdir? Bu, sadece kişiliği zayıf, zaafları çok insanların düştüğü bir durum mu yoksa "dönmenin" ya da "dönmemenin", bir ve aynı sürecin rastlantısal bireysel tarihlerle belirlenen farklı yoğunluklarının sonucu olduğu bir durum mu? Aynı istatistik de en uç örnekleri ortalamanın hesaplanmasında dışlanmasında olduğu gibi, çok alçak ve çok yüksek gönüllü insanların istatistiki bir değeri yoktur. Bu durumda ortalama bir gönül düzeyinden bahsetmek durumundayız. Eğer dönekliğin çok sık rastlanan bir eğilim olduğu tarihsel koşullar sözkonusu ise, bu durumda bu olguyu insanların gönüllerin alçaklığıyla açıklayıp daha yüksek gönüllü bir kuşağı beklemektense, mevcut insanın kendilerini gerçekleştirme dinamiklerini ve eğitimlerini sorgulamamız gerekir. Bu yazıda da bunu deneyelim.

Eğer insan gerçeğe bağlılığını içselleştirmeyip, bir cemaatin sıcaklığının kolaylılığı içinde bağlı olduğu yanılsaması içinde yaşıyorsa, sözkonusu cemaatin rastlantısal varoluş koşulları zamansal ve mekansal son derece pratik nedenlerden dolayı kaybolursa, bu yanılsamalı gerçeğe bağlılık da son derece ağrısız ve sancısız bir şekilde farkında bile olmadan yok olacaktır. Somut bir örnekle, bu sürecin en yaygın örneğiyle ( W. Brandt'in söylemiş olduğu iddia edilen aşağı yukarı "İnsan 20'lerinde komünist, 30'larinda sosyalist, 40'dan sonra sosyal demokrat olur" şeklindeki lafının özetlediği süreç) inceleyelim:

Üniversite yılları; eş dost hısım akraba gırla. Gerçeğin yılmaz savunucusu, haksızlıkların ödün vermez düşmanı, kankaları ile varoluşunun onaylandığı, takdir gördüğü hoş sohbetli, bol eylemli, toplantılı hareketli günler içinde tatlı tatlı yaşar. Aşksız da kalmaz, çünkü her iki cinsten de "gerçeğe bağılı" insanlar bulunmaktadır. Derken iş hayatına girilir, eski ilişkilerde çok kolay bulduğu onayı yenilerinde bulamaz. O yüksek gönüllülük kimsenin ipinde değildir. Tarihin akışında silik birer nokta olan o küçük yaşamlar birden, koca tarihin bütün seyrinin değiştiği kırılma noktalarında biri oluverir. O kırılma noktasına kadar herşey eskiden bilindiği şekliyle akmaktaydı, ama ne yapılsın ki kendi yaşamı o kırılma noktalarından birine denk gelmiştir ve artık gerçekliğe bağlılık yeni ilkeler üzerinde yükselmektedir, eğer hala bir geçeğe bağlılık gibi bir nosyon ve istek kaldıysa tabii. İşte Nietzsche, bireyi dekadansa iten, nihilizme sürükleyen böyle kültürün toplumsal yapılarına (örneğimizde üniversite ortamlarının, kankalık, örgüt-daşlık kurumu) saldırır. Biraz da bireyler arasındaki farkı sildiği için sosyalizmden nefret eder. Herkes gittiği yönün tersine gidebilecek kadar cesur olan, yaşamın olumlanması çabasında başkasının onayına ihtiyaç duymayacak kadar kendinden emin olabilecek insana seslenmek ister.

Nietzsche 'yi Yanlış Anlamadaki İlk Etken : Empati Eksikliği

Başka insanlarla olduğu gibi Nietzsche'yle de iletişim kuramayışımızın sebeplerinden biri empati eksikliğimiz olsa gerek. Nietzsche'nin söylediklerinin bir toplumcu insan için çok net kabul edilemezliği, daha ileri bir anlama çabasını engellemektedir. Sözlerin Nietzsche'nin bireysel tarihinden soyutlanarak görünen yüzünün algılanması, altta yatıyor olabilecek anlamlarının dikkate alınmamasına yol açıyor. Kuşkusuz Nietzsche'nin toplumsal bir devrim yapmaktan çok daha başka bir amacı vardı. Ancak amacının ne olduğundan daha o amaca yönelik söylemiş olduklarına bakmak gerekiyor belki de.

Nasıl bir tarihsel konjonktür içinde dünyaya geliyor?, nasıl bir aileye verili doğuyor? Nasıl Yahudilik düşünürlerin çoğunda yerleşik düzenin yapılarına karşı bir muhaliflik doğmasındaki dinamiklerin bileşenlerinden biriyse, Nietzsche'nin, tek bir devlet altında birleşme çabalarının olduğu bir tarihsel dönemdeki milliyetçi Almanya'daki Almanlığı, 5 kuşakta 20 din adamı çıkaran bir ailenin 21. din adamı olma yönündeki ailevi baskılar, hayatının erken çağlarından başlayarak sürekli kötüleşen sağlık durumu, uzun süreli yalnızlıkları, Lou Salome tarafından red edilmesi gibi pek çok bireysel tarihinin olguları da onun faşizan gibi görünen düşüncelerini oluşturan bileşenlerdir. Plato'nun İdea'ları gibi mutlak gerçek bir devrimci filozof formuna göre teste tabii tutulduğunda Nietzsche o testi geçemeyecektir. Ama zaten bu da Nietzsche'yi gerektiği gibi değerlendirememizin ikinci nedeni oluyor.

Nietzsche 'yi Yanlış Anlamadaki İkinci Etken : Kısmi Onaylayış Eksikliği

Düşünsel yapımızın totaliter tarihi belirleniminden olsa gerek, filozoflardan kısmi olarak etkilenmeye açık değiliz. Bir doktrin tam olarak tutarlı, doğru, kusursuz olmak zorundadır. Deleuze - Guattari 'nin Anti-Odipus'unu okumaya geçtiğimizde göreceğimiz, M. Klein'dan alınma "partial objects" diye bir kavram var. Bebek için anne diye bir bütün yoktur başlangıçta, süt emdiği göğüs vardır sadece. Benzer şekilde başka "partial object"ler arasında kurduğu ilişkilerle zihinsel yapısı ilerler. Aslında zihnin temel işleyiş şekillerinden biridir bu Deleuze - Guattari 'ye göre "and that, and that, and that..." diye tanımladığı "conjunctive synthesis" olayı. Herşeyi açıklayan, kutsal kitaplar gibi süper-metinler yoktur. Hiçbir metin tam değildir.

Elbette ki Nietzsche'den yeni bir toplumsal projenin reçetesi çıkmaz, Nietzsche'den insan toplumlarını örgütleyecek bir ideoloji de çıkmaz. Ama ona da "partial object"lere paralellik içinde "partial thought"lar şeklinde yaklaşabilirsek, toplumsal projeler için çok şey öğrenebiliriz.
****************************************
Hakkında/Nietzsche'ye Dindarların Bakışı

DİNDARLAR ve NİETZSCHE
3 OCAK 1889 sabahı Nietzsche akıl dan bağımsız bakmaya çalıştığı anlamsız ve düzensiz dünyaya bugün aklını bütünüyle kapadı. Fizikî hayatının sona ereceği 25 Ağustos 1900 e kadar o artık ya Dionizus tur ya da Haç a gerilen adam. O gün, dışarıdan gelen gürültülere uyanıp sokağa inen Nietzsche, yaşlı bir atın sahibi tarafından feci şekilde dövülmüş olduğunu görür. Kollarıyla atın boynuna sarılır ve yere düşer. Bu düşüş, Nietzsche nin aklı başında son düşüşüdür. Abesiyetin ve kör tesadüfün yönetimindeki öznel dünyasında artık ona düşen rol, elinde fenerle pazar yerine dalıp Tanrı öldü diye bağıran deli yi oynamak olacaktır.

Elinde çekiçle felsefe üreten bu adam, Batı medeniyetinin hastalıklarını çok iyi teşhis eden bir doktordur. Aydınlanma nın, bilimin, aklın ve Darwinci insan ve evren anlayışının vücut verdiği Batı modernitesi, ona göre, yeni bir mutlakçı düşünce üretmiştir. Eski Yunan da akla ve mitolojiye, Orta Çağda Hıristiyanlığa, modern dönemde ise akla ve bilime dayalı olarak üretilen mutlak bilgi kavrayışları insanlığın düşünme ve bilme biçimini tayin etmiştir. Oysa Nietzsche ye göre, ilerleme fikrini temel alan Batı modernitesi ondokuzuncu yüzyıl sonuna gelindiğinde kendi sınırlarına ulaşmış; bilim, akıl ve teknolojiye dayalı hakim paradigma yeni problemlerin çözümünde ve daha kamil ve zengin bir beşerî tecrübeyi yakalamanın önünde bir engel haline gelmiştir. Ona göre, modern insan hayatın rasyonel ilkelere göre yönetilmediğini anlamalıdır; çünkü zorbalık, zulüm ve saçmalık bu hayatın karakteristiğidir. Bilimin hayatta en hakiki yol gösterici olduğunu iddia etmek, ona göre, sadece bir kandırmacadır. Ne bilim, ne de akıl, bize iyi-kötü, güzel ya da çirkin gibi moral değerler konusunda hiçbir standart sunamaz. Batı modernitesi hiçbir aşkın değer, ebedî hakikat, tabiî yasa ve bilgi için sağlam bir temel ortaya koyamamıştır. Tüm bilgi belirli tarihî bir durumda insanlar tarafından oluşturulmuştur; bu yüzden onu oluşturan insanlardan bağımsız moral hakikatler olamaz. Burjuva kültürü çökmüştür ve kendini yıkmakla meşguldür. Beşerî faaliyetlerin, bilim ve aklın sınırlılığını ortaya koyan rasyonel olmayan bir boyutu vardır; akıl diğer beşerî insiyaklarla çelişmiş ve insanın kendini gerçekleştirmesini, tatminini ve hürriyetini engellemiştir. Modern insan yozlaşmış ve güçsüz düşmüştür; bunun da en önemli sebebi, beşerî irade ve insiyakların rasyonaliteye kurban edilmiş olmasıdır.

Batı modernizminin aşırı rasyonelliği karşısında yapılması gereken, bunu aşarak hayatın gerçek gücünü oluşturan karanlık ve esrarengiz insiyaklara kucak açmaktır. Kim iseniz, o olmalısınız der Nietzsche. İnsanın sahip olduğu potansiyeli gerçekleştirebilmesi, onun deyimiyle üst-insan olabilmesi için bu şarttır. Tam da bu yüzden, her türlü cismanî lezzeti afaroz eden Hıristiyanlık, ona göre bu dünya dan kovulmalıdır; çünkü herşey bu dünyada başlar ve burada biter. Öte dünyacılık insanın kendisini gerçekleştirmesini önleyen bir afyondur. Bu anlamda Nietzsche dünyevîleşmenin (sekülarizm) sahte peygamberidir.

Fakirlerin ve zayıfların sesi olarak Roma yı ele geçiren Hıristiyanlık, bu köle ahlâkı nın temsilcisi olarak üsttekilerin, efendilerin sahip olduğu her türlü özelliği kötü olarak nitelemiş, böylece yaşama sevinci ni yok etmiştir. Bunun yerine, kendi aşağı ve kahrolası hayat değerlerini herşeyin standardı yapmıştır. Aydınlanma nın müminleri Hıristiyanlığa acımasızca saldırmışlardı, çünkü Hıristiyanlık insan aklına aykırıydı. Ancak, Hıristiyanlığı yok etmeyi değil makul bir din haline getirmeyi hedefledikleri için, Hıristiyan ahlâkını korudular. Nietzsche nin Hıristiyanlığa saldırısı ise hayat kıvılcımını ve beşerî iştiyakları boğduğuna inanmasından kaynaklanır. Fakat Hıristiyanlığın en büyük cinayeti, yeryüzünde onun hükümranlığını temsil ettiğini ileri sürerken gerçekte Tanrı yı öldürmesidir. Kiliseler Tanrı nın gömüldüğü mezarlardır. Dostu, ünlü besteci ve Yahudi düşmanı Richard Wagner e saldırması da bu yüzdendir. Bir Hıristiyan karşıtı olarak gördüğü Wagner in 1882 de sahnelenen Parsifal isimli operasında Hıristiyan imanını ikrar etmesi, Nietzsche yi, bu muhteris ehl-i dünyanın Hıristiyan öte-dünyacılığını iltizam etmesi biçiminde ortaya çıkan ikiyüzlülüğe duyduğu şiddetle tepkisini Anti-Christ ta (1888) ifade etmeye götürmüştür. Şöyle der Nietzsche: Bugün eyleme dönüşen her saat, her insiyak, her değerleme Hıristiyanlık karşıtıdır: Modern insan hatadan mürekkep öyle bir canavardır ki, buna rağmen utanmadan kendisine Hıristiyan diyebilmektedir! Nietzsche nin İsa (a.s.) Hırıstiyanlığını gerçek Hıristiyanlık olarak gördüğünü ve saldırılarına nesne yaptığı Saint Paulcü Hıristiyanlıktan bunu ayırdığını belirtmek de hakşinaslık olacaktır.

Tanrı nın öldüğü, saçma, dolayısıyla düzenden yoksun bir dünyada yapayalnız, kendi başına, çıplak bir insan vardır. Kendisine yabancı, tüm kâinata yabancı, mütevahhiş. Diğer insanlar, Sartre ın deyimiyle, onun yeryüzündeki cehenneminden başka birşey değildir. O güne kadar savaşıp sömürgeleştirdiği tabiat kendisi için büyük bir tehlike kaynağıdır; çünkü var olan herşey, kör tesadüfün oyuncağıdır artık. Dalâletin, burada Tanrı nın öldüğünü varsaymanın, beraberinde getirdiği ızdırarî bir sonuçtur bu. Düzenin ve anlamın olmadığı bir dünyada insan Tanrı nın tahtına geçmek zorundadır; çünkü düzen ve anlamı inşa etmek tanrılaşmayı gerektirir. Bu tanrı-insan, Nietzsche nin üst-insan ıdır. Farazî bir varlığı olan insan benliğinin sanal olarak da olsa reelleştirilmesi tarih boyunca Firavun ve Nemrutları ürettiği gibi, Nietzsche de de üst-insan idealini üretmiştir.

Tanrı nın öldüğü an, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesinin zorunlu hale geldiği andır. Bundan dolayı, önceye ait olan herşeyin reddedilmesi, yani nihilizm, Nietzsche için bir çıkış noktasıdır. Önce iyi ve kötü nün ötesine geçerek, günlük hayatın nihilist tabiatı ikrar edilmelidir. Ancak bundan sonra yeni değerlerin oluşturulması mümkün olabilir. İşte o zaman insan kendisinin efendisi olur ve bir başkası yerine kendisine tâbi olur. Böylece Batı modernitesinin doğurduğu tek biçimcilik, sıradanlık, bilim ve aklın tiranlığının aşılması ve insana hürriyetinin yeniden iadesi mümkün olabilecektir. İsteme kudretine cesaret eden insan kudret iradesi ile iyi ve kötünün ötesine geçerek kendi düzen ve anlamını kurar ve Batı medeniyetinin tüm kısıtlamalarından kurtulmuş olur. Yapmayacaksın yerine Yapacağım diyen insandır bu. Kulluk zincirlerinden kurtulmuş, dalalet vadilerinde at süren, alan, isteyen, çaba gösteren, mücadele eden ve hükmeden olarak hayatını yaşarken, bunun anlamsız olduğunu da bilir. Hayatın anlamını anlamsızlıkta arayan bu insanın şiarı Nedim-i Şeyda yla aynıdır: Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan/Mâ-i tesnim içelim çeşme-i nev-peydadan.

Nietzsche nin görüşlerindeki kötümserlik, ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başı düşünürlerinin ortak temalarından biridir. Bu da Batı modernitesinin bir kriz içinde olduğu gözlemine dayanır. Oswald Spengler ın 70 li yıllarda, dindar, milliyetçi ve muhafazakar çevrelerde pek rağbet bulan Batı nın Çöküşü isimli eseri de bu dönemin bakış açısını yansıtır. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde, Batı modernitesinin görünümü bir çürüme ve yozlaşma tablosudur. İlerlemenin iman olarak görüldüğü böyle bir çağda, bunu reddetmesi bile Nietzsche yi önemsememizi gerekli kılar. Bilimsel devrim, orta sınıf bireyciliği, Marksizm, pozitivizm ve materyalizmin ivme kazandırdığı Tanrı nın ölümü ile, geleneksel moral değerlerin tüm anlamını ve geçerliliğini yitirdiği bir dünyada, artık hiçbir şey doğru değil di ve herşey doğru ydu.

Bu yıkımdan Nietzsche nin yalnız, düşünen, son derece güçlü bir iradeye sahip, evliya gibi, kendi-efendisi olmanın gülen ve danseden sesi Zerdüşt de bir çözüm üretemez. Bu yüzden Nietzsche nin düşünceleri ateist varoluşçuluğa kaynaklık etmiştir. Ancak, bu problem düşünür ün aklın ve bilimin tiranlığını deşifre etmesi, bir proje olarak Batı modernitesinin başarısız olduğunu vurgulaması ve nihayet yeni bir tarih için yeni bir değerler kümesine ihtiyaç olduğunu söylemesi onu bugün de güncel kılmaktadır. O, kendisine hasta olarak getirilen Batı medeniyetinin aile doktoruydu. Hastalıkları iyi teşhis etmişti, ancak hiçbir müşahhas tedavi önerisinde bulunamamıştı.

Liberalizm, Aydınlanma, demokrasi, Hıristiyanlık vd. Batı modernitesinin sembol kurumlarını radikal bir eleştiriye tâbi tutan Nietzsche, bu kurumların kendilerini rasyonel olarak haklılaştırmakta başarısız olduklarını, Batı modernitesinin kendisini onarma imkân ve kabiliyetinin bulunmadığını, bu yüzden, en üst moralite kaynağı olarak insanın kudret iradesine tutunarak üst insan olmayı başarmasını önerir.

Karşılığı olmayan, uygulanabilirliği bulunmayan bir öneridir bu. Tanrısız bir dünyada anlam ve düzeni inşa etmenin imkânsızlığını gösteren bu durum, herşeyin O nun marifetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. O nun marifeti olmadığında ilim vehimden ibaret kalır, akıl ise insanı sürekli taciz eden bir işkence âleti. Sonsuzluğun müşterisi olanlar, okyanusu bir testinin içinde arayamazlar. Nur-u Muhammedî olmadan kimsesiz, biçare varlıkların matemhanesine dönüşür tüm kâinat. Onun nuru bir kimya gibi varlığı ışıttığında ise, tüm varlıklar aynı Yaratıcıya iman bağıyla intisab etmiş, amaç birliği içinde bulunan kardeşlere dönüşür.

56 yıllık hayatının son on yılını aklı kapalı, ondan önceki on yılını gezgin ve avare olarak yaşayan, genç yaşından itibaren görmekte zorluk çeken, sürekli hastalıklarla yaşayan, uyumak için bile bir sürü ilaç kullanmak zorunda olan, evlenememiş fakat onüç eser vermiş, insanlık tarihinin en karanlık çağlarından biri olan ondokuzuncu yüzyılın çocuğu Nietzsche yi hatırlamak bir ibret ve tefekkür vesilesidir: çünkü insan mükerrem bir varlıktır. Hakkı ararken bazen bâtıla hak diye yapışabilir. Bu arayışa selam olsun!

Nietzsche ye küçük bir hatırlatma: Kilisenin duvarları arasında öldüğünü söylediği Tanrı tüm mü minlerin kalbinde ve büyük kâinat mescidinde hiç ölmedi. Çünkü O, ölümsüz olandır. O her zaman diri olduğu içindir ki, biz de var olmaya devam edeceğiz.
**********************************
Hakkında/Nietzsche ve Aristokrasi

TANRI'YI ÖLDÜREBİLECEK KADAR GÜÇLÜ MÜSÜN?
Nietzsche'de Tanrının öldürülmesi ve güç istenci arasındaki ilişkinin metafizik varlığın kendi tarihinin bir çığırıdır" düşüncesi doğrultusunda açıklanması.

Aydınlanmanın silahı olan aklı en keskin bir biçimde kullanmış olan Nietzsche, Tanrının öldüğünü iddia etmiştir. Tanrının ölümü karşısında, hümanizmin de anlamı olmadığını, Tanrının yokluğunda, insanın metafiziksel bakımdan ilk ve temel olma iddiasının da aynı biçimde anlamsızlığını vurgulamıştır. Hümanizme karşı çıkışında, insanı tanrılaştıran, ona hayvani varoluşu aşma imkanı veren başarıların temelinde, hakikatin değil de, yanlış ve yanılsamanın bulunduğunu göstermeye çalışmıştır. Nietzsche, düzenli bir görünüşler dünyası fikrinin, uyumlu ve birlikli bir gerçeklik inancının koca bir yalan olduğunu, Batı metafiziğinin, en azından Sokrates ten beri gerçekliği çarpıttığını, metafiziğin insanların temel yanlışlarını, sanki onlar en temel hakikatlermiş gibi ifade eden sözde bir bilim olduğunu öne sürmüştür. Nietzsche, Batı tarihinin akışını metafizik bakımdan, hiçliğin serimlenmesi olarak anladı. Ona göre, her metafizik düşünce genelde ontolojidir, böyle değilse hiçbirşeydir. Nietzsche, Batı metafiziğini Platonculuk olarak algılıyordu ve kendi felsefesini de metafiziğe karşı bir akım olarak görüyordu. Tanrı öldü sözü, duyuüstü dünyanın olmadığı anlamına geliyordu. Tanrı öldü sözü, hiçin yayıldığını onaylamaktadır çünkü, hiç, duyuüstü, bağlayıcı, yükümlülük getirici bir dünyanın yok oluşunu gösterir. Ona göre hiççilik, Batı tarihinin temel sürecidir ve bu tarihin içi yasasıdır. Nietzsche, hiçliği Batı Tarihinin iç mantığı olarak görür. Bu tabloda görülen odur ki, en yüce değerleri yıkılmış olsa da dünya yerli yerinde durmaktadır ve yeni değerlerin konulması gerekmektedir. Yani değer koymanın olanağı, hiçliğe dayanır. Tanrının ölmesiyle beraber, akıl ve akılcılıkta ölmüştür. Hiçliğin serimlenmesi ve bilim ortaya çıkmıştır. Artık gücü isteyen insan değer yaratabilecektir.

Başkaları 19. yy ı güç ve güvenlik çağı olarak görürken, Nietzsche modern insanın benimsediği değerlerin geleneksel dayanaklarının çöktüğünü düşünmüştür. O modern insanı tam bir hiççiliğin beklediğini savunmuştur. Nietzsche'ye göre, insan özü itibariyle iyi ve yetkin bir varlık değil de, kötücül bir varlıktır. İnsanlar yüzyıllardır bu doğru bilgiyi, insanın iyi ve yetkin bir Tanrı tarafından özel olarak yaratılmış eşsiz bir türün üyesi olduğu ve Tanrının insanı yerleştirmiş olduğu evrenin teleolojik bir sistem meydana getirdiği kurgusuyla bastırılmıştır. Nietzsche ye göre bilim, bu kurgunun temelsiz olduğunu göstermiştir. İnsanın Tanrı tarafından yaratılmış özel bir varlık olduğu veya evrende bir düzen bulunduğu fikrinin bir masal olduğu bilgisi, insanların karşı koyuşuna ve bundan habersizmiş gibi davranma isteklerine rağmen, bilince zorla girmektedir. Nietzsche'ye göre, en üstün değer referans olarak alınıp düşünüldüğünde, kişi hiçbir zaman kendi değerini ortaya koyamaz. Tanrıyı öldürmeden insan kendi değerini ortaya koyamaz. İnsan ona göre, görünüşün gerisindeki çıplak gerçeği görmekten ve dünyanın amaçsız, anlamsız olduğunu teşhis etmekten kaçındığı için, rahatlık veren düşüncelere bağlı kalmayı tercih etmektedir. Tanrının öldürülmesinin amacı; insanları bu rüyadan uyandırmaktır. Düzen gibi görünen şey, insanın dünyanın düzenine inanma ihtiyacının, kaosa yansıtılmasından başka birşey değildir.

Nietzsche, işte bu durumu, insanın bu dünyadaki durumunu, Platonun ünlü mağara benzetmesinde geçen insanların durumuna benzetir. Nietzsche'ye göre 19.yy ın insanı da bir mağaranın dibinde zincire vurulmuş olarak ve duvardaki gölgeleri gerçek sanarak yaşamaktadır. O, zincirlerden kurtulmanın mümkün olduğuna inanır. Zira mağaranın dışında başka bir dünya yoktur. Zincirlerden kurtulmak mümkündür ancak mağaradan çıkıştan söz etmek mümkün değildir. İşte mağaranın bu karanlığı içinde, zincirlerden kurtulup, bu tırmanışı, onun anlamsız olduğunu bile bile, tekrarlayan, bu acımasız hakikati kabul edebilecek kadar güçlü olup gülmeyi becerebilen insan, Nietzsche nin üstün insanıdır. Üstün insan varoluşun boşluğunu ve anlamsızlığını görebilen, mağaradaki karanlık içinde herşeye rağmen tırmanmayı seçen az sayıdaki bireydir. Üstün insan, kendisi, tutkuları, güçlü yanları ve zayıflıkları üzerine egemenlik kurarak, başkalarının ya da kendi tutku ve güçsüzlüklerinin kölesi olmaktan kurtulup, efendi haline gelmiş olan insandır. Üstün insan eğilip bükülemeyecek derecede güçlü ve katı, geleneksel kurum ve değerleri yıkabilecek kadar cesur, bulamadığı düzeni meydana getirebilecek kadar yaratıcı ve kötümserliği olumlamaya dönüştürecek kadar seçkin biri olmak durumundadır.

Üstün insanı belirleyen en önemli özellik, yaratıcılıktır. Nietzsche bu yaratıcılıkla daha çok sanatsal yaratıcılığı kasteder. Yaratıcılığı ise güç istemine bağlayan filozof, doğaları farklı olsada tüm insanlarda ortak olan bir öğe bulunduğunu söyler: Güç isteği ya da çevreye egemen olma dürtüsü. Ona göre, bütün varlığın temelinde daha güçlü olmaya yönelmiş bir istek vardır. "Güç istemi" Nietzsche nin gelişimini tamamlamış felsefesinin temel terimidir. Bu nedenle bu felsefe güç istemi metafiziği diye adlandırılabilir. Yaşamın temel nedeni, güçlü olma isteğidir. İnsanoğlu yalnızca kendini korumak ve yaşamak istemez; insanoğlunun asıl isteği, daha güçlü olmaktır. Bu evren güçlü olma isteğinin hüküm sürdüğü bir evrendir. Nietzsche, varlığın en derin özünün güç istemi olduğunu söyler. İnsanı insan yapan şey, kendisindeki güç istemini yönlendirip koruma yeteneğidir. İnsanın kendisini ideal bir düzen yaratma adına kaosa düzen yükleme amacıyla bu şekilde disipline etmesi, güç isteminin en yüksek ifadesidir.

Nietzsche'ye göre "güçlü insan" güçlü iradesi olan insandır. Bu değimi "iradenin gücü" deyimiyle karıştırılmamalıdır. Nitekim, irade fiziksel güç gösterdiği andan itibaren güç iradeyi yok eder. Yani irade gücü, güçlü olmanın iradesi demek değildir. Yalnız esir sürüler güçlü olma iradesi isterler, sürüdeki öteki esirlerin arasında yaşamını sürdürebilmek için. Tek başlarına kaldıkları zaman bunların bir iradeye sahip olması gerekmez. Nietzsche ye göre yalnız irade gücü, güçlü olmanın göstergesidir. Yalnız irade gücüne sahip olan insan yaratmak, vermek ister. Güçlü insanla kastedilen, politik anlamda güçlü olan insan değildir, metafizik ve ahlak anlamında güçlü olan insandır. Böyle bir insan, hiçbir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. Yani ahlakın işareti iradenin gücüdür. Ahlaklı olmak, kendinin efendisi olmaktır. Bu görüş gerçek bir Tanrı tanımazlıktır ve nihilist Tanrı tanımazlığa karşıt bir görüştür. Başkalarını kendinin esiri yapma ama kendinin efendisi olmaya çalış. Bu görüşünü "Zerdüşt Böyle Dedi" deki, "3 değişim" adlı yazısında iyi açıklıyor. İnsanın üç basamağı aşması gerekiyor; önce "deve" olacaktır, başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşıyıp, güdülme isteği duyacaktır. İkinci basamakta deve "aslan"a dönüşür. Aslan değerlerin değişimini isteyen isyan görünümlüdür. Tanrıların düşmanı olur. Üçüncü basamağa gelince aslan "çocuk" olur, çocukta itaat eder ama bu itaat etme, kendisinin efendisi olma arzusunun kabulüdür. Oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla "evet" der. Üstün insan bu evetten başka birşey değildir.

Üstün insan, başkalarından çok kendini aşabilen, başkalarının değil de kendi kendisinin efendisi olabilen insandır. Üstün insanı insanın kendi kendisini geliştirebilmesinin bir modeli olarak gören Nietzsche, bu bağlamda sanatsal yaratıcılığı insanı Tanrıya en fazla benzeten özellik olarak değerlendirmiştir. Tanrının yokluğunun sonucunun olan düzen yokluğunda (Tanrıyı yok eden insanlardır, bilimsel gelişmelerle beraber Hıristiyanlığın Tanrısına duyulan inanç sarsılmıştı ve ahlak yitimiyle kaos doğmuştu) yaratıcı yada üstün insan kendi içindeki kaostan minyatür düzen yaratıp, bunu dış dünyadaki kaosa aktarabilen kişidir.

Bir başka deyişle insan için mutluluğun hazla değil de, güçlü olmakta yattığını söyler. Mutluluğa varmak sert bir disiplin gerektirir; hayvani iç güdülere basit hazlara kapıldığında, insan gerçek ve üstün güçten uzak kalır.

Nietzsche güç istemi metafiziğinin ilk ilkesini şu şekilde dile getirmiştir: "Biz hakikati yerle bir etmeyelim diye sanata sahibiz" sanat, güç isteminin özündeki bir isteme olarak, istemenin bu güce yükselmesi bu gücün arttırılması için koyulan koşuldur. Sanat en yüksek değerdir. Hakikatin değerine göre sanat daha yüksek bir değerdir.

Koşulsuz güç isteminin egemenliğinin başladığı çağda varlık değere dönüştürülmüştür. Eskiden beri varlığa biçilen değerlerle, varlığın öz değeri yok edilmiştir. Şimdide var olanın varlığı değer olarak belirlenmiş ve böylece onun özü mühürlenmişse demek ki bu metafizikte, varolanın varlığını anlamaya yarayacak herhangi bir yol kalmamış yok edilmiştir. Varlık batı düşünmesinde ne kendisiyle ilgili bir düşünme nede hakikatiyle ilgili bir düşünme bulamamıştır, varlığı düşünmeden bu düşünme anlaşılamaz olmuştur. Şimdiki bu son durumdaysa varlık, metafizik içinde bir değer olma durumuna düşürülüyor ve varlığın başına "hiç" geliyor.
****************************
Hakkında/Zerdüşt'ün Hikayesi

BÖYLE BUYURDU NİETZSCHE
Nietzsche (1844-1900), 1879 Mayıs'ında, sayrılığın artması yüzünden üniversitedeki görevinden çekiliyor; kendisine emeklilik maaşı bağlıyorlar. Bundan sonraki hayatı tam bir gezgin hayatıdır; sağlığına uygun bir yer bulabilmek için oradan oraya koşmaya, İtalya kentleri arasında mekik dokumaya başlıyor. Gözleri adamakıllı bozulduğu için doğru dürüst okuyamıyor, fakat durmadan yazıyor. Aynı yılın aralık ayında, Gezgin ve Gölgesi adı altında, özdeyişlerden kurulu bir kitap yayımlıyor. Çektiği acılardan, sıkıntılardan son derece yorgun düşmüş, neredeyse yaşama istemini bile yitirmiştir. Derken arkadaşı Peter Gast'la Venedik'e gidiyor, sağlığı düzelmeye yüz tutuyor orada. Fakat yaz sıcakları bastırınca Marienbad'a geçiyor, yeni bir eser üzerinde çalışıyor: Sabah Kızıllığı. Bu kitapta pozitivist tutumundan bir şeyler vardır daha, ama artık bilimsel gerçekleri, belli bir ülküye ermek için sıçrama tahtası olarak kullanmaktadır. Sağalan kişinin o eşsiz sevinci yansımaktadır düşüncelerinden. Kitap, Vedalar'dan aldığı şu sözlerle başlar: "Daha nice tanlar ışık salacak." Kendisi "ahlakbilime karşı savaşım bu kitapla başlar." der.

O sıralarda, arkadaşı Peter Gast'a "duygumun yoğunluğu ürpertiyor beni, güldürüyor" diyor. O yalnız gezinmelerinde bazen, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönüyor, fakat ona göre, "duygusallık yaşları değildir bunlar, coşkunluk yaşlarıdır"; türkü söylüyor, saçma sapan konuşuyor, kendinden geçiyor yeni düşüncesiyle. Yeni dediği düşünce, her şeyin "sonrasızca yeniden gelişi"dir. Kafasında çakan bu düşünceyi , İranlı bilge Zerdüşt'e söyletmeyi kuruyor; 26 Ağustos'ta, "yeni bir yaşama yolunun taslağını" çiziyor, -Öğle ve Sonrasızlık-, dört kitap olacak; bu tasarıdan doğuyor başeseri: Böyle Buyurdu Zerdüşt.

27 Kasım'da, Bizet'nin Carmen'ini dinliyor, "öyle güçlü, öyle tutkulu, öyle ince, öyle güneyli ki" diyor. Bu sevinçli hava içinde Sevinçli Bilim'i yazmaya başlıyor. İlk kez burada anıyor Zerdüşt'ün adını; bu kitap, kafasında oluşan bu büyük düz-şiire, Böyle Buyurdu Zerdüşt'e bir öntürkü gibidir. Bütün ahlak sistemlerinin temellerine saldırıyor; bütün erdemlerin kaynağında bencillik olduğunu belirtiyor durmadan. 1886'da yazdığı önsözde şöyle der:

"Bütün bu kitap, uzun bir el çekme ve güçsüzlük döneminden sonra gelen bir sevinç nöbetidir yalnız; geri gelen güçten, daha yeni uyanmış bir yarın ve öbürgün inancından, bir geleceğin birden duyulup sezilmesinden, yeni açılan denizlerden, yeni izin verilen, yeni inanılan ereklerden doğan bir sevinç."

1882'de, Nisan ayının sonlarına doğru, dostu Malwida von Meysenberg'den bir mektup alıyor; yeni biriyle tanıştıkları, adı Lou Salome olan, yirmi dört yaşındaki bu Rus kızının (soyca Yahudi) tam "onun felsefesine göre" olduğu belirtiliyor bu mektupta, hemen Roma'ya gelmesi isteniyor; "Reé ile (Nietzsche'nin bir arkadaşı) elimizden gelen herşeyi yapacağız" deniyor. Nietzsche gidiyor, önce pek beğenmiyor kızı; fakat sonradan kendini kaptırıyor, evlenme teklif ediyor, ama kız kabul etmiyor. Bir ara, vaktiyle Wagner'in oturduğu Villa Tribschen'e gidiyorlar; Nietzsche "her şey burada bitmişti" diyor (Wagner'le dostluğu), ama "Her şey burada başlıyor" diye seviniyor (Salome ile bağlantısı). Zamanla Nietzsche'nin kızkardeşi Elizabeth, Lou'yu kıskanmaya başlıyor, kardeşiyle kızın aralarını açmak için elinden geleni yapıyor, başarıyor da. (Lou Salome'ye daha sonra Rilke de gönül vermiştir.)

Nietzsche artık çok yalnızdır; Genova'ya gidiyor. Sinirleri son derece bozulmuştur; ilaç almadan uyuyamamakta, tabanca namlusunu "avutucu düşünceler kaynağı" olarak görmektedir. "Bir yarı deliyi" bağışlaması için mektuplar yazıyor Lou'ya. Derken, 3 Şubat 1883'te, Zerdüşt'ün ilk bölümünü yazmaya başlıyor, on günde bitiriyor; ilk bölümü bitirdiği gün, Wagner'in Venedik'te öldüğünü duyuyor, bu rastlantı pek etkiliyor kendisini; "ben onu çok severdim" diyor, hemen mektup yazıyor Cosima'ya.

Zerdüşt'ün birinci bölümünü yazmakla, "içindeki ağır bir taşı yuvarlamış" oluyor, fakat "bundan böyle deliler arasında sayacaklar beni" diyor. Düşüncelerinin yavaş yavaş bazı çevrelere işlediğini görüyor. Danimarkalı eleştirmen Georg Brandes'in kendi felsefesiyle yakından ilgilendiğini duyuyor, seviniyor. Zerdüşt'ün ikinci bölümünü yine çok kısa zamanda, o günde bitiriyor.

1884 şubatında, Zerdüşt'ün üçüncü bölümünü yazıyor. Nietzsche'nin kendine hayranlığı artık doruğundadır; "Bu Zerdüşt'le birlikte Alman dilini yetkinliğe ulaştırmış oldum. Luther ve Goethe'den sonra bir adım daha atmak gerekti" diyor. "Ben belki de geleceğin bütün insanları için bir yazgıyım, yazgının kendisiyim. (...) Benim yaptığımı bütün derinliğiyle duyabilen birkaç insan kuşağının geçmesi gerekecek."

Bir ara Zürich'de kalırken, Zerdüşt'ün dördüncü bölümünü tasarlamaya başlıyor, bu bölümün ardından beşinci, altıncı bölümleri yazmak istiyor. Son iki bölüm gerçekleşmemiştir. Bütün bir kış dördüncü bölüm üstünde çalışıyor ve 1885 yılının Şubat'ında bitiriyor. Yayıneviyle anlaşamadığı için kendisi bastırmak zorunda kalıyor bu son bölümü.

Bundan sonra, büyük bir eser hazırlamak için notlar biriktirmeye başlıyor; sonradan kızkardeşi Elizabeth'in Güç İstemi adı altında yayımladığı bu kitap, Zerdüşt'ü tamamlayan, kendi felsefesini belli bir düzen üzre girdisi çıktısıyla açıklayan bir eser olsun istiyor. Fakat Güç İstemi tamamlanmadan kalmıştır.

(Nietzsche, "Böyle Buyurdu Zerdüşt"
Çev. A. Turan Oflazoğlu, Cem Yayınevi
İstanbul, 1989. A. Turan Oflazoğlu'nun
kitaba yazdığı Önsöz'den alınmıştır.)
Bilim ve Ütopya - 02/92
*********************************
Hakkında/Us'a Tepki

NIETZSCHE
Geleneksel kavramlarımıza karşı protesto Alman bireycisi Friedrich Nietzsche nin (1844-1900) öğretisinde bir doruğa ulaşır. Nietzsche Amerikan pragmatizminin ortaya çıkışından önce yazmış olsa da, bütün hoşnutsuzluk deviniminin enfant terrible ı [haşarı çocuğu] olarak görülebilir. Yalnızca eski kuramlara ve yöntemlere karşı çıkmakla kalmaz, ama eski değerleri süpürüp atar ve modern uygarlığımızın bütün eğilimini kınar, tarihsel tutumu çağımızın zayıflığının nedeni olarak görür; güçlü, saygılı, sorumluluk duyan insan geçmişin çok fazla ağır, tuhaf sözlerini ve değerlerini sırtında taşır. Tüm değerleri dönüştürmek (Umwertung aller Werte), yeni değerler, yeni idealler ve yeni bir uygarlık yaratmak, diye bildirir, felsefenin işlevidir.

Nietzsche Schopenhauer ın istencin varoluş ilkesi olduğu yolundaki temel anlayışını kabul eder, ancak bu istenci yalnızca yaşama istenci olarak değil ama güç istenci olarak tasarlar: yaşam özsel olarak gücün artırılmasına yönelik bir çabalamadır, ve bu taşkın içgüdü iyidir: Alles Gute ist Instinkt. Anlama yetisine - bilgiye, bilime, felsefeye ve gerçekliğe - ilişkin görüşünü bu düşünce üzerinde temellendirir. Anlık ya da anlak yalnızca içgüdünün, yaşama ve güç istencinin elinde bir araçtır; beden tarafından yaratılmış "küçük us"tur; beden ve içgüdüleri "büyük us"tur. "Bedeninizde en bilge bilgeliğinizde olduğundan daha çok us vardır." Bilginin ancak yaşamı koruduğu ve ilerlettiği sürece ya da türü koruduğu ve geliştirdiği sürece değeri vardır; bu yüzden yanılsama gerçeklik denli zorunludur. Gerçekliği yanılgı ve yanılsamanın üzerine koymak, gerçekliği bir yaşam aracı olarak sevmek yerine kendi uğruna sevmek şeyleri başaşağı çevirmektir, hastalıklı bir içgüdüdür. Aslında bu gerçeklik uğruna gerçeklik ideali yalnızca çileciliğin bir başka biçimidir: başka birşey için yaşamın yadsınması ya da olumsuzlanmasıdır.

Dahası, diye sürdürür Nietzsche, evrensel gerçeklik diye birşey yoktur. Evrensel gerçeklik olarak önerilmiş önermeler yanılgılardırlar. Düşünme gerçekte sağın olmayan algıdır: benzerlikler arar ve ayrımları gözardı eder, böylece yanlış bir olgusallık görüntüsü üretir. Doğada kalıcı hiçbir şey, hiçbir töz, hiçbir evrensel nedensel bağ, hiçbir amaç yoktur, hiçbir belirli hedef yoktur; evren mutluluğumuza ya da ahlakımıza aldırmaz, ve evrenin dışında bize yardım edebilecek hiçbir tanrısal güç yoktur. Bilgi bir güç aletidir: sakınım için yararlık bilgi örgenlerinin geliştirilmesinin ardında yatan güdüdür. Düşüncelerimizde dünyayı varoluşumuzu olanaklı kılacak bir yolda düzenleriz, bu yüzden kalıcı ve düzenli olarak yineleyen birşeye inanırız. Bize sunulan karışık deneyimler çoğulluğunu uydurduğumuz formüller ve imler aracılığıyla ussal ve yönetilebilir bir şemaya indirgeriz; bunun amacı yararlı bir yolda kendimizi aldatmaktır. Bu anlamda gerçeklik istenci duyumlar çoğulluğunu denetleme, - görüngüleri belli kategoriler üzerine sıralama -istencidir. Bu yüzden mantık ve usun kategorileri yalnızca dünyayı yararlık-amaçlarına göre düzenleme, onu kullanabileceğimiz bir yolda düzenleme aracıdırlar. Ama felsefeciler bu kategorileri, bu formülleri, bu kullanışlı biçimleri gerçeklik ölçütleri olarak, olgusallık ölçütleri olarak görme yanılgısına düşmüşlerdir; şeylere sakınım uğruna bakmanın bu insansal yolunu - bu insanözeksel ayrıksılığı - naif bir şekilde şeylerin ölçüsü, "olgusal" ve "olgusal-olmayan"ın ölçünü yapmışlardır. Ve bu yolda dünya bir olgusal dünyaya ve bir görünürdeki dünyaya bölündü; onda yaşamak için insanın usunu icad etmiş olduğu dünyanın kendisi - bu değişim, oluş, çoğulluk, karşıtlık, çelişki, savaş dünyası - güvenilmez görülüp karalandı; olgusal dünya bir benzerlik dünyası, salt bir görünüş, yalancı bir dünya diye adlandırıldı; ve uydurulmuş yapıntısal dünya, sözde kalıcılık dünyası, değişmeyen, duyulurüstü dünya, yalancı dünya gerçek dünya olarak tahta çıkarıldı.

Doğrudan doğruya bildiğimiz herşey isteklerimizin ve içgüdülerimizin dünyasıdır; ve tüm içgüdülerimiz temel içgüdüye - güç istenci - indirgenebilir. Yaşayan her varlık başka varlıkları yenerek gücünü artırmaya çabalar; bu yaşam yasasıdır. Hedef üstün insanların, daha yüksek bir tipin, bir kahramanlar ırkının yaratılmasıdır; bu savaşım, acı, sıkıntı ve zayıflara zarar verme olmaksızın bu gerçekleştirilemez. Bu yüzden savaş barışa yeğlenebilirdir; aslında barış bir ölüm belirtisidir. Hazzımız, mutluluğumuz için burada değiliz; herhangi bir amaç için burada değiliz; ama burada olmakla kendi gücümüze dayanmalı, kendimizi ileri sürmeliyiz yoksa yeniliriz. Öyleyse Schopenhauer ın tüm ahlakın kaynağı yapmış olduğu acıma duygusu kötüdür: vereni de alanı da yaralar; güçlüyü de zayıfı da zayıflatır, insan ırkının gücünü tüketir ve kötüdür.

Yaşamın korkunç olduğu doğrudur ama bu kötümserlik için bir neden değildir. Aslında kötümserlik ve vazgeçme hastalıklı ve yozlaşmış bir ırkta olmanın dışında olanaksızdır, çünkü yaşama isteği sağlıklı bir kafada acı ve savaşımın altedemeyeceği denli güçlüdür. Yaşam bir deneydir, iyilerin kötülerden ayırdedildiği bir deneme sürecidir. Seçicidir, aristokratiktir. İnsan doğasındaki eşitsizlikleri göz önüne serer, insanların eşit olmadıklarını gösterir. Kimi insanlar başkalarından daha iyidir, beden ve anlıkça daha güçlüdür. Daha iyi olan insanların, doğuştan aristokratların daha çok ayrıcalıkları olmalıdır çünkü aşağı olanlardan, ayaktakımından daha fazla ödevleri vardır. En iyi olan insanlar yönetmelidir. Bu yüzden kamuerki, toplumculuk, ortakmalcılık, anarşizm, tümü de olanaksızdır, tümü de ideal ile çelişirler, tümü de güçlü bireylerin gelişimini önlerler. Kölelik şu ya da bu biçimde her zaman varolmuştur ve her zaman varolacaktır. Modern işçi yalnızca antikçağ kölesinin yerini almıştır. Ne de kadınlar erkeklerle aynı haklara iye olabilirler, çünkü insiyatif, erke ve istençte erkeklere eşit değildirler. Bugün bizim için en büyük tehlike eşitlik manyasında yatmaktadır.

Geleneksel ahlakımız da Nietzsche tarafından reddedilir çünkü acıma üzerinde temellenmiştir ve güçlüye karşı zayıfı ve yoz olanı kayırır. Din de, özellikle Hıristiyanlık, aynı nedenle reddedilir; ve Nietzsche nin bilim ve felsefeyi hor görmesi aynı yolda açıklanmalıdır - güç istencini yüceltmesi yoluyla. Barış, mutluluk, acıma, kendini-yadsıma, dünyanın hor görülmesi, kadınsılık, dirençsizlik, toplumculuk, ortakmalcılık, eşitlik, din, felsefe ve bilim, tümü de yaşamla çeliştikleri için reddedilirler; ve bu şeyleri değerli ve kendileri uğruna çabalanmaya değer olarak gören tüm düşünce dizgeleri ve tüm kurumlar yozlaşma belirtileridirler. (*)

Aşırı bireyci Max Stirner (Kaspar Schmidt, 1806-1856; Birey ve Mülkiyeti [Der Einzige und sein Eigentum], 1845) Nietzsche nin öncelleri arasında yer alır.

Nietzsche nin yapıtları: Tragedyanın Doğuşu [Die Geburt der Tragödie], 1872; Böyle Dedi Zerdüşt [Also sprach Zarathustra], 1833, ss.; İyinin ve Kötünün Ötesi [Jenseits von Gut und Böse], 1886; Ahlakın Soykütüğü [Zur Genealogie der Moral], 1887.

Notlar
* Bkz. Thilly, The Philosophy of Friedrich Nietzsche, Popular Science Monthly, December, 1905. Yukarıdaki açıklamanın kimi bölümleri bu kaynaktan alınmıştır.

[THILLY: BİR FELSEFE TARİHİ: USSALCILIĞA VE İDEALİZME KARŞI ÇAĞDAŞ TEPKİLER: § 72] Çevirenler Nur Küçük - Yasemin Çevik
(C) Nur Küçük - Yasemin Çevik

idea-tr'den alınmıştır.
****************************
Hakkında/Nietzsche'nin Ataları

NİETZSCHE'NİN ATALARI
Nietzsche, Darwin'in çocuğu, Bismarck'ın kardeşiydi. İngiliz evrimcileriyle, Alman milliyetçilerini gülünç duruma düşürmüş olması önemli değildir. Etkisi altında kaldığı kişileri yermek âdetiydi. Borcunu bilinçdışı yolla böyle ödemiş oluyordu.

Spencer'in ahlâk felsefesi, evrim kuramının gerekli sonucu değildir. Hayat, sonunda, kendisine en uygun olanın sağ kalacağı bir mücadeleyse, kuvvet en son erdem, zayıflıksa biricik kusur demekti. 'İyi' olan, sağ kalıp kazandı. 'Kötü' ise, ölüp giden, yenilgiye uğrayandı. Victoria Çağı ortalarındaki İngiliz Darwin'cilerinin korkaklığıyla, Fransız pozitivistlerinin Alman sosyalistlerinin burjuva ahlâkı, ancak bu sonucun kaçınılmazlığını örtbas edebilmişti. Bu adamlar, Hıristiyan dinbilimini kabul etmeyecek gözü pekliğe sahiptiler. Ama mantıklarını kullanıp ahlâk fikirlerine, dinbiliminden türemiş olan alçakgönüllülüğe, kibarlığa, yardımseverliğe tapmaya karşı çıkmayı göze alamamışlardı. Anglikan, Katolik ya da Luther'ci olmayı bırakmışlar, yine de Hıristiyan olmaktan vazgeçmemişlerdi. Friedich Nietzsche böyle düşünüyordu:

"Voltaire'den Auguste Comte'a kadar, Fransız serbest düşünürlerinin gizli uyarısı, Hıristiyan idealinin yanında yaya kalmayacak, mümkün olduğu kadar daha ileri gidecekti. Comte; "Başkaları için yaşayın" derken, Hıristiyandan çok Hıristiyan oluyordu. Eylemin ilkesi olarak, yakınlık duyma, acıma ve başkalarını düşünme kuramını, Almanya'da Schopenhauer, İngiltere'de John Stuart Mill tanıtmıştı. Bütün toplumculuk sistemlerinin, temeli bu öğretilerin ortak zemini idi. Bu ise kendiliğinden meydana gelmişti."

Ansiklopecilerin eserini tamamladığından haberi yoktu Darwinin: Çağdaş ahlâkın dinbilimsel temeli yıkılmış, ama ahlâkın kendisine dokunulmamıştı. Askıda kalmıştı ahlâk. Yalanının bu geri kalan yanını yok etmek için de, biyoloji melteminin esmesi gerekti. Kafalı kişiler, her çağın uyanık zekâları tarafından bilinen gerçeğin farkına varmakta gecikmediler. Hayat dediğimiz mücadelede bize gereken şey iyilik değil, kuvvetli olmaktı. Alçak gönüllülük değil, gururdu; başkalarını düşünme değil, şaşmaz bir zekâ idi. Eşitlik ve demokrasi, doğal seçime ve sağ kalışa aykırıydı. Evrimin amacı yığınlar değil, dehâlardı. Bütün anlaşılmazlıkların ev alın yazılarının hakemi "adâlet" değil, iktidardı. Friedrich Nietzsche böyle düşünüyordu.

Bütün bu sözler doğru olsalardı, Bismarck'dan daha olağanüstü, daha anlamlı kimse bulunamazdı. Bismarck, hayatın gerçeklerini biliyordu. "Uluslar yalnızca kendi çıkarlarını düşünür," demişti. Çağdaş sorunların da, oyla ya da hatiplikle değil, kanla ve silâhla çözümleneceğine inanıyordu. Hayâllerle, demokrasiyle, "ideallerle" bozulmuş bir Avrupa için ne kadar büyük, silip süpürücü bir kasırgaydı bu. Bir kaç ay içinde, yıkılmakta olan Avusturya'ya önderliğini kabul ettirmişti. Birkaç ay içinde, Napolyon efsânesiyle sarhoş Fransa'nın yelkenlerini suya indirmişti ve yine birkaç ay içinde, bütün şu küçük Alman "devletlerini," bütün şu ufak krallıkları, prenslikleri ve iktidarları, yeni kuvvet ahlâkının sembolü olacak yüce bir imparatorluk hâlinde biraraya gelmeye zorlamamış mıydı? Bu yeni Almanya'nın, gittikçe artan askerî ve sınaî gücünü yansıtacak bir ses gerekti. Savaşa karar vermeyi doğrulayacak bir felsefe gerekti. Hıristiyanlık doğrulayamazdı bunu. Darwincilikse, doğrulayabilirdi. Biraz yiğitlik yeterdi.

Nietzsche yiğitti, aranan ses de onun sesi oldu.
******************************
Hakkında/Postmodernizm

NİETZSCHE ve POSTMODERNİZM
Nietzsche hakkında pek çok yanlış anlamalar vardır ama belki de onun hakkındaki en yanlış anlama onun nihilist ve postmodern bir filozof olduğudur. Ben bu çalışmamda, Nietzsche'nin nihilizmini kısaca izah edip oradan Nietzsche'nin nasıl postmodern bir filozof yapılıp; pek çok temeli olmayan, asılsız yazı ve eserin dayanağı haline getirildiğini inceleyip, böyle düşünen bir kaç yazarın fikirlerini ve iddialarını, Nietzsche'nin metinlerine dayanarak çürütmeye çalışacağım.

Şüphesiz nihilizm Nietzsche'nin eserlerindeki önemli temalardan bir tanesidir. Onun nihilizme karşı tutumunu en açık bir biçimde "The Gay Science"da, tanrının öldüğünün ilanı ile bulsak da, diğer eserlerinde de bu temanın işlendiğini görmekteyiz. Benim görebildiğim kadarıyla decadence'a dolayısıyla nihilizme ilişkin Nietzsche'nin söyledikleri şöyle özetlenebilir:

Untimely Meditations'm ikinci bölümü olan Tarihin yaşam için yarar ve zararları'nda, Nietzsche, tarihçinin ve onun tutumunun, şimdiyi ve şimdiki yaşamı düşünmeksizin bulduğunu topladığında, eskiyle ilgili her şey şimdiyle ilgisi kurulmadan tapınma ve saygı nesnesi yapıldığında decadent olacağını söyler. Özellikle aynı eserin 5. bölümünde, Nietzsche aşın tarihle kişiliğin zayıflatılmasında dikkatimizi çeker; elbette zayıflatılmış kişilik ona baskı yapan tarihsel bilgiyi kullanamayacaktır. Yine aynı eserin 10. bölümünde, Nietzsche, aşın tarihin bekçiliğini yaptığı için, eğitim sistemini ele alır çünkü bu eğitim sistemi bireyin özgür gelişimine izin vermediği için kanımca kişiyi decadence'a götürür.

Şimdi de nihilizmle ilgisinde The Gay Science 3. Kitapta yazılanlara bakalım. Bir kaçık (madman) Pazar yerine koşar ve tanrıyı arıyorum!, diye bağırır. Kimisi onu kayıp mı ettin? Kimisi tanrı saklanıyor mu? Bazıları da tanrı bizden korkuyor mu? diye sorarlar. Kaçık tanrının nereye gittiğini size söyleyeceğim, der; siz ve ben onu öldürdük, biz onun katilleriyiz, der. Besbelli Nietzsche burada nihilizmi ilan etmektedir çünkü tanrının ölümüyle hiç bir ilahi adalet, tanrısal inayet ve moralite artık yoktur. Başka bir deyişle, tanrının ölümü şimdiye kadarki batı kültüründe egemen olan değerlerin, moralin vs...nin artık geçerliliğini yitirdiğidir. Yine aynı eser 5. Kitapta, "biz korkusuzlar" kısmında, en büyük olay olan tanrının ölümünün şimdiden Avrupa üzerine ilk gölgelerini düşürdüğünü söyler Nietzsche. Tabi ki bu gölge yani şüphe tüm Avrupa moralitesi üzerine düşer. Tanrının ölmesiyle, kişi Hıristiyan moralitesinin getirdiği fayda ve avantajlardan artık yararlanamayacaktır; elbette bu da kişi üzerinde büyük bir çöküntüye yol açar.

Eğer yanılmıyorsam Nietzsche yukarıda söylediklerinin temeli üzerine The Will to Power'da, Avrupa nihilizmine bakar. Nedir nihilizm? O en yüksek değerlerin değerini yitirmesidir. İnsan hayatındâ bir zamanlar bir anlam ve amaç olduğuna olan inanç artık kaybolmuştur. Değersizlik, anlamsızlık fikri, birlik hedef, gerçek vb... kavramlarla varlığın genel özelliğinin anlaşılamayacağının kavranmasıyla doğmuştur. Bu kategorilerle dünyaya değerler yansıtıyorduk, bunları geri çekince evrenin değersiz olduğunu gördük. İşte dünyanın değerini, böyle uydurulmuş bir dünyanın kategorileriyle ölçünce, aklın kategorilerine olan inanç nihilizme yol açmaktadır. Kişi yaşamın, her şeyin bir hedefe doğru gittiğinin bir yanılma olduğunu gördüğünde, yani gerçekte var olmayan anlamlar aradığının farkına vardığında hayat tüm anlam ve önemini yitirir. Bu psikolojik bir durum olarak nihilizmin ilk biçimidir. Dünyada olup biten her şeyin sistematik bir birlik içerisinde olup bittiğine olan inanç da, gerçekten böyle bir birliğin olmadığı görüldüğünde yıkılmıştır. Bu da insanda yalnızlık ve güvensizlik duygularına yol açmıştır. Kısaca özetlenen nihilizmin bu iki biçimi dünyadaki olup bitende bir birlik ve amaçlılık aramanın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Tanrıya, birliğe ve hedefe olan inancın çökmesi, doğal olarak, bu oluş dünyasının da bir aldanma olarak görülmesine yol açtı; yani artık hayatın anlamı ve önemi kalmadı.

Nietzsche buradan aktif ve pasif nihilizmden söz etmeye geçer. Kişi, anlam ve değerin olmadığı yerde anlam ve değer arayıp bulamayınca; yanlış bir genelleştirmeyle hiç bir şeyin anlamı ve değeri olmadığı sonucuna vardı. Bunun nedeni, kişinin gücünün eksikliği; ruhun gücünün azalmasıdır ve bu pasif nihilizm olarak adlandırılır. Aktif nihilizm ruhun gücünün artmasıdır yaratıcı olacak kişilerin, kendi kendileriyle hesaplaşma, iyileşme dönemleridir, bu nihilizm.

Şimdi de kısaca nihilizmle ilgisinde Nietzsche'nin Hıristiyanlığa bakışını ele alalım. Ona göre, Hıristiyan moralitesi ve bunun üstüne kurulan modern ruh, hayatın çöküşü üzerine yükselirler; dolayısıyla Hıristiyanlığın ilkeleri hayata düşmandır The Antichrist 15. Aforizmada, Nietzsche Hıristiyanlığın dünyası tamamıyla hayali bir dünyadır, der. Ne Hıristiyanlık moralinin ne de dininin gerçeklikte herhangi bir bağı vardır. Hıristiyanlığın en temel varlık ve kavramları olan tanrı, ruh, öte dünya, günah vb... gibi şeyler hayalidirler ve gerçek(lik)ten acı çekenlerin ve yaşamları istedikleri şekilde gitmeyenlerin uydurdukları şeylerdir. Nietzsche Hıristiyanlıkta decadence ve nihilizmin asli özellikleri olan hayatın çöküşü ve zayıflatılmasını görür. Yine aynı eser 7. Aforizmada, Nietzsche Hıristiyanlığı acımanın dini olarak adlandırır; ancak ona göre, acıma dininin temelinde hayatı inkâr vardır. Aslında hayatın özü, büyüme, kuvvet kazanma; yani güçtür. Nietzsche Hıristiyanlığa kayıtsız şartsız hayır demektedir çünkü Hıristiyanlık başından beri hayattan yüz çevirmiştir ve bu yüzden de temelinden nihilistik hale gelmiştir.

Birkaç cümleyle özetlersek, nihilizm en yüce değerlerin değerini yitirmesi, dolayısıyla tanrının ölmüş olmasıdır. Tüm eski değerler yıkılmış ve otorite de yok olmuş olduğu için insanın eylemesi, yapıp etmesi ve bilmesi için artık hiç bir sınır kalmamıştır.

Nietzsche'nin nihilizm ve decadence'a ilişkin söylem ve tespitlerini pek çok yazar, özellikle kendilerini postmodern olarak niteleyenler, kendilerine dayanak ve temel yapmaya çalıştılar ve çalışıyorlar. Örneğin Gianni Vattimo'ya göre, felsefi postmodernite Nietzsche'nin "tarihin yaşam için yarar ve zararları" adlı çalışmasıyla birlikte doğmuştur. Ona göre Nietzsche bu eserde, 19. Yüzyıl insanını yiyip bitiren aşın tarih bilinci problemini saptar. Bu aşın tarih bilinci, insanlığı yepyeni bir tarih üretmekten alıkoymaktadır. Böyle olunca tabi ki 19. Yüzyıl Avrupa uygarlığı kendine özgü bir stil geliştiremiyor. Nietzsche bunu tarih hastalığı olarak belirtir. Tarih hastalığı Vattimonun yorumuna göre bir decadence olarak modernite problemidir.

Kendilerine postmodern yazarlar ve düşünürler diyenler nasıl ve niçin Nietzsche'yi ve onun yazdıklarını kendilerine dayanak yapıyorlar ve modernite adı altında bu yazarlar neye eleştiri getiriyorlar bunları açıkça görmek için Prof. I. Kuçuradi'nin bu konuda söylediklerine bakarak bunları izah etmeye çalışalım.

Prof. Kuçuradi'ye göre, 2. Dünya Savaşı'nın hemen ardından kalkınma politikalarıyla çıkmaza sokulmuş bir dünyada yaşıyoruz. Kimliğini arayan bu arada tek ve bir olmaya çalışan bir Avrupa görüyoruz. Milliyetçilik artıyor ve devletler daha küçük devletlere ayrılıyor. İnsanların öldürüldüğü, küçük savaşların patlak verdiği bir orta doğu görüyoruz. İşte tüm bunların içinde olup bittiği çağımız bazı düşünürler tarafından postmodern olarak adlandırılıyor.

Postmodernizmin modernite adı altında neyi eleştirdiğine daha yakından bakalım. Modern teriminin relatifi, antik, geleneksel, klasik vb...dirler. Modern terimi bu anlamda bir şeyi yapıp etmenin en son yolunu ifade eder. Batı çevrelerinde ya da batı kültürlerinde modern terimi; çeşitli insan etkinlikleri ve onların ürünlerinde ortaya çıkan özelliklerin bütününü ifade eder görünüyor. Bu ya da şu etkinliği yaparken ve ürünler ortaya koyarken içinde bu özelliklerin görüldüğü dönem modern olarak adlandırılıyor. Sonuçta, batı çevrelerinde üzerine tartışılan modernite terimi geçmişle bağını koparmasıyla belirlenen içinde belirli bir dünya görüşünün hakim olduğu tarihsel bir dönemi ifade ediyor gibi görünüyor. Batıda devam eden modernite tartışması bir dünya görüşü olarak modernite hakkındaki -hangi dünya görüşü olduğu açık olmamasına rağmen- pozitif değer yargısına karşı bir tepki göstermektir.

Modernite adı altında postmodernizmin hangi dünya görüşünü eleştirdiğini saptayabilmek için Prof. Kuçuradi'ye göre tarihsel bir dönem olarak modernitenin ne olduğunu açığa kavuşturmamız gerekir. Ortaçağlardaki hakim insan kâvramı ve dünya görüşünden kopmak olarak düşünülen

Niye sık sık aydınlanma ile eş tutulmuştur, ama şeyleri metafizik olmayan yolla temellendirme ve açıklama olarak anlaşılan rasyonalite ile değil. Bu da batı rasyonalitesi ile eşleştirilmiştir; yani şeyleri açıklama ve temellendirme de muhtemelen metafizik olmayan özel bir yaklaşım. İşte postmodernizmin eleştirdiği modernizm bu yaklaşımla eşleştirilmiş gibi gözüküyor. Bunu daha iyi görebilmek için açık bir aydınlanma kavramına ihtiyâcımız var, Prof. Kuçuradi'ye göre.

Aydınlanma nedir? Sorusuna Kant 1784'de şu cevabı verir: kişinin kendisinin düştüğü erginsizlik durumundan yine kendi aklını kullanarak kurtulmasıdır. Burada görüyoruz ki aydınlanma belli bir yaklaşım ya da görüş olarak düşünülmüyor; herhangi bir konuda bireyin kendi aklını kullanma cesareti ve kapasitesini ifade ediyor, özellikle dini konularda. Kant' ın aydınlanma kavramı ile Comte pozitivizminin ve Hegel'in akıl kavramıyla belirlenmiş gözüken batı rasyonalitesinin bir ilgisi yoktur. Öte yandan tarihsel bir dönem olarak modernite tüm bu saydığımız görüşleri içerir. Ancak günümüzde hakim felsefeler olan pragmatizm ve marksizmin arkasında aydınlanma değil yukarıda anlatıldığı şekliyle batı rasyonalitesi vardır. Pragmatizmin ve marksizmin ana özellikleri onların plüralist ve pozitivist olmalarıdır. Ayrıca her ikisi de metafizik karşıtı bilimsel dünya görüşünü, aynı pozitivistik insan görüşünü ve her şeye izin vardır meta-ilkesini paylaşırlar. Örneğin, pragmatizmde faydalı olana götüren her şeye izin vardır; marksizmde sınıfsız topluma götüren her şeye izin vardır.

Modernite tartışması bilimsel dünya görüşü ile yakından ilgili olduğu için buna daha yakından bakalım. Viyana çevresinin 1929'da yazılan manifestosunda özetle şunlar denmektedir. Bilimsel dünya görüşü ilkin deneyci ve pozitivisttir; sadece deneyden gelen bilgi vardır. İkinci olarak, bunların mantıksal analiz adı verilen belli bir metotları vardır. İşte pragmatizm ve marksizmin arkasında gördüğümüz rasyonel dünya görüşü budur; yani bu bilimsel denen dünya görüşü rasyonalite ve batı rasyonalitesiyle eş kılınıyor. Ancak, Avrupa düşünce tarihinde bir dönem olan modernitede başka dünya görüşleri de vardır. Tarihsel bir dönem olarak modernitenin içinde, ortaçağın insan kavramı ve dünya görüşleri de vardır. Tarihsel bir dönem olarak modernitenin içinde, ortaçağın insan kavramı ve dünya görüşünden kopmayı sağlayan, insan hakları, laiklik, insan olmanın onuru idesi vb... şeylerle ortaya çıkan aydınlanma da vardır. İşte bilimsel dünya görüşünün hakim olmasıyla bilginin nesnesi kaybolmuş ve plüralizm bir çare olarak düşünülmüştür. İnsan etkinliğinin çeşitli alanlarında bilginin nesnesini yitirmesinin bir sonucu olarak modernite eleştirisi adı altında, aydınlanmanın getirdiği ilke ve fikirler de eleştirilip, reddedilmekte ve tüm kültürlere eşit saygı gösterme modası yayılmaktadır.

Bir kaç cümleyle ifade edecek olursak, kendilerine postmodern diyen yazarlar Nietzsche'nin yaptığını, kendi yazılarında yaptıklarını düşünüyorlar ya da iddia ediyorlar, ama yaptıkları aslında Prof. Kuçuradi'nin makalesinde gördüğümüz gibi pozitivist dünya görüşünü sorgulamaktır. Modernite, aydınlanma ve rasyonel olmak ile eşleştiriliyor; bunu yaparken modernite kafalarında açık olmadığı için, neo-pozitivizmi eleştirirken (bu yaptıkları yerinde bir eleştiridir) aydınlanmanın getirdiği fikirleri de eleştiriyorlar. Nietzsche modern insan, modernite vb... derken çağ olarak modernitenin insanını kastetmiyor, 19. Yüzyıl Avrupa insan tipini kastediyor; decadence insan tipi yani, en son moda olan insan (bu bizim ülkemizdeki bir çıkan veya menfaati olmadan parmağını bile oynatmayan bazı kamu görevlileri ve insanları akla getiriyor). Dolayısıyla postmodernlerin göndermede bulundukları modern (westem), Nietzsche'nin modern kavramından çok farklıdır ve tarihsel bir döneme karşılık gelir.

Şimdi gönül rahatlığıyla bazı postmodern yazarların Nietzsche'yi kendilerine nasıl dayanak yaptıklarına bakıp, onları değerlendirebiliriz.

Comel West'e göre, Nietzsche batıdaki postmodern düşüncenin merkezinde önemli bir yere sahiptir. Onun aforistik yazım stili postmodern filozofları etkilemiştir; bunlar arasında Wittgenstein, Quine ve Rorty sayılabilir.

David Hoy'a göre, sorun Nietzsche'nin 1889'da çıldırdığında, 19. Yüzyılda alternatif bir felsefe görüşünün ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Nietzsche bize parçalar halinde ve aforizmalarla yazılmış felsefi eserler bırakarak, Kant ve öteki modemlerin modelinden çok farklı bir felsefe modeli sağlar; bu yüzden biz onu postmodern olarak adlandırırız.

Robert Solomon'a göre, eğer postmodernizmin bir başlangıcı varsa bunu Alman filozofu Nietzsche'nin eserlerinde bulmak mümkündür. 1900'de Nietzsche'nin ölümünden sonra özellikle kendilerine postmodern diyen akademisyen, edebiyatçı ve tarihçi, onun parçalar halinde ve aforizmatik yazı stilinden etkilenmişlerdir. Hem Nietzsche de kendisini zaten zamana aykırı (untimely) olarak adlandırmış ve felsefesini moderniteye bir saldırı olarak belirtmiştir.

Nietzsche'nin kitapları kanımca okunması kolay ama anlaşılması en zor olanlardır. Bunun yanında, onu yanlış anlamak maalesef çok kolay; bunun yukarıdaki iddialarda da gördüğümüz gibi onun yazma stili ve felsefi metoduyla ilgisi var. Nietzsche'nin metoduna baktığımızda içlerinde çekirdek halde pek çok fikir taşıyan aforizmalar ve fragmentler görürüz. Elbette ki bunların niye böyle yazıldığını ve Nietzsche'nin bunlarla gerçekten ne söylemek istediğini anlamak istemeyen postmodernler, işlerine gelen, kendilerine uygun cümleleri bu metinlerin içinden çekip alıyorlar istedikleri gibi de kullanıyorlar.

Human all too Human'da özetle şunları der Nietzsche: insanların çoğu uzun akıl yürütmelere dayanan argümanlardan çok, kesin ve güvenilir savlardan etkileniyorlar. Dahası, ona göre bütün bir felsefedense, tamamlanmamış bir fikri sunmak bazen daha etkilidir.

Twilights of the Idols'da "skirmishes" bölümünde Nietzsche özetle şöyle der: başkalarının koca bir kitapta söylediğini, hatta başkalarının koca bir kitapta söyleyemediğini, on cümleyle söylemektir onun istediği. Yine aynı eserde, l. bölüm, 26. Aforizmada, Nietzsche tüm sistematikçilere güvensizliğim var, onlardan sakınıyorum, der.

Gördüğümüz gibi Nietzsche eserlerinin çoğunda neden aforizmalar ve fragmentler kullandığını, eğer dikkatli okunursa, yine kendisi izah ediyor: Bundan başka sanırım şunları da söyleyebiliriz: aforizmalar ve fragmentler okuyucunun zihnini, metinde çekirdek halde bulunan fikri açığa kavuşturmak için, motive eder çünkü onların kendilerine özgü ilgi çeken yanlan vardır. Bir de şu var; Nietzsche'nin sağlığının ne durumda olduğu herkesçe bilinen bir şey, belki de sağlığının kötü olması nedeniyle uzun uzun yazmak yerine, fikirlerini aforizma ve fragmentlerle ifade etme yolunu seçmiştir. Tabi onun çok iyi bir filolog olduğunu da unutmamak gerekir. Merak ediyorum, postmodernler neden Monteign'i, Denemeler'in yazarı Monteign'i, kendilerine dayanak yapmıyorlar anlamıyorum. O da eserinde fragmentler ve aforizmalar kullanıyor.

Nietzsche'nin postmodern bir filozof olduğunu ileri sürenler, onun felsefesinin plüralist olduğunu da ileri sürüyorlar. Onlara göre Nietzsche, moderniteden dogmatik evrenselciliği yüzünden haz etmemiş ve özellikle perspektivizm görüşünü ileri sürerek, kendisini plüralist olarak tanımlamıştır. Kanımca Nietzsche'nin perspektivizmini tam anlamadıkları ve onun yazılarını bütün olarak okumadıkları için onu plüralist yapıyorlar. Onun perspektivizmi plüralizmden çok farklı ve önemli bir görüştür. En iyisi Nietzsche'ye plüralist diyenlerin yazdıklarından hareket edelim. Cornel West'e göre, Nietzsche'den alıntılanan aşağıdaki pasaj, Quine'ın pragmatizminin dolayısıyla da plüralizmin bir habercisidir.

Dünyanın değeri onu yorumlamamızda yatar. Önceki yorumlamalar kendileri aracılığı ile yaşamımızı sürdürebildiğimiz perspektif değer vermelerdir. Yani, gücü istemede, gücün artması için her güçlenme ve gücün artması yeni perspektifler ve yeni ufuklara inanıma yol açar -bu fikir benim yazılarıma nüfuz eder- İlgili olduğumuz dünya sahtedir, yani bir olgu değil, bir kurmacadır. O akış içerisindedir, oluş içerisinde olan bir şey gibi bir yanlışlık olarak daima değişiyor, ancak hakikate asla yakın olamıyor; çünkü hakikat yoktur.

Bu pasaj Nietzsche'nin perspektivizm görüşünü en açık şekilde görebildiğimiz pasajlardan bir tanesidir. Bay West nasıl olur da bunu plüralizme dayanak yapar anlaşılır değildir. Aslında Nietzsche'nin burada yaptığı hakikat (doğruluk) sorununa dikkatimizi çekmektir; bunu yaparken de tüm hakikat iddialarının perspektifli olduğunu ileri sürer.

Maalesef Nietzsche'de sistematik olarak işlenmiş bir doğruluk teorisi olmadığı için o hep yanlış anlaşılıyor.

Nietzsche'ye göre bilmek demek, birisinin bilinen bir şeyle ilişkiye girmesi demektir. Yine ona göre, zihin pasif değildir; o yaratıcı bir güçtür; bir ayna gibi şeyleri yansıtmaz; kısmen de olsa zihin bildiği şeyi yaratır. Doğruluk onun için keşfedilecek ya da bulunacak bir şey değil, yaratılacak olan bir şeydir. Yani, hakikatlerimiz kısaca bizim ürünümüz olan şeylerdir. Nietzsche için doğruluktan bahsetmek, hakikatlerden bahsetmektir. Pek çok sayıda göz olduğu için pek çok sayıda da hakikat vardır; sonuç olarak hakikat yoktur. Bu bizi onun yorumlama anlayışına getirir. O yalnızca olgular vardır diyen pozitivizme karşı, hayır! Olgular yalnızca, yorumlamalardır, diyor. Postmodernler özellikle onun bu savını plüralizme çekiyorlar.

On the Geneology of Morals'da Nietzsche şunları yazar: "yalnızca perspektifli bir görme vardır, yalnızca perspektifli bir bilme vardır." Yani bütün bilgimiz perspektiflidir. Yine aynı yerde Nietzsche özetle şunları söylemektedir: tehlikeli ve eski bir uydurma olan zamansız bilen özneye karşı tetikte olalım; saf akıl, mutlak ruh, kendinde bilgi gibi çelişkili kavramlara karşı tetikte olalım. Bu alıntılara dayanarak, Nietzsche'yi plüralist yapanlara karşı şöyle savunmak belki olanaklı olabilir. Nietzsche bu yazdıklarıyla görme ve bilme arasında bir analoji kuruyor biz aynı görmede olduğu gibi biliyoruz, yani bilme açısından perspektiflilik objenin görünüşünü etkileyen bilenle ilgili bir şey. Algılarımız perspektifli olduğu için hakikatler aldanmalardır çünkü onlar kendinde şeye karşılık gelmezler. Nietzsche'nin perspektivizmi aslında kendi şeylerin bilgisini elde edebileceğimiz iddialarını çürütmek ve onlardan kaçınmak için ileri sürülmüştür; dolayısıyla plüralizm ile hiç bir ilgisi yoktur. Kendinde şeylerin bilgisini elde etmek, nesnelere, olana bitene hiç bir perspektiften bakmamakla aynı anlama gelir. Kısaca Nietzsche'ye göre, çeşitli perspektiflerle yorumlama dışında bir şeyi bilmenin yolu yok. Prof. Kuçuradi'ye göre de, Nietzsche'nin perspektivizmi kendinde varlığı kabul edenlere karşıdır, insan realitesini anlamlandırma ve değerlendirmedeki sınırlılık, belli bir açının kaçınılmazlığıdır dile getirilmek istenen. Bu insan problemlerinin hep yeniden ele alınabileceği, her ele alınışta da yeni doğru bir şeyin kavranabileceği demektir. Demek ki hakikat için kapasitemiz sınırlı, yani bir insanın bilebileceğinden çok hakikat var; bu yüzden farklı ilgisi ve merakı olan insanlar ortaya farklı doğrular koyacaklardır, o zaman ilgilerimiz nereye bakacağımızda ve ne göreceğimizde belirleyici oluyorlar. Ayrıca bilgimizin perspektifli olması demek, bilmemizin ve bilme yetilerimizin üzerindeki sınırların kalkması demektir.

Yine On the Geneology of Morals'da Nietzsche özetle şöyle der: belli insan tiplerine uygun, onlar için faydalı ve mantıklı moraller vardır. Hıristiyanlığın en büyük hatalarından birisi kendi moral sisteminin evrensel olduğunu kabul etmesidir.

Aslında Hıristiyan morali, belli türden insanlar için uygundur, yani zayıflar için. Buradan hareket edersek, Nietzsche hakikat yoktur demiyor aslında, dediği şu: her bir tip için uygun gelen bir doğru (hakikat) vardır, her görüşün kendine uygun taraftarı vardır. Demek ki her tipe uygun perspektifler vardır, fakat problem eğer herhangi bir tip kendi perspektifinin tek doğru olduğunu iddia ettiğinde ortaya çıkıyor. Nietzsche hakikat yoktur, yorumlamalar vardır vb. .. şeyleri ileri sürerken, dünyanın nesnel, değişmez, hep kalan bir yapısı olmadığını da dile getiriyor bence; dolayısıyla değişmez, sabit kalan moral, hakikat ve bilgi yoktur, yalnızca perspektifli bilme ve görme, yani yorumlar vardır.

Son tahlilde, Nietzsche'nin perspektivizminden postmodernlerin iddia ettikleri gibi plüralizm ideali çıkmıyor, çünkü o ebedi doğruları, Hıristiyanları, kendi moral sistemlerinin evrensel ve tek doğru olduğunu iddia edenleri vb... şeyleri eleştiriyor ve perspektivizmini bunlara karşı bir önlem olarak getiriyor.

Sonuç olarak, Nietzsche'nin eserlerini bir bütün olarak, hatta tarihsel sırayla okumazsak, postmodernlerin asılsızca ve temelsizce iddia ettikleri gibi, onu postmodern, plüralist ve hatta nihilist bile yapabiliriz. Bana öyle geliyor ki, Nietzsche'nin yazma stili, kullandığı metot ve fikirlerinin içinde yaşadığı çağı aşması, ve hatta günümüzde bile onun doğru anlaşılamamasının nedeni, onun çok iyi bir filolog ve antik Yunan kültürünün bir öğrencisi olmasındandır. Demek ki kendilerine postmodern diyenler Nietzsche'yi iyi okuyup anlasalardı, onun yazdıklarının kendilerine de bir uyarı olduğunu anlarlardı. Nietzsche kendi ortaya koyduğu fikir ve bilgilerin değişmez, mutlak doğrular olmadığını biliyor ama yaptıklarıyla bize şunu göstermeye çalışıyor sanırım: tüm bunlar yaratmaya, düşünmeye ve ortaya yeni bir şeyler koymaya engel değildir; onu postmodern, plüralist vs... yapmak yerine; onun yaptığı gibi bağımsız düşünüp, özgürce yaratarak yeni bir şeyler ortaya koymaya çalışmalıyız.
*********************************
Hakkında/Camus'dan Notlar

NIETZSCHE ve YOKSAYICILIK
"Tanrıyı yoksuyoruz, Tanrının sorumluluğunu yoksuyoruz, ancak böyle kurtaracağız dünyayı." Nietzsche ile, yoksayıcılık peygambersi olur sanki. Ne var ki, onun yapıtında, peygamberden çok hekimi göz önüne almazsak, var gücüyle nefret ettiği aşağılık ve bayağı acımasızlıktan hiçbir şey çıkaramayız Nietzsche'den. Düşüncesinin geçici, yöntemli, tek sözcükle 'stratejik' niteliği kuşku götürmez. Cerrahların peygamberlerle ortak yanı geleceğe göre düşünüp ameliyat yapmalarıdır. Nietzsche gelecek bir yıkımı göz önüne alarak düşünmüştür yalnız, ama bu yıkımın sonunda ne çirkin, ne hesapçı yüze bürüneceğini sezdiği için, onu övmek için değil, ondan sakınmak, onu bir yeniden-doğuş biçimine sokmak için düşünmüştür. Yoksayıcılığı görmüş, onu bir klinik olayı gibi incelemiştir. Avrupa'nın ilk kusursuz yoksayıcısı olduğunu söylüyordu. Eğilimi dolayısıyla değil, durumu dolayısıyla, bir de çağının kalıtını yadsıyamayacak ölçüde büyük olduğu için. Kendinde de, başkalarında da bir inanma yeteneksizliği gördü, her türlü inancın ilk temelinin, yani yaşam inancının silindiğini gördü,'Başkaldırmış olarak yaşanabilir mi?' sorusu 'hiçbir şeye inanmadan yaşanabilir mi?' biçimine girdi onda. Yanıtı olumludur. Evet inanç yokluğu bir yöntem durumuna getirilirse, yoksayıcılık son sonuçlarına dek götürülürse, sonra çöle çıkıp da olacaklara güvenilerek aynı ilkel içgüdüyle, hem acı hem sevinç duyulursa.

Yöntemli kuşku yerine yöntemli yadsımayı uyguladı, yok sayıcılığı hala kendi kendinden gizleyen şeyleri, Tanrının ölümünü gizleyen putları düzenli bir biçimde yıkmaya çalıştı. 'Yeni bir tapınak yükseltmek için, bir tapınak yıkmak gerekir, yasa budur.' Ona göre iyilikte ve kötülükte yaratıcı olmak isteyen kişinin her şeyden önce yıkıcı olması, değerleri parçalaması gerekir. "En üstün kötülükler en üstün iyiliğin içindedir, ama üstün iyilik yaratıcıdır." Öylesine hayran kaldığı şu Fransız on yedinci yüzyılın özgürlük ve kesinliğinden yoksun olarak, ama deha yüzyılı saydığı yirminci yüzyılı niteleyen çılgın açık görüşlülükle, kendine göre, zamanın Yöntem Üzerine Konuşma'sını yazdı. Bu başkaldırı yöntemini incelemek de bize düşüyor.

Nietzsche'nin ilk adımı bildiğine boyun eğmektir. Tanrısızlık en doğal şeydir onun için, 'kurucu ve köklü'dür. Kendisine bakılırsa, Nietzsche'nin üstün iç çağrısı tanrısızlık sorunu içinde kesin bir duruşa, bir tür bunalıma yol açmaktır. Dünyanın gidişi gelişi güzeldir, bir ereği yoktur. Öyleyse, hiçbir şey istemediğine göre, tanrı gereksizdir. Bir şey isteseydi (kötülük sorununun geleneksel tanımını buluyoruz burada.) oluşun bütün değerini düşürecek bir acı ve mantıksızlık toplamını sırtlaması gerekirdi. Stendhal'in sözüne çok imrendiği bilinir: "Tanrının tek bağışlatıcı yanı var olmamasıdır." Dünya tanrısal istemden yoksun olduğuna göre, birlikten ve erekten de yoksundur. Bu nedenle dünya yargılanamaz Ona yöneltilen her yargı yaşamın karalanmasıyla sonuçlanır. Olan olması gerekene, yani gök ülkesine, ölümsüz düşüncelere aktöre gereklerine göre yargılanır o zaman. Ama olması gereken yoktur; hiçbir şey adına yargılanamaz bu dünya. "İşte bu çağın üstünlüğü: hiçbir şey doğru değil her şeye izin var." Görkemlilikle ya da umursamazlıkla, başka binlerce deyimde yankılanan bu deyimler, Nietzsche'nin yoksayıcılık ve başkaldırının tüm yükünü yüklendiğini kanıtlamaya yeter. 'Eğitme ve eleme' konusundaki biraz çocuksu düşüncelerinde, yoksayıcı uslamlamanın en uç mantığını dile getirmiştir: "Sorun şu: tümüyle bilimsel bilinçle isteyerek ölmeyi öğretip uygulayacak büyük ve bulaşıcı bir yoksayıcılığa hangi yollardan varılabilir?"

Ama Nietzsche, yoksayıcılık yararına, o zamana dek yoksayıcılığın frenleri sayılagelmiş değerleri kendi düşüncesine bağlar. En başta da aktöreyi Sokrates'in canlandırdığı ya da Hıristiyanlığın öğütlediği biçimiyle aktöreye uygun davranışı kendi başına gerileme belirtisidir. Etten kemikten insanın yerini bir gölge insana vermek ister. Tümüyle uydurma bir düzen dünyası adına, tutkular, çığlıklar evrenini suçlar. Yoksayıcılık inanma yeteneksizliğiyse en kötü belirtisi tanrısızlık değil, olana inanma, yapılanı görme, sunulanı yaşama yeteneksizliğidir. Her türlü düşüngünün temelinde bu sakatlık vardır. Aktörenin dünyaya inancı yoktur. Nietzsche'ye göre gerçek aktöre açık görüşlülükten ayrılmaz. 'Dünyanın kara çalıcılarına' karşı serttir, çünkü bu kara çalmada yüz kızartıcı bir kaçış hazzı görür. Ona göre, geleneksel aktöre aktöresizliğin özel bir durumundan başka bir şey değildir. "Doğrulanmak gereksiniminde olan iyiliktir," der. Sonrada şunu söyler: "Bir gün gelecek, iyilik yapmaya aktörel nedenlerle son verilecektir."

Nietzsche'nin felsefesi başkaldırı sorunu çevresinde döner kuşkusuz. Tamamı tamamına, bir başkaldırı olmakla başlar. Ama Nietzsche'nin yaptığı yer değiştirmede sezilir. Başkaldırı kesinleşmiş bir gerçek saydığı 'Tanrı öldü' den yola çıkar onda: O zaman, yalan yere, yok olmuş tanrısallığın yerini almaya çalışan ve belli bir yönü olmasa bile, tanrıların eritildiği tek pota olarak kalan dünyayı alçaltan her şeye karşı çıkar. Kimi Hıristiyan eleştirmenlerin düşündüğünün tersine, Nietzsche Tanrıyı öldürmeyi tasarlamamıştır. Çağının ruhunda ölü bulmuştur onu. İlk olarak, olayın enginliğini anlamış, insanın bu başkaldırısı bir yöne yöneltilmezse, bir yeniden doğuşa götüremez kararına varmıştır. Bundan başka her tutum, ister pişmanlık olsun, ister hoşnutluk, yıkımı getirecekti. Demek ki, bir başkaldırı felsefesi çıkarmamıştır. Nietzsche, başkaldırı üzerine bir felsefe kurmuştur.

Özellikle Hıristiyanlığa saldırır ya yalnız aktöre olarak saldırır ona. İsa'nın kişiliğine de, kilisenin arsız yanlarına da dokunmaz. İşten anlayan bir kişi olarak, Cizvitlere hayranlık duyduğu bilinir. "Gerçekte, Tanrı çürütülmüştür yalnız" diye yazar, Tolstoy için olduğu gibi, Nietzsche içinde İsa başkaldırmış bir insan değildir. Öğretisinin özü tüm boyun eğişle, kötülük karşısında dirençsizlikle özetlenir. Öldürmeyi önlemek için bile olsa öldürmemelidir. Dünyayı olduğu gibi benimsemeli, mutsuzluğunu artırmaya yanaşmamalı, ama kötülüğüne kişi olarak katlanmalıdır. Gökler ülkesi elimizin altındadır o zaman. Eylemlerimizle bu ilkeler arasında ilişki kurmamızı sağlayan, bize dolaysız mutluluğu sağlayan bir tek iç eğilim vardır. İnanç değil iyilik yardım işte Nietzsche'ye göre İsa'nın bildirisi. Bundan böyle Hıristiyanlık tarihi bu bildirinin durmamacasına çiğnenmesinden başka bir şey olmayacaktır. İncil bile bozulmuştur. Paul'dan yüksek din kurallarına varıncaya dek, inanç kulluğu eylemleri unutturur.

Hıristiyanlığın İsa'nın bildirisine getirdiği derin bozulma nedir? İsa'nın öğretisine yabancı olan yargı düşüncesi ile ceza ve ödül kavramları. Doğu tarih, hemde anlamlı tarih olur bu andan sonra; insanın tümlüğü düşüncesi doğmuştur. Cebrail'in Meryem'e İsa'nın doğacağını bildirdiği andan son yargıya dek, önceden yazılmış bir öykünün kesinlikle aktörel olan erkeklerine uymaktan başka işi yoktur artık insanın. Tek ayrım, sonunda insanların kendiliklerinden iyiler ve kötüler diye ayrılmalarıdır. İsa'nın biricik yargısı yaradılıştan gelen günahların önemsiz olduğunu söylemekten öte bir şey değilken, Hıristiyanlık bütün yaratılışı, bütün doğayı bir günah kaynağı yapacaktır. "Neyi yadsır İsa? Şimdi Hıristiyan adı taşıyan her şeyi" Hıristiyanlık dünyaya bir yön verdiği için yoksayıcılıkla savaştığını sanır, oysa yaşama düşsel bir anlam vererek gerçek anlamının bulunmasını önlediği oranda kendiside yoksayıcıdır: "Her kilise bir tanrı-insanın mezarı üzerine yuvarlanmış bir taştır; zor yoluyla, onun dirilmesini önlemeye çalışır." Nietzsche'nin çelişkin, ama anlamlı sonucu, kilise kutsalı kutsallıktan uzaklaştırdığı oranda, Tanrının Hıristiyanlık yüzünden öldüğüdür. Tarihsel Hıristiyanlığı anlamak gerekir bundan, bir de 'derin ve bayağı iki yüzlülüğünü. Aynı uslamlama sosyalizme ve insan severliğin bütün biçimlerine karşı çıkarır Nietzsche'yi. Sosyalizm yozlaşmış bir Hıristiyanlıktan başka birşey değildir. Yaşama ve doğaya ters düşen, gerçek ereklerin yerini ülküsel ereklere veren, istemleri, imgelemleri kışkırtmaya yarayan şeye, tarihin erekliliğine inancı sürdürür. Sosyalizm Nietzsche'nin bu sözcüğe vardığı bundan böyle kesin anlamda yoksayıcıdır. Yoksayıcı hiçbir şeye inanmayan değil, var olana inanmayandır. Bu anlamda, sosyalizmin bütün biçimleri Hıristiyanlık düşüncesinin daha da düşmüş biçimleridir. Hıristiyanlık için, ödül ve ceza bir tarih gerektiriyordu. Ama kaçınılmaz bir mantıkla, bütün tarih ödül ve ceza anlamını alır sonunda: ortaklaşa Mesihçilik (daha iyi gelecek inancı) bundan sonra doğmuştur. Tanrı önünde ruhların eşitliğide, Tanrı öldüğüne göre, kısaca eşitliğe varır. Burada da Sosyalist öğretilerle birer aktöre öğretisi olarak savaşır Nietzsche. İster din alanında kalsın, isterse sosyalist söylem olsun, yoksayıcılık üstün denilen değerlerimizin mantıklı sonucudur. Özgür düşünce sırtlarını dayadıkları boş düşleri, varsaydıkları pazarlıkları, aydınlık usun görevini yerine getirmesini, yani edilgen yok sayıcılığı etken yoksayıcılık biçimine sokmasını önlemekle işledikleri suçu ortaya koyarak yıkacaktır bu değerleri.

Tanrıdan ve aktören putlardan kurtulmuş olan bu dünyada, insan yalnız ve efendisizdir şimdi. Nietzsche böyle bir özgürlüğün kolay olabileceğini söylememiştir hiçbir zaman (bu bakımdan da romantiklerden ayrılır). Bu yabanıl kurtuluş yeni bir sıkıntının ve yeni bir mutluluğun acısını çektiklerini söylediği kimseler arasına sokar kendisini. Ama, daha başlangıçta: "Yazıklar olsun! bana deliliği verin öğleyse... Yasasının üstünde olmadıktan sonra, cehennemliklerin en cehennemliğiyim demektir!" diye haykıran tek sıkıntıdır bu Gerçekten de, yasanın üstünde kalamayan kişi ya başka bir yasa bulmalıdır, ya çılgınlığı. Tanrıya da, ölümsüz yaşama inanmaya başladığı andan sonra, 'yaşayan her şeyden' sorumlu olur insan. Düzeni ve yasayı bulmak kendisine, yalnız kendisine düşer. Cehennemlikler çağı başlar o zaman, o yorucu, bitirici doğrulama arayışı, ereksiz özlem, 'en acılı, en iç parçalayıcı soru, yüreğin kendi kendine sorduğu soru: kendi yurdumda olduğumu nerede duyabilirim? sorusu başlar...
(...)

Albert Camus - Başkaldıran İnsan'dan alınmıştır.
*****************************
Hakkında/Nietzsche ve Wagner

"Onu (Wagner'i) çok seviyordum."

1872 yılı başlarında, ilk ve tam olarak bitirdiği tek kitabını yayımladı: 'Müziğin Rûhundan Tragedyanın Doğuşu.'

Hiçbir dinbilimcisi böyle lirik bir eser vermemiştir. Yunan sanatının taptığı iki tanrıdan söz ediyordu: Hakkında yazdığı ilk tanrı, Diyonizos (ya da Baküs) idi. Diyonizos, cümbüş ve şarap tanrısıydı. Yükselen hayat, eylem durumundaki sevinç, sarhoşluk durumundaki heyecan ve ilhan, içgüdü , mâcerâ, yılmadan acı çekme, şarkı müzik, raks ve dram tanrısıydı. Dana sonra Apollon geliyordu. Apollon sükûn, rahatlık, keyif, estetik heyecan ve felsefî düşünce ve olgunluk, mantıksal düzen, resim, heykel ve destan tanrısıydı. En soylu Yunan sanatı, iki idealin birleşmesinden meydana geliyordu. Diyonizos'un dizginlenemeyen erkeksi kuvvetiyle, Apollon'un sakin, kadınsı güzelliği. Dramda Diyonizos, koroyu; Apollon da diyaloğu esinliyordu. Koro, Diyonizos'a bağlı keçi kılıklılar sürüsünden doğmuştu doğrudan doğruya. Diyalog, sonradan gelen bir düşünceydi, bir heyecan yaşantısının düşünceye yansıyan ekiydi.

1872'de Nietzsche, Basle'e döndü. Bedeni hâlâ zayıftı, ama içi tutkuyla yanıyordu. Ders verme sıkıntısı içinde kendini tüketmek istemiyordu. "Önümde elli yıllık iş var, boyunduruk altında zamanımı iyi harcamalıyım." Savaş onu epey hayâl kırıklığına uğratmıştı: "Alman İmparatorluğu, Almanların rûhuna kaba bir kendini beğenmişlik vermişti. Ruhsal gelişim için bundan daha kötü engel olamazdı. Nietzsche'deki şeytanî bir nitelik, her put karşısında onu harekete geçiriyordu.

"Mevsimsiz Düşünceler"de ateşini, vatanseverlikte bağnaz üniversiteye çevirdi. "Edinilen tecrübeye göre, devlet üniversitelerinde, kötü filozofları destelemek alışkanlığı kadar, büyük filozofların gelişme yolunu tıkayan şey yoktur. Hiçbir devlet, Eflâtun ve Schopenhauer gibileri desteklemeyi göze alamaz. Devlet daima kokar onlardan." "Eğitim Kuruluşlarımızın Geleceği" adlı denemesinde, yeniden saldırıya geçti. "Tarihin Faydası ve Kötüye Kullanılması"nda, Alman aklını, antikacı bilginliğin ayrıntıları içinde bozulmuş olduğunu söyleyerek, alaya alıyordu. Ana fikirlerinden ikisi, hemen dile getirilmiş bulunuyordu: Ahlâk da, dinbilim de evrim kuramının çerçevesi içinde, yeniden düzenlenmeliydi. Hayatın görevi, "bireyler olarak bakıldığında, en değersiz tipler olan çoğunluğu yükseltmek değil, dâhiyi yaratmaktır," üstün kişiliklerin geliştirilmesi ve yükseltilmesidir, diyordu.

Bu denemeler arasında en coşkun olanı, "Richard Wagner, Bayreuth'da" idi. Wagner'i, "ömründe korku nedir bilmeyen" Siegfried gibi selâmlıyordu. Wagner, biricik gerçek sanatın kurucusuydu. Çünkü bütün sanatları, büyük bir estetik sentez içinde kaynaştırıyordu. Almanya'yı, gelecek Wagner festivalinin muhteşem anlamının farkına varmaya çağırıyordu: "Bayreuth bizim için, savaş arifesinde yapılan dinsel törendi." Genç bir tapınanın sesiydi bu, Wagner'de o erkek azmi ve cesâreti bulan ve sonradan kendisinde üstün insan kavramını uyandıracak olan şeyi gören, neredeyse kadınsı denecek ince bir rûhun sesiydi.

Wagner'de, soylu bir rûhu incitecek, bencillik olduğunu görüyordu. 1871'de Wagner'in Fransızlara saldırısına katlanamadı (Paris Tannhaüser'e iyi davranmamıştı!) Wagner'in, Brahms'ı kıskanmasına da şaşmıştı. Kendisi öven bu denemenin baş teması bile, Wagner'in geleceği için iyi şeyler söylemiyordu: "Dünya yeterince Doğulaştı. Halk şimdi Yunanlılaşmaya can atıyor" diyordu. Ama Nietzsche, Wagner'in soyunda Yahûdilik olduğunu biliyordu.

1876'da, Bayreuth işi başladı. Her gece aralıksız, Wagner Operası oynuyordu. Wagnerciler, imparatorlar, prensler, küçük prensler ve mirasyediler, züğürt opera-severlere yer bırakmıyordu. Nietzsche, Wagner'de ne kadar çok Geyer'lik olduğunun ansızın farkına vardı. 'Nibelungen Halkası'nın sahne etkileri, buna yakından bağlıydı. Bazı kimselerin müzikte eksik gördüğü melos (ezgi), drama dönüşmüştü. "Senfoni'nin kapladığı bir dram görüntüsü, zihninde sık sık canlanıyordu, Lied'den (şarkı'dan) türeyen bir biçim. Ama operadaki yabancı öğre, Wagner'i karşı koyamayacağı bir biçimde ters yöne çekiyordu." Nietzsche onun yönünden gidemizdi. Dramatik ve operatik olandan nefret ediyordu. "Burada kalırsam çıldıracağım," diye yazıyordu. "Şu sonu gelmek bilmeyen müzik akşamlarını beklerken, dehşet duyuyorum... Dayanamıyorum artık."

Böylece tek kelime yazıp bırakmadan, bütün dünyanın taptığı Wagner'in büyük zaferinin şenliği içinde, ondan kaçtı: "Şu romantiklikteki kadınsılıktan, başıboş şiirden, şu idealist yalanlarından, burada en yiğit rûhlardan birini avucu içine alan şu insan vicdanının yumuşaklığından iğrenerek" kaçtı. Derken uzakta, tâ Sorrento'da, bir rastlantı onu Wagner ile yeniden karşılaştırdı. Büyük müzikçi, zafer yorgunluğunu dinlendiriyor ve 'Parsifal' diye yeni bir opera yazıyordu. Bu arada Hıristiyanlık, acıma, platonik sevgi konuları işleniyordu ve dünya "sırılsıklam bir budala," "İsa budalası" tarafından kurtarılıyordu. Nietzsche tek söz söylemeden sırtını çevirdi. Bir daha da Wagner ile konuşmadı. "İnsan kendine karşı açık sözlülükle ve içtenlikle davranmadıkça, büyüklük diye bir şey kabul edemem. Bu davranışla nerede karşılaşırsam karşılaşayım, bir insanın başarıları, gözünden siliniyor." Baş kaldıran Siegfried'i, Aziz Parsifal'e tercih ediyor ve Hıristiyanlıkta, dinbilimsel kusurlarından daha ağır basan ahlâksal bir değer ve güzellik görmesi Wagner'e bağışlayamıyordu. Wagner Davası'nda sinir buhranı içinde sağına soluna saldırıyordu:

"Wagner, bütün nihilistik Buddhist içgüdülerini göklere çıkarıyor v müziği ardında gizliyor. Hıristiyanlığın, her biçimini, her türlü din biçimini ve rûhsal bozuluşu övüyor. Richard Wagner, durup duruken Kutsal Haç'ın önünde yıkılıveren, eli ayağı tutmayan, çaresiz kalmış bir romantik. Vicdanında acıma duygusu olan, bu korkunç görüntü karşısında ağlayacak. Gözü olup da gören tek Alman yok muydu? Bir ben miyim acısını çeken? Üstelik, vaktiyle en tutkun Wagnercilerden biriydim... Ben de Wagner gibi bu çağın çocuğuyum, yani rûhu bozulmuşlardanım. Ama ben durumumun farkına vardım. Kendimi ona karşı savundum."

Nietzsche sandığından çok daha fazla "Apollon"cuydu: İnce, kibar, nazik olanı seviyordu. Onda ne Diyonizos'un o vâhşi gücü, ne de şarap, şarkı ve aşk duygusu vardı. "Kardeşinizin kibarlık havası, insanı alabiliğine tedirgin ediyor," diyordu Wagner, Frau Fösrter-Nietzsche'ye. "Bazen yaptığım şakalar karşısında ne yapacağını bilemiyor, o zaman ben de inadına daha beterini yapıyorum." Nietzsche'de, büyük çapta Eflâtunculuk vardı. Sanatın insanları yumuşatacağını sanıyordu. Kendisi yumuşak huylu olduğundan, bütün dünyayı da kendi gibi sanıyordu. Sofu bir Hıristiyan olacak kadar tehlikeli bir yakınlığı vardı Hıristiyanlığa. Bu nazik profesörü yeterince tatmin edecek kadar savaş olmamıştı. Yine de kendi başına olduğu zamanlarında, Wagner'in kendisi kadar haklı olduğunu, Parsifal'in nazikliğinin, Siegfried'in gücü kadar gerekli olduğunu ve bu amansız karşıtlıkların, kozmik bi anlamda sağlıklı, yaratıcı bir bütün hâline geldiğini biliyordu. Onu; hayatın en değerli ve en verimli yaşantısı olan adama hâlâ sessizce bağlı tutan bu "yıldızları barışmış dostluğu"nu düşünmekten hoşlanıyordu. Son anlarındaki cinneti sırasında, zihni bir an durulaştığında, nicedir ölmüş bulunan Wagner'in resmini görünce "Onu çok seviyordum," demişti.
************************************
Hakkında/Felsefesi

NIETZSCHE ve FELSEFESİ

Bugüne kadar Nietzsche hakkında yazılan yüzlerce yazıya karşın, kendisi bizim için hala bir bilmecedir. Nietzsche ye hayatının en büyük mutluluklarını ve acılarını birarada yaşatan Lou Salome, Nietzsche nin taktığı maskenin arkasında yatanları görmüş nadir kişilerden biri olarak bakın nasıl anlatıyor onu: "Hiç kimse ondan daha ince, daha kibar ve bazı zamanlarda daha sade, daha yakın ve tatlı dilli olmamıştır." Fakat, Lou Salome şunları da sözlerine ekliyor; "Bu incelik aslında büyük bir ihtiyatı, patavatsız sorulardan kaçma arzusunu, tutkularına özen gösteren bir ruhun gizli hareketlerini saklıyordu. Görünüşte biraz kamburlaşmış, sakar ve beceriksiz, kalın kaşları ve sarkık bıyığından rahatsız olan, yumuşak miyop bakışı sizi kısa bir an okşayan ve sonra geri çekilen bir profesördü."

Nietzsche yi inançtan uzaklaştıran ve bilginin baş döndürücü ama aynı zamanda tehlikelerle dolu maceralarına sürükleyen nedenler hakkında pek çok soru sorulmuştur. Ve alınan yanıt, onun Hıristiyanlıktan, uzun tartışmalar ve derin bir diyalektik sonucunda kurnazlaşmış bilgiler sonucunda kopmuş olduğudur. Nietzsche deki kopukluk, zamansız ve çabuk olmuştur. Onun için kötülük, çözülmesi gereken soyut bir problem değildir. Kötülük galip gelinmesi gereken bir çatışmadır. Üstelik, Hıristiyanların görüş açısında kötülük, dinsizlikten daha büyük bir suçtur. Ona göre, manevi kötülüklere, günaha önem veren insanlar kendilerine ait olmayan bir sorumluluk yüklenirler. Kabullendikleri suçluluk kompleksi, onların hayatında bir engel oluşturur ve kişinin kendi hayatını kontrol etmesini önler.

Kriz kavramı Nietzsche nin projesini anlamamızda büyük bir önem taşır. Krizin paradigması, "Tanrı nın ölümü"dür. Nietzsche nin Tanrı nın öldüğünü ilan etmesi, on dokuzuncu yüzyılda Hıristiyan inancının çöküşüne dair ampirik bir gözlem zannedilmemelidir. Aksine, olumsuz da olsa, bir inancın ifadesidir bu. Nietzsche, Tanrı nın ölümünü ilan ederken, bugünün mutlak bir sahipsizlik durumu içinde olduğu; kurtarıcı her türlü özellikten, şeylerin mevcut durumuyla uzlaşmamızı sağlayacak her şeyden yoksun olduğu yolundaki inancını beyan etmektedir.

Bu inanç, mevcut dünyanın hükümsüz görülerek mahkum edilmesini içerir. Bu hükümsüzlüğün fark edilmesi "nihilizm" olarak bildiğimiz şeye tekabül eder. Ama Nietzsche nin işaret ettiği gibi iki tür nihilizm vardır. Bir yanda, Nietzsche nin dünyanın hükümsüzlüğünün sunduğu, fırsat olarak gördüğü şeye cevap vermeyi başaramayan bir nihilizm vardır. Bu nihilizm, mevcut bütün değerlerin değersizleşmesini, ezici ve sıkıntı verici bir şey olarak görür. Boşluğa bakar, ürperir ve geri çekiliriz. Krizin gerçekliğini yumuşatmaya çalışır, hiçbir şey olmamış gibi, dünya hala ekseni üzerinde dönüyormuş gibi yaparız. Kısacası, pasif ve estetik olmayan bir tavır alırız. Öte yanda ise, aktif, estetik bir nihilizm vardır. Nietzsche bu nihilizmi, modern ve postmodern varoluşa uygun tavır olarak salık verir. Boşluktan korkuyla geri çekilmek yerine, onun üzerinde dans ederiz. Kendi varlığımıza uygun bir dünya yok diye sızlanacağımız yerde, bir dünya icat ederiz.

Nietzsche nin kendisinin en önemli yapıtı olarak gördüğü "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ün en çarpıcı yanı, açıkça meydan okumasıdır. Zerdüşt akıl yürütmez, sadece buyurur.

Nietzsche bize gerekçeler değil, imgeler; akıl yürütmeler değil, alegoriler sunar. Tracy B. Strong un belirttiği gibi, "Zerdüşt ün sonuna ulaşıldığında, okur belirgin bir tatminsizlik hissine kapılır; Zerdüşt e bir şey olmuştur ama Nietzsche bunun ne olduğunu söylemez."

Zerdüşt ün ana imgesi bengi dönüştür. Bu imgenin etrafına bir dizi başka imge yerleştirilmiştir ki bunların en önemlileri "Üstinsan", "güç istemi" ve "yüksek insan"dır. Bu birbirinden kopuk, açıklanmayan görüler arasındaki bağlantılar da netleştirilmez. Elbette, "Üst insan" kendini alt eden insandır ve "güç istemi" de bu kendini alt etmeden başka bir şey değildir. Bir yanda "Üst insan" ve "güç istemi", öte yanda da "bengi dönüş", onları birbirine bağlayan, fark edilebilir hiçbir akıl yürütme zinciri olmayan, birbirlerinden tamamen kopuk vahiyler gibidir. "Yüksek insan"ın "Üst İnsan"a giden bir yol olduğu söylenir. Bu köprü o kadar zahmetli ve o kadar dar bir yoldur ki, altında uçurumların bulunduğu ya da tek bir ipten yapılmış bir köprüyle karşılaştırılabilir.

"İnsan, hayvan ile Üst İnsan arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır."

Nietzsche nin metinlerinin hiçbir yerinde, bengi dönüş ün gerçekte ne anlama geldiğine ya da Nietzsche nin bu öğretiye bu kadar değer vermesinin gerekçesine ya da bir mit olarak sahip olması gereken toplumsal boyutu nasıl isimleştirdiğine ilişkin bir işaret yoktur. Ancak Nietzsche nin bengi dönüşü hem Hıristiyan kurtuluş mitinin hem de on dokuzuncu yüzyıl burjuvasının ilerleme mitinin inkarı olarak kurguladığı açıktır. Ecce Homo da da bengi dönüşün "erişilebilecek en yüksek olumlama ilkesi" olduğunu görürüz.

*****************************
Hakkında/Felsefesi

ÖLÜMÜNÜN YÜZÜNCÜ YILINDA NİETZSCHE VE FELSEFESİ
Filozof Olarak Nietzsche

Nietzsche(1844-25.8.1900) yaşamı bakımından 19. Yüzyıla, felsefesi ve yol açtığı etkiler bakımından ise hem 20. yüzyıla hem de geleceğe aittir. Gelecek kavramı ve insanın geleceği sorunu, onun üzerinde en çok durduğu sorunların başında gelir. Nietzsche, çok yönlü bir insandır: filolog, yazar, filozoftur. Ama aynı zamanda şairdir. Hemen hemen bütün eserlerinde düşünsel yön ile edebi/sanatsal yönlerin iç içe geçmiş olduğunu saptayabiliriz. Nietzsche de felsefi ve estetik öğeler sürekli birlikte, birbirini gerektiren bir biçimde bulunur. Yani felsefe ile şiir arasındaki ilişki, onun insan anlayışıyla bağıntılıdır. Nietzsche insanı, yaşama eylemleri içinde gerçekleşecek, ortaya çıkacak bir yetkin varlık (bütünlük) olarak düşündüğü için, bu bütünlüğün gerek oluşmasında gerekse kavranılmasında hem akılsal (felsefi) hem de coşkusal (estetik) boyutlar ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır.

İnsan ve kültürle ilgili problemler başlıca ilgi konusunu oluşturduğu için, onu bir kültür filozofu olarak görebiliriz. Bir kültür filozofu olarak Nietzsche, tüm yaşamı boyunca, bir insan ve kültür felsefesi oluşturmuştur. (Bu felsefe uğraşında özellikle "nihilizm" problemiyle bir hesaplaşma ve yine bununla bağıntılı olarak "üstinsan kavramı ve düşüncesinin işlenmesi söz konusudur.) Onun felsefesi aynı zamanda bir kültür eleştirisi olma özelliğini taşımıştır. Nietzsche'nin Avrupa kültürünün en güçlü eleştiricilerinden biri sayılması da, haklı nedenlere dayanmaktadır. Çünkü onun kadar kendisiyle, toplumuyla, tarihiyle ve kültürüyle cesur bir şekilde hesaplaşmayı deneyen kimse pek olmamıştır. Avrupa kültürü ve felsefesinin karşımıza çıkan en önemli sorunlarından biri ve belki de başlıcası olan nihilizmden kurtulmak için, aslında ona neden olan şeylere sarılma eğiliminin ağır basması da, insanların, gerçek anlamda nihilizmle hesaplaşmayı göze alamadıklarının göstergesidir.

Nietzsche nin adıyla birlikte çoğu insanın aklına ilk gelen başlıca bazı kavram ve deyimler mevcuttur: "iyinin ve kötünün ötesi", "değerlerin yeniden değerlendirilmesi", "tanrının ölümü", "üstinsan", "güç istemi" vb. Gerçekten de bu ve benzeri kavramlar/sözcükler Nietzsche nin tüm yapıtlarında sıkça yer alırlar. Ancak insanların belleğinde iz bıraktığı anlaşılan bu kavramların her zaman doğru biçimde ya da filozofun öngördüğü biçimde anlaşılmış olduğunu söylemek de mümkün görünmemektedir. Yani Nietzsche nin yanlış anlaşılması da söz konusudur. Özellikle "üstinsan" anlayışının çarpıtılması, faşist bir ideolojiye malzeme yapılması söz konusudur. Üstinsanın ortaya çıkmasını bekleyen Nietzsche, nasyonal sosyalizmin yol açtığı soykırımdan değilse de, felsefi yanılgılarından bir ölçüde sorumlu tutulabilir.(1)

...Nietzsche nin Felsefe Anlayışı

Bazı filozoflar nüfuzlarını korumak amacıyla bilimin arkasına saklanırlar. Nietzsche ise, felsefenin bilim yapılmasına karşıdır. Ona göre, asıl felsefe problemi: hala filozoflar var mı? olabilir mi? sorusudur. Çünkü filozof bir birey olarak, bir yaratıcı olarak varolabilir. Nietzsche ye göre, filozofların tarih duygusundan yoksun olmaları, bu ezeli hataları, onları öncesiz-sonrasız olguları ve mutlak hakikatleri aramaya yöneltmektedir. Felsefenin gerçek karakterini Nietzsche şöyle tanımlar: felsefe ancak kendine özgü bir tasarıma göre dünyayı yaratabilir. Felsefenin gerçek karakterinin anlaşılması sonucunda, öncesiz-sonrasız değerler veya hakikatlere olan inancın yıkılması da söz konusudur. Buna bağlı olarak kavramlar ve tin alanına ait olan herşey, oluş içinde görülmeye başlanır. Bu konuda Nietzsche şunları söyler: "sözde sorunlar üstüne düşünmedim, -harcamadım kendimi. (..) "Tanrı", "ruhun ölmezliği", "kurtuluş", "öte dünya", daha çocukken bile ne dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, -belki de bunlar için yeterince çocuksu olmadım hiç."(2)

Nietzsche nin yaşama tarzı ile düşünme ve felsefe yapma tarzı birbirine bağlıdır. O, filozofun felsefesine göre, yani ona uygun biçimde yaşamasını savunur. Bu nedenle, ifade ettiği felsefe yapma tarzı açısından da "çağına aykırı" bir filozof konumundadır: "Baskı yapılan, zorlanan ve dıştan tek biçimliliği olan bir dünyada, felsefe, tek başına, yalnız dolaşanın bilgince bir monologu, tek tek kişilerin avda rasgele ele geçirdikleri av hayvanları, akademik yaşlılarla gençler arasında geçen kapalı kapılar ardındaki oda gizleri ya da zararsız gevezelikler olarak kalır. Kimse felsefe yasasını kendinde gerçekleştirmeye cesaret edemiyor, onu yaşamında uygulamayı göze alamıyor, kimse filozofça yaşamıyor, antik insanı, bir kez Stoa ya bağlılık sözü verdikten sonra, nerede olursa olsun, neyle uğraşırsa uğraşsın, onu bir Stoa lı olarak davranmaya zorlayan o yalın erkek bağlılığı ile yaşamıyor. Bütün modern felsefe yapmalar, politika ve polisçe işlerle sınırlı yönetimler, kiliseler, akademiler, insanların töreleri ve korkaklıkları aracılığıyla bilgince bir görünüşe bürünmüşlerdir: bu felsefe boyuna iç çekişle "olsaydı" fısıltısında ya da "bir zamanlar" bilgisinde kalır. (...) Gerçekten filozofça düşünülüyor, yazılıyor, yayımlanıyor, konuşuluyor, öğretiliyor "bu kadarıyla az çok her şeye izin verilmiştir, ancak eylemde, davranışlarda, adına yaşama denilen şeyde durum değişir: orada her zaman ancak tek bir şeye izin verilmiştir ve tüm başka şeyler de yalnızca olanaksızdır: tarih eğitimi, kültürü bunu böyle istiyor. İşte o zaman insan, "acaba bunlar da insan mıdırlar, yoksa belki de yalnızca düşünme, yazma ve konuşma makineleri midirler?" diye kendi kendine soruyor.(3)

Nietzsche, daha çok "aforizmalar" tarzında yazan bir filozoftur. Onun için sistemcilik ve "izmler" dar görüşlülük anlamına gelir. Ona göre, yarının filozofları denemelerin adamı olanlardır. Çünkü her felsefi düşünme yeni bir deneme demektir. Nietzsche yle birlikte yeni bir felsefecinin ve felsefe yapma biçiminin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Nietzsche nin geçmiş felsefenin tarihçisi olarak tavrı ile filozof olarak yarattığı felsefedeki tavrı örtüşür. Her iki açıdan da göz önünde tuttuğu, "üstinsan" kavramıdır. Bu da onun insanı, felsefesinin arka planından öte, temelinde yer alan bir varlık olarak gördüğünü ifade eder. Kendini "ilk trajik filozof" olarak görmekle birlikte, felsefenin geçmişinde kendilerinden esinlediği kişileri/kişilikleri de anar: "Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yok oluşun, yok edişin olumlanması ki, Dionysosça bir felsefenin can alıcı noktasıdır, -karşıtlıklara, savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak -oluşa evet deyiş."(4)

...İyinin ve Kötünün Ötesi ya da Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi

Nietzsche, tüm insanlığı yaşadığı bir yanılgıdan uyandırmak, o güne kadar değer olarak tanınan/bilinen şeylerin hiç de öyle olmadığını göstermek ister. Geri kalan insanlıkla onun arasındaki sınırı çizen, ona ayrı bir yer veren şey, "Hıristiyan ahlakını bulmuş" olmasıdır: "Hayatın en başta gelen içgüdülerini küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir 'ruh' , bir 'tin' uydurmaları; hayatın temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey olarak duymayı öğretmeleri; (...) Şurası kesin ki, ona (insanlığa) yalnız decadence değerleri en yüksek değerler olarak öğretildi. (...) Bu ölçüde yanılmak, hem de kişi olarak, ulus olarak değil, insanlık olarak. Şimdiye dek öğretilen biricik ahlak, derinden derine yadsır hayatı."(5) Bu nedenle, ahlakın kendisini decadence/çöküş belirtisi olarak almak, çok önemli ve benzersiz bir yeniliktir. Nietzsche, ilk kez kendisinin bu gerçek karşıtlığı gördüğünü söyler: "Bir yanda, hayata karşı alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri Hıristiyanlık, Schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan Platon felsefesi, idealizmin bütünü); öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine."(6)

Felsefe tarihine baktığımızda, Antik Yunanda değerler probleminin, bir erdem ve ahlak problemi olarak anlaşıldığını saptayabiliriz. Nietzsche de, Sokrates ten beri Avrupa tarihinde ortak belirtinin, diğer bütün değerleri ahlaki değerlerin boyunduruğuna sokma denemesi olduğunu söyler. Ona göre Sokrates in düşüncelerinde temelini bulan Batı dünyasının bu ahlak görüşü, insan hayatına ve insan doğasına aykırı bir değerler görüşü durumundadır. Bu nedenle Nietzsche, değerler ve değerlendirme problemini, ahlakın bir problemi olarak değil, insanın bütün etkinlikleriyle ilgili bir problem olarak görür ve bu bakımdan da bizzat ahlakın kendisini "problematik" olarak anlar. Başka bir deyişle değerlendirme sorunu, ahlakın bir sorunu değil, antropolojinin bir sorunu olarak anlaşılmalıdır.(7)

İnsanı kurtarmaya çalışan Nietzsche, onu anlam ve değerlerin yaratıcısı olarak görür. Ama bu bir hümanizm değildir. Çünkü hümanizm, soyut ve genel bir insan sevgisinin ifadesi olduğu için, Nietzsche nin felsefi temelleriyle/ilkeleriyle uygun düşen bir şey değildir. Burada şunu özellikle belirtmek gerekir ki, Nietzsche nin asıl başarısı ve özgünlüğü, yüzyıllar boyunca, insan-üstü güçlerde/ilkelerde aranan hayatın ve dünyanın anlamını, insanın kendi anlam verme gücünde bulunabileceğini göstermiş olmasıdır.(8)

Nietzsche nin yeniden değerlendirmek istediği bir şey de, çağının "modern toplum"u, başka bir deyişle çağının kültür anlayışıdır. İnsanların seviyesinin yükselmesi: bu, onun insanlara koyduğu "erek"tir. Çünkü insan toplulukları değil, insan söz konusu olduğunda, kültür, insanın ve en başta onu ayakta tutan yaratıcı kişilerin seviyesi anlamına gelir.(9) Bu nedenle, Nietzsche nin insan anlayışına ve "üstinsan" kavramına değinmek yerinde olur. Çünkü değerleri yeniden değerlendiren, eski değerlerin yerine yenilerini ortaya koyacak olan, yaratıcı insanlardan başkası değildir.

...Nietzsche nin İnsan Anlayışı ve Üstinsan Kavramı

Onun insan anlayışının simgesi durumundaki "Üstinsan"(Zerdüşt) kavramı birçok tartışmanın merkezinde yer almıştır. Çünkü Nietzsche yalnızca kendinden önceki insan anlayışlarını eleştirip aşmaktan çok, "insanı insan olarak aşmak" istemini ifade eder: "Nasıl katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici, rastlantının kurtarıcısı olmasaydı insan?(...) Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için "insan" ne olabilir, bunu anlatıyor, -bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç, -insandan o büyük tiksinmeyi de yenmiştir. Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu bekleyen çirkin bir taştır."(10)

Nietzsche nin ortaya koyduğu felsefi perspektifte, insana, gerçekliği değerlendirmesi açısından bakılmaktadır. Yani insanın doğayla ilişkilerinde değil, insanlararası ilişkilerinde kavranılması söz konusudur. Nietzsche ye göre insanlar, gerçekliği görebilme ya da görememeleri ve bundan ötürü de gerçekliği başka tarzlarda değerlendirmeleri bakımından üç tipe ayrılmaktadırlar: sürü insanı, özgür insan ve trajik insan ya da üstinsan. Nietzsche nin sürü, kalabalık, yığın, halk, bilge olmayan, iyi insan, zayıf insan ve buna benzer adlar verdiği insan tipi, geçerlikte olan ahlak içinde yaşamını devam ettiren insandır. Bu insan tipi, kendi gözleriyle görmediği gerçekliği söz konusu ahlakın değer yargılarına göre değerlendirir ve aynı zamanda kendini ve kendine benzeyenleri ayakta tutan bir değerlendirme tarzını, çevresinin ve çağının ahlakı haline getirir.(11) Sürü insanı ahlaklı insandır. Nietzsche, sürüden "yığın"ı değil, aralarında belli bir ahlakla bağlı, o sürünün bir zamanlar ayakta durmasını sağlamış bir ahlakla bağlı insan birliklerini anlamaktadır. Bunlar arasında aile birlikleri, cemaatler,devletler, uluslar, kiliseler, partiler ve her türlü gruplaşmalar sayılabilir. Bir sürüyü o sürü yapan, onun ahlakından başka bir şey değildir.(12) Özgür insan ise, ahlakdışı insandır. İçinde yetiştiği ve yaşadığı sürüden kopmuş, kendi yolunu arayan, insanla ilgili şeyleri, insanın herşeyini kendi gözleriyle görmek isteyen insandır. Ama özgür olma yolunda her kişi, birkaç dönem geçirmek, birkaç basamak inip çıkmak zorundadır. Geçerlikte olan ahlakın dışına çıkaran ilk adım, "büyük kopma"dır. Ahlaki değerlerin ve değer yargılarının havada kaldığının farkına varan kişi, "büyük kopma"nın sınırına gelmiş demektir.(13) İşte bu noktada insanın karşısına nihilizm sorunu çıkmaktadır. Bu temel problem karşısında ancak "etkin" (aktif) olan kişi, terkettiği değerlerin yerine yeni değerler yaratma/ortaya koyma imkanı bulabilir.

Üstinsan yeni başarılar, "yeni değerler" ortaya koyan insandır. Yaratıcı insan bu yeni başarılarıyla, bir yandan geçmişi kurtarır ; ama diğer yandan da geleceğe, insanın geleceğine yön verir: onun asıl işlevi budur. Bu konuda Nietzsche şunları söyler: "Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan ortaya koyacağı o anı, o büyük öğleyi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o yadsıyan, bozucu içgüdüler, decadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Ahlaki değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun cevabına bağlıdır çünkü"(14)

Yaratıcı insan yaptığı değerlendirmelerle ölçü veren, "yasalar koyan", "buyuran" insandır: onun işi budur, yalnızca değerleri saptamak değil. Ama bunu yaparken, bu böyle olmalıdır derken, bunun tehlikelerini de hisseder. Yaratıcı insanlar insanlık için ortaya koydukları amaçları ve değerleri, önce kendilerinde denerler: kendileri, yapıp ettikleri ve eserleri bunun göstergesidir. Bu açıdan Nietzsche nin "Zerdüşt" tipi ile yapmak istediği şey, insanı ayakta tutan ve ona değerini kazandıran, geleceğe yön veren, hedef koyan üstinsanların ortaya çıkışını rastlantının elinden alıp, insanlara "hedef olarak koymak", yeryüzü kültürünün hedefi yapmaktır.(15)

Filozofların kendilerini iyi ve kötünün ötesindeki bir yere koymalarını, ahlaki yargı yanılgısının üstünde olmalarını isteyen Nietzsche, "bugünkü insanla yetinebilir miyiz" diye sorar. Zerdüşt adlı eseri bir bakıma, bu ve buna bağlı başka soruların yanıtlarının ortaya konuluşudur. Ancak onu harekete geçiren insanlığa yeni bir yol göstermek, değerleri yeniden değerlendirmek isteği olmakla birlikte, yine de düşüncelerinin ve girişimlerinin "insanlık dışı" olarak anlaşılabileceğini de öngörür: "Şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz, tanrısal bilinen her şeyle bir çocuk gibi, yani bilmeksizin oyun oynayan, ağzına dek güç ve bereket dolu düşüncenin ülküsü; ulusların haklı olarak değer bildiği en yüce şeyleri olsa olsa bir tehlike, çökme, alçalma ya da en azından bir körlük, arada sırada kendini unutma sayan birinin ülküsü; insanca, üstinsanca bir iyiliğin, iyilikseverliğin ülküsü, ki çoğu zaman insanlık dışı gözükecektir." Çünkü Nietzsche ye göre, insanın "her an aşılmakta" olduğunun bir simgesi ve kişileşmesi olan Zerdüşt te, "üstinsan kavramı en büyük gerçek olmuştur burada, -şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır." Nietzsche, Zerdüşt ün kişiliğinde Üstinsan ı bir varoluş tarzı olarak sunmaktadır: "Bu mutlu sessizlik, bu tüy gibi ayaklar, bir an eksik olmayan bu hayınlık, bu kabına sığmazlık, Zerdüşt ün kişiliğini yapan ne varsa, hiçbiri büyüklüğün ayrılmaz bir parçası olarak düşünülmemiştir daha önce. Zerdüşt kendini işte bu yüzden, böyle geniş uzaylarda yaşayıp, en çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en büyük varoluş biçimi saymaktadır; kendisinin bunu nasıl tanımladığını duyunca, onu başka bir şeye benzetmekten vazgeçer artık insan."(16)

...Nietzsche den Öğrenilecek Şeyler

Kendi döneminde yeterince anlaşılmamış bir düşünür olan Nietzsche nin geleceğe (20 yüzyıla) ilişkin pek çok öngörüsü gerçekleşmiştir. Yaklaşan çağın savaşlara, milliyetçi aşırılıklara ve tehlikeli gelişmelere gebe olduğunu düşünen Nietzsche nin insan ve değerler problemi üzerinde önemle durmasının nedensiz olmadığı anlaşılmaktadır. Evet, onun ölümünden bu yana yüz yıllık bir zaman geçti. Şimdilerde yeni bir çağın başlangıçlarında bulunuyoruz. Ama geçmişte olduğu gibi bugün de gelecek, yani insanın/insanlığın geleceği problemi aklımızdan hiç çıkmayan önemli bir problem. Bu probleme yanıtlar bulmada ve bulunan/verilen yanıtları değerlendirmede Nietzsche den öğrenilecek şeylerin olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kendi kültürel ve tarihsel gerçekliğimizi değerlendirme konusunda da onun felsefesinde yol gösterici unsurların fazlasıyla bulunduğunu da söylemek yanlış olmasa gerek.
****************************
Hakkında/Zerdüşt'ün Yazılış Öyküsü

BÖYLE BUYURDU 'ZERDÜŞT'

Şimdi de sanattan, bilime ve "hiçbir zorbalığın nüfuz edemeyeceği barınak" olan felsefeye döndü. Spinoza gibi o da tutkularına, onları inceleyerek hâkim olmaya çalıştı: "Bize gereken şey, heyecanların kimyasıdır." Böylece, bundan sonra yazacağı kitap "İnsanca, Aşırı İnsanca"da (1878-80) psikolog oldu ve bir cerrahın insansızlığıyla, en ince duyguları ve en benimsenen inançları incelemeye başladı. Hem de kitabını, aleyhinde söylenenlere kulak asmadan, bütün kahramanlığıyla adı ve en ince duyguları ve en benimsenen inançları incelemeye başladı. Hem de kitabını, aleyhinde söylenenlere kulak asmadan, bütün kahramanlığıyla adı kötüye çıkmış Voltaire'e adadı.

Derken, 1879'da henüz gençken, maddî mânevî bir çöküntü içinde olduğunu duydu. Ölümün eşiğindeydi sanki. Ve yiğitçe hazırlanmıştı bu sona: "Söz ver bana," diyordu kız kardeşine; "ben ölünce, tabutumun başında dostlarımdan başka kimseyi bulundurmayacaksın. Meraklı kalabalıktan uzak tutacaksın beni. İster rahip olsun, ister başka biri, ben savunmasız kalmışken, mezarımın başında yalanlar söyleyecek kimseleri bulundurmayacaksın. Mezarıma özü sözü doğru bir dinsiz gibi ineyim." Ama iyileşti. Cenaze töreninin de ertelenmesi gerekmişti. Bu hastalık, onda sağlıklı olma, güneş, hayat, kahkaha, raks ve 'Carmen'in "güney müziği" tutkusunu uyandırdı. Aynı zamanda, ölümle savaşmaktan doğan daha güçlü bir istem kazanmıştı. Spinoza'nın doğal sınırlara ve insanın alın yazısına sevinçle katlanışı gibi, o da aynı çizgiye yükselmek için büyük bir çaba gösterdi. "Benim büyüklük formülüm Amo Fati'dir (kader aşkı); yalnız her gerekliliğe katlanmak değil, aynı zamanda onu sevmek;" diyordu. Ne var ki, bunu söylemesi yapmaktan kolaydı.

Daha sonraki kitaplarının adı 'Sabah Kızıllığı' (1881) ve 'Kıvançlı Bilgelik' (1882), şükreden bir iyileşme dönemini yansıtır. Bu kitaplarda, daha sonra vereceklerinden daha kibar ve nazik bir dil kullanmaktaydı. Bir yıldan bu yana durgun günler geçirmişti. Üniversitenin verdiği maaşla yalın bir hayat . Gururlu filozof bir ara yumuşamış, bu ince zayıflığın kurbanı bile olmuştu: Âşıktı. Ama sevdiği Lou Salomé, aşkına karşılık göstermemişti. Nietzsche'de, insana rahatlık vermeyecek keskin bir göz ve derin bir bakış açıcı vardı. Paul Rée daha az tehlikeli biriydi. Bunun üzerine Nietzsche umutsuzluk içinde çekip gitti. Giderayak da kadınlar için özdeyişler savuruyordu. Gerçekte safdildi, hevesle doluydu, romantikti, yalın denecek derecede yumuşaktı. Yumuşaklığa karşı savaşı da, onu büyük hâyâl kırıklığına uğratan ve hiçbir zaman iyileşmeyecek bir yara açan, o, erdemi içinden çekip atmak için yaptığı girişimdi.

Aradığı sesi bulamaz olmuştu: "İnsanlarla yaşamak güç, sesini çıkarmadan edemiyor insan." İtalya'dan geçerek, Sils-Maria Alplerinende, yukarı Engadine'ye gitti. Erkek kadın, herkesten nefret ediyordu. İşte, o yapayalnız yüksekliklerde en büyük kitabının ilhâmı geldi:
"Oturmuş bekliyordum orada, neyi? Hiçbir şeyi,
Tadına varıyordum, iyi ve kötü'nün ötesinde,
Bazen aydınlığın, bazen gölgenin;
Derken dostum, ansızın bir, ikileşti,
Ve yanımdan Zerdüşt geçti."

"Rûhu yükselmiş, kabından taşmıştı." Yeni bir öğretmen bulmuştu kendine: Zerdüşt. Yeni bir tanrı - Üstün İnsan. Ve yeni bir din. İlhâmının ateşiyle, felsefesi şiire dönüşmüştü. "Bir türkü okuyabilirdim; okuyacağım da; boş bir evde de olsam, yalnız kendim için de olsa." Ne büyük yalnızlık vardır bu sözlerde! "Ey büyük yıldız! Nice olurdu mutluluğun, aydınlattıkları olmasaydı eğer! Bak! Bilgeliğimden usandım artık, çok bal toplamış arılar gibi: Eller gerek bana, onu almaya uzanacak!" "Zerdüşt Böyle Dedi"yi yazdı. (1883) ve "Richard Wagner'in Venedik'te, rûhunu teslim ettiği kutsal anlarda" bitirdi. Bu kitap, "Parsifal"e verilen muhteşem bir karşılıktı. Ne var ki, "Parsifal" ölmüştü.

Kitap, gerçekten Nietzsche'nin şâheseriydi. Kendi de bunu biliyordu. "Be eserin özel bir yeri var," diye yazıyordu sonradan. "Şairleri aynı solukta anmayalım; böylesine güçlü bir eser olmasa gerek... Bütün büyük rûhların canı ve iyiliği biraraya getirilseydi, ortaya çıkacak bütün, Zerdüşt'ün tek vaizini yaratamazdı." Gerçi biraz abartma yok değil bunda! Ama yine de XIX. yüzyılın en büyük kitaplarından biridir. Nietzsche, kitabını bastırmak için epey güçlükle karşılaşmıştır. İlk bölümünün gecikmesinin nedeni, makinelerin 500.000 ilâhi kitabı basmakla oluşuydu. Ardından da bir sürü Yahûdi düşmanı broşürler basılacaktı. Yayınevi sahibi son bölümü hiç basmamaya karar verdi. Para getirmeyeceğini düşünüyordu. Böylece Nietzsche, kitabın bütünü basılabilsin diye, kendi cebinden ödemek zorunda kaldı. Ama ancak kırk kitap satılmış, yedisi armağan olarak dağıtılmıştı; birinden de teşekkür gelmişti yalnızca. Kimse övmüyordu. Nietzsche kadar yalnız kişi olmamıştır dünyada.

Zerdüşt otuz yaşına gelince, vaktini düşünmekle geçirdiği dağdan iner. Amacı, İranlıların Zerdüşt'ü gibi halka vaaz vermektir. Ama halk ona sırtını çevirir ve bir ip cambazını seyretmeye başlar. Derken, ip cambazı düşer ve ölür. Zerdüşt onu sırtına alıp uzaklaşır. "Hayatını tehlikeye attığın için, seni kendi ellerimle gömeceğin," der. "Tehlike içinde yaşa," diye vaaz veriyordu. "Şehirlerinizi Vezüv'ün eteğinde kurun. Gemilerinizi, bugüne kadar kimsenin açılmadığı denizlere gönderin. Seferber olun hep."

Zerdüşt dağdan inerken, ona Tanrı'dan söz eden bir ihtiyarla karşılaşır. Yalnız kaldığında, içinden şöyle der: Nasıl olur, bu ihtiyar aziz ormanda yaşarken, Tanrı nın ölüğünü nasıl duymamış olur? Elbette ölmüştü Tanrı, bütün tanrılar ölmüştü.

Çünkü eski tanrılar nice önce öldüler. Doğrusu, iyi ve kıvançlı bir sondu bu, Tanrılar için!

Tan ağarırken oyalanarak ölmediler, nice söyleseler de bu yalan! Tersine, bir zamanlar ölesiye gülmüşlerdi kahkahalarla!

Tanrı nın kendisinin en zındıkça söz ettiği bir anda olmuştu bu: Tek bir Tanrı vardı! Başka tanrılarla çıkmayacaksınız karşıma.

Yaşlı, sakallı bir zalim Tanrı, kıskanç bir Tanrı, böylece unutuvermişti kendini. Ve bütün tanrılar katılasıya gülüp tir tir titrediler oturdukları yeri ve bağırdılar: Sofuluk, Tanrı yok, tanrılar vardır demek değil midir ki?

Kulakları olanlar işitsin!

Böyle dedi Zerdüşt.

Ne neşeli bir Tanrıtanımazlıktı bu! Tanrıların olmayışı, sofuluk değil midir? Tanrılar olsaydı, ne yaratabilirlerdi ki? Tanrılar olaydı, nasıl dayanabilirdim kendimin de Tanrı olmamasına? Demek ki, tanrılar yoktur. Benden daha sofu olmayan varsa, gidip kulak vereyim onun vaazlarına. Yalvarırım size kardeşlerim, toprağa bağlı kalın, sizlere doğaüstü umutlardan söz edenlere inanmayın. Zehirleyicidirler onlar. İster bilsinler, ister bilmesinler. Nice dünkü baş kaldıranlar, hayat için gerekli bir uyuşturucu gibi sonunda bu tatlı zehire dönüyor. Yüksek İnsanlar, onun öğretisini vaazetmek ve kendilerini hazılamak için Zerdüşt ün mağarasında toplanırlar; Zerdüşt bir süre onları yalnız bırakır. Döndüğünde, dünyayı kendi sûretinde yaratmış olan (yani mümkün olduğu kadar saçma yaratmış olan) eşeğe, günlük sunmakta olduklarını görür. Pek ahlâksal bir davranış değilse de, metin şöyle devam eder:

İyi ya da kötü bir şey yaratması gereken, doğrusu ilkin yok edici olmalı; değerleri paramparça etmeli.

Böylece en yüksek kötü, en yüksek iyiliğin bir parçası olur. Ama bu yaratıcı iyilikti.

Bunun üstüne konuşalım, nice kötü olsa bile, ey bilgeler bilgileri. Susmak daha kötüdür; açıklanmayan gerçekler zehirler insanı sonradan.

Gerçeklerimizden dolayı bir şey patlayacaksa, patlasın varsın! Daha nice evler var kurulması gereken.

Böyle dedi Zerdüşt.

Saygısızca bir iş mi bu? Ama Zerdüşt; Kimse kimseye nasıl saygı gösterilmesi gerektiğini bilmiyor artık, diye yakınıyor ve kendisi için Tanrı ya inanmayanların en sofusu diyor. İnanca özlem duyuyor; kendisi gibi büyük nefretin acısını çeken, Tanrı nın ölmüş olduğunu ve henüz hiçbir Tanrı nın beşikte ve kundakta olmadığını bilen kimseler için acı duyuyor. Derken yeni bir Tanrı nın adını açıklıyor:

Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün insan yaşasın, istemimiz...

Size üstün insanı öğretiyorum. İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız?..


İnsanda büyük olan şey, onun hedef değil, köprü oluşudur. İnsanın sevilecek yanı bir geçiş ve yıkım oluşudur.

Kendilerini mahvederek yaşamayı bilenleri severim ben, çünkü onlardır öteye gidenler.

Büyük nefret duyanları severim ben, çünkü onlardır gerçek tapanlar, öteki kıyının özlemini çeken onlardı.

Mahvolmak ve kurban edilmek için, yıldızların ötesinde bir neden aramayanları severim ben, toprak bir gün üstün insanın toprağı olsun diye, kendilerini toprağa kurban edenleri severim.

Hedefini belirleme zamanı gelmiştir insanın. En yüksek umudunun tohumunu dikmek zamanı gelmiştir insanın...

Deyin bana kardeşlerim, insanlığın hedefi yoksa, insanlık yok demek değil midir?

En uzak adama karşı duyduğunuz sevgi, komşunuza olan sevginizin üstündedir.

Nietzsche her okurun, kendini üstün insan olarak düşüneceğini önceden görür gibi oluyor. Buna karşı tedbir almak için de üstün-insanın henüz doğmadığını söylüyor. Biz ancak onun öncüleri olabiliriz, onun yetişeceği toprak olabiliriz. Yeteneğinizin ötesinde bir şey istemeyin kendinizden. Yalnızca üstün insanın tanıyacağı mutluluk, bizim için değildir. En iyi hedefimiz çalışmaktır bizim. Uzun bir süre mutluluğum için çabalamayı bıraktım. Şimdi işim için çabalıyorum yalnızca.

Nietzsche Tanrı yı kendi görüntüsünden yaratmış olmasından hoşnut değil; kendini ölümsüz yapmak zorunluluğunu duymaktadır. Üstün-insandan sonra, sonrasız tekrar gelmektedir. Her şey tekrarlanacak, en ince ayrıntısına kadar, sayısız defalarca. Nietzsch de, kan, silâh ve pişmanlık Almanya sı ve bilgisizlik çağından Zerdüşt e kadar, insan zihninin bütün erdemleri de tekrar tekrar gelecektir. Korkunç bir öğreti. Evet deyiciliğin ve hayatın kabulünün en son ve güçlü biçimi. Nasıl olurdu bu? Gerçeğin mümkün olan türlü karışımları sınırlıdır, zaman sonsuzdur. Günün birinde ister istemez hayat ile madde, bir zamanki biçimlerine dönecektir ve bu alın yazısı da, yine bütün tarihin dolambaçlı yolunu yeniden dönecektir. Gerekircilik bizi böyle bir çıkmaza sokuyor işte. Zerdüşt ün bu son dersini vermekten niye çekindiği anlaşılıyor. Korkuyor, titriyor, geri çekiliyordu. Derken bir ses geldi: Ne düşünürsün kendini, ey Zerdüşt! De diyeceğini de, paramparça ol!
*******************************
Hakkında/Nasyonel Sosyalizm

NİETZSCHE ve NASYONEL SOSYALİZM
Nietzsche idealist ahlaka saldırmıştır. İyilik ve acımayla alay etmiş ve insancıl duyarlılık altına gizlenen ikiyüzlülüğün ve erkeklik eksikliğinin maskesini çıkarmıştır. Proudhon ve Marx gibi, savaşın yararlı yönünü onaylamıştır. Dönemim siyasi partilerinin çok uzağında, "dünyanın efendileri" aristokrasinin ilkelerini dile getirmiştir. Fırtınalı ve tehlikeli yaşam için tercihini kullanarak bedensel güzelliği ve gücü övmüştür. Liberal idealizmin tersine, bu kesin değer yargıları, faşistleri ona başvurmaya ve anti-faşistleri de onu Hitler'in habercisi olarak görmeye yöneltmiştir.

Nietzsche, şiddete karşı uzlaşımsal sınırların aşılacağı, gerçek güçlerin ölçüsüz yoğunluktaki uyuşmazlıklar içinde çarpışacağı, varolan her değerin maddi açıdan ve kabaca yadsınacağı zamanın yakın olduğunu sezmişti. Sertliği sınırları aşacak bir savaşlar döneminin yazgısını düşündüğünde, ne bu savaşlardan ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerektiği, ne de deneyimin insani güçleri aşması gerektiği fikrinde değildi. Ona göre, bu felaketler bile, durgunluğu, burjuva yaşamın yalancılığına, ahlak hocaları sürüsünün mutluluk yalancılığına, tercih edilebilirdi. İlke olarak şunu koyuyordu: Eğer insanlar için gerçek bir değer varsa ve basmakalıp ahlakın ve geleneksel idealizmin hükümleri bu gerçek değerin gelişinin engelliyorsa, yaşam basmakalıp ahlakı altüst eder. Aynı şekilde Marksistler, bir devrimin şiddetini reddeden ahlaksal önyargıların yüksek bir değer (proleterlerin özgürleşmesi) karşısında boyun eğdiğini biliyorlar. Nietzsche'nin olumladığı değerin, Marksizmin değerinden farklı olarak, evrensel değeri az değildir: İstediği özgürlük bir sınıfın diğerleri karşısında özgürlüğü olmayıp, en iyi temsilcilerinin oluşturduğu tür içinde insan yaşamının geçmişin ahlaksal kölelerine karşı özgürlüğüdür. Nietzsche, artık trajik yazgıdan kaçmayacak, bu yazgıyı sevecek ve bunu tamamen isteğine uygun biçimde temsil edecek, artık kendisine yalan söylemeyecek ve toplumsal köleliğin üstüne çıkacak bir insanı düşlemiştir. Bu tür insan, genelde bir işlevle yani insansal olabilirliğin yalnızca bir bölümüyle aynılaşan güncel insandan farklı olacaktı: Bu kısaca, bizi sınırlayan köleliklerden kurtulmuş bütün insan olacaktı. Modern insanla üstün insan arasında olan bu özgür ve egemen insanı Nietzsche tanımlamak istemedi. Çok haklı olarak özgür olan şeyin tanımlanamayacağını düşünüyordu. Hiçbir şey, henüz olmamış bir şeye yer vermekten ve onu sınırlamaktan daha boşuna olamaz: Bunu istemek gerekir ve geleceği istemek, her şeyden önce, geleceğin, geçmişle sınırlanmama ve bilinenin aşılması olma hakkını tamamıyla tanımaktır. Üzerinde ısrarla durduğu geleceğin geçmişe üstünlüğü ilkesiyle(1), Nietzsche, ölüm sözcüğü altında yaşamın ve tepki sözcüğü altında düşün lanet okuduğu şeye en yabancı olan insandır. Gerici bir faşistin veya başka bir gericinin fikirleriyle Nietzsche'ninkiler arasında bir farktan daha fazla bir şey vardır: Kökten bir uyuşmazlık. Nietzsche, her hakka sahip gördüğü geleceği sınırlamayı reddetmekle birlikte, bu geleceği belirsiz ve çelişkili önermelerle çağrıştırmış, bu da aşırı karışıklıklara neden olmuştur: "Dünyanın efendileri"nden söz ettiğini ileri sürerek, ona, seçimle ilgili politik terimlerle, ölçülebilir bazı eğilimler atfetmek boşunadır. Onun açısından burada söz konusu olan, olabilirliğin rastlantısal bir canlandırılıştır. Görkemli olmasını arzuladığımız bu egemen insanı, çelişkili olarak, kimi kez zengin ve kimi kez bir işçiden daha yoksul, kimi kez güçlü, kimi kez köşeye sıkıştırılmış biri olarak kafasında canlandırmıştır. Ona, kurallara karşı gelme hakkı tanıdığı gibi, ondan, her şeye katlanma erdemini istemiştir. Zaten onu genel olarak, iktidardaki insandan ayrı tutuyordu. Hiçbir şeyi sınırlandırmıyordu, bir olabilirlikler alanını yapabildiği kadar özgürce betimlemekle yetiniyordu.

Nietzscheciliği tanımlamak gerekirse, yaşama, idealizme karşı çıkma hakkı veren doktrinin bu bölümüne takılıp kalmanın çok az ağırlığı olduğunu zannediyorum. Klasik ahlakın reddi, Marksizmin(2), Nietzscheciliğin ve Nasyonel Sosyalizmin ortak fikridir. Temel olan tek şey, yaşamın büyük haklarını olumlamasını sağlayan değerdir. Bu yargı ilkesi oluştuktan sonra, ırkçı değerlere mal edilen Nietzscheci değerler bütün olarak tam zıt konuma yerleşmektedir.

...- Nietzsche'nin ilk girişimi, entellektüel olarak tüm zamanların en üstün insanları olan Greklere duyduğu bir hayranlıkla başlamaktadır. Üçüncü Reich'da küçültülen kültürün amacı askeri güçken, Nietzsche'ye göre her şey kültüre bağımlıydı.

...- Nietzsche'nin yapıtının pek anlamlı özelliklerinden biri, diyonizyak değerlerin, yani sınırsız sarhoşluğun ve heyecanın yüceltilmesidir. Rosenberg'in "XX. Yüzyılın Miti" adlı yapıtında Diyonizos dininin Ari ırkla ilgisi olmadığını söylemesi rastlantı değildir!... Hızla bastırılan eğilimlere rağmen, ırkçılık yalnızca askeri değerleri kabul ediyor: "Gençliğin kutsal tahtalar yerine stadyumlara gereksinimi vardır", diyordu Hitler.

...- Geçmişin gelecekle olan zıtlığından daha önce söz etmiştim. Nietzsche tuhaf bir şekilde kendini geleceğin çocuğu olarak gösteriyor. Kendisi bu adı vatansız varlığına bağlıyordu. Aslında vatan geçmişin içimizdeki payıdır ve Hitlercilik değer sistemini bunun üzerine, dar olarak yalnızca bunun inşa etmiştir. Hitlercilik yeni bir değer getirmemiştir. Dünyaya Almanların basitliğini ilan eden Nietzsche'ye, hiçbir şey bunun kadar yabancı değildir.

...- Nasyonel Sosyalizmin Chamberlain'den önceki iki resmi habercisi de Nietzsche'nin çağdaşlarıydılar: Wagner ve Paul de Lagarde. Nietzsche takdir edildi ve propaganda tarafından öne çıkarıldı, ama Üçüncü Reich onu, diğer ikisine gerektiğinde yaptığının aksine, kendi bilginlerinden biri olarak değerlendirmedi. Nietzsche Wagner'in dostuydu, ama onun Fransız sevmez, Yahudi düşmanı şovenizminden tiksinerek ondan uzaklaştı. Pangermanist Pual de Lagarde'e gelince, bir metin bu konudaki kuşkuları yok ediyor. Nietzsche, Thédore Fritsch'e şöyle yazar: "Geçen ilkbaharda Paul de Lagarde adındaki bu duygusal ve kendini beğenmiş dikkafalının yapıtlarını okurken ne kadar güldüğümü bir bilseydiniz..."

...- Bugün, Yahudi karşıtı aptallığın Hitlerci ırkçılık için sahip olduğu anlama dayanıyoruz. Hitlercilikte Yahudi nefretinden daha temel hiçbir şey yoktur. Nietzsche'nin şu davranış kuralı buna karşı çıkıyor: "Irkların bu küstah üçkağıtçılığı içinde olan kimseyle görüşmeyin." Nietzsche, hiçbir şeyi Yahudi karşıtlarına olan nefreti kadar açık dile getirmemiştir.

Bu son nokta üzerinde durmalıyız. Nietzsche'nin Nazi pisliğinden temizlenmesi gerekir. Bunun için bazı komedileri ortaya koymalıyız. Bunlardan biri, filozofun bu son yıllara kadar yaşayan (1935'de öldü) öz kız kardeşinin işidir. Nietzsche düşmanı Bernard Foerster ile 1885 yılındaki evliliği nedeniyle erkek kardeşiyle doğan sorunları unutmamıştı.

Nietzsche'nin kız kardeşine, eşinin partisine olan ve mümkün olduğunca vurguladığı tiksintisini ilettiği bir mektup yayınlamıştı. Oysa 2 Kasım 1933'te bayan Elisabeth Judas Foerster, Weimar'da, Nietzsche'nin öldüğü evde, Üçüncü Reich'in Führer'i Adolf Hitler'i kabul ediyordu. Bu görkemli ortamda, bu kadın Bernard Foerster'in bir metnini okuyarak ailenin düşmanlığını kanıtlıyordu!

4 Kasım 1933 tarihli "Temps" gazetesi şöyle yazıyordu.

"Şansölye Hitler, Essen'e gitmek için Weimar'ı terk etmeden önce ünlü filozofun kız kardeşi Bayan Elisabeth Foerster Nietzsche'yi ziyaret etti. Yaşlı kadın ona, kardeşine ait olan bir kılışlı bastonu hediye etti. Ona Nietzsche'nin arşivini gösterdi."

"Bay Hitler, Almanya'da Yahudi zihniyetinin yayılmasına karşı çıkan, Yahudi karşıtı eylemci doktor Foerster'in 1879'da Bismarck'a hitaben yazdığı makalenin okunmasını dinledi. Bay Hitler, elinde Nietzsche'nin bastonu ile alkışlar arasında kalalabalığın içinden geçti."

Nietzsche, 1887'de Yahudi-karşıtı Thédore Fritsch'e yazdığı küçümseyici mektubu şöyle bitiriyordu: "Ama son olarak, Zerdüşt adı Yahudi-karşıtı insanların ağzından çıktığı zaman ne hissetmemi isterdiniz?"(3)

Nietzsche Üzerine, Georges Bataille
Ekler, I.

1. Nietzsche'nin geleceğin geçmişe üstünlüğü fikrinin, (...) geleceğin şimdiye üstünlüğü fikriyle hiçbir ilgisi yoktur.


2. Marksizm, ahlak düzleminde Hegelciliğin devamıdır. Hegel gelenekten önceden ayrılmıştı. Ve Henri Lefebvre, haklı olarak, Nietzsche'nin "bilincinde olmadan, Hegel'in tarihsel diyalektiği içinde bulunan ahlakdışılığın bazen aşırı çoşkulu bir basitleştiricisi" olduğunu söylemiştir. (H, Lefebvre, Nietzsche, s. 136). Lefebvre'in deyişiyle, bu noktada Nietzsche, "açık kapıları devirmekten" sorumludur.


3. Bu sorunlarla ilgili olarak bkz. Nicolas, De Nietzsche a Hitler, 1937. -Nietzsche et les fascistes. Une réparation (Acéphale, Ocak 1937, Özel sayı). -Henri Lefebvre, Nietzsche, 1939 (E.S.I.) s. 161 vd.
*********************************

Hakkında/Wagner

NİETZSCHE, WAGNER VE BÜYÜK NEFRET
Ünlü Alman düşünürü Freidrich Nietzsche hakkında geçtiğimiz günlerde bir kitap yayımlandı. Kitapta Nietzsche'nin Wagner ve karısıyla ilişkileri -tekrar- irdeleniyor.

Nietzsche hakkında küçükten büyüğe herkesin bildiği iki şey vardır. Bunlardan birincisi düşünürün gençliğinde, "Uçan Hollandalı"nın ünlü bestecisi Richard Wagner'in müzikal dramalarına duyduğu sınırsız hayranlık ve daha sonra nasıl olduysa bu hayranlığın hem besteciye hem de bestecinin yapıtlarındaki dinsel temalara karşı bir düşmanlığa dönüşmesi.

Nietzsche hakkında bilinen ikinci husus da, düşünürün 44 yaşındayken frengiden kaynaklanan bir deliliğe yakalanması ve vefalı dostu Franz Overbeck tarafından önce İsviçre ve Almanya'daki akıl hastanelerine yatırılıp son olarak Weimar'daki kırmızı tuğlalı bir villada gözetim altına alınmasıdır. O villada kızkardeşi Elisabeth Forster-Nietzsche Yahudi düşmanı ziyaretçileri ağırlamış, onlara acılar içinde yavaş yavaş can vermekte olan büyük düşünürün ölümünü izlettirmişti.

Nietzsche'nin uzun yıllar Yahudi düşmanı kabul edilmesinin nedenlerinden en başta gelen nedeni kızkardeşidir. Elisabeth, ağabeyinin yazılarını kendi düşüncelerine göre değiştirdi, bu da felsefe uzmanlarının Nietzsche'yi Nazizm ile özdeşleştirmelerine neden oldu diye bir rivayet vardır...

Nietzsche'nin, Richard Wagner'a ve onun yapıtlarına duyduğu büyük hayranlığın daha sonraları nefrete dönüşmesinde, pençesine düştüğü hastalığın ne kadar etkisi olmuştur, bilinmez. Yazar Köhler'in kitabı, bu konuya tam bir açıklama getiremese de bir parça ışık tutmayı başarıyor.

Nietzsche, gün be gün artan deliliğini eski Yunan mitolojisinden bir öyküyle özdeşleştirmeyi severmiş. Bu mit, Theseus, Ariadne ve Minotaur'un hikâyesi. Sadece anahatları bilinen hikâyeye göre Theseus, Girit'e gider ve orada yarı boğa yarı insan bir canavar olan, güzeller güzeli Ariadne'nin erkek kardeşi Minotaur'u yaşadığı Labirent'te bularak öldürür. Ariadne'nin verdiği yumağın yardımıyla Labirent'ten çıktıktan sonra onunla Naxos'a kaçar ve onu orada terk eder. Ariadne'ye daha sonra ne olduğu açık değildir. Çeşitli versiyonlarda farklı farklı sonlara rastlarız.

Örneğin, bir versiyonda şarap tanrısı Dionysus, Ariadne'yi erkek kardeşi Minotaur'a ihanet ettiği için öldürürken bir başkasında onunla evlenerek ölümlüler ve tanrılar arasında bir köprü oluşturulmasını sağlar. Homer'de ise Odysseus Ariadne'yi Hades'in kapılarında ölü olarak bulur.

Nietzsche'nin kaleme aldığı son mektuplardan bazıları o tarihlerde kocasını yitirmiş olan Cosima Wagner'a yazılmıştı. O mektuplarda Nietzsche, Cosima'ya "Prenses Ariadne" şeklinde hitap eder, mektupların yazarı olan kendisini ise Dionysus şeklinde tanıtır. Yazar Köhler kitabında Nietzsche'nin akıl sağlığı bozuldukça kendini başka başka kişilikler ile özdeşleştirdiğini yazıyor.

"Örnek aldığı Dionysus gibi çok kişilikli olabilen bir insana dönüşmüştü Nietzsche. Kendisini kah Shakespeare kah Sezar gibi görüyordu. Bazen de İtalya Kralı ya da Wagner olduğunu sanıyordu. Ve tüm bu kişiler ona, kendisini özdeşleştirdiği Dionysus'un farklı kişiliklerde tezahür etmesi imiş gibi geliyordu."

İyi ama Nietzsche neden gerçeklikten adım adım kopuşunu bu kadar dramatize etme ihtiyacını duydu?..

Cosima Wagner 19.Yüzyıl'ın en nahoş simalarından biriydi ve Prenses Ariadne olamayacak kadar da bencildi. Yazar Köhler'e göre Nietzsche'nin mektubundaki "kötü adam" aslında Cosima değil Wagner'in ta kendisi...

Nietzsche, Wagner'dan "ihtiyar Minotaur" şeklide söz edermiş. Wagner Nietzsche'yi büyüleyerek labirentvari bir evin içine kapatmış, büyük düşünür bu yüzden aklını yitirmiş -şeklinde rivayetler de var...

Nietzsche ve Wagner 1868 yılında tanıştılar. Nietzsche'nin neden büyük bestecinin ateşli bir hayranı olduğuna dair elde fazla bir bilgi yok. Nietzsche, Wagner'ı genç yaşlarından beri tanıyordu. Yine de, "Tristan ve Isolde" gibi operaların mitolojik temalarını sevdiği ve hatta kendi bir opera yazmayı planladığı sıralarda bile müzikten hoşlanmayan bir kişiymiş aslında Nietzsche.

Wagner, klasik Yunanlı yazar Aeschylus'un trajedilerini yarattığı tarzdaki bir kültürel iklimi Almanlar için yeniden yaratmaya söz vermişti. Bu sözün meyvesi 1872'de "Trajedinin Doğumu" adıyla dünyaya geldi.

"Trajedinin Doğumu" politik açıdan Wagner'ın Yahudi karşıtlığını açıkça sergileyen bir eserdi. Köhler bu açıdan, Nietzsche'nin de en az Wagner kadar kötü olduğunu söylemekte. Her ikisi de yaşadıkları burjuva toplumundan umudunu kesmiş, onu küçük gören kişilerdi. Her ikisi de bu toplumdaki pisliğin kan dökülerek temizlenmesi gerektiğine inanıyordu. O toplum gitmeli yerine tanrısal kahramanların halkı bir parça "hor gören" tarzda yönettikleri bir toplum düzeni gelmeliydi. Elbette çağ bu tarz kahramanlara hoş gözle bakmıyordu ve bunun altında, onlara göre, Yahudi parmağı vardı. Yahudilerin para kazanma hırsları Alman kültürünü tamamiyle yozlaştırmış, manevi değerlerin çürümesine neden olmuştu.

Ancak ünlü besteci, Nietzsche'nin "Wagnerci düşüncelerin sözcüsü" olmasını istemiş değildi. Ayrıca Cosima da ne Nietzsche'nin kendisi ile ne de onu acılara sürükleyen entelektüel hırsı ile alâkalıydı. O kendini tamamen kocası Wagner'a adamıştı. Bestecinin ikinci karısı olan Cosima, kocasını -ki adam Wagner'ın yakın arkadaşlarından biriydi - terk edip Wagner'e kaçmıştı. Liszt'in kızı olan Cosima ile Wagner 1870 yılında evlendiler ve ömür boyu evli kaldılar. Kendisini kocasına adayan Cosima, Nietzsche'nin de kendisini Wagner ailesine adamasını istiyordu. Bu öyle bir roldü ki içinde Wagner'ın iç çamaşırlarının satın alınmasından Wagner'in aldığı olumsuz eleştirilere yanıt verilmesine kadar birçok şeyi içeriyordu...

1876 yılında Nietzsche "Wagner Beyrut'ta" adlı eserini yayımladı. Kitapta besteci için bir yandan methiyeler düzen Nietzsche diğer yandan da besteciyi, etkisi altına giren herkesi yok eden Minotaur'a benzetmektedir. Kitap ilk yayınlandığında, pek çok okur, burada yeralan övgülerin sağlıklı bir zihnin eseri olmadığını düşünerek ciddiye almadılar.

Ancak Wagner'lar aynı şekilde düşünmüyordu. Karı-kocaya göre Nietzsche'nin hastalıklı düşünceleri, mastürbasyon yapmaktan ve Paul Ree gibi Yahudi arkadaşlarının etkisinden oluşuyordu. Bu muazzam saçmalık Wagner Bülteni'nde 1920'li yıllara kadar devam etti.

Bundan sonrası artık açık bir savaştı. Nietzsche, Wagner'ın yeniden dine dönüşünü alaya almak için hiç bir fırsatı kaçırmadı. Cosima ise Nietzsche'nin öldüğünü yayıyordu her tarafta.

Ne var ki bu savaşta zayıf taraf Nietzsche idi. Hem ruhsal hem de fiziksel açıdan ağır hastaydı Nietzsche ve bir gün Cosima'nın kocasını desteklemeyi bırakıp kendisinden yana çıkacağını umacak kadar da zavallıydı.

Bu, pek tabii ki boş bir umuttu. Wagner kültü, bestecinin ölümünden sonra giderek güçlenirken Cosima kendini bu kültün rahibesi rolünde bulacaktı. Nietzsche büyük bir tehditti "onlar" için. Ariadne ne Thesus'u Minotaur'dan kurtaracaktı ne de ikinci Dionysus'u, şimdi bu dünyadan göçüp gitmiş olan o Dionysusvari kocasının yerine koyacaktı.

Cosima bu konuda son derece katı idi ama Nietzsche konusunda ne yapması gerektiği de zihninde pek açık değildi...

Köhler'in kitabının sonunda yer alan bir cümleyi de alıntılayarak yazımızı "soru işaretleriyle" sonlandıralım:

Nietzsche, Almanya'daki tımarhanelerden birinde gardiyanlara şöyle diyordu: "Beni buraya getiren, karım Cosima Wagner'dir."

The Guardian'dan Çeviren: Levent GÖKTEM
3 Temmuz 2000, Pazartesi

********************
Hakkında/Deneyim

NİETZSCHE'NİN İÇ DENEYİMİ
Bu kitapta ileri sürülen "deneyimlere" verilen yer, daha önceki iki kitabıma göre daha azdır. Aynı belirginliği de taşımamaktadırlar. Ama bu ancak görünüşteböyledir. Bu kitabın temel ilgisinin ahlaksal kaygı olduğu doğrudur. "Gizemsel durumlar" da birinci derecede önemlidir, çünkü ahlaksal sorun bu durumlarla ilgili olarak ortaya konmuştur.

"Nietzsche üzerine" olan bir kitapta bu durumlara böyle bir yer vermek belki de aşırı görünecektir. Nietzsche'nin yapıtının gizemcilik araştırmalarıyla çok az ilgisi vardır. Buna rağmen Nietzsche bir tür esrimeyle karşılaşmış ve bunu söylemiştir. (Ecco Homo, Vialette çevirisi, s. 126.)

"Nietzscheci deneyim"in kavranmasına nüfuz etmek istedim. Nietzsche'nin tanrısaldan söz ettiği bölümlerde "gizemsel durumları" düşündüğünü zannediyorum.

1888'de yazdığı bir notta; "Ne kadar çok yeni tanrı hâlâ mümkün! Dinsel içgüdünün, yani tanrı yaratıcı içgüdünün bazen zamansız hareketlendiği ben, her defa ne kadar çok biçimde tanrısallığın esinine sahip oldum!... Sanki aydan düşüyorlarmış gibi yaşamımızın içine düşen ve hangi noktada yaşlı olunduğunun, hangi noktada yeniden genç olunacağının bilinmediği, zamanın dışına yerleşen bu anların içinde, çok sayıda tuhaf şeyin gözlerimin önünden geçip gittiğini gördüm..." (Güç İstenci, II, s. 379.)

Bu metni aşağıdaki iki metinle birleştiriyorum:

"Hissedilen derin kavrayışa, heyecana ve sempatiye rağmen, trajik yapıların yok olduğunu görmek ve buna gülebilmek, işte bu tanrısaldır." (1882-1884; Güç İstenci, II, s. 380.)

"İlk çözümüm: En yüksek ve en iyi olan şeyin yok olduğunu görmenin trajik zevki (çünkü Bütün'e göre çok sınırlı görülüyor); ama bu, yüksek bir 'iyiliği' sezmenin gizemsel bir biçiminden başka bir şey değildir."

"Son çözümüm: En üst iyilik ve en üst kötülük özdeştir." (1884-1885; Güç İstenci, II, s. 370.)

Nietzsche'nin bilinen "tanrısal durumları"nın, nesne olarak, trajik bir içeriği (zaman) vardır ve bu durumların devinimi de, gülüşün içerdiği içkinlik içinde aşkın trajik unsurunun emilmesidir. İkinci alıntıdaki Bütün'e göre çok sınırlı, aynı devinime bir göndermedir. Önceden sezmenin gizemsel biçimi, gizemsel felsefe anlamında değil de deney anlamında, hissetmenin gizemsel biçimi anlamına gelecektir. Durum böyleyse, uç durumların gerilimi, yüksek bir "iyilik" arayışı olarak verilecektir.

En üst iyilik ile en üst kötülük özdeştir ifadesi, aynı zamanda, bir deneyim verisi (bir esrime nesnesi) olarak da anlaşılabilir.

Nietzsche'in kendi uç durumlarına verdiği önem özellikle şu notta vurgulanmıştır: "Yeni güç duygusu: Gizemsel durum; ve en açık akılcılık, bu duruma ulaşmak için en gözü pek yoldur. -Felsefe, olağanüstü bir şekilde yükselmiş bir ruh durumunun dışa vurumudur" (Güç İstenci, II, s. 380). Gizemsel durumu göstermek için kullanılan yükselmiş durum ifadesi daha önce "Şen Bilgi"de vardı.

Başka bölümlerle birlikte bu bölüm de, Nietzsche'nin getirdiği ikirciliği kanıtlıyor: Nietzsche sürekli güçten söz ederken verme gücünü düşünüyordu. Aslında (aynı döneme ait) başka bir nota da değinmeliyiz: "Gizemcinin tanımı: Kendi mutluluğundan yeteri kadarına ve aşırısına sahip olan ve onu vermek istediğinden dolayı, kendi mutluluğu için bir dil arayan kişi" (1884; Güç istenci, II, s. 115). Nietzsche bu şekilde, Zerdüşt'ün kısmen kaynaklandığı bir devinimi tanımlıyor. Diğer taraftan, güce yaklaşan gizemsel durum, daha doğru bir deyişle, verme arzusu durumudur.

Bu kitabın şu derin anlamı vardır: Uç durum insan istencinden kaçsa da (insan eylem, tasarı olduğu sürece) bu durumdan ancak durumun doğası değiştirilerek söz edilebilir. Ama bu yasağın kesin değeri, yalnızca isteyen kişiyi, konuşan kişiyi paramparça eder: Yapamadığı sırada, aslında onun istemesi ve konuşması gerekir. Ve ben de, kendi mutluluğumdan yeteri kadarına ev aşırısına sahibim.

Nietzsche Üzerine, Georges Bataille
Ekler, II.
*************************
Hakkında/Üstinsan

NİETZSCHE VE ÜSTİNSAN
Nietzsche nin, kim olduğu sorusunu eğer yanıtlayabilseydik; onun önünde mi, arkasında mı, ya da karşısında mı yoksa yanında mı yer aldığımıza karar verebilirdik. Ancak onun felsefesinin ilk hedefi; okuyucularını özerk olmaya teşvik etmesidir. O modern insanlar tarafından anlaşılamayacağı inancındaydı. Bu nedenle; öncelikle bir gelecek için yazmıştır. Örneğin; Ahlakın Soy Kütüğü Üstüne nin önsözünde ; kendisinin etkin bir şekilde okunabilmesi için okuyucunun yorumlama sanatında ustalaşmış olması gerektiğini söylemiştir.

Nietzsche yi okumak çok büyük tehlikeler içerir. Kişi kendi sağlığına ciddi zararlar verebilir. Onu yanlış yorumlamak da, bağlam dışında okumak da mümkündür. Nietzsche yi söylemek için; Nietzsche ci olmak gerekir ama kesinlikle; Nietzsche den yana olmak gerekmez. Yani; onun düşünüş biçimiyle, onun dünya görüşünün farkına varmak gerekir. Onun; üzerine yazmak, konuşmak, onu anlamak için dört temel güçlüğün üstesinden gelmek gerekir.

Birinci güçlük; Nietzsche ilk bakışta "her yerden" başlıyor. Her an ve her konuda; dinden, felsefeden, biyolojiden, trajediden, estetikten ve psikolojiden, tarihten, bilgiden başlıyor. Onda temel güçlük; "her şeyin" nasıl "bir yerden" başlanarak söyleneceğidir.

Örneğin; Nietzsche ci anti-demokratizmi ele alalım. Eğer bu konuda; sadece onun eşitçiliğe, basının ve kamuoyunun mutlak iktidarına veya parlamentarizmin çöküşüne yönelik eleştirileriyle sınırlı kalırsak; politika ile uğraştığımızı düşünürüz. Eğer demokratizmi; sürücül içgüdüden yola çıkarak düşünürsek, bir çeşit antropoloji ile uğraşmamız gerekir. Eğer bu sürücül içgüdü yü; zayıfların ve güçlülerin tarihi açısından ele aldığımızda, güç istencini düşünürüz. Güç istencini incelersek; onun niteliğini araştırmamız gerekir. Çünkü; güç istenci onu elinde bulunduranlara bağlı olarak etkin ya da geriletici olabilir. Dolayısıyla; güç istencinin kendisi, bizi biyolojik bir varlık olarak insana gönderir. İnsan kavramı da bizi yaşam kavramına, yaşam kavramı da kaosa gönderir. Yani bütün soy kütükleri (felsefenin, ahlakın...) aynı yolu izlerler.

Yanıt; onun bütün soy kütüklerinin(*) yola çıktıkları yer; "madde" dir.

İkinci güçlük: Nietzsche de; aynı kategoriler yeniden karşımıza çıkar. Yeniden ele alınırlar , yeniden değerlendirilirler, şu ya da bu perspektife yerleştirilirler. "Ben" ,"nedensellik", "ereklilik", antropolojide, tarihte, ahlakta, biyolojide, psikolojide sürekli yeniden ele alınırlar. Bir tek soy kütüğü; (örneğin; İyinin ve kötünün ki) din, ceza, hukuk, ve bilinçle olan ilişkilerine göre yüzlerce soy kütüğüne dönüşür. Sonuçta; Nietzsche nin eserleri, görüş açılarının dev bir birleşimi olarak karşımıza çıkar.

Üçüncü Güçlük: Nietzsche nin metinleri; kaos, bilinç işleyişi, demokrasi gibi kavramlara getirdiği düzensiz tanımlarda bile; yaptığı somut analizler açısından çok zengindir. Nietzsche; bizim modernliğimizin eşi benzeri olmayan bir araştırmacısıdır. Onun; ince alayları, tahrikleri sadece suyun üstündeki köpüktür. Onun altında, derinlerde, sağlam bir platform ve hatasız bir biçimde yapılanmış temeller vardır.

Dördüncü Güçlük: Nietzsche; genel bir zayıflamanın, endüstriyel köleliğin farkına varıyor. Kapitalizmin insanlık dışı politikasının; sürücüllüğün sonucu olduğunu düşündüğü için de ona göre; bastırılması ya da hiç değilse yeniden yönlendirilmesi gereken şey sürücüllüktür. Ona göre kitleler; hiçlik istencinin aracı, demokrasi, hiçliğin politik rejimi, İşçi sınıfı; hiçliğin sınıfı, çalışma; hiçliğin değeri, kapitalizm ise; hiçliğin ekonomisidir. Andığım bu güçlükler nedeniyle; bu sunu kendi yapıtları okunarak değil, ancak; Nietzsche yi inceleyen felsefecilerin yapıtlarından yararlanarak hazırlanabilmiştir.

...VE BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT:

Nietzsche nin; şiirsel, vahiy tarzında ve kıssalar biçiminde yazılmış olan Böyle Buyurdu Zerdüşt ü, genellikle felsefi bir yapıt olarak kabul edilmez. Ancak; kitap incelendiğinde, Nietzche nin felsefi düşüncesinin; saptamalarına ilişkin önemli bilgilere ulaşabiliriz. Bu yapıtta yer alan iki önemli temel düşünce; üstinsan ve aynının ebedi (sonsuz) dönüşüdür.

...ÜSTİNSAN ÖĞRETİSİ:

Yapıtın öndeyişinde Zerdüşt; on yıllık inzivadan sonra insanların arasına iner ve insanın alt edilmesi gereken bir şey olduğunu ilan eder. İnsanlara, pazar yerinde üstinsanı anlatır. "Yeryüzünün anlamı olacak üstinsan! Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!" Zerdüşt; "yalnızca farklı bir insanlığın başarabileceği, insanın geleceğinin üstüne ve/veya ötesine geçilmesi için; önce nasıl yok olunacağını (batılacağını) öğrenmemiz gerekir. Asla bir üstinsan var olmamıştır", der. Çünkü; insan, önce nasıl yok olunacağını öğrenmek zorundadır. Yok olduğumuzda, "büyük hor görme anını" yani; şu anki mutluluklarımızın, aklımızın ve erdemlerimizin bizim için tiksintici olmaya başladığı anı yaşarız. Zerdüşt e göre; insanlık, ebedi dönüş öğretisiyle nasıl yok olacağını öğrenebilir. Dolayısıyla; üstinsana uzanan yolu (köprüyü) sağlayan dönüş öğretisidir.

Öncelikle; insanın bir amaç değil, yalnızca bir köprü olduğunu öğrenmemiz gerekir. Hayvanla, üstinsan arasına bağlanmış bir iptir insan. Dipsiz bir uçurumun üstündeki köprüde tehlikeli bir yolculuktur. Kendini yenmeye yönelik bu arzunun karşıtı ise; "son insanın", yaşama yönelik tavrını belirleyen kendini koruma arzusudur. Son insan; mutluluğu bulmuş ve kendini korumak isteyen bir insanlığı açıklar. Son insan; artık riske veya denemelere girmeye ya da hiç bir şeye inanmaz. Tutkulardan yoksundur. Bu insan; ne iyi ve kötü, ne zengin ve yoksul, ne itaat eden, ne yöneten ve yönetilen olacaktır.

Nietzsche; üstinsan kavramı ve öğretisiyle; soylu bir insan eylemliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son insan yalnızca maddi teselli peşindeyken; üstinsan yaşamını büyük eylemler ( yaratıcı eylemler ) uğruna harcamaya hazırdır. " Üstün " olmak; isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde olmak anlamındadır. Sürünün anladığı anlamda ahlakın ötesinde olmak demektir. Yaratıcı eylem; yeni kurallar ve normlar kurduğu için kaçınılmaz olarak ahlakın ötesine geçen eylemdir.

Acaba; Üstinsan terimi ile Nietzsche ne anlatmak istiyor. Üstinsan; Nietzsche efsanesinin üstün insanı yani; bir tür insan üstü güçlere sahip superman imi? Yoksa; modern dönemin, nihilizmini ve modern insanlığın yaşamdan bezmişliğini alt etmiş, gelecekteki insanlığın sembolünü mü? Nietzsche; Ecce Homo da üstinsan kavramının; hiç bir şekilde, Darwinci bir çizgide veya yüksek bir idealin temsili olarak kavranmaması gerektiğini belirterek; bize bu konuda bir ipucu vermektedir.

...SONSUZ DÖNÜŞ:

Nietzsche; sonsuz dönüş öğretisini Ecce Homo da; herşeyin, sonsuza dek, durmadan yok olup, yeniden doğması olarak tanımlamıştır. Bu öğreti; Nietzsche nin varlık kavramını kökünden yadsıyarak, onun yerine "oluş u" koyduğu temel bir argümanıdır. Nietzsche gibi ifade edilirse; sonsuz dönüşü olanaklı kılan oluşa evet demektir. Nietzsche; Böyle Buyurdu Zerdüşt te de sonsuz dönüşten "üstinsan" bağlamında söz etmiştir. "Bakın, size üstinsanı öğretiyorum" der Nietzsche, "Tanrının ölümünden sonra, üstinsanın yeryüzünün anlamı olduğunu" söyler. Üstinsan ise; kendinden öteyi yaratmak isteyen ve böylece yok olandır.

Bu bağlamda; sonsuz dönüş; oluş, yok oluş ve üstinsana eklemlenir. Zerdüşt; bu öğreti aracılığıyla, insanın nasıl yok olacağını öğreneceğini gösterir. İnsan aşılması gereken bir şeydir; sonsuz dönüş, üstinsana yani öteye geçiş için bir ip köprüdür. Ama yalnızca bir köprü değil! Bu ip; aynı zamanda insanda; insanın ötesine geçme arzusu uyandırmayı da amaçlar. Nietzsche, sonsuz dönüş öğretisiyle; insan yaşamında olup biten her şeyin, tüm eylemlerinin de, iyinin ve kötünün ötesinde onaylandığını bildiriyor.

...MORAL, NİHİLİZM, İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE OLAN ÜSTİNSAN:

Eski Yunan felsefesinde; değerler problemi, erdemler problemi olarak görülür. Etiğin ana problemi "iyi nedir?" sorusudur. Erdemler basamaklandırılır. Bu basamakların; tepe noktasına da belli bir erdem ya da "iyi" yerleştirilir. Ana sorun; bu iyinin dolayısıyla onun karşıtı olarak, kötünün ne olduğudur. Değerleri moral değerler olarak gören bu görüş; Nietzsche nin zamanına kadar gelmiş, eski Yunanlılardan sonra batı dünyasının hayatını etkilemiş, Hıristiyanlıkla da bütün Avrupa nın moral anlayışının temelini oluşturmuştur.

Sokrates ten beri, Avrupa tarihinde ortak belirti; diğer bütün değerleri moral değerlerin boyunduruğu altına sokma denemesidir. Öyle ki bu değerler; yalnızca yaşamı değil a) bilgiyi b)sanatları c) devlet ve toplumun çabalarını yönetip, yargılamışlardır. Tek ödev; daha iyi olma çabasıdır. Nietzsche ye göre; temelini Sokrates in düşüncülerinde bulan, batı dünyasının bu ahlak görüşü; insan hayatına aykırı bir değerler görüşüdür. Böyle bir görüşün ana kaygısı; iki zıt moral değer olarak iyi ile kötüyü sınırlandırmak; böylece ilkini öğretmek, diğerleriyle de yani; kötülerle savaşmaktır. Bu; hayatı yoksullaştıran, insanın yapısına aykırı bir görüştür.

Nietzsche de; moral sözü çoğu zaman olumsuz bir anlam taşır. Moral; şeylerin değeriyle ilgili bir hazır yargılar bütünüdür. İnsanlar; başkalarının yargı gücüne, kendi yargı güçlerinden daha çok güvenirler. İnsanlarda (tembel ve korkak insanlarda) "iyi" damgasını taşıyan her şeyi, hep iyi saymak eğilimi vardır. Bu türlü kalıplaşmış yargılardan oluşan bir moralin bütün görüşlerinde; (Nietzsche nin deyişiyle; antropolojik ve psikolojik temel eksikliği nedeniyle) insan yapısına aykırılık vardır.

Onda moral; herhangi bir değerlendirme tarzı; belli bir çağın değer yargıları ve "iyidir-kötüdür" dediği şeylerin tablosudur. Bu değer yargıları; şeylere iyi veya kötü denmesi (yapılması ve/veya yapılmaması gereken) insandan insana, değer tabloları da çağdan çağa değişirler. Nietzsche nin "iyinin ve kötünün ötesi" sözüyle dile getirdiği "öte"; belli bir moralin değer yargılarının dışında olma, bunlara dayanarak yargıda bulunmamaktır. Bunun ise; çoğu kez sanıldığı gibi, başıboşlukla herhangi bir ilgisi yoktur.

Ona göre; bütün etikçiler (Kant ve Schopenhauer de) etiklerini; kendi zamanlarının moraline dayanarak, onu "verilmiş olarak" kabul ederek ve bu morali haklı çıkarmak için kurdular. Çünkü ana hedefleri; buldukları morali haklı çıkarmak, onu doğrudan doğruya veya dolaylı olarak öğretmekti. Nietzsche ise; çeşitli morallerle hesaplaşarak kendi zamanının moralinden sıyrılma çabasında olmuştur.

Nietzsche nin istediği; yeni ama başka bir moraldir. Değerlerin yeniden değerlendirilmesidir. Ancak insanı araştırdıktan sonra; geçerlikte olan ve kalıplaşmış moralden başka, yeni bir moral (kendisine bir hedef koyan moral), ortaya konabilir; değerler yeniden değerlendirilebilir. Ancak; insanı bilen bir kişi, şeyleri doğru ve doğal değerlerine uygun olarak değerlendirebilir. Çünkü gerçek, hayat, olup biten her şey moral dışıdır. Nietzsche nin, değerler sözüyle ifade ettiği; bütün insan başarıları, düşünceleri, ülküleri, bilimi, sanatı, felsefesi, dini ve tarihidir.

Ahlaklılık nedir? Ahlaklılık; gerek istekle gerekse de zorlukla geçerli bir kurala veya geleneğe boyun eğmektir. Kişinin eylemlerini ve değerlendirmelerini buna uydurmasıdır. Bir geleneğe ve kurala bağlı olmak iyidir; kötü olan ise bundan kopmadır. Böylece moral, bir insan grubunun ayakta durabilmesi, kendini bir birlik olarak sürdürebilmesi için; "iyidir- kötüdür" dediği şeylerdir. Bu birliği koruyan her şey iyidir; onu tehlikeye düşüren her şeyse kötüdür.

Nietzsche değer duygularımızın ne dereceye kadar yaratıcıları olduğumuzu, yani; tarihe ne dereceye kadar anlam yüklediğimizi bilmemiz gerekir der. Çünkü bunun yapılması ona göre; değerlerin yeniden değerlendirilmesidir. Tarih boyunca insan başarılarının, bugün için anlamını kavrayarak geleceği hazırlamak; yaşayabilmek için yeni başarılar ortaya koymak; değerlerin yeniden değerlendirilmesidir. Bu anlamda, değerlerin yeniden değerlendirilmesi; Nietzsche nin felsefecilerde eksik olduğunu düşündüğü, tarih bilgisi ve duygusuna, perspektifli bir görüşe dayanır. Değerlerin yeniden değerlendirilmesi; önceki başarılarla hesaplaşma yaparak; onlara realiteye uygun, yeni bir anlam kazandırmakla ve onları yeni başarılarla ileriye taşımakla sağlanır. Geçmişi değerlendirmenin hedefi; şimdiyi değerlendirmenin hedefi olduğu kadar; geleceği de hedeflemektir. Bu bakımdan; yeniden değerlendirmelerin ölçüsü insan; ama herhangi bir insan değil; realiteyi kendi gözleriyle gören, geçerlikte olan moralin dışında yeni başarılarıyla yeni değerler ortaya koyan, geleceğe yön verebilen yaratıcı (trajik) insandır.

Nietzsche de; insanlar realiteyi görebilme veya görememeleri, bu anlamda; realiteyi başka başka tarzlarda değerlendirmeleri bakımında üç ana tipte toplanabilir.

Birinci tip; Nietzsche nin; sürü, kalabalık, yığın, bilge olmayan, iyi insan, zayıf insan gibi adlar verdiği insan tipidir. Yaşamasını geçerlikte olan moral içinde ayarlayan; kendi gözleriyle görmediği realiteyi bu moralin değer yargılarına göre değerlendiren insan tipidir. Bu kendisine; "...yapmalısın,......etmelisin denilen insandır.

İkinci tip; Kendi gözleriyle gördüğü realiteyi, tabi değerine uygun olarak değerlendiren, tesadüfen yetişmiş insan tipidir. Nietzsche bu insan tipine; trajik insan, üstinsan, üstüninsan, dionizik insan, filozof der. Bu insan olduğu gibi olan, kendi kendisi olan, eylemleriyle ve başarılarıyla insana ve geleceğe yön veren yaratıcı insan, "ben'im " diyen insandır.

Üçüncü tip; bu iki insan tipi arasındaki tiptir. Bu insan geçerlikte olan moralin; kalıplaşmış değer yargılarının, insan realitesine aykırı olduğunu gören insandır. Henüz yaratıcı olmamış insan; kendi gözleriyle görmek isteyen, kendi kendisi olmak isteyen, kendi yolunu arayan, ancak kendi hayatına yön verebilen insandır. "Ben istiyorum" diyen insandır. Bu insan trajik kişilerin geçirdiği bir ara dönemdir. Bu insanlara Nietzsche; özgür insan, bilen insan, hazırlayıcı insan der.

Sürü İnsanı: Sürü insanı moralli insandır. Yine sürü insanı; eylemlerini ve değerlendirmelerini geçerlikte olan moralin; değer yargılarına uydurmaya çalışan insandır. Sürü insanı için; bütün değerlerin, insanla ilgili her şeyin değerlendirilmesi kendisinden önce yapılmıştır. Kişinin tek yapacağı; bunlara göre yaşamak, eylemlerini bu değer yargılarına göre ayarlamaktır. Sürü insanı "ben buyum" der ve moral sürü insanına; "....yapmalısın,....etmelisin" der. Sürü insanının tek yaptığı, bu morale boyun eğmektir.

Özgür İnsan: Bu insan moral dışı insandır. Özgür insan; içinde yaşadığı sürüden kopmuş, kendi yolunu arayan, insanla ilgili her şeyi kendi gözleriyle görmek isteyen insandır. Geçerlikte olan moralin dışına çıkmada ilk adım "büyük kopma" dır. Moral değerlerin ve değer yargılarının anlamsızlığının farkına varan kişi, bu kopmanın sınırındadır. Ancak bu farkına varma ile geçerlikte olan morale hayır yani; "ben istiyorum" demenin arasındaki yol uzun ve basamaklıdır. Geçerlikte olan moralden kopma; kişinin; o zamana kadar bağlı olduğu ve değerli gördüğü her şeyi değersiz ve anlamsız görmesi, kişiyi yanlış bir genelleştirmeye götürebilir. Her şeyi; anlamsız bularak ve hakikat olarak kabul edilen her şeyin kesin olarak yanlış olduğunu düşünerek, nihilizme saplanıp kalabilir.

Nihilizm; moralin mantığı sonuna kadar götürüldüğünde; en yüksek değerlerin, değerlerini yitirmesi, hedefin ve neden? sorusunun karşılığının bulunmamasıdır. Kişinin; moralden kopmanın yarattığı boşluktan sıyrılamayarak, artık hiç bir şey istememesidir. Bu pasif ya da olumsuz nihilizmdir. Aktif nihilizm ise; kişinin eylemleriyle; koptuğu moralin, değer yargılarını yok etmek istemesidir. Yaratıcı olacak kişilerin; kendi kendileriyle hesaplaşma ve eski kendilerini arkada bırakma, iyileşme dönemidir. Nihilizmi arkada bırakan kişi; bu insan dünyasının; realitenin anlamını kendi gözleriyle görmek, değerini kendi değerlendirmek ister. Ya da insanla ilgili her şeyin; yeniden değerlendirilmesi gerektiğini görür ve ister.

Özgür insan bir çok erdemlerinin olmasını istemez; bir tek erdemi yani; kendi erdemini ister, kendi erdemini sever ve kendi erdemi için yaşar. Bir insanın bir erdeminin olması; o insanın kendi kendisi olmak demektir. Ve özgür insan kendi kendisi olmak ister. Özgür insan değer zıtlıkları görmez; ancak insanları, yükseklikleri farklı basamaklarda görür. Moral değer yargıları kurmaz; çünkü o,"iyinin ve kötünün ötesi" ne geçmiştir. Değerlerin yeniden,hep yeniden değerlendirilmesi gerektiğini bilir ve bunu ister. Özgür insan; kendine ve kendi erdemlerine hakim olmuş, kendi kendini eğitmiş, kendini kendi avucu içine almış insandır. Bu onun gücü ve gücü istemesidir.

Trajik İnsan (Üstinsan, Üstün insan, Dionizik İnsan, Filozof) : Bu insan; realiteyi olduğu gibi gören ve kavrayan insandır. Bunun için de realiteden kopmuş değildir. O; realitenin kendisidir. Üstün insan hayata evet diyen, yani; hayat çemberinin son bulmaz dönüşünü kavrayıp, onu isteyen insandır. Başka bir anlatımla; her zaman sürü vardı, her zaman özgür insanlar vardı, trajik insanlar vardı. Her zaman sürü, özgür insanlar ve trajik insanlar olmaya devam edecek. Her insanın; olduğu gibi olması ve yaşadığı gibi yaşaması kaçınılmazdır. Her insanın; gördüğü gibi görmesi ve değerlendirdiği gibi değerlendirmesi kaçınılmazdır. Bu hayat çemberinin; sonsuz dönüşünün antropolojik anlamıdır. Bunu istemek ve sevmek de Nietzsche nin; " Amor- fati" (kader sevgisi) sidir. Kişinin hayata evet diyebilmesi için; yeni kurulan yapılarla, yeni başarılarla (yeni değerlerle) her şeyi sürekli olarak, yeniden değerlendirmesi gerekir. Hayata evet demenin bir anlamı da; kişinin kendi hayatına evet demesi, hayatını olduğu gibi, tekrar, tekrar aynı hayatı yaşamaya hazır olmasıdır. İşte; kişinin kendi hayatına evet demesi, onu olduğu gibi hep istemesi ve sevmesi kişinin amor fati'sidir (kader sevgisidir).

Üstinsan; yeryüzünün anlamıdır. Dünya ve hayat yaratıcı insanlarla anlam kazanır. Dünyanın bu anlamla yüklenmesi iki anlamdadır. Birincisi; yaratıcı insanlar yeni başarılarıyla, başarıları ve olayları yeniden değerlendirmekle, insana ve dünyaya anlam katarlar; çünkü onlar yeryüzünün anlamlandırıcısıdırlar. İkincisi ise; diğer yandan dünya, yaratıcı insanların varlığıyla anlam ve değer kazanır; çünkü onlar yeryüzünün anlamıdırlar.

Trajik insan soylu insandır. Soylu insan ise; insanlar arasında derece ve sıra farklılığı gören, onları kendisiyle eşit görmeyen yani; "mesafe ihtirası" olan insandır. Yaratıcı insanın bu ihtirası iki anlamlıdır. Birinci anlamı; yaratıcı insanın, kendisiyle sürü insanları arasındaki uzaklığı korumasıdır. İkinci anlamı ise; Yaratıcı insanın kendi içinde bu uzaklığı daha ötelere taşımayı güçle istemesidir. Kısaca; insan tipinin yükselmesi, (moralin bir terimi olarak moral üstü bir anlamda kullanılırsa) insanın sürekli olarak kendini arkada bırakmasıdır. Yaratıcı insan egoisttir; o insan olmakla gurur duyar, olduğu gibi olmakla övünür.

Özetle; Nietzsche ye göre; insanlar arasındaki yapı ayrılığı,onların realiteyi yani; insan başarılarını ve olayları değerlendirmelerinde ortaya çıkmaktadır. Bu çeşitli değerlendirme tarzlarının meydana getirdiği moraller iki ana grupta toplanabilir. İki ana tip değerlendirme tarzı vardır demek ise; iki ana tip insan vardır demektir. Aradaki üçüncü tip (özgür insan) bir ara durumdur. Değerlendirmeler yapmayan ya da yapamayan insanların durumudur. Nietzsche bu anlamda; "bir efendi morali, bir de köle morali vardır" demektedir. Köle morali; sürü insanının, (moralli insanın) insan başarılarını ve olayları sürüce yani; o sürünün faydası açısından değerlendirmesiyle ortaya koyduğu katı değer yargılarının bütünüdür. Efendi morali ise; yaratıcı insanların, kendi varlık şartlarına dayanan değerlendirmelerdir.

Bu iki değerlendirme tarzı, yani; bu iki ana insan tipi yan yana bulunur, yaşarlar ve sürekli olarak birbiriyle çatışırlar. Kaldı ki; bu iki değerlendirme tarzı tek kişide bile çatışabilir. Bu çatışma; insanın, insan hayatının ve kişinin çatışmalı yapısından kaynaklanır. İnsanın bu çatışmalı yapısı; insan başarılarının da temelidir. Burada dikkat edilmesi gereken; bu çatışmada çatışan iyi ile kötü değildir; çünkü; iyi ve kötü hazır etiketlerdir. Kendi başına iyi veya kötü olan bir değer yoktur; insanların iyidir veya kötüdür dediği şeyler vardır. Yani; moral değer yargıları vardır. İnsanla ilgili her şeyin değerlendirilmesinde ortaya konan bu değer yargıları; insana, sürüye, insan tipine ve morale göre değişir.

Değerlendiren sürü insanı ise; sürüsü ve kendisi için zararlı olan her şey kötüdür. Dolayısıyla; sürüsü ve kendisi için yararlı olan iyidir. Bir sürü ve çağ için yararlı olansa, başka bir sürü ve çağ için yararlı olmayabilir. Sürü insanının; insanları değerlendirmesinde de durum aynıdır. Kendi gözleriyle gören yani yaratıcı insan, sürü için tehlikelidir ve o kötü insandır. Sürü insanını doğrudan doğruya ilgilendiren; bu kötü insandan gelen tehlikedir. Bu nedenle de, ancak sürünün teki olan, kendisi gibi iki yüzlü olan moralli insan iyidir, çünkü ;zararsız insandır ve korkulacak bir yanı da yoktur. Bu değerlendirmelerin, insan başarılarıyla ve kendileriyle bir ilgisinin olmadığı açıkça görülmektedir.

Yaratıcı insansa; geçerlikte olan moralin dışında, "iyinin ve kötünün ötesinde" olan insandır. İyinin ve kötünün ötesinde olmak; değerlendirmemek ya da insan başarılarının değersiz olduklarına inanmak demek değildir. İyinin ve kötünün ötesinde olmak; moral değer yargıları kurmamak, yani; geçerlikte olan morali yok saymak ve bir sürünün yararlarını, göz önünde bulundurarak değer yargıları kurmamak demektir. Çünkü onlar aslında yoktur; onların realiteyle ilgileri yoktur; göreli yargılardır. İyini ve kötünün ötesinde olmak; insanın, sürünün moral değer yargılarının şeylerle ilgisi olmadığını görerek; kendi gözleriyle görerek, şeylerin tabii değerlerine uygun olarak değerlendirmesi demektir. Böyle bir değerlendirmede her kişi, kendi kendisiyle ve insanla ilgili her şeyle karşı karşıya kalır. Böyle bir değerlendirmede; her kişi, geçerlikte olan moral değer yargılarıyla çatışır ve yaptığını yapar. Yaptığı ise; insanla ilgili her şeyi yeniden değerlendirmek, onlara yeni bir boyut kazandırmaktır.

Bu bakımdan yaratıcı insan için; iyi veya kötü olan ile, moral olay diye bir şey olmayıp; ancak insan başarıları ve insan olayları vardır. Diğer yandan da, yaratıcı insan, insanlar arasındaki yapı ayrılığını çok açık olarak görür. Bu nedenle; o, yaratıcı olduğu için yaptığını yapar ve eserini ortaya koyar. Bu eserle; moral değer yargıları değil yeni bir değer ortaya koyar. Kısaca; yaratıcı insanın zavallı olarak gördüğü insan tipi; sürü insanının iyi insan dediği insandır. Sürü insanı için ise; kötü insan, kendi sürüsünün morali dışında olan insan yani; yaratıcı insandır. Sürü insanının insanları değerlendirmesi; onların, eylemlerinin morale uygun olup olmamasına dayanır. Yaratıcı insansa; insanların, eylemleri karşısında hemen moral bir değer yargısı savunmaz. Bir bütün olarak; insanları, yapılarına uygun olarak değerlendirir. Ve bir eylemin değerlendirilmesi söz konusuysa; onu kimin yaptığına bakar. Taban tabana zıt bu iki değerlendirme tarzının birbiriyle çatışması kaçınılmaz olduğu kadar doğaldır. Tekrar belirtmek gerekir; burada çatışan iyi veya kötü değil, kendi gözleriyle gören insan ile sürü insanıdır. Yaratıcı insanların attıkları adımlar, eserleri ve başarıları da bu çatışmanın ürünleridir.

Nietzsche nin, temelden sarsmak istediği şey; sürünün moral değer yargıları ve sürü moralinin baş değer olduğu inancıdır. Sarsmak istemiştir çünkü; yaratıcı olabilecek birçok insan, bu sürü morali yüzünden engellenmesin.

Naci YAZICI (20 Kasım 2001)

Kaynaklar:
1- Nietzsche ve İnsan-İoanna KUÇURADİ/Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları
2- Kusursuz Nihilist-Keith Ansell PEARSON/Ayrıntı Yayınları
3- Nietzsche Yaşamı ve Felsefesi-Jules Chaix RUY/Çivi Yazıları
4- Nietzsche Üzerine-Georges BATAILLE/Kabalcı Yayınları
5-Nietzsche nin Tanrı Öldü Sözü-Martin HEIDEGGER/Asa Yayınları
6-Nietzsche nin Felsefesi-Fehmi BAYKAN/ Kaknüs Yayınları
7-Nietzsche-Cogito Özel Sayısı/Yapı Kredi Yayınları

(*) Soykütüğü Yöntemi: Genel olarak, örneğin; bilgi gibi bir kavramın, özne gibi bir varlığın veya ahlak gibi bir disiplinin bugününü ve bugünkü durumunu açıklığa, aydınlığa kavuşturmak için; ilgili kavramın geçmişine bakan, kökenlerle ilgili analiz yöntemidir. Ve yöntemin kurucusu Nietzsche de; kişilerin ve kültürlerin değer sistemlerini oluşturma biçimlerini belirleyen; tarihsel koşul ve koşullandırmaları ortaya çıkarmaya yarayan metoddur.
***************************************************************************
Hakkında/Röportaj

"BÜYÜKLÜK ve TRAJEDİ BİR ARADA"
Riedel (64), Halle an der Saale'de felsefe eğitimi veriyor. Ernst Bloch, Karl Löwith ve Hans-Georg Gadamer'in öğrencisi "Zeitkehre in Deutschland" / "Almanya'da Tarihsel Dönemeç" (1991) adlı kitabıyla ünlendi. "Nietzsche in Weimer" / "Nietzsche Weimer'de" (1997) bu yıl yayımlandı.

...- Profesör Riedel, Nietzsche bugünü nasıl etkiliyor?
Riedel: Bu Avrupa'nın kökenleri ve bireysel yaşam biçimi olarak felsefenin sorunudur. Hegel'in ölümünden sonra insanla ilgili soruların aşılmış olduğu sanılıyordu; Filozoflar uzman oldular, onlar da zaten öyle istiyorlardı. Ve bugüne kadar bu böyle devam etti. Oysa Nietzsche, filozofun esas görevini kurtarmak istiyordu.

...- Bunu nasıl kavradı?
Riedel: Nietzsche'ye göre bir filozofun iki yüzü vardı: biri kendisi, diğeri başkaları için. Ama o hâlâ neredeyse salt tarih eleştirmeni ve psikolog olarak bilinmekte. Ayrıca denetleyerek vicdanın derinliklerine kadar iner. Varolmanın gizlerini ozansı bir biçimde dışa vurmaya çalışan birini hiç kimse tanımaz.

...- Neden?
Riedel: Onu filozof olmaya iten tepki oldukça iyi gizlenmişti. Basel'deki profesörlük döneminden kalma yazılarında onu bulabiliriz. Nietzsche'nın yalnızca Greklerle değil, doğu felsefesiyle olan yakınlıklarıyla da ilgilenmesine çok şaşırmıştım.

...- Ne tür ilişkilerdi bunlar?
Riedel: Eski belgelerde, Buda'nın Dionysos ile bir paralellik oluşturduğunu keşfetmişti. Tabii buradan da İranlı din bilgini Zarathustra'ya (Zerdüşt) ulaşır. Hatta bir söylenceye göre Zerdüşt Atina'da Sokrates'in karşısına çıkar ve ölümle yargılanabileceğini söyler. Nietzsche Avrupa ve Asya arasında yaşanan bu tür ilişkilerin izinden gitmişti.

...- Hangi hedefle?
Riedel: Tekniksel olarak organize edilmiş kitle demokrasisinde, bireyselliğin yeni anlaşılmış zihinsel bir özgürlük olarak ortaya çıkması gerektiği kanısındaydı. Fakat birçok ütopyacının aksine, dünyada eski sorunların da devam edeceğini biliyordu.

...- Bu biraz içrek (batıni) bir öğreti gibi çınlamakta.
Riedel: Evet biraz ilgisi var. Nietzche Grek'lerin trajik bilincini, acıların günahlarla ilişkilendirilmediği Buda felsefesiyle bağlıyordu. Hristiyanlığa saldırmasının nedeni de buydu.

...- Fakat neden bu öğreti?
Riedel: Üstinsan terimiyle Nietzsche şu sorulara cevap arar: İnsan nasıl yaşamalı? İnsanlık nasıl yaşayabilir? Bana göre, onun evrensel düşüncesi ulusların ve kültürlerin uzlaşmasını hedeflemekte.

...- Söyledikleriniz, meslektaşlarınızı bile şaşırtabilir. Fakat geçtiğimiz yüzyılda birçok "Nietzche resimleri" vardı: Disiplin ustası, isyancı ve bireyci...
Riedel: ... veyahut da irrasyonel ütopyacı. Ve galeri burada tamamlanmıyor kuşkusuz. Yıpratılmaya çalışılmış olması aslında yalnızca onun tarihsel büyüklüğünün ispatıdır. Bir NS propaganda resminde Nietzsche bir geçit töreninde yürürken bile gösterilmiş. Bu tür uygunsuzluklar, Nietzsche'nın, 1945 sonrası Alman komünistlerince Nazi düşünürü olarak algılanmasına neden olmuştu.

...- Yeniden birleşme süreci içinde bu "lehte ve aleyhte" olan öneriler temizlenmedi mi?
Rieder: Hayır. Weimer'deki Nietzsche evindeki belgeler 1945'e kadardır ve DDR düşmanlığını barındırır. Ve şu sıralar devam eden sergide kız kardeşinin Hitler'le çekilmiş bir fotoğrafına da yer verilmiş.

...- Yazılarında "güçlü ırk" veya "üstün sarışın" gibi terimler var.
Riedel: Bu sözcüklerle yaşadığı çağı eleştirmeyi amaçlamıştır. Hemen hemen hepsi kadınlar hakkındaki düşünceler ve Bismarck'a karşı verdiği savaşıma benzer bir biçimde tekrarlanmıştır. Güç isteği üzerine kurulu düşüncesi, bireysel olarak tüm devlet otoritelerine karşı alınmış bir tavırdır. Politik güçle hiçbir ilgisi yok bunun.

...- Neden öyle yorumlandı peki?
Riedel: Bağlantıların çarpıtılabilmesi için. Güç isteği "Zarathustra"da "Von der Selbst-Überwindung"/" Kendini aşma üzerine" adlı bölümde yer alır. İşte burada, her bireyin dünyadaki en güçlüyü nasıl yenebileceğiyle ilgilenen farklı bir Nietzsche konuşur.

...- Birçok insanın mantık ve mutluluk reçeteleri aradığı günümüzde bu aşamalar biraz fazla değil mi?
Riedel: Nietzche her zaman huzursuzdu. Uzun bir süre Avrupa'daki iç savaşın diyagnozcusu olmuştu. İdeolojik savaşların Avrupa'yı bir felâketin kenarına sürükleyeceğini görüyordu. Gelecekte onun evrensel düşüncesini anlamaya çalıştığımızda ondan bir şeyler öğrenebiliriz Eğer ki Avrupa dünyada uzlaşmayı sağlamak istiyorsa, o zaman geçmişiyle hesaplaşması gerekir. Ve bu süreç bireylerde başlamalıdır.

Cumhuriyet Bilim, 2000/11
******************************
Hakkında/Gelecek Yüzyılların Yazarı

NIETZSCHE: GELECEK YÜZYILLARIN YAZARI
"Doğru; severiz biz hayatı! Ama yaşamaya alışmış olduğumuzdan değil, sevmeye alışmış olduğumuzdan..." Bir çoklarımızın hayatına Irvin Yalom'un kitabıyla girdi Nietzsche. Belki de en doğru olanı buydu. Şöyle bir tavsiye verebilirim bugüne kadar Nietzsche ile tanışmamış olanlara; ilk olarak "Nietzsche Ağladığında"yı okuyun.

Peki kimdir Nietzsche? Düşüncelerinden önce yaşamını ele alalım. 15 Ekim 1844'de (bazı kaynaklara göre 13 Ekim 1844) Almanya'nın Röcken kasabasında doğar Nietzsche. Nietzsche'nin gençlik çağları, bugün "Başyapıt" sayılan eserlerin etkisi altında geçmiştir. Şöyle ki Dickens, Dostoyevski, Poe, Heine, Melleville, Balzac, Gogol, Turgenyev, Baudelaire, Flaubert; Chopin, Strauss, Schumann... gibi yazar ve besteciler bu dönemlerde kariyerlerinin en büyük eserlerini yaratmaktadırlar. Büyükbabası ve babası papaz olan Nietzsche hayatının en önemli kararlarından birini 20 yaşında iken verir. Nietzsche -bir aile mesleği konumunda olan- papazlık eğitimi almak yerine, Bonn Üniversitesinde Klasik Filoloji okumayı tercih eder. Üniversite yıllarında Wagner ve ünlü besteci Liszt'in kızı Cosima ile tanışır ve dost olur onlarla. Cosima'ya ya da Wagner'e hiç açmadığı duyguları yıllar sonra Cosima'ya yazıp gönderdiği aşk mektupları ile ortaya çıkacaktır. Nietzche'nin üniversite yılları Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"'yı , Jules Verne'nin "Aya Yolculuk"u yazdığı Amerika'da köleliğin kanunen kaldırıldığı ve Almanya'da ilk defa bir Kadın Özgürlük Hareketi Derneği kurulduğu dönemdir. 1868 yılında İsviçre Basel Üniversitesine klasik filoloji bölümüne atanır. Birkaç yıl içinde İsviçre vatandaşlığına geçer. Liszt'in kızı Cosima ile Wagner evlenir. Çok iyi iki dost olan Wagner ve Nietzsche'nin araları bu olaydan sonra açılmaya başlayacaktır. Bu olay ile ilgili olarak kız kardeşi Elizabeth'e yazdığı bir mektupta şöyle demiştir; "Her şey burada işkence oluyor bana." 1871 yılında Nietzsche ilk kitabı olan "Müziğin Ruhundan Tregadyanın Doğuşu"nu yayınlar. 1876 yılına kadar "Çağa Uymayan Düşünceler" adıyla 4 kitap içeren bir seri yayınlar. Ayrıca bu dönemde Tolstoy "Anna Karenina"yı, Jules Verne "80 Günde Devri Alem"i yayınlamıştır. 1876'da sağlığı bozulan Nietzsche bir süre üniversitedeki görevine ara verir. 1878'den sonra 1882'ye kadar "İnsanca, Çok Daha İnsanca" ardından "Karışık Kanılar ve Maksimler", "İnsanca, Çok Daha İnsanca"nın ikinci ve son bölümü olan "Gezgin ve Gölgesi", "Gündoğumu Kızıllığı", "Neşeli Bilim" eserlerinin yayınlandığını görüyoruz. Bu süre zarfında sağlık sorunları ciddileşmiş üniversitedeki görevinden emekli olmuş ve hastalığı nedeniyle mevsimler arasında Cenova, Sils Maria, Messina, Tautenburg arasında gidip gelmektedir. Bu arada Lou Salome ile karşılaşır ve ona aşık olur. Nietzsche'nin hissettiği yoğun sevgi Lou'nun "Hayır" cevabı ile sert bir biçimde önce kırgınlığa sonra da nefrete dönüşür. Ve Nietzsche'nin "Bir kadını görmeye mi gidiyorsun? Kırbacını almayı unutma!" düşüncesi doğar. Bu gurur zedelenmesi ile Nietzsche üç defa intihar teşebbüsünde bulunur. Bu yoğunluk içerisinde "Böyle Buyurdu Zerdüşt" eserinin ilk bölümünü 10 gün gibi bir süre içerisinde yazarak yayınlar. Bu eserin ikinci bölümü 1883 yılının sonlarına doğru yayınlanır. Eserin 3. bölümü 1884'de , 4. ve son bölümü de 1885'de yayınlanır. 1886'da "İyi ve Kötünün Ötesinde"yi yayınlar. İlk eseri "Tragedyanın Doğuşu" ve "İnsanca, Çok Daha İnsanca" eserlerini tekrar gözden geçirir, eklemeler ve yeni önsözlerle yayınlar. 1887'de "Ahlakın Soykütüğü"nü ve tekrar ele aldığı "Neşeli Bilim"i de yeni eklediği beşinci bir kitap ve şiirler ekiyle tekrar yayınlar. 1888'de "Wagner Olayı" kitabını yayınlar. Ününün artması üzerine Kopenhag Üniversitesinde dersler vermeye başlar. Yine bu aynı yılda "Güçlülük İstenci - Tüm Değerlerin Altüst Edilişi Üzerine", "İsa'ya Karşı", "Nietzsche Wagner'e Karşı" eserleri yayınlanır.1889 yılında bir bunama krizi geçirir ve hastaneye kaldırılır, daha sonra annesinin bakımına verilir. Annesinin ölümü üzerine kız kardeşi Elizabeth'in bakımı altında Naumburg'da yaşamaya başlar. 1989'da geçirdiği krizden önce yazıp bitirdiği "İdollerin Parçalanması" bu dönemde yayınlanır. 1900 yılında Nietzsche en ufak bir zihinsel iyileşme göstermeksizin Weimar'da kız kardeşi Elizabeth'in yanında ölür. Ölümünden sonra henüz sağlıklıyken yazdığı

Nietzsche ölümünden sonra hiçbir dini tören yapılmadan Röcken'deki aile mezarlığına defnedildi. Son yıllarını geçirdiği Weimar'daki evi Elizabeth'in çabalarıyla bir müzeye dönüştürüldü. Şair filozofun bütün el yazmaları, sayfa kenarları notlarla dolu kitapları, anıları, özellikle sonsuzluğa bakarcasına kendi içine dalan gözleriyle insanı büyüleyen fotoğrafları bu müzede bulunmaktadır.

Tutkuyla ve yoğun olarak yaşamış ancak belki de beklediklerini alamadığından mıdır sağlıklı olduğu süre içerisinde birçok dostuyla kavga eden ve sonunda yapayalnız kalan bir yazar görüyoruz. Zaten 1889'da geçirdiği krizin sebebi de, yoğun çalışma temposundan öte bu yalnızlığa bağlanır. 1889-1900 yılları arasında geçirdiği bu sessizlik döneminde zaman zaman geçmişi hatırladığı olmuş ancak hiçbir zaman tam bir iyileşme göstermemiştir. Bir gün bu eşsiz zekanın çöküşü karşısında gözyaşlarını tutamayan kız kardeşine ; "Niye ağlıyorsun Elizabeth, mutlu değil miyiz?" demiştir. Peki yaşamı boyunca savunduğu düşünceler neler? "Nietzsche, bizim, alışageldiğimiz belli bir düzen içinde kalan, düşünceleri arasında sürekli dizgesel bir bağlantı kurmaya özen gösteren, kendi kendini sınırlandıran bir aydın değildir, öyle olmamak için de özel bir çaba göstermiştir besbelli." Nietzsche felsefe akımlarından Nihilizmin öncülerindendir. Fakat daha sonra bir yan akım olarak algılayabileceğimiz Nietzschecilik akımı direkt olarak Nietzsche'nin felsefesini tanımlamaktadır. Nihilizm temelde ; toplumun ortak düşüncelerini, ahlaki değerlerini ve kolektif ülküsünü kabul etmemeye dayanan davranış biçimidir. Nietzschecilik ise Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde; "üstün insan öğretisine dayanarak, başkalarına oranla doğal üstünlüğü olduğunu ileri süren kişi ya da grubun saldırgan ideolojisi" olarak tanımlanıyor. Ne var ki bu tanım Nietzschecilik akımını tam olarak tanımlamamakta olduğu düşüncesindeyim. Üstüninsan diğerlerine göre üstün mü görür kendini?

"Etkinliğimi arttırmadan ya da doğrudan doğruya canlandırıp yaşamıma bir şey katmadan bana yalnızca bilgi veren herşeyden nefret ediyorum." Goethe'nin bu cümlesi Nietzsche için bir yaşam ilkesi olmuştur. Nietzsche'nin özellikle de "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ünde sıkça deyindiği "Üstinsan" "Üstüninsan"ın (Ubermensch) tanımını anlamak için bir başlangıç olabilir bu cümleyi anlamak. Bakın Zeki Eyüboğlu ne diyor Üstinsan için; "Üstinsan evrenin yaşam akışı içinde doğanın tükenmeyen, boyuna güç kazanan, yenileşen, geleceğe doğru yaratıcı bir özlemle atılan, bütün varlık evrenine açılan, evren sorunlarını, oluşun gözlemlerini bir çırpıda kavrayan en üstün yaratıcı erktir. Üstinsan evrenin uçsuz bucaksız alanında, uzayın sonsuzluğunda sayısız yaratma eylemlerine katılan bir yüce gücün, kişi biçimine dönüşmüş simgesi niteliğindedir." TDK Sözlüğünün tanımı ile Eyüboğlu'nun tanımı arasındaki büyük fark belki de bir anlamda Nietzsche Düşüncesini anlamanın ne kadar zor olduğunun ve ne kadar farklı anlamlar çıkabileceğinin bir göstergesidir.

"Üstüninsan" çağın gereklerine ayak uydurmuş hatta kendi gereksinimleri için çağı değiştirmeyi bile göze alan bir insandır. Doğanın kanunu olan güçlü-zayıf dengesinde zarar görmemek ve yenilmemek için en üst basamakta olmayı hedefleyen insandır. Körü körüne bir iyilik hastalığından öte dostu ve düşmanı ayırt edebilmeyi ve buna göre davranmayı bilir. Boyun eğmez ve kendisine zarar vermeye çalışanları bile onuru ile ezmeyi ilke edinir. Düşmanı ile alay eder.

"(...) O sırada engerek yılanı geldi ve ensesinden soktu Zerdüştü, öyle ki can acısıyla feryat etti Zerdüşt. Kolunu yüzünden çekince, yılanı gördü: o zaman Zerdüşt'ün gözlerini tanıdı yılan, beceriksizce kıvrılıp savuşmak istedi. "Olmaz," dedi Zerdüşt, "sana teşekkür etmedim ki henüz! Beni vaktinde uyandırmış oldun; yolum uzun daha."."Yolun kısa," dedi engerek hüzünle; "benim zehrim öldürücüdür." Zerdüşt gülümsedi. "Bir ejder, ne zaman ölmüştür ki yılan zehirinden?" dedi. "Ama geri al sen şu zehrini! Onu bana armağan edecek kadar zengin değilsin." O zaman yılan tekrar dolandı boynuna Zerdüşt'ün ve yarasını yaladı." (...) "Bir düşmanınız olursa, kötülüğüne iyilikle karşılık vermeyin; tersine size iyilik ettiğini kanıtlayın ona."

Nietzsche'nin en büyük yapıtlarından ve en gözde eserlerinden biri olan Böyle Buyurdu Zerdüşt, anlatım ahengi bozulmadan hayatta önemli olan herşey üzerine yazımlarla oluşturulmuştur. Bu arada Nietzsche'nin de ilham aldığı, tarihte yer alan Zerdüşt İ.Ö. 628-551 yılları arasında İran'da yaşamış olan bir peygamberdir. Bilgelik tanrısı Ahuramazda'nın kendisine göründüğü ve ondan doğruluğu yayma görevini aldığını öne sürdü. Ve bu amaç doğrultusunda bir çok yandaş edindi. Asıl adı zertusraspitime'dir ve anlamı antik med kürtçesinde "sarı ışıklı güneşin beyaz demeti"dir.

Nietzsche'nin de dünya çapında bir çok yandaşı olduğunu artık literatür de bile yer alan Nietzschecilik kavramı ile anlayabiliyoruz. Ne var ki Nietzsche'nin anlatmak istediği bir çok şey, bence hala bugün gizemini korumaktadır. Bunu Nietzsche üzerine yazılmış makaleleri okuduğunuzda daha açık şekilde görmeniz mümkün. Çünkü yorumlar makaleden makaleye göre değişiyor. Bir anlamda Nietzsche eserleriyle her insana farklı bakış açıları kazandırıyor. Yani aslında her Nietzsche yorumu Nietzsche'yi değil, o yorumu yapanın bakış açısını anlatıyor. Onun istediği de bu değil miydi? Her "Üstinsan" kendi savaşını yaratmalı... "Ve insan, ateşten geçse öğretisi uğruna, ne kanıtlanır bununla? Gerçek marifet aslında, kendi öğretisinin kendi yangınından çıkmasında.", "Beni kaybetmenizi ve kendinizi bulmanızı diliyorum şimdi sizlerden: ve ancak hepiniz inkar ettiğiniz zaman beni, döneceğim sizlere."

Ünlü düşünür Descartes'in "Düşünüyorum; öyleyse varım" savını mutlaka biliyorsunuzdur. İşte Nietzsche'nin verdiği cevap; "Benim, düşündüğümü düşünen varlık olduğum kesin değildir."

Ne o, kafanız mı karıştı? Nietzsche'yi Nietzsche yapan ve ona "gelecek yüzyılların yazarı" sıfatını kazandıran işte bu anlaşılmazlıktır.
*************************
Hakkında/Kahraman Ahlâkı

KAHRAMAN AHLÂKI
Zerdüşt, Nietzsche nin İncili ydi, ondan sonra yazacağı bütün kitaplar onun yorumlarıydı ancak. Avrupa, şiirini beğenmediyse, belki düzyazısını beğenirdi. Peygamberin türküsünden sonra, filozofun mantığı geliyordu. Varsın filozofun kendi, mantığa inanmasın; ne fark ederdi.

İyi ve Kötü nün Ötesinde (1856) ve Ahlâkın Kökbilimi (1857) adlı kitaplarında amacı, eski ahlâkı yıkıp üstün-insan ahlâkına yol açmaktı. Bir ara yeniden filolog oldu ve yeni ahlâkını, kusursuz olmayan etimolojilerle desteklemeye çalıştı. Alman dilinde kötü anlamına gelen iki kelime vardır, diyordu: Schlecht ve böse Schlecht üst sınıfların, aşağı sınıflar için kullandığı bir deyimdi ve bayağı, âdi anlamına geliyordu. Böse aşağı sınıfların üst sınıflar için kullandığı bir deyimdi ve iyi bilinmeyen, düzensiz, ayarsız, tehlikeli, muzır, zalim anlamına geliyordu. Napolyon böse idi. Basit kimseler, bölücü bir güç gibi gördükleri, ayrıcalıklı bireyden korkuyorlardı. Büyük adam halkın başına belâdır diyen bir Çin atasözü vardır. Aynı biçimde schlecht ile böse nin karşıtı gut un yani iyinin de iki anlamı vardı: Aristokrat kullandı mı kuvvetli, cesur, güçlü, savaşçı, Tanrısal (gut, Tanrı demek olan Gott dan geliyordu); halk kullandı mı bilinen, sakin, zararsız, merhametli anlamına geliyordu.

Demek insan davranışının iki çelişken değerlendirmesi vardı, iki ahlâksal görüş ve ölçü: Biri Herren moral=Efendiler Ahlâkı, öteki Herden-moral=Sürü Ahlâkı ydı. Birincisi, özellikle Romalılar zamanında, klasik antikite çağında benimsenmiş düzendi. Normal Romalı için bile erdem, erkeklik, cesâret, girişim, kahramanlıktı. Ama Asya dan, özellikle de siyâsal boyunduruk altındaki Yahûdilerden, öteki düzen gelmişti. Boyunduruk altında kalma, alçak gönüllülük doğurur. Çaresizlik, başkalarını düşündürtür insana; ki bu bir çeşit yardıma çağrıdır. Bu sürü ahlâkı altında, tehlike ve güç aşkı, güven ve barış aşkına yol açar. Kuvvetin yerini, kurnazlık, açıktan açığa düşmanlığın yerini gizli öç, sertliğin yerini acıma, girişimin yerini taklit, onur ve gururun yerini vicdan kamçısı aldı. Onur, puta tapanlarda, Romalılarda, feodalite zamanında, aristokraside vardı. Vicdan, Yahûdilikle, Hıristiyanlıkta, burjuvazide, demokraside vardır. Boyunduruk altındaki bir sınıfın görünüşünü, neredeyse evrensel bir ahlâk durumuna getiren, Amos tan İsa ya kadar peygamberlerin hatipliğiydi. Dünya ile beden kötü ve eşanlamlı oldu. Yoksulluk da erdemin bir kanıtıydı.

Bu değerlendirmeyi, İsa en yüksek noktasına yüceltti: Ona göre herkes eşit değerdeydi, eşit hakları vardı. Onun öğretisinden halk çizgisindeki felsefelerle dile getiriliyordu. Eşitleme ve bayağılaşmanın ilerlemesi, rûhu bozulan ve çökmekte olan bir hayatla ifâde ediliyordu. Bu çöküşün en son aşaması acıma, fedakârlık, suçluları duygusal yolla avutma ve bir toplumun, zehirlerini bedeninden atma yeteneği olmayışıydı. Sempati etkin bir şeyse, meşrûdur; ama acıma zihni felce uğratan bir lükstür; rûhu, düzeltilmesi imkânsız derecede bozulmuş kimseler için, acemî, kusurlu, kötü, kabahati kendinde olan hasta ve iflah olmaz suçlular için bir duygu harcamasıdır. Acımada bir nezaket eksikliği, başkalarının işine burnunu sokma vardır. Hasta ziyaretine gitme, komşumuzun yardıma muhtaç durumunu seyrederek varılan bir üstünlük orgazmıdır.

Bütün bu ahlâkın arkasında gizli bir iktidar istemi vardır. Aşkın kendi, yalnızca bir şeye sahip olma isteğidir. Kur yapma bir mücadele, çiftleşme sahip olmaktır: Don José nin Carmen i öldürmesinin nedeni, onun bir başkasının malı olmasını önlemek içindir. İnsanlar, aşklarında bencil olmadıklarını sanırlar. Çünkü çoğu defa, kendisininkine karşıt olan başka birinin yararına çalıştıklarını düşünürler. Ama bunu gerçekleştirmek için, öteki kimseye sahip olmak isterler. Aşk, duygular arasında en bencil olanıdır. Dolayısıyla da incindi mi, en az cömert olur. Gerçek aşkında bile, ona sahip olma isteği söz konusudur. Belki de ona ilk sahip olmak, onu el değmemiş olarak bulmak isteğidir. Alçak gönüllülük iktidar isteminin koruyucu boyasıdır.

Bu iktidar tutkusuna karşı akıl ve ahlâk çaresiz kalır. Bunlar onun elinde silâhtır, oyununa gelenlerdir. Felsefe sistemleri, parlak seraplardır... Gördüğümüz şey, ne zamandır aranan gerçek değil, kendi isteklerimizin yansımasıdır. Filozoflar sanki, asıl fikirleri soğuk, katıksız ve Tanrısalca ilgisiz bir diyalektiği, kendi kendini geliştirme yoluyla, ortaya çıkarmış gibi kasılırlar. Oysa, genellikle gönüllerinin soyutlaşmış, incelmiş isteği olan önyargılı bir önerme, fikir ya da teklif, olaydan sonra aranan kanıtlarla savunulmaktadır. Düşüncelerimizi belirleyen bu bilinçaltı istekleri, bu iktidar istemidir. Zihin çalışmamız, çoğunluk bilinçdışında yer alır ve biz farkında olmayız. Bilinçli düşünme, en zayıf olanıdır. İçgüdü, iktidar isteminin dolaysız çalışması olduğu ve bilinç tarafından tedirgin edilmediği için, zekânın herhangi bir biçiminden daha zekîdir. Doğrusu bilincin rolüne, saçma olarak aşırı değer verilmiştir. Bilinç, ikinci derecede olan, neredeyse, ilgisiz, gereksiz bir şey gibi görünebilir. İleride kaybolması, yerini tam bir otomatlığın alması muhtemeldir.

Güçlü insanlarda isteği, akıl örtüsü altında gizlemeye büyük bir eğilim görülmez. Demek ki, istedikleri açıktır: İstiyorum dediler mi her şey biter. Üstün rûhun bozulmamış gücünde, isteğin kendi kendini haklı çıkaran nedeni vardır. Vicdana, acımaya ve pişmanlığa yer yoktur orada. Ama günümüze kadar hüküm süren Yahûdilik, Hıristiyanlık ve demokrasi açısından, güçlüler bile artık kuvvetlerinden ve sağlıklarından utanmış, bahâneler aramaya başlamışlardır. Aristokratik erdemler ve değerler ölmeye yüz tutmuştur. Avrupa yeni bir Budizmin tehlikesi altındadır. Avrupa ahlâkı bütünüyle, sürü için yararlı değerler üstüne kurulmuştu. Güçlülere, kuvvetlerini göstermeleri için meydan verilmemektedir. Onların da alabildiğince zayıflar gibi olmaları gerekmektedir; iyilik; gücümüzün yetmediği şey için hiçbir şey yapmamaktır. Güçlünün av avlamak , savaşmak, fethetmek, hükmetmek gibi içgüdüleri çıkış yolu tıkandığında, içe dönüp kendi kendini yok eder, insanı keşiş hayatına götürür, vicdanı tedirgin eder. Çıkış yolu bulamayan bütün içgüdüler içe dönerler. İnsanı büyüyüp gelişen içleşmesi nden anladığım, budur: Burada, sonunda rûh denecek olan şeyin ilk biçimi çıkıyor karşımıza.

İnsanı bozan şey, sürüye ait erdemlerin baştakilere bulaşarak, onları da âdi çamur haline getirip parçalamasıdır. Ahlâk sistemleri, rütbe dereceleri önünde eğilmeye zorlanmalıdır. Küstahlıklar vicdanlara geri itilmelidir ki, sonunda biri için doğru olan, öteki için de uygundur demenin ahlâka aykırı olduğu anlaşılsın.

Güçlünün kötü erdemleri, zayıfın iyi erdemleri kadar toplum için gereklidir. Sertlik, şiddet, tehlike, savaş, iyi yüreklilik ve barış kadar değerlidir. Büyük bireyler, ancak tehlike, şiddet ve amansız zorunlulukta çıkar ortaya. İnsanın en iyi yanı istem kuvveti, tutkusunun gücü ve sürekliliğidir. Tutkusuz insan, cansızdır; elinden hiçbir şey gelmez. Açgözlülük, gıpta, hattâ nefret bile mücadele, seçim ve sağ kalma sürecinde kaçınılmaz öğelerdir. Kötüyle iyi arasındaki ilişki, değişkenlikle kalıtım arasındaki, îcât ve deneyle alışkanlık arasındaki ilişkilerin aynıdır. Önceden var olan şeyleri ve düzen i neredeyse cânîce yıkmadan gelişim olamaz . Kötünün iyiye dönüşme imkânı olmasaydı, ortadan kalkardı. Fazla iyi olmaktan kaçınalım: İnsan daha iyi olmalı ve daha da kötü.

Nietzsche, dünyada bu kadar çok kötülük ve zalimlik bulmakla avunuyor, zulmün, ilkçağ adamının en büyük sevinci ve kıvancı olduğunu düşünmekten, sadistik bir zevk duyuyor. Tragedyada ya da herhangi ulu bir şeyde duyduğumuz zevkin, incelmiş ve başkasının hesabına yapılan bir zalimlik olduğuna inanmaktı. İnsan en zalim hayvandır, diyor Zerdüşt. Tragedyaları, boğa güreşlerini, çarmıha gerilmeleri seyrederken aldığı zevki, dünyada bugüne kadar başka hiçbir şeyden almamıştı.

Ahlak en sonunda biyolojiye dayanır. Nesneleri hayata ilişkin değerlerine göre yargılayamayız. Bütün değerlerin fizyolojik olarak yeniden değerlendirilmesi gerecektir. Bir insanı, topluluğu ya da türü en iyi sınama aracı, onların enerjisi, yeteneği ve gücüdür. Bütün yüksek erdemleri yıkmasına rağmen, fiziksel olanın üstünde durması bakımından, XIX. yüzyılla biraz uzlaşabiliriz. Rûh, organizmanın bir görevidir. Beyindeki kanda bir damla fazlalık ya da eksiklik, insana Prometheus un akbabadan çektiğinden daha büyük acı çektirir. Türlü besinler, zihni başka türlü etkiler: Pirinç, Budizme yarar, Alman metafiziği de biranın sonucudur. Böylece bir felsefenin gerçek ya da yalan oluşu, yükselen ya da alçalan hayatın ifâdesine, yüceltilişine göre değişir. Rûhu bozulmuş olanlar, Hayatın değeri olmadığını söylerle. Benim değerim yok deseler, daha iyi ederler. İçindeki bütün kahraman erdemleri bozulmaya bırakıldığına göre, demokrasi de yani büyük adamların hiç birine inanmamak yöntemi- her on yılda bir başka bir ulusu yıkıma götürürken, hayat niçin değsin yaşamaya?

Avrupalı sürü adamı günümüzde öyle bir hava takınıyor ki, sanki yaşamasına izin verilen bu tek insan çeşidir, bütünüyle insana özgü erdemler olarak ve onu kibar, dayanıklı ve sürüye yararlı yapacak olan- kamu rûhu, iyi yüreklilik, saygı, çalışkanlık, ılımlılık, alçak gönüllülük gibi nitelikleri yüceltiyor. Başkanın ya da sürü başının ille de gerektiği sanılan durumlarda kumandanların yerine, becerikli sürü adamlarını bir araya toplamak için, defalarca teşebbüs edilmektedir. Sözgelişi, bütün temsilcilik kuruluşlarının temeli budur. Bu sürü Avrupalıları için mutlakıyetçi bir başkanın çıkması, her şeye rağmen ne büyük nimetti, dayanılması imkânsızlaşan bir ağırlıktan ne büyük kurtuluştu. Bu konuda Napolyon ın çıkışının etkisi en büyük kanıttı. Napolyon un etkisinin tarihi, bütün yüzyılın, en değerli bireylerinde ve dönemlerinde ulaştığı en yüksek mutluluktur hemen hemen.
********************************
Hakkında/Tanrı-Ölüm

EINSTEIN ve NIETZSCHE'DE TANRI ve ÖLÜM KAVRAMLARI...
Geçen haftaki yazımda bir kitabından yola çıkarak Einstein'ın "mutluluk" ve bir ölçüde de siyasetle ilgili görüşlerini özetlemeye çalışmıştım. Vardığım sonuç, onun düşüncede de eylemde de toplumcu bir kimliğe sahip oluşuydu. Gerçekten de, Einstein'ın dünya görüşünde "başkaları için yaşamak" kavramı geniş yer tutuyor... Bu haftaki yazımda yine Einstein'ın bu kez "tanrı" ve "ölüm" kavramları konusundaki görüşlerini özetlemeye çalışırken, bir başka büyük "bilgin" ve "bilge"nin, Friedrich Nietzsche'nin aynı kavramlar üstüne görüşlerinden söz etmek, ve böylece belki de, dolaylı ya da dolaysız, iki düşünürün görüşleri arasında bir karşılaştırma yapmak istiyorum... Einstein'ın dilimize bu yıl çevrilmiş kitabının "künye"sini bir kez daha belirteyim: (A. Einstein, "Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve diğer şeyler üzerine", Sarmal Yayınevi, çev. B. Gündüz). Nietzsche'yle ilgili kitap ise elimin altında 8. basımı bulunan bir roman: (I. D. Yalom, "Nietzsche Ağladığında", Ayrıntı Yayınları, çev. A. Babacan).

Einstein'ın Tanrı konusunda görüşü yeterince açıktır: "Bireysel bir Tanrı anlayışı bana oldukça yabancı ve hatta safça geliyor." (1950). 1954 tarihini taşıyan bazı mektuplarında bu görüşünü yineliyor: "Bireysel bir Tanrı'ya inanmıyorum, bunu hiç inkâr etmedim ve açıkça ifade ettim... Bir Tanrı hayal etmeye çalışmıyorum..." Fakat aynı cümlelerin devamında bir çeşit "din" duygusuna sahip olduğunu belirtiyor: "Eğer içimde dinî denebilecek bir şey varsa bu, bilimin ortaya çıkarabileceği ölçüde, dünyanın yapısına karşı sınırsız hayranlığımdır..." Ya da, o (Tanrı), "...bizim yetersiz duyularımızın kavrayabildiği ölçüde dünya yapısının görkeminde durmakla yetinmektedir..." Kendini "koyu bir dindar inançsız" olarak niteleyen ve bunu "bir bakıma yeni bir tür din" (1954) olarak adlandıran Einstein'a göre doğa, ancak eksik olarak kavrayabildiğimiz ve buna karşın, düşünen bir insanı alçakgönüllülük duygusuyla dolduran yetkin bir yapıya sahiptir ve bu, gizemle (mistisizm) ilgisi olmayan "içten bir dinî duygu"dur... (1954).

"Başkaları için yaşamak" kavramı gibi "alçakgönüllülük" kavramı da, fizikteki buluşlarıyla insanlığın dünya görüşünü denebilir ki kökünden değiştiren bu büyük "bilgin" ve "bilge"nin yaşam anlayışında temel bir yere sahip... 1930'daki sözleriyle, bedensel ve zihinsel mutluluğa ancak "yalın ve alçakgönüllü bir yaşam"la ulaşılabilir... Herkes "yaşayan her şeyin bir parçası"dır (1929). Einstein'ın dindarlığı, "kendisini küçücüklerde açığa vuran sonsuz büyüklükteki bir ruha duyulan mütevazı hayranlığa dayanır" (1927). O, "insanın eylemine ve kaderine müdahale eden bir tanrıya değil, kendini tüm varolanların uyumunda açığa vuran Spinoza'nın tanrısına" inanmaktadır (1929). Einstein'a göre, insanlığın "manevî evrimi"nin kaynağı yaşam korkusu, ölüm korkusu, ya da kör inançlarda değil "akılcı bilgi"dedir... (1940). Etik, yalnızca bir insansal sorundur, arkasında insanüstü bir yetke bulunmamaktadır ve buna gerek de yoktur (1950-1953). Buna karşılık, yine Einstein şöyle demektedir: "Ben gerçekliğin akılcı doğasına ve onun insan aklına uygunluğuna 'dinsel' den daha uygun bir ifade biçimi bulamadım. Ne zaman ki bu duygu olmaz, bilim yavan bir deneycilik haline gelerek yozlaşır" (1951).

Özetlenecek olursa, "yarattıklarını ödüllendiren ya da cezalandıran bir tanrı"ya, ya da "bedensel ölümünden sonra kişinin yaşamını sürdürdüğüne" inanmayı, "biçare ruhlar"a özgü "korku ya da anlamsız egoizm"in ürünü olarak gören Einstein, bilimsel akla verdiği birincil önemin yanına yaşamsal uyum-varoluşsal yetkinlik için duyduğu hayranlığı, "yaşayan her şeyin bir parçası olmak", "başkaları için yaşamak" kavramlarını koymakta ve sanıyorum ki böylece, "anlamsız bir bencilliğin" ürünü ölüm korkusunu aşabilmektedir... "Zamanım dolduğunda ölümü, en az tıbbi yardım görerek metanetle karşılamakta kararlıyım" (1913). "Eğer yaşamımızı çocuklarımızda ve genç kuşaklarda sürdürebilirsek ölüm bizim için bir son değildir. Onlar bizdir artık; bedenlerimizse yaşam ağacındaki solgun yapraklardır sadece..." (1926).

Irvin D. Yalom'un ilginç yapıtı, tam olarak roman sayılamazsa da yine de bir roman tadıyla, Nietzsche felsefesine giriş için kuşkusuz ki bir başlangıç adımı olabilir ancak... Fakat burada çizilen Nietzsche portresinin gerçeğe uygunluğu ve etkileyiciliği de yadsınamaz... "Zerdüşt"ü yaratan büyük ve sancılı beynin kıvranışlarını kitabın sayfaları boyunca izliyoruz... Tanrı'nın ölmüş olduğu konusunda Einstein ve Nietzsche arasında bir görüş ayrılığı yok.. Einstein'ın bu yokluğu (buna koşut olarak da ölüm duygusunu) nasıl, hangi kavramlarla karşıladığını gördük... Nietzsche ise, çözümü daha farklı bir yerde, sadece kendi içinde, kendi yalnızlığında derinleşerek bulmaya çalışıyor... Her iki düşünür için de "etik", salt insanî (insan kökenli) bir kavramdır... Fakat Einstein'ın dünya algılayışında (yaşam felsefesinde) alçakgönüllülük, umut, iyimserlik, yaşama sevinci ve başkaları için yaşamak temel değerleri oluştururken, Nietzsche'de bunların yerini yalnızlık, kibir, ümitsizlik alıyor... Einstein çocuklarda, genç kuşaklarda hayatın sürecek oluşundan söz ederken, Nietzsche "geleceği temsil edecek sayılı birkaç kişi" için yazdığını söylüyor... "Ben topluma karışıp, onların arasında sürecek bir yaşamdan söz etmiyorum. Toplumsal ilişki kurma yeteneğim, başkalarına duyduğum güven ve ilgi; bunlar çoktan köreldi. Tabii, bunların bir zaman varolduğunu varsayarsak. Ben hep yalnız bir insan oldum. Her zaman da yalnız olacağım. Bu kaderi kabul ediyorum..." (s. 177). Nietzsche'nin varoluşçu felsefeye çıkış oluşturacak yaklaşımı bu satırlarda da duyumsanıyor... Yine onun sözleriyle: "... Tanrı'nın ölmüş olması demek, varolmanın amacı olmadığını göstermez! Ölümün geliyor olması, yaşamın değerli olmadığı anlamına gelmez" (s. 237). Peki, bu amaç ve değer nedir, nerededir?

Soruyu, Einstein'dan bir "özdeyiş" le yanıtlamak istiyorum: "Eğer ödenecek bir bedel yoksa, bir değer de yoktur..." (s. 237). Bu "bedel" ise, kanımca, hem kendinde derinleşmeye hem de başkalarına adanmış bir yaşamın çabalarında, emeklerindedir...

Cumartesi Yazıları, Ataol Behramoğlu
*****************************
Hakkında/Düşünürün Doğuş'u

BİR DÜŞÜNÜRÜN YENİDEN DOĞUŞU
Nietzsche kimdi? Ozansı bir nihilist mi, yolunu şaşırmış üstinsan mı, ırkçılığın ve üretim kurgusunun kuramcısı mı? Yoksa o gerçekten de dahi bir filozof muydu? Düşünür, ölümünden yüz yıl sonra "imgesel düşünü oyuncusu" olarak yeniden keşfedildi.

Benim kim olduğumu anlamak zordur; Yüz yıl bekleyelim bakalım ­ belki o zamana kadar Bay F.N.'yi mezarından çıkaracak, dâhi bir insan sarrafı ortaya çıkar.

Friedrich Nietzsche, 1885 O henüz on yedi yaşında yatılı öğrenciyken, karanlığa ve kızgın bulutlara olan düşkünlüğü ve çılgın coşkun kişiliği nedeniyle kendisine "sersem sepelek" gibi bir isim takmıştı. "Dionysos"a mektuplar derlemeden önce doruğa tırmandığında ise "şimşekler ve edimlere" ilgi duyacaktı.

Nietzsche'nin yaşam ilkesi, boğucu Alman aile ortamına, okul ve bilimdeki gerici yönetimlere ve Bismarck çevresindeki burjuvaziye olduğu kadar Hıristiyanlığın çileciliğine karşı başlı başına bir başkaldırıydı bir yerde.

Fırtınalı düzyazıları "Cinsel yaşama yönelik her türlü aşağılama, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenen bir günahtır" gibi çarpıcı dizeler içerir.

Nietzsche felsefesi ve her tümcesinde izlenebilen çılgın düşünceler, ailelerinden tümüyle farklı bir yaşam biçimi arayan kışkırtılmış gençliğin en iyi kılavuzuydu. Ve Nietzsche'nin düşünceleri kuşaktan kuşağa sindirildi. Çünkü Nietzsche her şeyden önce Arnold Böcklin 'in "Ölüler adası" türünde bir resim, bir harmonidir de. Gür kaşları ve abartılı bıyıkları arasından keskin bakışlarla süzen yalnız düşünür, yıldırımlar fırlatan Zeus, düşsel masal kahramanı, gece süvarisi II. Ludvig, ve "Zamansızlığı" kestirirken gerçekçiliğe karşı gelenleri aşağılayan, Yunan dostu kimliklerinden harmanlanmış bir kişilik olarak çıkar karşımıza. Bu hem doğru hem de yanlış bir yaklaşımdır aslında. Ha evet, coşkulu bir anlatım dönemi sayılabilir. Fakat aykırı düşüncelere sahip bu adam, yaşamı boyunca hastalıktan da kurtulamadı. Peki o gerçekten de Goethe döneminden sonraki en aydın düşünür müydü? Yoksa rasyonalist Karl Popper' in betimlemesindeki "zavallı bir şeytan"mıydı? Popper ayrıca onun tüm eserlerini okuduğunu ve hepsinin bomboş olduğunu söyler.

Nietzsche birbiriyle ilgisi olmayan dizeleri peş peşe sıralıyordu: "Yitiren, / Yitirdiklerinin sonu gelmez ... Yakında kar yağacak / Yurdu olmayanın, vay haline!"- Evet son dize gerçekten de ozansı. Fakat Nietzsche'nin büyük yankı yaratan "Die Geburt der Tragödie aus dem Geist der Musik" (1872) / "Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğuşu" adlı eserinin kısa bir derlemesini yapan filolog Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff da pek haksız sayılmazdı: "Etrafına, çileci çalışma düzeninden kurtulmayı öğrenip, her yerde gerçeği bulması gereken Alman gençlerini değil, kaplanları topladı" demişti Moellendorff. Gençliği kışkırtan Nietzsche, dışavurumcu (ekspresyonist) "Aktion" dergisinin yönlendirmesiyle de (1913'te) onları yaşamın gerçeklerinden hep Dionysosçu bir coşkunlukla koparmaya çalıştı.

"Sevinçli Bilim" eğlenceli mi? Olabilir, ama yine de şaşılası derecede öfkeli ve sinsidir de. Aslında Schopenhauer karamsarlığını (pesimizmini) veya Sokrates öncesi düşünürlerini reddetme çabası içinde kullandığı dilin akışı ve düzyazının ozansı soyluluğu bile sırlarla doludur.

Entelektüel Demon ve "Networker Nietzsche" Ve bunlar çoğunlukla "kehânetlerdir": Nietzsche korkunç savaşların ve yalnızca acıya boyun eğen, edilgin toplum bireylerinin yani "son insanların" geldiğini görüyor ("Son insanlar mutluluğu yakaladıklarını söylerken göz kırpıyorlar"), gelecekteki vücut konjonktürlerini tahmin ediyordu ("Vücut büyük bir sağduyudur... o hiçbir şey söylemez. Fakat benliğimi ben yaratırım"). Ve küreselleşme dönemi: "İnsanlar kendilerine, dünya çapında hedefler seçmek zorunda kalacaklar." Üstinsan kavramının yaratıcısı, Tanrının mezar kazıcısı, "en durgun sözcüklerle fırtınalar yaratan" gizemcilik (mistisizm) ustası, historizm eleştirmeni, kaderciliği reddeden, besteci, Wagner yanlısı ve Wagner karşıtı, dirimselci (vitalist), kaçınık (münzevi), psikolog, "düşünme mekanizmaları"ile ilgili belgelerin aydını ve eleştirmeni; işte Nietzsche tüm bu sıfatlarla bütünleşen entelektüel bir şeytandı.

Geçen yıl "İnsan parkı için kurallar" başlığıyla sunmuş olduğu tartışmalı konferansında Nietzsche'ye gönderme yapan Peter Sloterdijk , düşünürün "Zarathustra"/"Zerdüşt" eserinde insan üretimiyle ilgili bir tezi de ortaya atmış olduğuna değinmişti. İnsan kalıtım şifresinin çözülmüş olması nedeniyle, bugün bu tezin üzerinde kesinlikle durulması gerektiğini vurguluyor, Sloterdijk. Üstinsan üretimi mi? Gerçi Sloterdijk yalnızca genetikçilerin uzun süreden beri tartıştıkları bir konuyu karmaşık sözcüklerle süsleyip, Nietzsche'den almış olduğu alıntılarla olası tehlikeleri üstü kapalı bir biçimde anlatmaya çalıştıysa da, "Zarathustra projesi" olağanüstü bir tepki almıştı. Şüphesiz "Duygulu ve saygın insan modelinin trajedisi" (Thomas Mann), yalnızca kışkırtmalar için uygun değildi. Nietzsche, bu yıl "büro tiranlarına uygun fast food" için "Networker Nietzsche" olarak da keşfedildi. Nietzsche'ye göre "Yapılması istenilmeyen, ağır bedensel işler kölelere bırakılmalıdır".

Nietzsche'ye saldırmak, aslında şenliğin gizli bir parolası haline gelmiş sanki. Weimer'deki Schiller müzesini gezen ziyaretçiler, özensizce sergilenen eşyaları izlerken, düşünürün renkli harflerle zemine yapıştırılmış özdeyişleri üzerinde geziniyorlar. Müzenin yanındaki "Nietzsche-Shop" dükkânında ise bıyıklı büstler satılmakta. Sloterdijk'in dostu Rüdiger Safranski, alışılmış bir titizlikle, Alman felsefe yazarlarını "Coşkunluk uçlarını" bulmaya yönelik "Keşif gezisine"çağırıyor. Romanlar dâhiyi ve onun zihin bulanıklığını anlatıyor. Bazı eski solcular ve feministler onu karalamaya çalışıyor. New York'taki St.Mark's kilisesi ve Yunanistan'daki Nisyros kentinden Kafkaslardaki Tiflis kentine kadar Nietzsche felsefesi yorumlanıyor. Ve binlerce CD-Rom sayfalarında, hatta bir ansiklopedide bile "Tuttuğun her şey ışığa dönüşür" gibi sözlerini görmek olası. Peki ama bu düşünür hiç mi bir şey öğretmiyor? Bazı yorumcular onun sözlerindeki anlamları kavradıklarına inanırlar. Apolloncu tanımı ve Dionysosçu coşkunluğunu denkleştirmesi, üstinsan, sonsuz dönüş ve güç istemi gibi bozuk gelişim ütopyalarıyla kolayca bütünleşen hedefleri, az da olsa günümüz düşünürlerini etkilemiştir. Onlar bu meslektaşlarına daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar: bir aydın, bir yazar olarak, yani farklı bir çizgide.

Christof Kalb bu okuyuculardan biri. Kalb, Nietzsche'nin bedensel varlığın konuşma yeteneği üzerine söylediklerinden, bugünkü medya dünyasına skeptik bir bakış açısı getiren bir teori yaratır. Nietzsche'nin insan üzerine üretmiş olduğu düşünceler, aynı zamanda bugünkü psikologların, hastalarına sanatla kişilik bulma önerilerinin de ne derece etkiliği olduğunu sorgulama olanağını verir. "Nietzsche'nin bu konuda çok daha etkileyici diyagnozları vardı" diyor Kalb.

"Ben yaşadığım çağın çok ilerisindeyim" Viyanalı filozof Paul Liessmann ise kısa süre önce yayımlanan kitabı Euvre'de, Nietzsche'yi adeta politika karşıtı bir filozof olarak yorumlamakta. Bu yüzden de Liessmann, antidemokratik çıkışların, kadın düşmanlığının veyahut da üretimle ilgili değerlendirmelerin aklanmasına gerek duymaz. Zaten Nietzsche de kendini "Sakıncalı düşüncelerin filozofu" olarak tanımlar. Yaymaya çalıştığı felsefeyle, gerçeğin, iyinin ve güzelin üzerinde oynanan oyunları, yalanı, kötüyü ve çirkini ortaya çıkarana kadar bozmaya çalışır. Bu nedenle Kalb ve Liessmann'ın kitapları, Nietzsche üzerine tarafsız düşünme olanağı sunarlar. Belki de onlar düşünürün bile hoşuna gidebilirdi. "Ben yaşadığım çağın çok ilerisindeyim" diye yazmıştı düşünür 1882 yılında, "çılgın insanlar" aforizmasında ve bu onun üstün özsaygısına işaret eden ilk sinyal de değildi. O yuva döneminden itibaren "ben kaderin kendisiyim" sezgisinin baskısıyla yaşadı. Kendisini ayrıcalıklı kabul etmek ona hiç de zor gelmemişti. Prusya kralı ile aynı günde doğduğu için Friedrich Wilhelm adını almıştı. Annesinin kucağında yatağa götürülen küçük Friedrich ailenin gururuydu. Büyük bir zevkle piyano çalan Nietzsche baladlar düzenliyor, Yunanlı ve Alman kahramanlar yaratıyordu. Hatta bir tiyatro eserinde kendisini "Kral Eichhorn" olarak sadık yoldaşları tarafından da selamlatır.

Babasını küçük yaşta kaybeden düşünür ölümü nasıl kavradığını, "Yaşamımdan kesitler" adlı yapıtında şöyle anlatır: "Her ne kadar genç ve bilgisiz de olsam ölüm hakkında bir fikrim vardı. Sevgili babamdan her zaman ayrı olmak düşüncesi beni kahrediyor ve sürekli ağlıyordum".

Yıl 1858 ve Nietzsche o tarihte Prusya'nın en iyi yatılı okulu Stipendiat'da 14 yaşında bir öğrenci. Askeri disiplin içinde eğitim gören öğrencilere sabahın erken saatlerinden itibaren Latince ve Yunanca öğretiliyordu. Nietzsche buna rağmen şiir yazma, beste yapma ve tinsel cesaretini ölçme fırsatını da yakalayabilmişti. Ve papazın dindar oğlu beklenmedik bir biçimde tanrı tanımaz bir kişiliğe büründü. Wagner ve Schopenhauer hayranlığı Bir çalışma sırasında "Hristiyanlığın aslında yalnızca varsayımlar üzerine kurulmuş olduğunu" fark ettiğinde, ailesinden doğum günü hediyesi olarak din eleştirmeni Ludwig Feuerbach'ın eserlerini istemişti. Ailesi bunun dışında hiçbir şey öğrenememişti. Henüz 25 yaşındayken profesörlüğe yükselen düşünürün aklında karanlık düşünceler vardı. Çünkü Leipzig'deki öğrencilik döneminde pesimist Arthur Schopenhauer 'in kitapları geçmişti eline ve ardından da bir Schopenhauer hayranı olan Richard Wagner ile tanıştı. "Wagner'de bana ne çekici geliyorsa, Schopenhauer'de de o çekici geliyor: etik hava, Faustçu koku, haç, ölüm ve mezar...vb" diye yazmıştı 1868'de bir okul arkadaşına. Öğreticileri insan ruhunun, ancak müzik sayesinde kurtulacağı görüşündeydiler.

Basel'e yerleştiğinde eski Yunan edebiyatı dersleri veriyor, boş zamanlarda ise Wagner'le müzik çalışıyordu. Wagner, Franz Liszt 'in kızıyla birlikte yaşıyordu ve Cosima hamileydi. Wagner'in evlilik dışı oğlunun doğumundan sonra Nietzsche onlarla birlikte yaşamaya başladı. Nietsche burada "daha ciddi ve daha huzurlu bir bakış açısının atmosferini" yakaladığını söyler. Hatta kendisini Wagner'e öylesine kaptırmıştı ki, bestecinin Musevilerle ilgili olumsuz düşüncelerine dahi diyecek bir söz bulamamıştı. Bunun yerine Wagner'in amca rolünü üstlenmişti. Küçük Siegfried için edindiği bir Yunan trajedisinde varolmanın, "ancak estetik bir fenomen olarak" katlanılabilir olduğundan söz edilmekteydi. Wagner'in anılarını düzeltmek, estetik olarak gerçekten çekici miydi peki? Nietzsche'nin büyük besteciyi "hastalıklarımdan biri" olarak kabul etmesi ve "iyileşmesini" dâhiyane bir değerlendirmeyle Wagner'e bağlaması çok uzun zaman aldıktan sonra, büyük eksiklerle dolu trajedi kitabı da ortaya çıkar. Ne ilginçtir ki bugünkü yorumcular da aynı bağlantıyı kuruyorlar. "Postmodern aydınlanma süreçlerinde de" diyor Christof Kalb, bu tür sanatsal inançlar tümüyle "tarihsel kuruntularla" oluşur. "Nitzsche'nin temelde tüm kritik değerlendirmeli önceden yapmış olması ise o kadar kötü bir şey değildi." Gerçekten de o Wagner'in elçiliğini oynamayı sürdürürken, düşünceleri, kavrama sınırını çoktan aşmıştı.

Filozof, "Dilin tuzağına düşmüştür" gibi notlar almış, sözlerinde de bazı çelişkiler ortaya çıkmaya başlamıştı: "Yaşamaya değer olmayan, gerçek tarih değildir." Peki yaşamaya değer olan nedir ki? Biyolojinin içinden bakıldığında "gerçek ve yalanın psikolojik açıdan" işlemesi gereken karmaşık değerler olduğunu kurcalayıp dururken bunları eşsiz varlığın yaşam dayanağı olarak görüyordu. "Doğa insanı çeşitli kurgular içine yerleştirmiştir". Ve dur durak demeden devam ediyordu düşünür: Gerçekçilik, özsaygı, sağduyu, tarihsel objektiflik, Hristiyanlık ve etik gibi zamanın tüm temel ilkeleri, yaşamın sıkıcılığına karşı bozulmuş bir oyun gibi anlaşılıyordu. Ve oyunun düş kırıklıklarıyla ilgili bölümü için tek bir çıkar yol vardı: Benliğin bir tür Nirwana içinde çözülmesi. Nietzsche uzmanı Manfred Riedel, profesörün henüz Basel'de yaşarken Budizm'e yaklaşmaya başladığı kanısında (bkz. söyleşi). Ancak salt dünya birliği de yeterli değildi. Yanılgıların anlaşılması ve aşılması arasında sıkıcı bir ikilem kalıyordu.

Nietzsche "Unzeitgemaessen Betrachtungen"/"Zamansız Düşünceler" dizisiyle, kendi çağının sığ optimizmini küçümsemeye çalışıyordu. "Kaotik zamanlarda veya yozlaşmalardaki yıkılacak değerler ne kadar çok olursa" bir filozof o kadar yararlı olabilirdi. Peki ama bu işkolik profesör bu kültür ikileminde tek başına yol almaya çalışan kız kardeşinden çok fazla şeyler beklemiyor muydu? Tüm sıkıntılara rağmen 1876 yazında ilk Bayreuth piyesleri ortaya çıktı. Wagner'in bencilliği ve Cosima'nın yobazlığı onu çoktan terk etmişti. Wagner'ler ile Napoli körfezinde bir tatil sırasında tekrar karşılaştıysa da, bu beraberlik bu sefer pek uzun sürmedi.

Bundan böyle Nietzsche ve Paul Ree huzur içinde çalışıp tartışabileceklerdi. Nietzsche büyük bir çalışma isteğiyle biraz radikal olan eseri üzerine çalışmaya başladı: "Menschliches, Allzumenschliches"/"İnsanca, Pek İnsanca". Burada artık umutsuz bir romantik olan Wagner "Sanatın Akşam Kızıllığı"("Abendröthe der Kunst") için bir düşüş örneği olarak ortaya çıkar. Fakat asıl mesele bu değildir. Giriş bölümünün "İlk ve son konular" adlı başlığıyla gayet cesur bir biçimde "Rüyanın mantığını" yorumlarken, "Yaşam üzerindeki yanılgıyı" da yaşamın mutlak gereksinimi olarak sunar.

Ve sırada etik, din, sanat, eğitim , aile veya özel yaşam gibi toplumsal faktörler vardı. Düşünür her yerde etik, dini ve metafizik düşüncelerin mantıksız yanılgılarına ulaşıyordu. Öncülükçü düşünceler her yerde karşımıza çıkar: Konrad Paul Liesmann, "gerçek, sırf sözcüklerdeki anlamlara, nasıl ve neden gelindiği konusunun unutulmuş olması nedeniyle işlemeye devam etmektedir" der.

Tıpkı Ludwig Wittgenstein gibi Nietzsche de, 50 yıl sonra düşünceleriyle oynayarak, sözcük anlamının dil içindeki kullanımıyla saptandığını keşfetmişti. Ve daha birçok şeyi de önceleyebilmişti. "Köktenci kuramcılar" (Radikal konstrüktivistler), günümüz felsefe sahnesinin en güçlü fraksiyonları, prensipte benlikçiliğin anlamını, yaşama hizmet eden dünyanın oluşturulmasındaki özyönetimi, tıpkı Nietzsche'nın insanı, "kültür olgusuyla kendisini biçimlendiren" varlık olarak tanımlaması gibi açıklamaya çalışırlar. Ancak küçük bir farkla: Kişi yalnızca zihinsel oyunlarla soyut "zincirleri"koparabilirdi. Bununla birlikte, çıkışları yanında kendi özel zincirleri hep ağır basıyordu. Eve dönüşünden sonra Basel'deki "Nietzsche ile Nietzsche üzerine" konferansları iptal edildi. Ve sonunda profesörlüğü bırakmak zorunda kaldı. 1879 yılında geldiği bakım evinde o artık beynini ağrıdan kurtaracak bulutsuz gökyüzünü bekleyecekti.

Nietzsche ve kadınlar... Yaşadığı acıların nedeni bugün bile tam olarak bilinmiyor. Yoksa daha sonraki belirtilerden anlaşıldığı gibi sebep sifilis miydi? Nietzsche doktor Otto Eiser'e iki kez enfeksiyon kaptığını itiraf etmişti. Nietzsche'nın hastalığı kesinlikle onanizm nedeniyle ortaya çıkmıştı ve Eiser, hastasının bazı doktorların tavsiyesi üzerine İtalya'da birçok kadınla birlikte olduğunu da söyler. Bunlar gerçek miydi? Okul ve mektup arkadaşı Paul Deussen , düşünürün hiçbir zaman kadınlarla beraber olamadığından söz eder... Konuyla ilgili öyküyü farklı biçimlerde yorumlayan Thomas Mann ise, Nietzsche'nin öğrencilik döneminde gitmiş olduğu bir genelevde gerçekten de kadınlarla birlikte olduğunu eklemekle yetinmişti. Böylece sifilisli dâhinin efsanesi de kapanacaktı. Hatta Nietzsche'nin bu "kırmızı noktalı gezintileri", "Doktor Faustus" adlı romanda (1947) şeytanla yapılan sembolik bir anlaşmaya bile dönüştürülecekti. Oysa gerçek hasta Nietzsche şeytani bağlantılardan çok uzaktı. O hâlâ yüzlerce aforizmalardan yarattığı "Morgenröthe"/ "Sabah kızıllığı" ve "Die fröhliche Wissenschaft"/ "Sevinçli Bilim" gibi kitaplarında bile "etiğin derinliklerini" kurcalamaya devam ediyordu.

Aynayı kendimize çevirdiğimizde, üzerindeki simgelerden başka hiçbir şey göremeyiz. Bu simgeleri tutmaya çalıştığımızda ise yine aynanın üzerindeki "hiçten" başka bir şey geçmez elimize.- Bu, algının genel öyküsüdür. Burada "Tanrı öldü... Ve bizler onun gölgesini yenmek zorundayız" gibi düşünceler gizlidir. Çürütülmüş birçok ölçütte gerçeğin enginliğini de görebiliriz. Tüm bunların altında hiç kimsenin şüphesine izin vermeyen bir prensip yok mudur?

Engadin'deki (İsviçre) ıssız Sils-Maria yöresindeki bir gezinti sırasında ansızın bir ışık belirir düşünürün kafasında: Ansızın ortaya çıkan bu düşünce, ulaşılması olanaklı olan olumluluğun en yüce formülü, 1881 yılının Ağustos ayına ait. Tek sayfalık bir kağıda yazılan bu satırların altında şöyle bir imza vardı: "Zaman ve insandan 6000 ayak uzaklıkta". O gün Silvaplana gölü civarındaki ormanda yürüyordum. Surlei yakınlarında piramidal biçimde sivrilen dev bir kayanın önünde durakladım. İşte bu düşünce oracıkta aklıma geldi. "Her şey geri gelebiliyor, bu iyi. Yaşamın aynı biçimde tekrarlanabileceğini düşünerek yaşa, çünkü her acı, her keyif ve her düşünce ve sızlanış yeniden yaşanıyor". Nirwana'yı bir çözüm olarak değil de bu dünyaya beslenen kararlı bir sevinç olarak açıklar Zarathustra.

Bu Hristiyanlık dışı öğütler hala felsefe sayılabilir miydi? Önemli değil, o böyle yazmak zorundaydı. O aynı zamanda şiir derlemek, öğüt vermek ve kitaplarını senfoni besteler gibi yazmak zorundaydı. Her gün tekrarlanan zorlu yürüyüşler, en sade yaşam biçimi, açık hava, bitmez tükenmez sıkıntılar artık onun ayrılmazlarıydı. Sezar bile hastalıkları bu biçimde yenmemiş miydi?

Sadece 1882 yılında acılarından biraz olsun uzaklaşabilmişti. Malwida von Meysenburg , tıpkı Nietzsche gibi aynı sonuçlara ulaşan bir kızla tanıştığını bildirmişti. Hatta dostu Ree 'de ısrar ediyordu: "Bu Rus kızıyla mutlaka tanışmalısınız". Roma'daki St.Peters kilisesinde Nietzsche, 21 yaşındaki Lou Salome ve Ree ile karşılaşır. Ve iki hayranı arasında kalan Salome, tartışmaları idare ederek ortamı canlandırmaya başarır. Nietzsche evlenme teklifinin ardındın hemen bir fotoğraf çektirmek ister. Fotoğrafta Nietzsche ve Ree arabanın önüne koşulmuş eşek rolünü üstlenirken, Lou elinde bir kırbaçla arabanın üzerinde poz verir. "Kartal kadar keskin akıllı, aslan kadar atılgan ve çocuksu bir genç kız" diye hayranlığını dile getirmişti düşünür.

Fakat kıskanç kız kardeşi Elisabeth onu kontrol altında tutmaya çalışıyordu, üstelik Lou da öndelikleri duymazlıktan gelmişti. "Kadınlara mı gidiyorsun? O halde kamçıyı unutmamalısın!", diye bir söz duyar kısa bir süre sonra, Nietzsche'nin Zarathustra'sı "bir kocakarıdan". Hayal kırıklığı mı, yoksa ince alay mı? Yo hayır, yine o yaramaz oyun karşımızda: Cümleler isabetli olduğu kadar, iğneleyici ve şüpheliydi de. Ve bu hasta adamın tüm gezileri boyunca aldığı notlar, manevi otorite savları olarak ön plana çıkıyordu. Daha "Zarathustra"da bile yaratanların aynı zamanda yok edici olmaları gerektiği belirtiliyordu. Yaratılmış üstinsanların ince davranışlara gereksinimleri yoktu: "Fakat tüm yaratanlar katıdır". İşte Nietzsche şimdi gücün yüceliğini göklere çıkarıyordu.

Güçlülerin barbarca düşünceler üzerine kurulu "asil ahlâk" anlayışını sövüyor, "Yahudileştirilmiş, Hristiyanlaştırılmış veya aşağılanmış" gibi ilginç sözcükler yükleyip kötü vicdan ve günahlarla yoğrulmuş "köleci ahlâk" anlayışını ortaya atıyordu. Hâlâ hep daha güzele, iyi yürekliliğe, akıllıya, huzurluya, sıradanlığa, kayıtsızlığa, Çinliliklere, Hıristiyanlıklara doğru indiğimizin farkındayız ­ hiç kuşku yok ki, insan hep "daha iyi" olacaktır...

Bu sözleri kelimesi kelimesine okuyanlar, bunlardan ancak güçlü ve sağlıklı "üstün sarışın" (Blonde Bestie) modelinden vazgeçilmesi gerektiğini anlayabilirlerdi. Ve 20.yy'da Nietzsche'nın gönüllü buyrukçuları olmaya heveslenenler, bu tür pasajları "buyruk" olarak sunuyorlardı. Bu arada tüm yaratanlara, aşkı, kendi kaderleri olarak öneren Zarathustra-Nietzsche unutuluyordu. Kendi kişiliği ona fazla zaman bırakmıyordu, bunu biliyordu o. Ben erdemlerimi biliyorum. Gün gelecek benim ismimle bazı müthişlikler anılacaktır - bu dünyada eşi bulunmayan bu kriz, en derin vicdan çarpışmasını, bir kararı, karşı çıkılan her şeyi, o zamana kadar inanılanları, önerilenleri ve kutsallaştırılanları anımsatacaktır. Ben insan değilim, ben bir dinamitim. Tüm bunlardan "dâhi bombanın" artık iyice dağıttığı anlaşılıyordu.

3 ocak 1889 'da Nietzsche sadık bir okuruna şöyle sesleniyordu: Dünya aydınlıktır, çünkü tanrı yeryüzündedir. Tüm göklerin nasıl sevindiklerini görmüyor musunuz? Kendi alemimde bir şeyler duyumsadım, papazı içeri kapatın, Wilhelm, Bismarck ve Stöcker'e vurun. Böyle çılgınca mitos ve günlük politikalar arasında devam ediyordu. Artık onun için sevgili "Prenses Ariadne" olan Cosima Wagner'a "Dionysos" kimliğiyle yazıyordu. Basel'deki komşusu teolog Franz Overbeck' e de şunları bildirmişti: "Kısa süre önce tüm antisemitleri vurdurdum. O artık aynı anda Hristiyan düşmanı, Dionysos, Sezar ve İtalya kralıydı. Overbeck 8 Ocak'ta Turin'de dostuyla karşılaştığında, Nietzsche artık iyice çıldırmıştı. Büyük bir çabayla onu Basel'e, oradan da "Friedmatt" akıl hastanesine götürebilmişti. Bundan sonra ortaya çıkan tüm belirtiler belgelendi. Doktorlar onun zaman zaman "Karım Cosima beni buraya getirdi" veya "dün gece yanımda 24 huri vardı" gibi sözler sarf ettiğini not ettiler. Fakat o bu davranışları hiçbir zaman hastalık belirtileri olarak kabul etmedi. O gerçeğin inanç adamı, "Sonsuzlukların soytarısı" idi, çünkü: "Anlattıklarım, gelecekteki iki yüzyılın tarihidir" diyordu. Ve ne ilginçtir ki, okurlar, düşünürü ve "kehânetlerini" bundan sonra ciddiye almaya başlayacaklardı. Onun coşkulu üslubundan ilk etkilenenler, genç ve ileri görüşlü ozanlar oldu. Christian Morgenstern , Nitzsche'nin bakımını üstlenen annesine şu dizeleri göndermişti: "...böylesine yüce bir evlat dünyaya getiren ve bana bir kurtarıcı armağan eden saygıdeğer anaya..."

Kız kardeşi Nietzsche'yi yeniden yorumluyor Fakat o artık bu tür övgüleri kavrayacak durumda değildi. Kızkardeşi Elisabeth bu tarihlerde Weimer yakınındaki "Villa Silberblick" olarak adlandırılan evi "Nietzsche Arşivine" dönüştürmek için kolları sıvamıştı. Nietzsche 25 Ağustos 1900'de hayata veda eder etmez, kendi eliyle yazdığı biyografiyi de yayınlamayı ihmal etmedi. Ve büyük bir patlama yaşandı. Fakat bu yankı Elisabeth için yeterli değildi, şöhretin bir hedefi olmalıydı. O hedefin ne olduğunu da biliyordu. Elisabeth "Yeni Germenler" (saf ırk kolonisi) projesini gerçekleştirmek isteyen antisemit eşi Bernhard Förster ile Paraguay'a gitmişti. Ama ne var ki proje başarısızlıkla sonuçlanacak ve Förster 1889 yılında intihar edecekti. Peki suçlu o muydu? Belki de bazı yönlendiriciler eksikti. Kardeşi Fritz, ırklardan, üstinsanlardan ve güçten söz etmemiş miydi? Büyük bir hırsla kardeşini radikal hakların mesihi olarak stilize etmeye başladı. Ve başardı da. Eskiden Nietzsche'nın "devrimciliğinden" etkilenen sosyalistler artık onun eserlerinden milliyetçi düşünceleri topluyorlardı. Kendini Avrupalı olarak kabul eden Nietzsche'nın kendi soydaşlarını "öküz" olarak adlandırması ve Yahudiler hakkında konuşurken dikkatli olması, onları hiç mi hiç rahatsız etmiyordu. Ve edebiyatçı Ernst Bertram 1918 yılında yayımladığı kitabı şöyle adlandırmıştı: "Nietzsche. Bir mitoloji denemesi". Bertram ilk başlardan itibaren, Nietzsche'nin "ataerkil ırkıyla övündüğünü" yaymaya çalıştı. Öyleyse Hitler'in 1934 yılında Nietzsche Arşivini ziyaret etmiş olmasına hiç şaşmamak gerekir. Nietzsche ülkenin aziz kurtarıcısıydı. Hitler'in ölümünden sonra "büyük Almanya rüyası" da biter. Ve işte o zaman yorumların ne şekilde değiştirildiği de ortaya çıkar.

Tüm belgelerin ustası Karl Schlechta, savaştan sonra artık iyice yaşlanan ve gözleri neredeyse kör olan Elisabeth'in bir tomar belgeyi tavan arasında saklamaya çalıştığını açıklıyordu. Filolog nihayet ırkçı kız kardeşin, Nietzsche'nin mektuplarını nasıl değiştirdiğini tüm ayrıntılarıyla ortaya döküyordu. Fakat özellikle de "Güç İsteği" karanlık amaçlar için en uygunuydu. Schlechta, düşünürü büyük bir titizlikle aklamaya çalıştıysa da Nietzsche yine de karanlık "kehanetlerinden" kurtulamamıştı. Hatta 1961 yılında Nietzsche'nın düşüncelerini iki ciltte toplayarak "metafiziğin son sözü" olarak sunan Martin Heidegger bile düşünürü Hitler'in gölgesinden çıkaramamıştı. Ne de olsa o da nasyonalist devletin bir üyesiydi.

Frankfurt okulu çevresinde de hiç kimsenin Nietzsche'nın Marx'tan daha büyük bir düşünür olduğunu söylemeye cesaret edememesini aslında makul karşılamak gerekir. "Bu tamamen bizden kaynaklanıyor ve neredeyse hiç anlaşılmaz bir hale gelmiştir. Nietzsche artık telkin edici olmaktan çıktı" diye kaydetmişti genç filozof Jürgen Habermas 1968'de. Oysa sınırlara göz atılmış olsaydı, o daha farklı anlaşılacaktı. Marksist Mazzino Montinari, 1961 yılında DDR hükümetinin izniyle Weimer'deki Nietzsche belgelerini incelerken, Fransa'da da düşünürün eserleri yeni yeni keşfediliyordu. Gilles Deluze ve Michel Foucault gibi genç entelektüeller Nietzsche'de sol akımın karşıtlık programını bulmuşlardı. "Tarih oyunu içindeki güçler, ne belli bir karara ne de mekaniğe bağlıydı. Bunlar yalnızca savaşımın rastlantılarıydı" diye özetlemişti konuşmasını Foucault. Her oluşum, hatta en önemsizi bile değerler bünyesinde bir devrimdir. Deleuze ise şöyle devam eder: Nietzsche, yalnızca değerleri düşünmekle kalmamış, o aynı zamanda da etkileyici ve zeki bir plüralistti. Gerçekten de Nietzsche 1886/87 yıllarında şu satırları yazar: Doğru olaylar yalnızca yorumlarda karşımıza çıkmaz. Biz "kendimiz" için kesinlik saptayamayız. Belki böyle şeyler istemek mantıksız olabilir. "Her şey sübjektiftir" diyorsunuz, ama bu bile bir yorumdur, "özne" verilen değil, biraz hayal biraz da arkada gizlenendir. Bizim gereksinimlerimiz olan dünyayı yorumlayanlardır: eğilimlerimizle ilgili olanlar ve olmayanlar. Her eğilim bir tür güç arayışıdır. Herkesin diğer hevesler üzerine norm olarak empoze etmeye çalıştığı perspektifleri vardır. Oldukça önbilgisel ama o kadar da parlak bir manifestosudur bu post modernizasyonun.

Weimer'de bugün bir Nietzsche koleji bulunmakta. Yönetici Rüdiger Schmidt okulun "özgür düşünürler için bir atölye" görevini göreceğini söylüyor. Onların daha yapacak çok işleri olmalı. Düşünürün bıraktığı belgeler arasında daha bir sürü düşünü oyunları barınmakta ve tahminlere göre her hafta yeni bir kitap yayımlanıyor. O bu şekilde huzursuzluk ve heyecanlar yaratmaya devam edecektir. Onu okumak isteyenlere "cesaret ve merak" hatta "biraz da esnek, hileci ve güvenli" olguları da yanlarına almalarını öğütlemişti düşünür. Amerikalı filozof John Searle, Nietzsche okurlarına daha basit bir öğüt getirmekte: "Kişi bir oturuşta bir şişe konyağı devirmez ya..."

Nilgün Özbaşaran Dede
Kaynak: Spiegel, 34/2000
***************************************
Hakkında/Nietzsche ve Aristokrasi

NİETZSCHE ve ARİSTOKRASİ
Üstün-insana giden yol, aristokrasiden geçmektedir. Demokrasi çok geçmeden ortadan kaldırılmalıdır. Burada ilk adım, yüksek insanlar söz konusu olduğunda, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmaktır. İsa nın zaferi demokrasinin başlangıcıydı. İlk Hıristiyan, bütün ayrıcalıklı şeylere karşı, tâ en derindeki içgüdülerinden baş kaldırandı. Eşit haklar için yorulmadan didindi durdu. Çağımızda olsaydı, Sibirya ya sürülmüştü şimdi. Aranızda en büyük olan, uşağınız olsun. Bu bütün siyâsal bilgeliğin, akıl sağlamlılığının tersine dönüşüdür. İnsan İncil i okurken bir Rus romanının havasını soluyormuş gibi oluyor. İnciller Dostoyevski den çalma gibidir. Ancak aşağı kimselerde bu gibi kavramlar kök salabilirdi ve bu ancak hakanları bozulmuş, hükmetmeyi bırakmış olan bir çağda geçebilirdi. Neron ile Caracalla tahttayken, en basit adam, en yüksektekinden daha değerliymiş gibi bir çelişme çıkmıştı ortaya.

Avrupa nın Hıristiyanlık tarafından fethi, eski aristokrasinin sonuydu. Avrupa nın Töton savaşçı baronları tarafından istilâsı da, eski erkeksi erdemlerin yeniden ortaya çıkmışçasına ve çağdaş aristokrasilerin köklerinin atılmasına yol açmıştı. Bu adamların sırtında ahlâk denen şeyin ağırlığı yoktur. Her türlü toplumsal sınılamadan uzaktılar. Adam öldürme, kundakçılık, ırza geçme ve işkenceden elde ettiği zaferle çoşan devlet gibi. . Almanya, İskadinavya, Fransa, İngiltere ve Rusya için hükmedici sınıfları meydana getiren bu adamlardı.

Korkunç pençelerini, sayıca belki de çok daha üstün olan halk topluluklarına kılını kıpırdatmadan batıran, örgütleme gücüne sahip sarışın av hayvanları sürüsü, fatihler ve hükümdarlar soyu... Devleti kuran işte bu sürüydü. Devleti sözleşmeyle başlatan hayâl yok edilmiş oldu. Buyurabilen, yaratılıştan hâkim olan, hareketinde ve davranışında şiddetle sahneye çıkanın sözleşmeyle işi ne?

Bu muhteşem hükümdar soyu, ilkin Katoliklerin kadınsı erdemleri övüşüyle, sonra da sofuların ve aşağı seviyedeki halkın reform idealleriyle ve aşağı soylarla yüksek soyların, aralarında kız alıp vermeleriyle bozuldu. Katoliklik, Rönesans ın aristokratik ve ahlâka aykırı kültürüyle yumuşarken, reform, Mûsevi disiplini ve ciddîliğinin canlanışıyla onu ezdi.

Protestanlık ve bira, Alman zihnini bulandırmıştı. Şimdi Wagner operasını ekleyin bi de. Almanya nın Napolyon u yendiğinde kültüre yaptığı kötülük, Luther in kiliseyi yendiği çapta olmuştur. O günden sonra Almanya, Goethe lerini , Schopenhauer lerini ve Beethowen lerini bir yana bırakıp yurttaşlara tapmaya başlamıştı. Bu, Alman felsefesinin sonudur yazık ki.

Yine de Almanlarda yaratılıştan gelme bir ciddîlik, bir derinlik var. Buysa her şeye rağmen Avrupa yı kurtaracakları umudunu veriyor insana. Almanya, Fransızlardan da İngilizlerden de daha çok erkeksi erdemlere sahip. Sebat, sabır ve çalışkanlıkları var. Bilginleri, bilim adamları ve askerî disiplini bu yüzden ön plânda gelmektedir. Bütün Avrupa nın, Alman ordusundan çekinmesini görmek hoş bir şey. Almanların örgüt gücü, malzeme ve insan bakımından, Rusya nın gerçekleşmek üzere bekleyen kaynaklarıyla işbirliği yapacak olursa, o zaman büyük siyâset çağı gelecektir. Alman ve Slav soyları karışarak gelişmelidir. Aynı zamanda, dünyanın hâkimi olabilmemiz için en usta mâliyeciler ve Yahûdiler de gerek bize. Kayıtsız şartsız Rusya ile birleşmeliyiz. Yoksa, abluka içinde yok olabiliriz.

Almanya nın kusurlu yanı, zihninin biraz vurdumduymaz oluşudur. Ki bu da karakterinin vurdumduymazlığını meydana getirmektedir. Fransızları, Avrupa daki bütün uluslar arasında en incelmiş ulus yapan, o uzun kültür geleneği yok Almanlarda. Yalnızca Fransız kültürüne inanıyorum ben ve Avrupa da kendisine kültür dedirten her şeye bir yanlış anlama olarak bakıyorum. İnsan Motaigne i, La Rocefoufauld yu, Vauvenargues ı, Chamfort u okuyunca, başka herhangi bir ulustaki yazarlardan çok, Antikite çağına yakın duyuyor kendini ; Voltaire büyük bir zihin derebeyidir. Taine de yaşayan tarihçilerin ilki. Daha sonraki Fransız yazarları Flaubert, Bourget, Anatole France, vb. düşünce ve dil açıklığı bakımından öteki Avrupalıların çok üstündedir. Şu Fransızlarda ne büyük duruluk ve ince bir dakiklik var! Avrupa nın tat, zevk ve görgüsündeki soyluluk, Fransa nın eseridir. Ama eski Fransa nın XVI. ve XVII. yüzyılın eseri Devrim, aristokrasiyi yıkarak, kültürün taşıt aracını ve dadısını yok etmiştir. Şimdiki Fransız rûhu, eskisinin yanında pek cılız ve soluk kalıyor. Bununla birlikte yine de bazı incelikler var. Fransa da hemen hemen bütün psikoloji ve sanat sorunları Almanya dakinden çok daha incelikle tam tamlıkla ele alınıyor. Almanya, dünya siyâsetinde büyük bir güç olarak ortaya çıktığı an, Fransa, kültür dünyasında yeniden önem kazandı. Rusya, Avrupa nın sarışın hayvanı. Halkın da inatçı bir, kadere katlanmışlık var. Ki bu onları günümüzde,biz Batılılardan daha üstün kılıyor. Rusya da parlamento budalalığı olmayan güçlü bir hükümet var. İstem kuvveti nicedir birikmekte orada. Şimdi de açığa çıkmak için tehdit ediyor. Rusya, Avrupa nın hâkimi olursa hiç şaşmamalı. Gönlünde Avrupa nın geleceği olan bir düşünür, gelecekle ilgili bütün görüşlerinde, kuvvetlerin büyük oyunu ve savaşında en güvenilir ve en iyi öğe olarak Yahûdileri ve Rusları hesaba katar. Ama İtalyanlar her bakımdan, bugünkü uluslar içinde en iyisi ve güçlüsüdür. En aşağılık İtalyanda bile,bir erkeksi davranış, aristokratik bir gurur var. Yoksul bir Venedik gondolcusu, Berlinli bir milletvekilinden daimâ daha iyi bir figürdür. Aslına bakacak olursanız, daha iyi adamdır da.

İngilizler hepsinin beteri. Demokratik hayâllerle Fransızların zihnini bozan onlar olmuştur. Dükkâncılar, Hıristiyanlar, inekler, kadınlar, İngilizler ve başka demokratlar hep bir sıradandır. İngiliz faydacılığı ile düşkünlüğü, Avrupa kültürünün en aşağı evresidir. Birbirini boğazlayan rakipler ülkesinde, insan hayatı, ancak sırf var oluş için bir mücadele olarak kavranabilir. Aristokrasiye üstün gelecek sayıda dükkâncılarla gemicilerin çoğaldığı bir ülkede, ancak demokrasi üretilebilir. İngiltere nin çağdaş dünyaya vermiş olduğu armağan, Yunan armağanı budur. Avrupa yı İngiltere den, İngiltere yi de demokrasiden kim kurtaracak?

NİETZSCHE ve ARİSTOKRASİ
Demokrasi, sürüklenmek demektir. Dilediğini yapsın diye, bir organizmanın herhangi bir bölümüne verilen izin demektir. Uyumluluk ve birbirine dayanırlılığın yokluğu , özgürlük ve karmaşanın tahta çıkarılması demektir. Bayağılığa tapınmak, mükemmellikten nefret etmek demektir. Büyük adamların imkânsızlığı demektir. Büyük adamlar seçimin aşağılıklarına, bayağılıklarına nasıl boyun eğer?

Fırsat tanınır mı onlara? Halk, her türlü engelin düşmanı. Tapınmayan kişi özgür rûhtan ve normal parti üyesi olmayan adamdan, köpeklerin kurttan nefret ettiği kadar nefret eder. Böyle bir toprakta üstün-insan nasıl çıkar? En büyük adamlarından yararlanmayan, onları desteklemeyen, belki de tanımayan bir ulus, nasıl büyük olabilir. Böyle bir toplum, karakterini kaybeder. Örnek alma, boyuna doğru değil, eninedir. Üstün-insan değil, doğunluk adamı ideal ve örnek olur. Herkes herkese benzemeye başlar. Cinsiyetler bile yaklaşır birbirine. Erkekler kadınlaşır, kadınla erkekleşir.

Bu bakımdan kadın hakları, demokrasi Hıristiyanlığın yaratılışında vardır. Erkekten bir şey kalmamıştır; bu yüzden kadınlar kendilerini erkekleştirmeye çalışırlar. Ancak yeterince erkek olan, kadındaki kadınlığı kurtarabilir. Kadın haklarını kazanan kadını İbsen, şu tipik evde kalmış kız yaratmıştı. Kadın, erkeğin kaburgasından mı yaratılmıştı? Hârika yoksulluğu kaburgalarımın, diyor erkek. Kadın, hak kazanarak gücünü de itibarını da yitirmiştir. Bourbon sülâlesi zamanındaki kadınların mevkîi neydi, şimdiki ne? Erkekle kadın arasında eşitlik imkânsızdır. Çünkü aralarındaki savaş sonrasızdır. Zafersiz barış olmaz. Barış ancak, aralarından biri, ötekine üstün gelince gerçekleşir. Kadınla eşitliğe kalkışmak tehlikelidir. Eşitlikten hoşlanmaz o. Erkek gerçekten erkekse, ona boyun eğmekten zevk duyar. Mükemmeliğe ve mutluluğu, her şeyden önce analığındadır. Kadında her şey muammadır ve kadındaki her şeyin de bir tek karşılığı vardır: Çocuk doğurmak! Erkek, kadın için bir araçtır sadece, Sonuç, hep çocuktur. Peki, kadın nedir erkek için?. Tehlikeli bir oyuncak! Erkek savaş için yetiştirilmeli, kadın da savaşçının eğlencesi olmalıdır, gerisi budalalıktır. Bununla birlikte mükemmel kadın, mükemmel erkeğe göre daha yüksek bir insanlık tipidir. Aynı zamanda daha da az bulunur... İnsan kadınlara ne kadar nazik davransa yine de azdır.

Evlilikteki gerilimin bir kısmı, kadını tamamlaması, erkeğiyse sınırlaması ve boşaltmasıdır. Erkek, kadını tavlarken, ona bütün dünyayı vermeyi teklif eder. Evlenince de verir. Çocuk gelir gelmez, erkeğin dünyayı unutması gerekir. Aşkta başkasını düşünme, ailede bencillik durumuna gelir. Doğru sözlülük ve yenilik, bekârlığın lüksüdür. En yüksek felsefî düşünce çevresi içinde, bütün evli adamlardan kuşkulanmak gerekir... Var oluşun bir bütün olarak değerlendirmesi konusunu seçmiş birinin, aile kaygılarıyla uğraşması, ekmek parası kazanmak mevkî sağlamak gibi uğraşlarla uğraşması saçma geliyor bana.

Feminizm ile, sosyalizm ve anarşizm gelmiştir. Bunların hepsi de demokrasinin yarattığı kargaşalardır. Eşit siyâsal iktidar doğruysa, iktisadî güç niye eşit olmasın? Hiçbir yerde lidere ihtiyaç olmayacaktır her hâlde. Zerdüşt kitabına hayran kalacak sosyalist vardır. Ama onların hayranlığı eksik olsun. Benim hayat öğretimi vazedenler, eşitliği de vazediyorlar aynı zamanda. Bu eşitlik vaizleri tarafından kahrolmak istemiyorum. Çünkü bendeki adâlet duygusu, insanlar eşit değildir diyor. Hiçbir şeye ortaklaşa sahip olmak istemeyiz. Siz, ey eşitlik vaizcileri! Ademi iktidarın zorbaca cinneti içlerinizden eşitlik için bağırıyor. Doğa ise, eşitlikten nefret eder. Bireyler, sınıflar ve türlerin farklılaşmasını sever. Sosyalizm biyolojiye aykırıdır: Evrim süreci, aşağı türlerin, soyun, sınıfın ya da bireyin, ütün olan tarafından kullanılması demektir. Hayat baştan başa sömürüdür. Sonunda öteki hayattan geçinir. Büyük balık, küçük balığı yutar, bütün hikâye bundan ibarettir. Sosyalizm, gıpta etmek demektir: Bizim olan her şeyi isterler. Bununla birlikte kolay yönetilen bir harekettir bu. Kontrol için gereken bütün şey, efendilerle köleler arasında kapağı açıvermek ve hoşnut olmayanları cennete buyur etmek demektir. Korkulması gerekenler, cennete buyur etmek demektir. Korkulması gerekenler, liderler değildir, çok daha aşağıdakilerdir. Yetersizliklerinin ve tembelliklerinin tabiî sonucu olan boyunduruktan, bir devrim yaparak kurtulacaklarını sananlardır. Bununla birlikte köle, ancak baş kaldırdığında soyludur.

Evet, köle, çağdaş efendileri olan burjuvaziden daha soyludur. Paralı kimselere gıpta edilmesi ve tapılması, XIX. yüzyıl kültürünün aşağılığının bir belirtisidir. Ama bu işadamları da köledir günlük işlerin kuklalarıdır, uğraşlarının ve işlerinin kurbanlarıdırlar. Yeni fikirler düşünecek vakitleri yoktur. Düşünmek yasaktır onlar için. Zihin zevkleriyse, uzanamayacakları kadar ötededir. Tedirginliklerinin, durmadan mutluluk aramalarının nedeni budur. Koca konakları ev ocağı olmaktan uzaktır, âdi lüksleri yavandır. Orijinal tablolardan meydana gelen galerileri, paralı olduklarını göstermek içindir. Duyusal eğlenceleri zihni uyarıp tazelemez, yalnızca sersemletir. Şu gereksiz insanlara bakın hele! Servet elde ederek daha da yoksullaşırlar. Aristokrasinin bütün sınırlamalarını kabul ederler de, zihin ülkesine götüren yolda ilerlemek istemezler. Bakın hele, nasıl tırmanıyor şu çevik maymunlar! Birbirleri üstünden atlayarak, kendilerini çamura ve derinlere sürüklüyorlar. Dükkâncıların pis kokusu, tutkunun solucan gibi kıvrılması, kötü soluk. Bunların servet sahibi olmasının anlamı yok. Çünkü soyluca kullanarak, sanat ve edebiyatı koruyarak, servetlerini saygıdeğer bir duruma getirmemektedirler. Ancak zihin adamının olmalıdır servet. Ötekiler malı mülkü tek başına bir amaç gibi görürler ve gittikçe daha bir tutkuyla ardından giderler. Bakın, elinden geldiğince üretmek ve zengin olmak isteyen ulusların şimdiki çılgınlığına. İnsanlar sonunda birer av hayvanı olurlar. Birbirlerine tuzak kurarlar; birbirlerinin mallarını ele geçirmek için yağ çıkarmaya uğraşırlar. Bugün tüccar ahlâkı, incelmiş bir korsan ahlâkından başka bir şey değildir. En ucuz pazardan alıp, en pahalısından satmak isterler. Ve bu adamlar laissez-faire=bırakın yapsın diye, rahat bırakılsın diye bağırıp dururlar. Aslında gözetlenmesi, kontrol edilmesi gereken, bu adamlardır.

Tehlikeli de olsa, belki sosyalizm bile, bu durumda bir derece haklı çıkarılabilir: Büyük servetlerin birikimini destekleyen bütün taşıt ve ticaret dallarını özellikle ve dolayısıyla para piyasasını- özel kişilerin ellerinden, özel şirketlerden almalıyız ve varlığı fazla olanlarla, hiç olmayanlar gibi, topluluk için tehlikeli tipler olarak bakmalıyız.

Burjuvanın üzerinde, aristokratın aşağısında asker vardır. Şeref ve şânın uyuşturucu etkisi altında zevkle can veren, savaş alanındaki erleri tüketen bir general, kâr makinesinde insanları tüketen işverenden daha soyludur. Dikkat edin, boğazlama alanına gidenlerin, fabrikadan ne büyük bir rahatlık duyarak ayrıldığına bakın. Napolyon kasap değildi, iyilik yapıcıydı. İnsanları iktisadî aşınma sonucu öldürmüyor, madalyalar vererek öldürüyordu. Sürü sürü insan, öldürücü sancağı altında toplanıyordu. Çünkü savaşın tehlikelerini, bir milyon daha yaka düğmesi yapmaya tercih ediyordu. İçinde, savaşçının tüccara ve sıradan kişiye bir süre ağır bastığı, bir dünya meydana getirdi diye, Napolyon övülecekti. Savaş, zayıflayan, rahata kavuşan ve hor görülen uluslar için hârika ilâçtır. Savaş ve genel askerlik görevi, demokratik kadınsılığın gerekli panzehirleridir... Bir toplumun içgüdüleri, onu savaştan ve fetihlerden vazgeçirirse, o toplum bozluyor demektir. Demokrasi ve dükkâncıların hâkimiyeti için zaman gelmiş demektir. Bununla birlikte, çağdaş savaşın nedenleri soylu olmaktan çok uzaktır. Sülâle ve din savaşları, ticaret kavgalarını toparla çözümlemekten biraz daha iyiydi. Elli yıl içinde, şu Babil hükümetleri (Avrupa demokrasileri), dünya piyasalarını ele geçirmek için, bir dev savaşa girecekler. Ama belki de bu çılgınlıktan Avrupa nın birliği doğacaktır: Öyle bir sonuçtur ki bu, uğruna bir ticaret savaşı bile, büyük bir bedel sayılmayabilir. Ancak birleşik bir Avrupa dan, Avrupa yı kurtarabilecek olan yüksek aristokrasi doğabilir.

Siyâsetteki mesele, işadamını, yönetmekten alıkoymaktır. Çünkü işadamının, siyâsetçi olarak görüşü kısa, anlayışı kıttır. Devlet adamı olmak üzere eğitilmiş olan, aristokratın ileri görüşlülüğüne ve geniş zihnine sahip değildir. Üstün adamın Tanrısal bir yönetme hakkı vardır. Yani üstün yetenek hakkı. Yalın adamın da yeri vardır, ama tahtta değil. Yerindeyken, yalın adam mutludur. Erdemleri de, liderinki kadar toplum için gereklidir. Vasat olmayı bir engel gibi görmek, derin zihne yakışmaz. Çalışkanlık, tutumluluk, düzenlilik, ılımlılık, güçlü inanç gibi erdemlerle sıradan adam da mükemmel olur. Ama yalnızca mükemmel bir âlet gibi, yüksek uygarlık piramidinin bir bölümüdür.

Ancak geniş bir temel üzerine oturabilir. Güçlü şeylerden sağlam olarak pekişmiş bir ortam şarttır. Daimâ ve her yerde, bazı kimseler lider, bazılarıysa onların izleyicileri olur. Çoğunluksa, yüksek adamların zihinsel yönetimi altında çalışmaktan mutlu olacaktır.

Canlı şeyler bulduğum her yerde, buyruk dinleme vardı. Bütün canlı şeyler, buyruk dinleyen nesnelerdir. Bir de şunu unutmamak gerekir: Kendi kendine söz geçiremeyene, başkası söz geçirir. Canlı nesnelerin durumu budur. Üçüncü olarak da, buyurmak buyrulmaktan daha güçtür. Bu, yalnızca buyuranın, bütün buyruk dinleyenlerin sorumluluğunu üzerine aldığı, bu ağırlığın altında kolayca ezildiği için değil: Her buyurmada bir çaba, bir tehlike var gibi gelmiştir bana. Canlı nesneler buyurdu mu, kendilerini tehlikeye atmış olurlar.

Demek ki ideal toplum üç sınıfa ayrılacaktır: Üreticiler (çiftçiler, işçi sınıfı ve işadamları), memurlar (asker ve devlet memurları), yöneticiler. Yöneticiler sınıfı, adı üstünde, yönetecektir ama, hükümette resmî görevleri olmayacaktır. Hükümetin günlük işi süflî bir iştir. Yöneticiler mevkî sahibi olmaktan çok filozof-devlet adamları olacaktır. Ama kendileri bir mâliyeci gibi değil, asker gibi yaşayacaklardır. Yine Eflâtun un bekçileri gibi olacaktır. Eflâtun haklıydı, filozoflar en üstün insanlardır. Bunlar hem kültürlü, hem de cesâretli ve kuvvetli olacaklardır. Bilginlerle generaller bir tek adamda toplanacaktır. Birbirlerine karşı kibarlıkla ve birlik duygusuyla davranarak birliği meydana getireceklerdir: Bu adamalar ahlâk, saygı, töre, teşekkür duygusu, karşılıklı birbirini gözetmeyle sımsıkı dizginlenecektir. Öte yandan birbirlerine karşı saygılı, kendi kendilerine hâkim, kibar, vakûr ve dostça davranacaklardır.

Avrupa yı bir ulus hâline getirmek, bu budalaca milliyetçiliğe son vermek için, ancak böyle bir aristokrasi yeterli cesârete ve görüşe sahiptir. Napolyon, Goethe, Beethowen, Schopenhauer, Stendhal ve Heine gibi, biz de iyi Avrupalı olalım. Nicedir parçalar hâlindeydik, bir bütün olabilecek şeyin parçalarıydık. Büyük kültür, bu vatanseverlik önyargısı ve sınırlayıcı kendi eyâletine bağlılık havası içinde, nasıl gelişebilir? Aşağılık ucuz politika zamanı geçmiştir. Büyük çapta siyâset zorunlu olmuştur. Yeni soy, yeni liderlerin ne zaman gelecek? Avrupa ne zaman doğacaktır?
*********************************
Hakkında/'Tanrı Öldü'

"TANRI'NIN ÖLÜMÜ" ÜZERİNE BİRKAÇ DÜZELTME
Geçenlerde Hasan Bülent Kahraman Newsweek dergisinin bir dosya konusundan yola çıkarak "Tanrı'nın ölümü" sorununu kurcaladı. Newsweek'te yazan Carla Power ile Karen Armstrong(**) gibi Kahraman'da Nietzsche'nin yüz yılı aşkın bir süre önce yazdığı "Tanrı öldü" önermesinin öznesini basbayağı "Tanrı" diye yorumluyordu.

Armstrong konuyu bütünüyle dinsel bir bağlamda, bir "tapı"lar, "tören"ler, "kutsal nesne"ler çerçevesi içinde ele alırken Kahraman "Tanrı'nın öldürülüşü"nün tarihini "yaratma" ile "gerçeğin açıklanabilirliği" sorunları açısından, dolayısıyla sanat ile bilgi bağlamında düşünüyordu. Böylece Armstrong Avrupa'nın bugünkü koşullarında ortaya çıktığını düşündüğü "dinsel uyanış"la Nietzsche (dönemi) arasında bir karşıtlık kuruyor, Kahraman'sa Tanrı'yla "özdeşleşme" yerine Tanrı'dan "uzaklaşma" yoluyla "Tanrılaşma" kavramına varıyor.

İki düşünüş yolu da kendi başlarına ilginç ama Nietzsche'nin önermesiyle kurdukları bağ bir "yakıştırma"dan öteye gitmiyor. Nietzsche'nin düşünüşünün ana izleklerinden birinin "aşkınlık yitimi" olduğu doğru. Gelgelelim "Tanrı" tasarımı "aşkınlık" tasarımlarından biri yalnızca. Bu bakımdan örneğin "töz" tasarımı da, "özne" tasarımı da, "gerçeklik" tasarımı da Nietzsche'nin "çürütmediği, yalnızca önünde eldiven giydiği", çoktan çürümüş, çoktan ölmüş "ülküler", "putlar"; ölü bulunmuş "aşkın" anlam, değer odakları.

Nietzsche'nin karnını ağrıtan kendi başına "din" değil çünkü; bütün bir anlam-değer kurgusu. "Tanrı öldü" sözü de "din"e, "bilim"e, "sanat"a ilişkin bir önerme değil, "anlamlar"ın, "değerler"in topunun yitimine ilişkin bir saptama. Böyle bir "ölüm" de Armstrong'un sandığı gibi bir "dinsel uyanış"la ya da Kahraman'ın düşündüğü gibi "kendi içinde bir gerçeklik" olarak "inanış"la giderilebilecek bir yitim değil. Üstelik "giderilmesi" de gerekmiyor, çünkü o "değerler" kurgulanışlarından, "temel"lerinden ötürü boş, kof, çürük.

Kahraman'ın "bilimsel gerçeklik"le, kendi anladığı biçimiyle "gerçeğin yitimi"yle Nietzsche'nin düşünüşü arasında kurduğu ilişki de, "bugün sanallık gerçeğin yerini tutmaktadır" deyişinden anlaşılabileceği gibi, dayanaksız; çünkü "gerçeklik-sanallık" ikilisi de eninde sonunda Nietzsche'nin ıskartaya çıkardığı, söktüğü bir kurgusal menteşeye takılı iki kanat.

Ayrıca Kahraman'ın "Tanrı sorunu aslında gerçeğin açıklanabilirliğinden (...) başka bir şey değildi" yollu savı da iki bakımdan güdük. Birincisi, Nietzsche "Tanrı"yı bir "açıklama" ilkesi olmaktan çok bir "anlamlılık" kaynağı olarak düşünüyordu; gerek "insanlık" tarihine gerekse ondokuzuncu yüzyılın "yoksayıcılığı"nın çizdiği çerçeveye bakarak. İkincisi, "açıklanabilir" bir nesne yoktu, çünkü "gerçek" denen düpedüz "uydurma"ydı.

Kahraman'ın "Tanrı"yı öldürmeye ilk kalkışanın Descartes olduğunu söylemek mümkün. Düşünceyi varoluşun temeli kabul etmekle Tanrı'nın aşıldığı varsayıldıysa da asıl ilan gene de Nietzsche tarafından gerçekleştiriliyordu. Nietzsche, "Tanrı öldü" derken, Descartes'ın düşünce-gerçek-bilim hattını, "üstün insan mitiyle aşmak istiyordu" savı da birkaç yanılgı barındırıyor. Birincisi, Descartes'ın söyleminde "düşünme" ile "varoluş"un bilginin gidimliliği bakımından sıralanışı ile varlıksal öncelik sorununu biribirine karıştırdığı için. İkincisi, Descartes'ın "Tanrı"nın kurgulanışının (Nietzsche'ye uyarsak "uyduruluşunun") felsefece en sıkı, en toparlayıcı son adımını attığını görmezden geldiği için. Üçüncüsü, Descartes ile Nietzsche'nin düşünüş yönlerini karşı karşıya değil de aynı doğrultuya yerleştirdiği için.

Descartes ile Nietzsche'nin adı geçmese Kahraman'ın yazısı çok daha ilginç olacakmış.

Levent Kavas
Kaynak: Star Gazetesi
26/09/1999

NOTLAR:

(*) Kahraman, bir sürçme sonucu Time demiş. Oysa "Tanrı öldü mü?" sorusunu yeniden gündeme getiren (12 Temmuz tarihli sayısında) Newsweek'ti.

(**) Yazarın "Tanrı'nın Tarihi" başlıklı kitabının çevirisi bu yıl içinde Ayraç Yayınevi'nce basıldı.
**********************************
Hakkında/Değerler

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK'DE "DİYALEKTİK" DÜŞÜNÜYOR
Felsefe nedir? Bu, hayli meşhur ve zor bir sorudur. Onu cevaplamanın en kolay yollarından biri, felsefenin filozofların yaptığı şey olduğunu söylemek ve sonra da Platon, Aristotales, Descartes, Hume, Kant, Russel, Wittgenstein, Sartre ve diğer ünlü filozofların eserlerine gönderme yapmaktır. Bununla birlikte, bu cevabın, konuya yeni giriş yapıyorsanız eğer, adı geçen yazarlar tarafından kaleme alınmış olan bir eseri muhtemelen henüz okumuş olmayabileceğinizden dolayı değildir. Okumuş olsanız dahi, bu filozofların hepsinin birden paylaştığı ilişkili bir karakteristik gerçekten olsa bile, onların ortak olarak sahip oldukları bir şeyi söylemek herşeye rağmen kolay olmayabilir. Soruya bir diğer yaklaşım, felsefenin "hikmet sevgisi" anlamına gelen Grekçe sözcükten türemiş olduğuna işaret etmektir. Mamafih, bu, felsefenin filozofların yaptığı şey olduğunu söylemekten daha muğlak ve hatta daha az yardımcıdır. Bu genel mütalaalara gerek duyulmaktadır.

Felsefe bir faaliyettir: O, belirli sorular üzerine düşünmenin bir yoludur. Felsefenin en ayırd edici özelliği, onun mantıksal argüman kullanmasıdır. Filozoflar genellikle argümanlarla uğraşırlar: Onlar ya argümanlar oluşturur, ya başkalarının argümanlarını eleştirir ya da bunlardan her ikisini birden yaparlar. Onlar aynı zamanda kavramları analiz edip, açıklığa kavuştururlar. "Felsefe" sözcüğü, hayata dair genel bir bakışı anlatmak veya birtakım gizemcilik formlarına gönderimde bulunmak amacıyla, çoğunluk bundan çok daha geniş bir anlamda kullanır. Ben sözcüğü burada, söz konusu geniş anlamıyla kullanıyor olmayacağım. Amacım, antik Yunanlılarla başlayıp, 20. Yüzyılda özellikle Avrupa ve Amerika'da gelişen bir düşünce geleneği içinde yer alan bazı çok önemli düşünce alanlarını aydınlatmaktır.

Bu gelenek içinde çalışan filozoflar, ne tür şeyler üzerine tartışırlar? Onlar genellikle, büyük bir çoğunluğumuzun, tartışma ihtiyacı duymayacak şekilde, apaçık gördüğü inançları incelerler. Genellikle doğru ve yanlış, dış dünyanın mahiyeti, zihin, bilim, sanat ve benzeri diğer konularla meşgul olurlar. Mesela, insanların çoğu hayatlarını, adam öldürmenin yanlış olduğunu söylemek için, ne gibi bir haklılandırma vardır? O her koşul altında yanlış mıdır? Ve herşey bir yana, ben yanlışlıkla ne anlatmak istiyorum? İşte bunlar felsefi sorulardır. İnançlarımızdan birçoğunun, incelendikleri zaman sağlam temellerden yoksun bulundukları ortaya çıkar. Felsefeyle uğraşmak sadece bizim önyargılarımız üzerine açık seçik olarak düşünmemize değil, fakat inandığımız şeyleri tam anlamıyla açıklığa kavuşturmamıza da yardım eder. O, zaman geçtikçe de, geniş kapsamlı bir konular silsilesi hakkında tutarlı bir biçimde tartışma yeteneği -başka alanlara taşınabilir olan yararlı bir beceri- kazandırır.

Felsefe ve Tarihi
Sokrates'in zamanından beri, birçok büyük filozof varolmuştur. Kitabımın başlangıç paragrafında, ben bunlardan yalnızca birkaçını saydım. Felsefe üzerine bir giriş kitabı, konuya, bu filozofların katkılarını kronolojik bir düzen içinde analiz etmek suretiyle, tarihsel olarak yaklaşabilirdi. Benim burada yapacağım şey ise, bu değildir. Bunun, konuya dayalı bir yaklaşımı, yani tarihten ziyade, belirli felsefi soru[n]lar üzerinde odaklaşan bir yaklaşımı kullanacağım. Felsefe tarihi kendi içinde büyüleyici ev önemli bir konudur ve klâsik felsefi metinlerden birçoğu aynı zamanda büyük edebiyat yapıtlarıdır. Sadece birkaç örnek seçmek gerekirse, Platon'un Sokratik diyalogları, Rene Descartes'ın Meditations [İlk Felsefe Üzerine Metazifik Düşünceler]'i, David Hume'un Enquiry Concerning Human Understanding [İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Soruşturma]'sı ve Friedrich Nietzsche'nin Thus Spoke Zarathustra [Zerdüşt Böyle Buyurdu]'su, bunların hepsi de her standart altında ilginç ve tahrik edici eserler olarak öne çıkar. Felsefe tarihiyle ilgili araştırmaların büyük bir değeri olmakla birlikte, benim buradaki amacım, size, sadece belirli büyük şahsiyetlerin bu konular hakkında düşünmüş oldukları şeyleri açıklamaktan ziyade, felsefi konular üzerinde kendi başınıza düşünmeniz için gerekli araçları temin etmektir. Bu konular salt filozoflar için ilginç olan konular değildirler: Onlar insanî durumlardan doğal bir biçimde doğarlar ve hayatında hiç felsefe kitabı açmamış olan pek çok insan bu konular üzerinde kendiliğinden düşünür.

Daha önceki filozofların argümanlarını ve hatalarını bilmezsek eğer, konuya önemli bir katkı yapmayı ümid edemeyeceğimize göre, felsefeye dair ciddî herhangi bir inceleme tarihsel araştırmayla konuya dayalı yaklaşımın bir sentezini ihtiva etmek durumundadır. Filozoflar, bir tarih bilgisi olmadan, asla ilerleme kaydedemezler. Onlar, bu hatalara daha önce de düşülmüş olduğunu farketmeden, aynı hatalara düşmeye devam ederler. ve birçok filozof kendi teorisini, daha önceki filozofların eserlerinde bulunan yanlışları görerek geliştirir. Dahası, bunun gibi kısa bir kitapta, bireysel düşünürlerin eserlerindeki derinliklerin hakkını vermek mümkün olamaz. Her bölümün sonunda teklif edilen ek okuma önerileri, burada tartışılan daha geniş bir tarihsel bağlam içine oturtmaya yardımcı olacaktır.

Felsefeyle Niçin Uğraşmalı?
Filozofların her daim yapageldikleri şey, oturup sözcüklerin anlamlarını tartışma konusu yapmak olduğu için, zaman zaman felsefeyle uğraşmanın hemen hiçbir anlamı olmadığı savunulur. Filozoflar önemli sonuçlara ulaşır görünmezler ve onların topluma katkıları yoktur. Onlar hâlâ eski Yunanlıları meşgul etmiş olan aynı soruları tartışmaktadırlar. Felsefe bir şeyleri değiştirir gibi görünmez; o herşeyi olduğu gibi bırakır.

Herşey bir yana, felsefeyle uğraşmanın bir değeri var mıdır? İşe hayatımızın temel kabullerini sorgulayarak başlamak tehlikeli bile olabilir: Sonuçta, herşeyi çok fazla sorgulamak suretiyle felce uğramış biri olarak, kendimizi hiçbir şey yapamaz hâle gelmiş hissedebiliriz. Gerçekten de, bir filozof karikatürü, Oxford ya da Cambridge'teki çalışma odasının rahat koltuğunda çok soyut düşüncelerle başa çıkmada başarılı, ama hayatın pratik problemlerinin üstesinden gelmede çaresiz kalan birinin, Hegel felsefesinin en karmaşık kesit ya da pasajlarını açıklayabilen fakat yumurta pişirmekten aciz bir kimsenin eleştirel ve alaycı tasviridir.

Sorgulanmış Hayat
Felsefeyle uğraşmanın önemli bir nedeni, onun varoluşumuzun anlamıyla ilgili temel soruları ele almasıdır. Çoğumuz, hayatımızın akışı içinde temel birtakım felsefi sorular sorarız. Niçin buradayım? Tanrı'nın varolduğunun bir delili var mıdır? Hayatımızın bir amacı bulunmakta mıdır? Bir şeyi doğru ya da yanlış kılan şey nedir? Hayatımız salt bir düş olabilir mi? Zihin bedenden faklı mıdır, yoksa bizler sadece birer fizikî varlık mıyız? Bilim nasıl ilerler? Sanat nedir? vb.

Felsefeyle uğraşan insanların çoğu, tek tek birimizin bu tür soruları ele alıp incelemesinin büyük bir önem taşıdığına inanır. Hatta bazıları, sorgulanmış bir hayatın yaşanmaya değer olmadığını öne sürer. Temel aldığı ilkeleri hiç sorgulamadan sıradan bir varoluşu devam ettirmek hiç bakımdan geçirilmemiş bir araba sürmeye benzeyebilir. Şimdiye kadar hep yeterince iyi bir biçimde çalışmış oldukları için, arabanızın frenlerine, direksiyon ve motoruna güvenmekte haklı olmuş olabilirsiniz, ama bu güvende bütünüyle haklı olmayabilirsiniz de. Fren pedalları hatalı olabilir ve sizin onlara en fazla ihtiyaç duyduğunuz bir anda iflâs edebilirler. Aynı şekilde, hayatınızı kendilerine dayandırdığınız ilkeler de bütünüyle sağlam olabilir, fakat siz bundan, onları incelemiş oluncaya dek, emin olmayabilirsiniz.

Dahası, hayatınızı kendilerine dayandırdığınız kabullerin sağlamlığından ciddî ciddî şüphelenmeseniz bile, düşünce gücünüzü hayata geçirmemekle yaşamızını fakirleştiriyor olabilirsiniz. Birçok insan kendilerine bu türden soruları sormanın ek bir çabayı gerektirdiğini veya rahatsızlık verici olduğunu üşünebilir. Ama diğerleri, meydan okuyucu felsefi sorulara cevap bulmak için güçlü bir arzu duyabilirler.

Düşünmeyi Öğrenme
Felsefeyle uğraşmak için başka bir neden de, onun oldukça geniş bir konular alanı üzerinde daha açık bir biçimde düşünmeyi öğrenmenin iyi bir yolunu sağlamasıdır Bir konunun lehindeki ve aleyhindeki argümanları analiz etmek suretiyle, hayatın diğer alanlarına taşınabilecek olan beceriler, tartışma ustalığı kazandığımız için, felsefî düşünmenin yöntemleri geniş bir alan meydana getiren bir durumlar çeşitliliği içinde çok yararlı olabilir. Felsefeyle uğraşan birçok insan felsefeden kazandığı tartışma ustalığını -düşünce açıklığının büyük bir değer taşıdığı- hukuk, bilgisayar programcılığı, iş danışmanlığı, kamu görevi ve gazetecilik gibi çok farklı mesleklerde de kullanmayı sürdürebilir. Filozoflar, insan varoluşunun doğası hakkında kazandıkları kavrayışları, sanat alanına döndükleri zaman da kullanabilirler: Bir dizi filozof romancı, eleştirmen, şair, film yapımcısı ve piyes yazarı olarak çok başarılı olmuştur.

Haz
Felsefeyle uğraşmayı haklılandıran bir diğer neden de, onun birçok insan için haz veren bir etkinlik olabilmesidir. Felsefe lehindeki bir savunma için söylenmesi gereken bazı şeyler vardır. Onun tehlikesi, felsefe etkinliği çapraz bulmacalar çözmeye eşdeğer bir faaliyete indirgeyen bir savunma gibi değerlendirilmesidir. Bazı filozofların konuya yaklaşımları zaman zaman şuna benzeyebilir: Karanlık mantıksal bulmacaları kendi içinde bir amaç olarak çözmek ve çözümlerini pek az insanın takip edebildiği özel uzman dergilerinde yayınlamak, bazı profesyonel filozoflarda bir saplantı hâline gelebilir. Diğer taraftan da, üniversitelerde çalışan bazı filozoflar kendilerini bir "iş"in bir parçası olarak görür ve çoğunluk çok vasatî olan çalışmalarını, sadece bu çalışmalar (yayınların niceliğinin terfiyi belirleyen bir faktör olması hasebiyle) kendilerine "yükselme" ve terfi elde etme imkânı vereceği için, basarlar. Onlar, adlarının yayınlanmış olmalarını görmekten, artan maaştan ve terfi ile birlikte gelen prestijden keyif alırlar. Yine de, felsefenin büyük bir bölümü, bereket versin, bu düzeyin üstüne çıkar.

Felsefe Zor Mudur?
Felsefe çoğu zaman, zor bir konu ya da disiplin olarak tanımlanır. Felsefeyle irtibatlandırılan, bizim bazılarından sakınabileceğimiz, çok çeşitli zorluk türleri vardır.

Herşeyden önce, profesyonel filozofların meşgul oldukları problemlerden birçoğunun oldukça yüksek bir soyut düşünce düzeyini gerektirdiği doğrudur. Ama aynı şey, hemen hemen her entellektüel faaliyet için geçerlidir: Felsefe bu bakımdan fizik, edebiyat eleştirisi, bilgisayar programcılığı, jeoloji, matematik veya tarihten hiç farklı değildir. Bunlarda ve diğer araştırma alanlarında olduğu gibi, konuya bir önemi olan özgün katkılar yapmanın zorluğu, sıradan insanların bilgisinin bu entellektüel faaliyetlerin temel yöntemlerini öğrenmekten alıkoymak için bir mazeret olarak kullanılmamalıdır.

Bununla birlikte, felsefeyle ilişkili, kendisinden sakınılabilecek ikinci bir güçlük türü daha vardır. Filozoflar her zaman iyi yazar olmayabilirler. Onlardan birçoğu kendi fikirlerinin son derece yoksul aktarıcısıdırlar. Bu, bazen onlar yalnızca oldukça küçük bir uzman okuyucular kitlesine erişmeyi amaçladıkları için, böyledir; bazen de, onlar konuyla derin bir tanışıklığı olmayanların kafalarını bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramayan karmaşık bir jargon kullandıkları için, ortaya böyle bir durum çıkar. Uzman terimleri profesyonel filozofların her daim kullandıkları belirli kavramları açıklamaktan kurtulmak bakımından yararlı olabilir. Bununla birlikte, profesyonel filozoflar arasında uzman terimlerini salt onları kullanmış olmak için kullanma gibi talihsiz bir eğilim vardır: Onlardan birçoğu, çok iyi İngilizce eşdeğerleri olsa bile, Latince deyimler kullanırlar. İçine tanışık olmadığımız sözcüklerin serpiştirildiği bir paragraf ev alışık olmadık şekillerde kullanılan bildik sözcükler ürkütücü olabilir. bazı filozoflar, kendileri için icad etmiş oldukları, felsefeyi gerçekte olduğundan çok daha zor bir konu olarak gösteren, bir dilde konuşmakta ve yazmakta gibi görünürler.

Ben bu kitapta, gereksiz bir jargondan kaçınmaya çalıştım ve yol aldıkça, karşılaşılan bütün bilinmeyen terimleri açıklamaya özen gösterdim. bu yaklaşım size, bölüm sonlarında yer alan okuma önerilerilerindeki daha zor felsefi yazılardan bazılarını anlamak için gerekli olan felsefi vokabüleri kazandıracaktır.

Felsefenin Yapabileceği Şeylerin Sınırları
Bazı felsefe öğrencileri, felsefeden, pek de makûl olmayan bir tarzda, çok fazla şey beklerler. Onlar, felsefenin kendilerine, insanın zor durumlarını tam ve ayrıntılı bir resmini sağlamasını isterler. Onlar, felsefenin kendilerine hayatın anlamını göstereceği ve kompleks varoluşlarımızın her boyutunu açıklayacağını düşünürler. Fakat, felsefeyle uğraşmak hayatlarımızla ilgili temel soruları aydınlığa kavuşturabilse de, felsefe, böyle bir şey sağlamaz. Felsefeyle uğraşmak, sanat, edebiyat, tarih, psikoloji, antropoloji, sosyoloji, siyaset ve bilimle meşgul olmaya bir alternatif değildir. Bu farklı konular insan hayatının farklı yönleri üzerinde yoğunlaşır ve bize farklı kavrayış türleri sağlarlar. Bir kimsenin hayatının bazı yönleri felsefi analize, ve muhtemelen başka türden bir analize de karşı koyar. Öyleyse, felsefeden çok daha fazla şeyde beklememek hususu önem taşımaktadır.

stargazete.com
**************************************
Hakkında/Nietzsche'nin Son Günleri

NİETZSCHE'NİN SON GÜNLERİ
Kendinden öte bir şeyi yaratmak isterken, ölenleri severim, demişti Zerdüşt. Nietzsche nin düşünce yoğunluğu, onu vakitsiz tüketip bitirmişti. Çağına karşı savaşı, zihninin dengesini bozmuştu. Kişinin çağındaki ahlâk sistemiyle savaşmak korkunç bir şey olmuştur daimâ. Öcünü alacaktır, içten de, dıştan da. Sonuna doğru, Nietzsche nin eserindeki acılık artmıştır. Fikirlere saldırdığı gibi insanlara da saldırmaya başlamıştır. Wagner e, İsa ya vb... Bilgelikteki gelişim, acılıktaki azalmayla kesin olarak ölçülür, diyordu. Ama kendi kalemine söz geçiremiyordu. Onu yiyip bitiren zehri en iyi şu söz ifâde eder: İnsanın, gülen tek hayvan oluşunun nedenini en iyi ben anladım galiba: Büyük işkenceyi en çok o çekiyor, o yüzden kahkahayı îcât etmek zorunda kalmış! Hastalık ve gittikçe artan körlük, sinir bozukluğunun fizyolojik yanıdır. Paranoyak izlenme korkusu ve büyüklük duygularına kapıldı.

Başkalarınca biraz beğenilecek olsaydı, bu eksiklik dolduran kendini övme önlenmiş olurdu ve Nietzsche nin görünüşü ve sağlığını daha iyi etkilerdi. Ama beğeni geç geldi. Hemen hemen herkes onu aşağılamış ve görmezlikten gelmişken, Taine gönül alıcı birkaç satır yazmıştı. Brandes Kopenhag Üniversitesinde, Nietzsche nin aristokratik radikalizmi üzerine ders verdiğini söylüyordu. Strindberg, Nietzsche nin fikirlerini oynuna uyguladığından söz ediyordu. Belki de hepsinden iyisi, adı bilinmeyen bir hayranının ona 400 dolarlık bir çek göndermiş olmasıdır. Ama ışık geldiğinde, Nietzsche nin gözü de, rûhu da görmez olmuştu. Umudunu yitirmiş bulunuyor, yine de Vaktim henüz gelmemiş, diye yazıyordu. Ancak yarından sonraki gün benim.

1889 ocağında Torino da inme indi. Sallana sallana tavan arasındaki odasına çıkıp, çılgınca mektuplar yazmaya başladı: Cosima Wagner e üç kelime: Ariadne, seni seviyorum, Brandes a, altına Çarmıha Gerilen diye imzaladığı daha uzun bir mektup yazdı. Burckhardt ile Overbeck e öyle garip mektuplar gönderdi ki, Nietzsche piyanosu başında tuşlara dirsekleriyle vuruyor ve Diyonizos sarhoşluğu içinde kendinden geçmiş, şarkı söylüyor, ağlıyordu.

İlkin akıl hastanesine kaldırdılar. Ama çok geçmeden annesi gelip onu çıkarmak istedi. Bağışlar bir davranışla, oğluna kendisini bakacağını söyledi. Ne sahne! Çocuğunun, kendi inançlarından ayrılmasına kırgın, ama sabırlı bir biçimde dayanmış olan sofu kadın, oğluna karşı sevgisini yitirmemiş. Kadın 1897 de öldü. Bu defa kız kardeşi Nietzsche yi yanına alıp Weimar a götürdü. Orada Kramer onun heykelini yaptı. Bir zamanın o güçlü zihnini bitkin, çaresiz, alın yazısına katlanmış bir biçimde gösteren acıklı heykel. Genellikle mutsuz değildi yine de. Aklı yerindeyken görmediği rahata ve sükûnete kavuşmuştu. Doğa ona acımış, cinneti göndermişti. Kız kardeşinin kendisine bakarken ağladığını görmüştü bir ara ve göz yaşlarının nedenini anlamamıştı: Lisbeth! dedi, niçin ağlıyorsun? Mutlu değil misin? Ve bir ara kitaplardan söz edildiğini duymuştu. Yüzü aydınlandı bir an. Yaa! diye bağırdı, Ben de birkaç güzel kitap yazmıştım, derken o aydınlık an kayboluverdi.

1900 yılında öldü. Dehâsı için onun kadar bedel ödeyen olmamıştır.

1 yorum:

Sosyalmedya ihtiyaçları dedi ki...

çok bşarılı bir yazı olmuş kaleminize sağlık