Blogda Ara

1.09.2008

TAN KIZILLIĞI...

“Henüz belirmemiş olan birçok sabah kızılı vardır.”
Rigveda

Önsöz

1.
Bu kitapta bir “yeraltı çalışanını” bulacaksınız; burgulayan, kazan, toprağın altını oyan bir
kimseyi. Onu ancak böyle bir dip çalışmasını görecek gözleriniz varsa görebilirsiniz: Işığın ve
havanın her uzun süreli eksikliğiyle birlikte ortaya çıkan sıkıntı, kendini aşırı derecede
göstermeden ne denli yavaş, ihtiyatlı ve yumuşak bir inatçılıkla ilerliyor o. Kendisinin bu
karanlık işinden memnun olduğunu söyleyebilirsiniz. Ona bir inan yol gösteriyor, bir teselli
ödüllendiriyor gibi gözükmüyor mu? Belki de kendi uzun karanlığının olmasını istiyor,
anlaşılmazlığının, gizliliğinin, gizemliliğinin. Çünkü kendisinin neye sahip olacağını da
biliyor: kendi sabahına, kendi kurtuluşuna, kendi tan kızılına?... Mutlaka geri dönecek. Ona
aşağıda ne yaptığını sormayın. Görünürdeki bu Trophonios ve yeraltılı yeniden “insan
olunca” size onu kendisi söyleyecek. Onun gibi bu kadar uzun süreyle köstebek olunca insan,
yalnız olunca, susma alışkanlığını tümden yitiriyor…
2.
Sabırlı dostlarım, size, kolaylıkla bir anma konuşması, bir ölüm töreni nutku olabilecek bu
gecikmiş önsözde aşağıda ne yapmak istediğimi gerçekten anlatmak istiyorum. Çünkü ben
geri geldim — paçayı kurtardım. Sizi de aynı tehlikeli girişime zorlayacağımı sanmayın! Ya
da sadece aynı yalnızlığa! Çünkü kim kendine bu tür yolları seçerse, hiç kimseyle
karşılaşmaz: Bunu da “kendi yolları” ortaya çıkarıyor. Bu konuda kimse ona yardım elini
uzatmıyor. Tehlike, kaza, kötülük ve fırtına gibi karşılaştığı her tehlikeyle tek başına başa
çıkmak zorundadır. İşte onun kendisi için seçtiği yolu var ve bu kendisi içine ilişkin acı
zaman zaman duyduğu bıkkınlık ne kadar da anlamsız: Örneğin bizzat kendi arkadaşları onun
nerede olduğunu, nereye gittiğini tahmin edemeyip arada sırada kendi kendilerine: “Aslında o
nasıl gidiyor? hala bir yolu... var mı?” diye soruyorlarsa, bunu bilmenin ne yararı var? —
Vaktiyle herkesin yapamayacağı şeyleri yapardım. Derinlere inip, toprağın altını deliyordum,
eski bir güveni, biz filozofların birkaç bin yıldan beri en sağlam temel üzerine inşa eder gibi
üzerine kurmaya özen gösterdiğimiz güveni araştırıp ortaya çıkarmaya başlamıştım... şimdiye
dek kurulan her bina çökmüş olmasına karşın, tekrar tekrar üzerine gidiyordum: Ahlaka olan
güvenimizi sarsmaya başlamıştım. Ama beni anlamıyorsunuz?
3.
Bugüne değin iyi ve kötü üzerine en berbat düşünceler ortaya kondu. Bu, her zaman çok
tehlikeli bir şey oldu. Vicdan, iyi bir şöhret, cehennem; duruma göre polisin bizzat kendisi
önyargısızlığa izin vermiyordu ve vermiyor. İşte günümüz ahlakı üzerine, her otorite
karşısında alınan tavırda olduğu gibi, düşünmemek, pek de konuşmamak gerekiyor: Burada...
itaat edilir! Dünya var olduğundan bu yana, hiçbir otorite kendisinin eleştiri konusu
yapılmasına istekli görünmemiştir. Ve hem de ahlakı eleştirmek, ahlakı bir sorun, sorunlu bir
şey olarak ele almak: Nasıl olur? Bu ahlak dışı değil miydi... şimdi değil mi? — Ama ahlak,

2


eleştiren elleri ve işkence aletlerini kendisinden uzak tutmak için sadece her türlü korku
aracına hükmetmekle kalmaz: Onun güvencesi, kullanmasını çok iyi bildiği bir tür göz
boyama sanatında yatar... nasıl “coşturulacağını” bilir. Sık sık, tek bir bakışla eleştirici iradeyi
felç etmeyi, hatta kendi tarafına çekmeyi başarır. Onun kendine karşı tavır almasını başardığı
durumlar da var: Bunun sonucunda irade, tıpkı bir akrep gibi kendini sokar. Ahlak, ta
başlangıçtan beri ikna etme sanatındaki bütün şeytanlıkları bilir. Bugün bile onun yardımına
başvurmayan hiçbir konuşmacı yoktur. (Örneğin anarşistlerimizin konuşmalarını dinliyoruz:
ikna edebilmek için nasıl da ahlaksal konuşuyorlar! En sonunda kendilerini ziyadesiyle “iyi
ve adil” kimseler olarak tanıtıyorlar.) Ahlak, ta başından beri, dünya üzerinde insanlar
konuşup ikna edegeldikleri süre içinde, baştan çıkarmanın en büyük ustası olduğunu
kanıtladı... ve gerçek filozofların circe’si* olarak biz filozofları ilgilendiren şey. Platon’dan
başlayarak bütün felsefi yapı ustaları Avrupa’da neden boşuna inşa ettiler? Kendilerinin
dürüst ve ciddi bir şekilde aere perennius olarak değerlendirdikleri her şey yıkılma tehdidi
altında değil mi, ya da çoktan beri yıkıntıların altında yatmıyor mu? Ah, bugün hala bu soruya
verilmek için hazır tutulan cevap ne kadar da yanlış, “çünkü bütün bunların içinde önkoşul
ihmal edilmişti, temelin sınanması, aklın bütününün bir eleştirisi”... Kant’ın biz modern
filozofları gerçekten pek sağlam olmayan ve biraz da yanıltıcı bir zemin üzerine çeken o
talihsiz cevabı! ( — Ve tamamlayıcı bir soru olarak sorulursa, bir aracın kendi isabetliliğini ve
elverişliliğini eleştirmesini istemek biraz garip olmuyor mu? Aklın kendi değerini, kendi
gücünü, kendi sınırlarını “bilmesini” istemek, hatta bu biraz da saçma değil mi?. ..) Doğru
cevap, tercihen bütün filozofların, ahlakın baştan çıkarmasının etkisiyle kurdukları biçiminde
olurdu, Kant da dahil, anlaşılan onların niyetleri kesinliği, “gerçeği”, ama esasen “majestesel
ahlaksal yapıyı” hedef alır, eğer bir kez daha Kant'ın masum diliyle ifade edelim dersek;
kendisi onu “majestik ahlaksal yapıya düz ve sağlam bir zemin” hazırlamak için kendine ait
“pek o kadar da parlak olmayan, ama yine de yararlı” bir görev ve iş olarak nitelendirir (Saf
Aklın Eleştirisi II, s. 257). Ah, bununla başarılı olamadı, tam tersi oldu!... Bugün bunu
söylememiz gerekiyor. Kant bu coşkulu amacıyla diğer çağlardan daha coşkulu sayılabilecek
çağının en uygun çocuğuydu: Bereket versin ki o çağın değerli yanlarıyla da ilişkisi olmuştur
(Örneğin kendi bilgi kuramına aldığı iyi bir duyumculuk parçasıyla). Onu da bir ahlak
tarantulası olan Rousseau sokmuştu, onun ruhunun derinliklerinde de ahlaksal fanatizm
düşüncesi yatıyordu, infazcısı ise kendisini bir başka genç Rousseau olarak hisseden ve
açıklayan kişi, yani Robespierre’di, “de fonder sur la terre l’empire de la sagesse, de la
justice et de la vertu” (7 Haziran 1794 tarihli konuşma). Öte yandan o, kalbinde böylesine bir
Fransız fanatizmi olduğu halde, daha bir Fransız özelliği taşımadan, daha derin ve daha esaslı
olmadan Kant'ın yaptığından daha Alman gibi yapılamazdı... eğer “Alman” sözcüğünün
bugün bu anlamda kullanılmasına izin veriliyorsa. Kendi “ahlak diyarına” yer temin etmek
için kendini ispatlanamaz bir dünya, mantıksal bir “öbür dünya” kurmak zorunda hissetti...
işte bunun için kendi saf aklının eleştirisine ihtiyacı vardı! Başka şekilde ifade edersek: Eğer
bir şey onun için her şeyden daha önemli olmasaydı, buna ihtiyacı olmazdı, “ahlak diyarını”
akıl için saldırılamaz, daha da iyisi dokunulamaz yapmak için... nesnelerin ahlaksal düzenine
akıl yoluyla müdahale edilebileceğini çok güçlü bir şekilde duyumsadı! Çünkü doğa ve tarih
karşısında, doğa ve tarihin temelden ahlaksızlığı karşısında Kant, eskiden beri her iyi Alman
gibi, kötümserdi; ahlaka inanıyordu, ama doğa ve tarih tarafından ispatlandığı için değil,
aksine buna rağmen, ona doğa ve tarih aracılığıyla hep karşı çıkıldığı için inanıyordu. İnsan
bu “buna rağmen ki” yi anlamak için Luther’deki benzer bir şeyi hatırlayabilir, bir kez bütün
Lutherci gözüpeklikle bunu arkadaşlarına hararetle öneren öbür büyük kötümserdeki benzer
şeyi: “Eğer insan bu kadar kızgınlık gösteren ve kötülük yapan tanrının ne kadar merhametli
ve adaletli olduğunu akılla kavrayabilseydi, inanca gereksinimi olur muydu?” O zamandan
beri hiçbir şey Alman ruhu üzerinde bu kadar etki yapmadı; hiçbir şey onu bu tehlikeli
çıkarımlardan daha çok “baştan çıkarmaya çalışmamıştır” ki, bu her gerçek Roman* için tine


3


karşı işlenmiş bir günah demektir: "credo quia absurdum est".* Bununla Alman mantığı
Hıristiyan dogma tarihinde ilk kez ortaya çıkar. Ama hala bugün bile, bin yıl sonra, bugünün
Almanları olarak bizler, her bakımdan sonraki Almanlar — Hegel’in zamanında, Alman
tininin Avrupa’ya galip gelmesini sağlayan ünlü gerçek diyalektik temel cümlesinin arkasında
bulunan hakikatin, birazının, hakikat olasılığının birazının kokusunu alırız... “Çelişki dünyayı
hareket ettirir, her şey kendisiyle çelişmektedir”...: İşte biz, mantık konusunda bile
kötümseriz.


Circe: Yunan mitolojisine göre erkekleri baştan çıkaran kadın.
Roman: Latin milletlerinden olan kimse.
"credo quia absurdum est": İnanıyorum çünkü mantıksızdır... Tanrısal vahyin belirli bir
anlayışının nitelenmesi.


4.
Ama kuşku cesaretimizin nüfuz edebileceği en temel ve en esaslı olanlar mantıksal değer
yargıları değildir: Bu yargılara akla güvenerek varılıyor ve geçerliliklerini de akla güvenerek
kazanıyorlarsa, o zaman güven, ahlaksal bir fenomendir... Alman kötümserliği acaba artık son
adımını atacak mı dersiniz? Belki o bir kez daha, verimli bir şekilde credosunu ve
absurdumunu yan yana koymak durumunda kalacak? Ve eğer bu kitap ahlak konusunda,
ahlaka güven konusunda kötümser ise... aslında bu Özelliğiyle bir Alman kitabı olması
gerekmez mi? Çünkü gerçekten bir çelişkiyi ortaya koyuyor ve bundan korkmuyor: Bu kitapta
ahlaka güvenden vazgeçiliyor... peki neden? Ahlaklılık yüzünden! Ya da onun içinde... bizim
içimizde.., olan biteni nasıl adlandıralım? Çünkü gönlümüz daha mütevazı kelimeleri tercih
eder. Ancak, bize de hala “yapacaksın” dendiği ve bizim de hala üzerimizde bulunan katı bir
yasaya boyun eğdiğimiz şüphe götürmez... ve bu ise kendisini hala duyurmakta olan onunla
yaşamaya alıştığımız son ahlak; ister burada olsun, ister herhangi bir yerde; biz de hala vicdan
sahibi insanlarız: Gerçekte biz, bizim için eski ve çürük olan bir şeye, herhangi bir
“inanılmaza”, buna ister tanrı densin, ister erdem, ister hakikat, ister hakkaniyet, ister
yakınlarını sevmek, dönmek istemiyoruz; eski ideallere uzanan yalan köprüleri kurulmasına
izin vermiyoruz; bize aktarılmak ve karıştırılmak istenen her şeye can düşmanıyız; bugünkü
tarzda her çeşit inanca ve Hıristiyanlığa düşmanız; nerede ise tüm romantizme ve
yurtseverliğe düşmanız; artık inanmadığımız halde bizi ibadet etmek için ikna etmeye çalışan
artist zevklerine, artist vicdansızlığına da düşmanız... çünkü biz artistiz... kısaca “yukarıya
çeken” ve böylelikle de ebediyen “aşağıya indiren” bütün Avrupa feminizmine (eğer kulağa
daha iyi geliyorsa idealizmine) düşmanız: — Sadece bu vicdanın insanları olarak kendimizi
binlerce yıllık Alman dürüstlüğü ve sofuluğu ile akraba hissediyoruz, her ne kadar onların en
tartışmalı ve son evlatları isek de, biz töretanımazlar, bugünün tanrısızları, hatta bir anlamda
onların mirasçıları olarak, en içsel istemlerinin, kötümser bir istemin icracısıyız; dediğim gibi,
kendisini yalanlamaktan korkmayan, çünkü zevkle yalanlayan bir istemin icracısıyız! Bizde,
bir formül istediğinizi varsayarsak... ahlakın kendi kendini ortadan kaldırması gerçekleşir...
5.
— Ama son bir şey daha: Hangi amaçla ne olduğumuzu, ne istediğimizi, ne istemediğimizi,
böyle yüksek sesle ve gayretkeşlikle söylemek zorunda kalıyorduk ki? Onu daha soğuk, daha
uzak, daha akıllı, daha yüksek görelim, o zaman gizlice aramızda konuştuğumuz gibi, onu
bütün dünya duymasın, bütün dünya bizi duymasın, deriz! Her şeyden önce bunu yavaşça
söyleriz... Bu önsöz geç kaldı, ama çok geç de sayılmaz, aslında beş altı yıldan ne çıkar ki?
Böyle bir kitap, böyle bir sorun aceleye getirilmez; bunun da ötesinde, ikimiz de lento’nun
arkadaşlarıyız, hem ben, hem de kitabım. Boşuna filolog olmadım, belki de hala öyleyimdir,
yavaş okumayı öğreten demektir bu: — sonunda yavaş yazmaya da başladım. Şimdi artık bu

4


bende sadece alışkanlık haline gelmiş değil, bandan zevk de alıyorum... acaba kötü bir zevk
mi?... “Acelesi olan” her tür insanı şüpheye düşürmemek için daha fazla yazmamalı. Filoloji
esasen saygıdeğer bir sanattır, kendisini bu sanata adayanlardan başlıca bir şey ister: yol
vermek, kendine zaman tanımak, sessiz ve yavaş olmak... kelimenin bir kuyumcusu ve uzmanı
olarak, tümüyle ince, titizlikle yapılan işi bitirmek zorundadır ve eğer onu lento’ya
ulaştıramamışsa, hiçbir şeye erişememiş demektir. Özellikle bu nedenle filoloji bugün, her
zaman olduğundan daha gereklidir. İşte bu sayede bizi şiddetle kendine çekiyor ve büyülüyor,
bir “iş” çağının ortasında şunu söylemek istiyor: Her şeyin “işini hemen bitirmek” isteyen
telaş, gereksiz ve terletici acelecilik, eski ve yeni kitabın da canına okumak ister: — Kendisi
hiçbir şeyi öyle kolay bitiremiyor, iyi okumayı öğretiyor, yani yavaş, derin, ihtiyatlı, özenli,
art niyetle, açık bırakılmış kapılarla, narin parmaklarla ve gözlerle okumayı... Sabırlı
dostlarım, bu kitap kendisi için yetkin okurlar ve filologlar diliyor: Beni iyi okumayı öğrenin!

Cenova yakınında Ruta, 1886 yılı sonbaharı

BİRİNCİ KİTAP

1.
Tamamlayıcı Akılcılık. — Uzun yaşayan her şey yavaş yavaş akılla öylesine doldurulur ki, bu
sayede akılsızlıktan gelen kökeni ihtimal dışı kalır. Bir oluşumun hemen hemen her doğru
tarihi duygularımızda çelişkili ve bağışlanmaz bir etki bırakmıyor mu? İyi tarihçi de esasen
sürekli karşı çıkmaz mı?
2.
Bilgelerin Önyargısı. — Bütün çağların insanlarının neyin iyi, neyin kötü, neyin övgüye değer
ve neyin yergiye layık olduğunu bildiklerine inandıkları konusunda bilgeler doğru bir yargıda
bulunmuşlardır. Ama, biz şimdi geçmişte herhangi bir zamandakinden daha iyi biliyoruz,
görüşü, bilgelerin bir önyargısıdır.
3.
Her Şeyin Bir Zamanı Var. — İnsan her şeye bir cinsiyet atfettiği zaman, oynadığını değil,
derin bir anlayış kazandığını düşünüyordu: — Korkunç boyutlardaki bu yanılgısını çok geç
itiraf etti ve belki de hala bütünüyle itiraf etmedi. — Keza insan var olan her şeyi ahlakla
ilişkilendirdi ve dünyanın omuzlarına etik bir anlam yükledi. Bunun, günün birinde, bugün
güneşin erkek mi yoksa dişi mi olduğu konusundaki düşünceden daha fazla bir değeri
olmayacak.
4.
Alanların Düşlenen Uyumsuzluğuna Karşı. — Pek çok yanlış ihtişamı yeryüzünden yeniden
kaldırmamız gerekiyor, çünkü bu bizden hak talep eden her şeye karşı haksızlıktır! Bizi buna
dünyayı olduğundan daha uyumsuz görmemek isteği mecbur ediyor!
5.
Müteşekkir Olun! — İnsanlık günümüze gelene dek büyük bir başarı elde etti: Artık vahşi
hayvanlardan, barbarlardan, tanrılardan ve düşlerimizden sürekli olarak korkmamıza gerek
kalmamıştır.
6.

5


Hokkabaz ve Karşıtı. — Bilimdeki hayret uyandırıcı şey, hokkabazın sanatındaki hayret
uyandırıcı şeyin karşıtı konumundadır. Çünkü hokkabaz, gerçekte eylem olarak çok karmaşık
olan bir nedenselliği çok basit bir nedensellik olarak görmemizi sağlar. Buna karşın bilim, bizi
basit nedenselliklere olan inancımızdan vazgeçirmeye zorlar. Hem de bunu her şeyin tam
kavranabilir gözüktüğü yerde ve bizim görünüşün soytarısı olduğumuz durumda yapar. Ve
“en basit” şeyler çok karmaşıktır... doğrusu bu konuda yeterince şaşırmamak insanın elinde
değil!

7.
Mekan Duygusunun Başka Bir Şekilde Öğrenilmesi. — İnsanın mutlu olmasına gerçek şeyler
mi, yoksa kurmaca şeyler mi daha çok katkıda bulundu? Kesin olan şu ki, en büyük mutluluk
ile en derin mutsuzluk arasındaki alanın genişliği ancak hayal edilen şeylerle oluşturulmuştur.
Hal böyle olunca bu tür mekan duygusu, bilimin etkisiyle sürekli küçüldü: Bilimden
öğrendiğimiz ve öğretmeye de devam ettiğimiz üzere, dünyayı küçük olarak, hatta güneş
sistemini bir nokta olarak duyumsuyoruz.
8.
Transfiguration*. — Çaresizce çile çekenler, karmaşık rüyalar görenler, doğa üstü şeylere
tutkun olanlar, — bunlar Rafael’in insanoğlunu ayırdığı üç derecedir. Artık dünyaya böyle
bakmıyoruz... ve şimdi olsa Rafael de o zamanki gibi bakamazdı: Yeni bir transfigürasyonu
gözleriyle görürdü.
Transfiguration: Peygamber İsa’nın tebdil-i suret etmesi. Şekil değiştirme.

9.
Geleneğin Ahlaklılığı Kavramı. — İnsanoğlunun binlerce yıllık yaşam tarzı ile
karşılaştırıldığında, bugünün insanları olarak biz, çok ahlaksız bir zamanda yaşıyoruz:
Ahlakın gücü şaşılacak ölçüde zayıfladı ve ahlaklılık duygusu öylesine nazikleştirildi ve
öylesine yükseltildi ki, onu neredeyse uçup gitmiş sayabiliriz. Bundan dolayı dünyaya geç
gelen bizler için ahlak oluşumunun temel bilgilerini anlamak zor oluyor, buna rağmen onları
bulursak, dilimize yapışıp kalıyor ve dışarı çıkmak istemiyorlar: Çünkü kulağa kaba tınlama
veriyorlar! Ya da çünkü ahlaklılığa iftira eder gibi görünüyorlar! Örneğin şu temel ilkede
olduğu gibi: Ahlaklılık törelere itaat etmekten başka bir şey değildir (özellikle artık değildir),
töreler ne tür olurlarsa olsunlar bu ilke değişmez; bununla birlikte töreler geleneksel tarzda
davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlak
yoktur; ve gelenek yaşamı ne denli az belirlerse, ahlaklılık çemberi de o denli küçülür. Özgür
insan ahlaksızdır, çünkü o her bakımdan geleneğe değil, kendisine bağlı olmak ister: “Kötü”,
insanoğlunun ilk zamanlarındaki bütün durumlarında “bireysel” , "bağımsız” , “keyfi” ,
“alışılmamış” , “ öngörülmemiş” , “hesaplanamaz” anlamlarına gelir. Hep bu tür durumların
ölçüleriyle ölçülür: Gelenek emrettiği için değil, başka güdülerle eylemde bulunulur (örneğin
kişisel çıkardan dolayı), hatta geleneğin vaktiyle oluşturduğu güdülerden dolayı da yapılır; o
zaman buna ahlaksızlık denir ve yapan kişi tarafından da öyle anlaşılır: Çünkü geleneğe
boyun eğildiği için yapılmamıştır. Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden
dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. — Gelenek
duygusuyla korku duygusu birbirinden nerede ayrılır? O emredici yüksek bir akıldan,
kavranılamayan, somut olmayan bir güçten, kişiselden daha fazla bir şey olandan korkmadır...
bu korkuda batıl inanç var. — Kökende sağlığın, evliliğin, tedavi sanatının, ziraatın, savaşın,
konuşmanın ve susmanın, insanların bir birleriyle ve tanrılarla olan ilişkilerinin bütün eğitim
ve bakımı ahlak alanına giriyordu. Ahlak, insanın kendisini birey olarak düşünmeden,

6


kurallara uymasını istiyordu. Başlangıçta her şey gelenekti ve onu aşmak isteyen kimse ya
kanun koyucu, ya büyücü, ya da bir çeşit yarı tanrı olmak zorundaydı: Yani örf ve adetler
koymak zorundaydı... korkunç, hayati tehlike yaratan bir şey! — En ahlaklı olan kim? Önce
yasaya en çok boyun eğen kimse: Yani bilincini sağa sola ve her küçük zaman dilimine
taşıyarak hep yasaya uyacak işlere katlanan Brahman gibi biri. Sonra ona en zor durumlarda
bile boyun eğen kimse. En ahlaklı olan kimse, kendini töreye en çok feda eden kimsedir. Peki
en büyük özveri hangisidir? Bu sorunun yanıtlanmasından sonra birbirinden farklı çok sayıda
ahlaklılık kavramları ortaya çıkmaktadır; ama hala en önemli fark olarak ahlaklılığı en zor
boyun eğmeden en çok boyun eğmeyi ayıran fark olmaya devam ediyor. Geleneğe en zor
boyun eğmeyi ahlaklılığın bir belirtisi olarak isteyen ahlak güdüsü sizi yanıltmasın! Bireyin
kendini aşması, bireye sağlayacağı yararlı sonuçlardan dolayı değil, bireysel olan bütün karşı
zevklere ve çıkarlara rağmen ahlak, gelenek egemen görünsün diye talep edilir: Birey kendini
feda etmelidir... geleneğe bağlı ahlaklılık bunu gerektirir. — Öte yandan Sokrates’in ayak
izlerinden giden ahlakçılar gibi ahlakçılar, kendine hakim olmayı ve yetingenliği bireyin
kendi yararı için, mutluluğu için çok kişisel anahtar olarak tavsiye ederler ki, bunlar bir
istisna oluşturur... ve eğer bu bize başka türlü görünürse, nedeni, onların etkisi altında
yetiştirilmiş olmamızdır: Onların hepsi, töre ahlaklılığının bütün temsilcileri hiç de tavsiye
etmedikleri halde, yeni bir yolda yürüyorlar.., ahlaksız olarak kendilerini cemaatten
ayırıyorlar ve bunlar kötünün de kötüsüdürler. Aynı şekilde, erdemli bir Romalıya “her şey
den önce kendisi için ikbal peşinde olan” her Hıristiyan... kötü olarak görünürdü. — Bir
cemaatin ve dolayısıyla töresel ahlaklılığının bulunduğu her yerde, törenin çiğnenmesi halinde
ceza verme görevinin her şeyden önce cemaate ait olduğu düşüncesi egemendir: ifadesi ve
sınırı çok zor kavranan ve batıl inanç korkusuyla araştırılmış doğa üstü bir cezadır bu. Cemaat
bireyi işlediği fiilin sonucunda yakınlarına ya da cemaate verdiği zararı tekrar düzeltmesi için
zorlayabilir; işlediği fiilin sözde etkisi olarak cemaatin üzerinde tanrısal öfke bulutlarının ve
hiddet fırtınalarının toplanmasına neden olduğu için kişiden bir çeşit intikam da alabilir... ama
kişinin suçunu her şeyden önce kendi suçuymuş gibi görür ve onun cezasını kendi cezasıymış
gibi duyumsar... “Eğer bu tür fiiller mümkün olmaya başladıysa, töreler gevşedi diye herkesin
ruhunda feryatlar başlar.” Her bireysel eylem, her bireysel düşünce şekli dehşet uyandırır; tam
olarak da, en nadir, en seçkin, en köklü ruhların tarihin akışı içinde hep kötü ve tehlikeli
olarak algılanmış olmaktan dolayı ne tür acılara katlandıklarını tahmin etmek mümkün
değildir, hatta bunlar kendi kendilerini böyle algılıyorlardı. Töresel ahlaklılığın egemenliği
altında her türlü özgünlük vicdansızlaştı; bu ana kadar en iyi kimselerin ufku, olması
gerektiğinden daha da çok karardı.

10.
Ahlaklılığın Anlamı ile Nedenselliğin Anlamı Arasındaki Karşı Hareket. — Nedenselliğin
anlamı arttığı ölçüde ahlaklılığın alanının kapsamı daralır: Çünkü insan gerekli etkileri
kavrayıp, bütün rastlantılardan, ve buna ilişkin sonra olacaklardan ayırarak (post hoc)
düşünmeyi öğrenince, şimdiye değin törelerin temeli olarak kabul edilen birçok fantastik
nedenselliği tahrip eder — gerçek dünya fantastik dünyadan çok daha küçüktür — ve her
defasında dünyadan bir parça korkaklıkla zorlama ve yine her seferinde bir parça da törenin
otoritesine duyulan saygı kaybolur: Ahlaklılık büyük ölçüde kaybetti. Buna karşın onu
artırmak isteyen kimse, başarıların kontrol edilebilmesi için korumayı bilmek zorundadır.
11.
Halk Ahlakı ile Halk Hekimliği. — Bir cemaatte geçerli olan ahlak üzerinde herkes kesintisiz
olarak çalışır: Çoğu insan iddia edilen neden sonuç ilişkisi, suç ile ceza ilişkisiyle ilgili olarak
örnek üzerine örnek verip, bunu uygun nedenlere bağlamış olarak onaylayıp inancını
kuvvetlendirir: Kimileri eylemler ve sonuçlar üzerine yeni gözlemlerde bulunarak bunlardan

7


sonuçlar ve yasalar çıkarır: Çok az sayıda kişi arada sırada itiraz ederek bu noktalarında
inancı zayıflatır. — Ama hepsi faaliyetlerinin bütünüyle kaba ve bilimsellikten uzak tarzıyla
birbirine benzer; ister örnekler, göz lemler ya da itirazlar olsun, ister bir yasanın kanıtı,
güçlendirilmesi, ifadesi, çürütülmesi olsun, — bütün halk hekimliğinin malzemesinde ve
biçiminde olduğu gibi değersiz malzeme ve değersiz biçimdir. Halk hekimliği ve halk ahlakı
bir bütündür ve hala hep yapılmakta olduğu gibi artık öyle ayrı ayrı değerlendirilmeleri yanlış
olur: Her ikisi de en tehlikeli sözde bilimdir.

12.
İlave Olarak Sonuç. — Eskiden bir eylemin başarısının bir sonuç olduğuna değil, bir ilave
olduğuna inanılırdı... yani tanrının yaptığı bir ilave. Bundan daha büyük bir şaşkınlık
düşünülebilir mi? İnsan eylem ve başarı için özellikle çok değişik yollarla ve uygulamalarla
çaba sarf etmek zorundaydı!
13.
İnsan Irkının Yeni Eğitimine Doğru. — Siz yardımsever ve iyi niyetli insanlar, bütün dünyayı
istila etmiş olan ceza kavramının uzaklaştırılmasına yardım edin! Ondan daha kötü bir yabani
ot yok. Sadece eylem tarzlarımızın sonuçlarına aşılanmadı... ve neden ve etkiyi, neden ve ceza
olarak anlamak ne kadar da dehşet verici ve mantığa ters bir durum! — Ama daha ileri gidildi
ve olayın tamamen saf rastlantısal karakteri, kavramının bu alçakça yorumlama sanatıyla,
masumiyetinden edildi. Evet, delilik o denli ileri götürüldü ki, yaşamın bizzat kendisi ceza
olarak duyumsanır oldu. — Durum, insan ırkının eğitimini bugüne kadar sanki gardiyanlar ile
cellatlar yönetmiş gibi görünüyor!
14.
Ahlaklılık Tarihinde Çılgınlığın Anlamı. — Eğer insanoğlunun kurduğu cemaatler, bizim
zaman hesabımızla binlerce yıl ötesinden ve bütünüyle bugüne değin “töresel ahlaklılığın”
ağır baskısına rağmen yaşadılarsa (biz küçük bir istisnalar dünyasında ve aynı zamanda
kötülük bölgesinde yaşıyoruz)... eğer diyorum, buna rağmen yeni ve genel çizgiden sapan
düşünceler, değer yargıları ve tepiler tekrar tekrar patlak vermişse, bu, dehşet verici bir
rehberliğin yönetiminde olmuştur: Hemen hemen her yerde yeni düşüncelere yol açan, saygı
duyulan bir geleneğin ya da batıl inancın büyüsünü bozan bir çılgınlık var. Bunun neden bir
çılgınlık olması gerektiğini kavrıyor musunuz? Sesinde ve jestlerinde havanın ve denizin
şeytani mizacındaki gibi öyle korkunç ve ne yapmak istediği kestirilemeyen bir şey; ve
bundan ötürü benzer korkuya ve gözleme değer oluşunu kavrıyor musunuz? Açık seçik olarak
tümüyle istemdışılığın belirtisini taşıyan, tanrısallığın maskesinin ve ağız borusunun
çılgınlığını karakterize eden saralının kasılması ve köpükleri gibi görünen bir şey olduğunu
kavrıyor musunuz? Yeni bir düşünce sahibine artık vicdan azabı değil, onun kendisine karşı
hürmet ve dehşet veren ve onu düşüncesinin peygamberi ve şehidi olmaya zorlayan bir şey
olduğunu kavrıyor musunuz? — Bugün bize hala durmadan, dehaya bir tuz tanesi yerine bir
kuruntu otu tanesi eşlik eder, diye öğretilirken, eski insanlar daha çok nerede çılgınlık varsa,
orada bir deha tanesi ve bilgelik olduğunu düşünürlerdi... insanların kendi kendilerine
“tanrısal” bir şey diye fısıldadıkları gibi. Ya da daha çok: Yeterince yüksek sesle ifade
edilirdi. Platon, bütün eski insanlığıyla: “Malların en büyükleri çılgınlık sayesinde
Yunanistan’a geldi”, demişti. Bir adım daha atalım: Dayanılmaz bir şekil de herhangi bir
ahlaklılığın boyunduruğunu kırıp yeni yasalar koymak isteyen üstün insanlara, eğer gerçekten
çılgın değillerdiyse, kendilerini çılgın yapmaktan, ya da çılgınmış gibi göstermekten başka
çare kalmıyordu... yani sadece dini ve siyasi yönetmelik alanında değil, bütün alanlardaki
yenilikçiler için geçerlidir: — Hatta şiir veznini yenileştiren kimsenin de kendine çılgınlık
onayı alması gerekiyordu. (Çok hoşgörülü zamanlara kadar şairlerin elinde bundan belli bir

8


çılgınlık geleneği kaldı: Örneğin Solon, Atinalıları Salamin’i tekrar fethetmeleri için
kışkırttığı zaman bu geleneğe gönderme yaptı.) — “İnsan çılgın değilse ve öyle görünmeye
cesaret edemiyorsa, kendini nasıl çılgın yapar?” Eski uygarlığın hemen hemen bütün önemli
insanları bu korkunç düşünceyle meşgul oldular. Suçsuzluk, hatta böyle bir düşüncenin ve
planın kutsallığı duygusunun yanın da hile ve diyetetik işaretlerin gizli öğretisi de bu zemin
üzerinde kök salıp serpilmeye devam etti; Kızılderililerde büyücü, Ortaçağ Hıristiyanlarında
aziz, Grönlandlılarda Angekok, Brezilyalılarda Paye olmak için hazırlanan reçeteler temelde
birbirinden farklı değildir: anlamsız şekilde oruç tutmak, cinsel ilişkiden hep uzak durmak,
çöle gitmek veya bir dağa veya bir sütuna tırmanmak veya “bir gölü gören kocamış bir
söğüdün üzerine oturmak” ve kendinden geçme veya zihinsel karışıklığı beraberinde getirecek
hiçbir şey düşünmemek. Bütün çağların en üretken insanlarının belki de içinde kıvranmış
olduğu en acı ve en gereksiz ruhsal ıstıraplar vahşiliğine göz atmaya kim cesaret edebilir!
Yalnız ve şaşkın olanların iniltisini dinlersek: “Ah, siz ilahi varlıklar, bana çılgınlık verin
artık! Çılgınlık verin ki sonunda kendime inanabileyim! Hezeyanlar ve çırpınmalar, ani
aydınlıklar ve karanlıklar verin, korkutun beni hiçbir faninin hissetmediği şekilde ateş ve
buzla, gümbürtü ve etrafta dolaşan şekillerle, ağlatın ve inletin beni, bir hayvan gibi,
süründürün yerlerde: Yeter ki ben inançlı biri olayım! Şüphe yiyip bitiriyor içimi. Yasayı
öldürdüm, yasa beni, bir cesedin canlı birini korkuttuğu gibi korkutuyor: Eğer ben, yasanın
daha fazlası değilsem, o zaman dünyanın en alçak insanıyım. İçimde olan yeni ruh, eğer
sizden gelmiyorsa, nereden geliyor? Size ait olduğumu ispatlayın bana; bunu sadece çılgınlık
ispatlıyor bana.” Bu tutku amacına en iyi şekilde ve çabucak ulaştı: Hıristiyanlığın azizlere ve
çöl münzevilerine en zengin bir şekilde verimli olduğunu ispatladığı ve kendisini bu sayede
ispatladığını sandığı zamanda, Kudüs’te büyük tımarhaneler vardı; bunlar en son tuz
tanelerini bu uğurda teslim etmiş olan başarısız azizler için yapılmıştı.

15.
En Eski Teselli Araçları. — Birinci Basamak: İnsan her keyifsizlik ve talihsizlik durumunda
bundan dolayı başkasına acı çektirecek bir şey bulur... bunu yaparken mevcut gücünün
bilincine varır ve bu onu teselli eder. İkinci basamak: İnsan her rahatsızlık ve talihsizlikte bir
ceza, yani suçun kefaretini ve kendini gerçek veya var sayılan bir haksızlığın kötü tılsımından
kurtaracak bir çare görür. Eğer talihsizlik menfaati getirdiğini görürse, o zaman başkasının
talihsizliğinden dolayı acı çekmesine gerek duymaz... bu tarzda tatmin olmaktan vazgeçer;
çünkü şimdi bir başkasına sahiptir.
16.
Uygarlığın İlk Önerimi. — Vahşi halklarda amacı tamamen ahlak gibi görünen adet türleri
var: utanılacak ve aslında gereksiz kurallar (Örneğin: Kamçatkalıların ayakkabılardan kar
temizlerken hiçbir zaman bıçak kullanmamaları, kömür parçalarken kesinlikle bıçak
kullanmamaları, demiri hiçbir zaman ateşe koymamaları gibi... ve bu kurallara karşı gelen
kimsenin sonu ölümdür!). Ama geleneğin sürekli yakınlığı ve geleneğin uygulanması için
uygulanan baskı, onları hep akılda tutar: O halde uygarlığı başlatan büyük önermeyi
vurgulayalım: Her gelenek geleneksizlikten daha iyidir.
17.
İyi ve Kötü Doğa. — Önce insanlar kendilerini doğaya uydurdular. Her yerde kendilerini ve
kendi gibilerini gördüler, yani kötü ve kaprisli zihniyetleri sanki bulutların, fırtınaların, vahşi
hayvanların, ağaçların ve otların içinde saklıydı: O zamanlar “kötü doğayı” keşfettiler. Sonra
kendilerini tekrar doğanın dışına çıkardıkları bir zaman geldi, Rousseau’nun zamanı: İnsanlar
birbirlerinden o kadar bıkmışlardı ki, acılarıyla birlikte gitmeyecekleri bir köşe ister oldular:
“iyi doğayı” buldular.

9


18.
İsteyerek Acı Çekmenin Ahlakı. — Sürekli tehdit altında bulunan ve en katı ahlaklılığın
hüküm sürdüğü küçük cemaatin savaş halindeki insanı için en büyük haz nedir? Yani güçlü,
intikamcı, düşmanca, hain, kuşkulu, en zalimce şeyleri yapmaya hazır, yoksunluk ve ahlakla
taşlaşmış ruhlar için olanı? Vahşetin verdiği haz: Bu tür durumlarda böyle bir ruhta erdem
bulunduğu varsayılırken, vahşetin yaratıcı ve doyumsuz olduğu kabul edilir. Vahşetin
uygulanması ile cemaat ferahlanıp, süregelen korku ile dikkatin verdiği sıkıntıyı hemen
fırlatıp atar üzerinden. Vahşet, insanoğlunun yaptığı en eski şenliklerdeki neşe kaynaklarından
biridir. Dolayısıyla tanrılara dehşet manzarası sunulunca onların da ferahladıkları ve
neşelendikleri sanılır... ve böylece gönüllü acı çekmenin, insanın kendi seçtiği işkencenin iyi
bir anlamı ve değeri olduğu düşüncesi yayılır dünyaya. Gelenek, cemaat içinde bu düşünceye
uygun bir uygulamayı yavaş yavaş biçimlendirir: Bu andan itibaren her aşırı esenliğe karşı
daha fazla kuşkulu ve bütün büyük acı verici durumlarda daha fazla umutlu olunur; insan
şunu söyler kendine: Tanrılar mutlaka mutluluklarımıza karşı merhametsiz,
mutsuzluklarımıza karşı merhametli olmak isterler... ama bize acıyarak bakmazlar! Çünkü
acımak küçümsenir ve güçlü, korkutucu bir ruh için onursuzluk sayılır... ama merhametlidir,
çünkü ruh bu yolla neşe verir ve iyi şeyler olur: Çünkü gaddar kimse güç duygusunun en
yoğun heyecanını duyumsar. Böylece cemaatin “ahlaklı insan” kavramına sık sık acı
çekmenin verdiği erdem, mahrumiyet, çileli yaşam biçimi, nefsi kırmak için kişinin kendine
işkence etmesi girer... tekrar tekrar belirtirsem, eğitim, kendine hakim olma ve bireysel
mutluluk isteme aracı olarak değil.., tersine, cemaatin kötü tanrılar katında iyi bir şöhret
yapması ve sürekli bir kurban gibi sunakta onlara yalvarmasının erdemi olarak belirir.
Geleneklerinin belirlediği ahlakın koyu, ama bereketli çamurunda bir şeyleri harekete
geçirmek isteyen o halkların ruhani önderleri, inanç sahibi olmak için çılgınlığın dışında
gönüllü olarak katlanılacak işkenceyi de gerekli gördüler... ve öncelikle ve çoğunlukla her
zaman olduğu gibi inancın bizzat kendisine sahip olmak için yaptılar! Ruhları, yeni yollarda
ne kadar çok gezdiyse ve bunun sonucunda vicdan azabının ve korkunun etkisiyle acı
çektiyse, kendi bedenlerine, kendi zevklerine ve kendi sağlıklarına karşı o kadar çok
acımasızca öfkelendiler... belki de ihmal edilen ve kalkmaları için mücadele verilen adetler ve
yeni amaçlar yüzünden öfkelenmiş olan tanrısallığa, keyif bedeli sunar gibiydiler. Şimdi hiç
kimse, kendimizi böyle bir duygu mantığından tümden temizlediğimize hemen inanmasın! En
cesur kalpler bu konuda kendilerini sorgulayabilirler. Özgür düşünce alanına doğru, bireysel
olarak şekillendirilmiş yaşama doğru atılan en küçük adım, eskiden beri zihinsel ve bedensel
işkencelerle savaşarak elde edilmiştir: Sadece ileriye doğru yürümek değil, hayır! Her şeyden
önce, alışıldığı üzere “dünya tarihinden”, insan varlığının bu küçük gülünç kesitinden söz
edildiği zaman, uzun, kendine yol arayan, temel oluşturan binlerce yıl boyunca temkinli adım
atmaların, hareketlerin ve değişikliklerin sayısız şehitler verilmesine sebep olduğu, elbette
düşünülmüyor. Son yeniliklerin gürültüsünden başka bir şey bulunmayan dünya tarihi denilen
şeyin kendisinde, gerçekte bataklığı hareket ettirmek isteyen çok eski şehitlerin trajedilerinden
daha önemli konu yoktur. Hiçbir şey, şu andaki gururumuzu oluşturan insan aklının ve
özgürlük duygusunun bir parçası kadar pahalıya mal olmamıştır. Ama bu gurur yüzünden
şimdi hemen hemen “dünya tarihinde” insanoğlunun karakterini belirleyen gerçek ve kesin
olan tarihten önce gelen “ahlaksal töreye” ilişkin o çok büyük zamansal mesafeyi
duyumsamamız olanaksızlaşıyor: İşte o çile çekmenin erdem, ikiyüzlülüğün erdem, intikamın
erdem, vahşetin erdem, aklın inkarının erdem, buna karşın kendini iyi hissetmenin tehlike,
öğrenme hırsının tehdit, barışın tehlike, acımanın tehlike, merhamet görmenin küfür, işin
küfür, çılgınlığın tanrısallık, değişimin ahlaksızlık ve bozulma emaresi sayıldığı çağda! — Siz
bunların hepsinin değiştiğini ve insanlığın böylece kendi karakterinde yanılmış olması
gerektiğini mi sanıyorsunuz? Ah siz insan sarrafları, kendinizi daha iyi tanıyın!

10


19.
Ahlaklılık ve Aptallaştırma. — Töre, eski insanların yararlı ve zararlı sanılan deneyimlerini
yansıtır... ama töre (ahlaklılık) duygusu bu tür deneyimlerle değil, ahlakın eski oluşuyla,
kutsallığıyla, tartışılmazlığıyla bağıntılıdır. Ve bu duygu, böylelikle insanın yeni deneyimler
oluşturmasına ve gelenekleri düzeltmesine karşı koyar: Yani ahlaklılık yeni ve daha iyi
geleneklerin ortaya çıkmasına karşı direnir: aptallaştırır.
20.
Özgür Eylemci ile Özgür Düşünür. — Özgür eylemcilerin özgür düşünürlerle
karşılaştırılmaları halinde, dezavantajlı bir durumda oldukları görülür, çünkü insanlara
düşüncelerin sonuçlarından çok eylemlerin sonuçları daha belirgin bir şekilde acı çektirir.
Ama bunların da onlar gibi tatmin olmayı aradıkları ve özgür düşünürleri ise yasak şeyler
hakkında düşünmenin ve konuşmanın tatmin ettiği düşünülürse, güdü bakımından ikisi de
birdir. Ve hatta sonuçları bakımından kesin etkisi, özgür düşünürlere karşı olacaktır, meğerki,
en yakın ve en kaba görünüme göre... yani bütün dünya gibi hüküm verilmesin. Eylemleri ile
bir geleneğin çizgisini kırmayı düşünen insanlarla birlikte karalamaların bir çoğunun geri
alınması gerekmiştir... onlara genel de cani adı verilir. Mevcut bir gelenek kuralını çiğneyen
kişi, şimdiye değin hep kötü insan olarak kabul edilmiştir: Ama, eğer daha önce olduğu gibi,
arkadan tekrar düzeltilmeyip bu durumdan memnun kalınmışsa, sıfat yavaş yavaş değişirdi...
tarih, hemen hemen sadece bu, sonradan kendilerinden iyi olarak söz edilen kötü insanları
konu eder.
21.
“Kuralın Yerine Getirilmesi”. — Bir ahlaksal kurala uymanın, söz verilen ve beklenilenden
başka bir sonuç ortaya çıkarması, ahlaklıya vaat edilen mutluluk değil de, beklenilenin tersine
dert ve sefalet getirmesi durumunda, vicdanlı ve korkak kimselere hep, “uygulamada bir şey
gözden kaçırıldı” demek kalır. En kötü durumda, derin acı çeken ve ezilen insanlık şu kararı
bile verecektir: “Kuralın iyi uygulanması mümkün değil, biz tümden zayıf ve günahkarız ve
temelde ahlaklılık kuralına uyma yeteneğimiz yok. Binaenaleyh, mutluluk ve başarı hakkımız
da yoktur. Ahlaksal kurallar ve vaatler bizden çok daha iyi olanlar için konulmuş.”
22.
Eser ve İnanç. — Protestan öğretmenler tarafından hala sadece inancın önemli olduğu ve
inançtan, kaçınılmaz olarak eserlerin ortaya çıkmak zorunda bulunduğu gibi temel bir yanılgı
yayılmaya çalışılmaktadır. Bu hiç de doğru değil, ama kulağa öyle büyüleyici gelir ki,
Luthercilerden başka zihinleri de (yani Sokrates’in ve Platon’unkileri) karıştırır: her ne kadar,
bütün deneyimler her gün bunun tersini gösteriyor olsalar bile. En güvenilir bilgi ya da inanç,
ne kuvveti, ne de beceriyi eyleme dönüştürebilir; herhangi bir şeyin düşünceden eyleme
dönüşmesi için, daha önceden olmuş olması gereken, hassas, çok parçalı bir mekanizmanın
alıştırmasının yerini alamaz. Her şeyden önce ve en başta eserlerin! Bu, alıştırma, alıştırma,
alıştırma demektir! Bununla ilgili “inanç” kendisini mutlaka ortaya koyacaktır... bundan emin
olun!
23.
En Çok İnceliği Nerede Gösteririz. — İnsan, binlerce yıl boyunca şeylerin (doğa, aletler, her
türlü mülk) aynı şekilde canları ve ruhları olduğunu, güç kullanarak zarar vereceğini ve insani
amaçlardan uzaklaştıracağını düşündüğü için, insanların acizlik duygusu, olması gerekenden
çok daha büyük ve çok daha sık ortaya çıktı: İnsanlar ve hayvanlar güvence altına alındığı
gibi, şiddet, baskı, yaltaklanma, anlaşma, kurban etme yoluyla şeylerin de güvence altına

11


alınması gereği duyuldu ve çok sayıda batıl inançtan kaynaklanan geleneğin kökeni işte
budur. Yani, şimdiye değin insanların yaptıkları işlerin önemli, belki de ağır basan, buna
rağmen saçıp savrulan yararsız parçalarıdır! — Ama güçsüzlük ve korku duygusu çok güçlü
ve çok uzun, hemen hemen hep uyanık tutulduğu için, iktidar duygusu kendini öyle bir
naziklik içinde geliştirdi ki, şimdi insan en hassas kuyumcu terazisiyle yarışabilir. Bu onun en
güçlü yeteneği oldu. Bu duyguyu yaratmak için keşfedilen araçlar nerede ise kültürün
tarihidir.

24.
Bir Kuralın İspatı. — Genelde bir kuralın iyi ya da kötü olması, örneğin ekmek pişirmenin,
kuralın eksiksiz uygulanması koşuluyla vaat ettiği sonucun alınıp alınmadığına bağlıdır.
Ancak, ahlaksal kuralların uygulanmasında durum farklıdır: Çünkü bunlarda sonuçlar gözden
kaçırılamaz, ya da yorumlanabilir ve belirsiz olamaz. Bu kurallar sonuçları bakımından
kanıtlanmaları ve çürütülmeleri esasen aynı şekilde mümkün olmayan, en küçük bilimsel
değerlerden yoksun varsayımlara dayanır: — Ama bir vakitler bütün bilimlerin köksel hamlığı
ve bir şeyin ispatlanmış kabul edilmesi konusundaki talebin azlığı... vaktiyle bir ahlak
kuralının iyiliği veya kötülüğü, şimdiki diğer kurallar gibi, başarıya gönderme yapılarak
belirleniyordu. Eğer Rus-Amerikasının yerlileri için hayvan kemiklerinin ateşe atılmaması, ya
da köpeklere verilmemesi kuralı geçerliyse, o zaman bunun ispatı şu şekilde olurdu: “Bunu
yaparsan avda başarısız olursun.” Ama insan herhangi bir anlamda hemen hemen her zaman"
avda başarısız” olabilir. Bu yoldan kuralın iyiliğini çürütmek kolay değil; özellikle eğer ceza
kişiyi değil de cemaati kapsıyorsa, ortaya daha çok, hep kuralın doğruluğunu ispatlar görünen
bir durum çıkar.
25.
Gelenek ve Güzellik — Gelenek lehine şunlar söylenebilir: Kendisini tamamen ve bütün
kalbiyle ve ta başlangıçtan beri onun emrine veren herkesin saldırı ve savunma organları,
fiziksel ve ruhsal olarak... körelir: Yani gittikçe güzelleşir! Çünkü bu organların çalışması ve
bu uygulamayla oluşan zihniyet, çirkin kalmayı sağlar ve çirkinleştirir. Yaşlı şebek bu yüzden
genç olandan daha çirkindir ve insan en çok genç dişi şebeğe benzer. Yani en güzel şebek. —
Buna göre, kadının güzelliğinin kaynağı hakkında sonuç çıkarılabilir!
26.
Hayvanlar ve Ahlak — Uygarlaşmış toplumda talep edilen uygulamalar: Gülünç olmaktan,
gösterişten, kibirden özenle kaçınmak, erdemler gibi şiddetli arzuları da geriye atmak, kendini
uyarlamak, düzene uymak, küçülmek... bunların hepsi toplumsal ahlak olarak, kaba şekliyle,
hayvanlar dünyasının derinliklerine kadar her yerde bulunur... ve ancak bu derinlikte bütün bu
sempatik önlemlerin arkasında saklı olan niyeti görürüz: Takipçilerden kaçmak ve avı
bulmada güvenli olmak istenir. Bundan dolayı hayvanlar kendilerine hakim olmayı öğrenirler
ve kendilerini, örneğin bazıları, renklerini çevrenin rengine uyarlanacak şekilde değiştirirler
(“kromatik fonksiyon” diye adlandırılan şey), kendilerini ölü gibi gösterirler, başka bir
hayvanın ya da kumun, yaprakların, yosunların, süngerlerin şeklini ve rengini alabilirler.
(İngiliz araştırmacılar bunu mimicry diye nitelendirirler). İşte kişi de bunun gibi kendini,
genel olarak “insan” kavramının ya da toplumun arkasına saklar, ya da hükümdarlara,
sınıflara, partilere, çağın düşüncelerine veya çevreye uyarlar: Ve bizi mutlu eden, kadirşinas
ve güçlü kılan, meftun eden bütün nazik davranışlarda hayvanlarla benzenlik kolaylıkla
bulabiliriz. Özünde güvenlik duygusu olan, gerçek duygusu da insanla hayvanda ortaktır:
İnsan yanılmak, kendini yanlışa sürüklemek istemez, kendi tutkularının etkilemesini şüpheyle
dinler, kendisini zorlar ve kendisine karşı pusuda bekler; bütün bunları hayvan da tıpkı
insanda olduğu gibi anlar, onun kendine hakimiyeti de gerçeklik duygusundan (akıllılıktan)

12


kaynaklanır. Keza başka hayvanların düşünceleri üzerine yaptığı etkileri gözlemler. Oradan
hareketle tekrar kendine bakmayı, kendini “tarafsız” ele almayı öğrenir; kendini tanıma
konusunda onun da kendine özgü ölçüsü var. Hayvan, düşmanlarının ve dostlarının
davranışlarını değerlendirir, onların özelliklerini tümüyle öğrenir, bu özelliklere göre tavır
alır: Belirli bir türün bireylerine karşı her zaman savaşır, keza bazı hayvan cinslerinin
yaklaşımındaki barış ve anlaşma niyetini sezer. Akıllı olmada, ılımlı olmada, cesur olmada
olduğu gibi, adil olmanın başlangıcında da... kısaca Sokratçı erdemler adıyla
nitelendirdiğimiz her şey, dürtüseldir: Gıda aramayı ve düşmandan kaçmayı öğreten
dürtülerin bir sonucudur. En yüce insanın da kendisini sadece gıdasının cinsinde ve ona
düşman olan ne varsa onun kavramında yükseltip nazikleştirdiğini dikkate alırsak, bütün
ahlaksal fenomenleri hayvana özgü olarak nitelendirmemizde bir sakınca olmasa gerek.

Mimicry: Benzeme, bir şeyin renk ve biçimine girme.

27.
İnsanüstü Tutkular Bakımından İnançtaki Değer. — Evlilik kurumu, bir tutku olmakla
birlikte, yine de süreklilik yeteneği olduğu için aşkın, sürekli, yaşam boyu aşkın, kural olarak
konulabileceği inancınıısrarla ayakta tutar. Her ne kadar, çok sıklıkla ve normal olarak hemen
hemen hep çürütülse ve böylelikle bir pia fraus ise de, bu soylu inancın direnişi sayesinde
evlilik aşka yüksek seviyede bir asalet verir. Bir tutkunun devamlılığına ve sorumluluğuna
inanç hakkı tanıyan bütün kurumlar, tutkunun doğasına aykırı olarak, ona yeni bir mevki
verdiler: Ve kim bundan böyle bir tutkuya kapılırsa, eskiden olduğu gibi bu sayede
aşağılandığına veya tehlike karşısında olduğuna değil, kendisinin ve kendi gibilerin gözünde
yüceldiğine inanır. Bir anlık ateşli bağlılıktan sonsuz bağlılığı, geçici öfkeden sonsuz
intikamı, umutsuzluktan sonsuz kederi, ani ve bir defalık bir sözden sonsuz bağlılığı çıkaran
kurumları ve töreleri düşünün. Böyle bir değişimle her seferinde dünyaya birçok yalan ve riya
geldi. Her seferinde de ve bunun karşılığı olarak yeni bir insanüstü kavram, insanı yücelten
kavram geldi.
28.
Delil Olarak Ruhsal Durum. — Eylem yapmak için sevindirici kararlılığın nedeni nedir? —
Bu soru insanoğlunu çok meşgul etmiştir. En eski ve hala en yaygın olan yanıt şudur: Sebep
tanrıdır; bu sayede onun istemimizi kabul ettiğini anlarız. Eskiden insan, bir girişim hakkında
kahinlerin fikrini sorduğunda, onlardan bu sevindirici kararlılığı cevap olarak almak isterdi.
Ve her biri, ruhunun önünde bir çok olası eylem bulunduğunda, bir şüpheyi şu şekilde
cevaplandırırdı: “Onu o duygu kaybolacak şekilde yapacağım.” Yani en akıllıca olanda değil,
verdiği imajla ruhu cesur ve umutlu yapan girişimde karar kılınırdı. iyi ruh hali delil olarak
kefeye konuluyor ve akıldan daha ağır basıyordu. Çünkü ruh hali, başarıyı vadeden ve onun
vasıtasıyla kendi aklını en yüksek akılcılık olarak konuşturan bir tanrının etkisi olarak batıl
inançla yorumlandı da ondan. Eğer şimdi akıllı ve güce susamış erkekler geçmişte bundan
yararlanmış, şimdi de yararlanıyorlarsa, böyle bir önyargının sonuçları üzerinde düşünmek
gerek! “Bir ruh hali yaratmak!” Bununla bütün nedenler değiştirilebilir ve bütün karşı
nedenler ortadan kaldırılabilir!
29.
Erdemin ve Günahın Oyuncuları. — Antik çağın erdemleriyle ünlenmiş insanları içinde,
göründüğü kadarıyla, kendisi için tiyatro oynayan sayısız insan vardı. Özellikle inançlı tiyatro
oyuncuları olarak Yunanlıların, bunu tümüyle bilerek yaptıkları ve bunu yapmayı uygun
gördükleri anlaşılıyor. Bunun için, her biri bir başkasının erdemi ya da başka herkesin
erdemiyle yarışıyordu: Erdemini göstermek, her şeyden önce kendi kendine uygulama uğruna

13


göstermek için, bütün sanatları nasıl kullanmasındı ki! Gösterilemeyen ya da kendini
gösteremeyen erdem ne işe yarardı ki! — Bu erdem oyuncularını Hıristiyanlık durdurdu.
Onun yerine günahla iğrenç gösterişi ve resmi geçit yapmayı buldu, uydurulmuş günahkarlığı
getirdi dünyaya (Günümüze kadar iyi Hıristiyanlar içinde “iyi davranış” olarak geçerliliğini
sürdürmektedir).

30.
Erdem Olarak Islah Edilmiş Vahşet. — Sadece kendini gösterme dürtüsüne ilişkin bir
ahlaklılıktır buradaki... hakkında fazla iyi düşünmeyin! Aslında nasıl bir dürtü bu ve nedir
bunun arkasındaki düşünce? İnsan bakışlarının başkasına acı vermesini ve kıskançlığının onda
acizlik ve çökme duygusu yaratmasını istiyor. Diline bir damla bizim balımızdan damlatmak
ve bu sözümona iyilik sırasında uğradığı zararın sevinciyle gözlerine keskin bakışlarla
bakmak suretiyle ona alınyazısının acılığını tattırmak ister insan. Bu kişi alçakgönüllü olmuş
ve şimdi kusursuz bir alçakgönüllüdür. Uzun zamandan beri bununla işkence yapmak
isteyenleri arayın! Onları mutlaka bulacaksınız! O kişi hayvanlara karşı merhamet gösterir ve
bundan dolayı hayranlık uyandırır... ama bazı insanlar var ki, vahşetini onlarla boşaltmak
ister. Orada büyük sanatçı duruyor: Kıskançlıkta önceden duyumsanan şehvete yenilen rakip,
gücünü büyüyene kadar uykuya yatırmamış... büyümesi uğruna diğer ruhlara ne kadar çok acı
anlar yaşatmıştır! Rahibenin iffeti: Nasıl da cezalandırıcı gözlerle bakar başka türlü yaşayan
kadınların yüzüne! O gözlerde ne de çok intikam aşkı var! — Konu kısa, hakkındaki
varyasyonlar sonsuz olabilir, ama öyle can sıkıcı olamaz... çünkü hala tümüyle kendi içinde
çelişkili ve neredeyse acı veren bir yeniliktir ki, kendini gösterme ahlaklılığı son neden olarak
nazikleştirilmiş vahşetten zevk alma olur. Son nedende... burada bu şu anlama gelir: her
seferinde ilk kuşakta. Çünkü kendini gösteren herhangi bir eylem alışkanlığı kalıtımsal olarak
intikal eder ama arkada yatan düşünce intikal etmez. (Sadece duyular; ama düşünceler intikal
etmezler): Ama eğitimle tekrar verilmemek koşuluyla; ikinci kuşakta vahşet zevki artık
belirmez: Tersine sadece alışkanlık olarak zevk söz konusudur. Ama bu zevk “iyi şeyin” ilk
basamağıdır.
31.
Tinden Gurur Duymak. — İnsanın hayvandan türediği öğretisine karşı mücadele eden ve doğa
ile insan arasına büyük bir uçurum koyan gururu... bu gururun nedeni tinin ne olduğuna
ilişkin önyargıdır: Bu önyargı nispeten yenidir. İnsanlığın tarih öncesi büyük çağında tin her
yerde var sayılıyor, ama ona insanın ayrıcalığı olarak saygı göstermek kimsenin aklına
gelmiyordu. Tersine tinsel olan (diğer bütün dürtülerin, kötülüklerin ve eğilimlerin yanında)
ortak mal yapıldığı ve dolayısıyla kamulaştırıldığı için, hayvanlardan ya da ağaçlardan
türemiş olmaktan utanılmıyordu (kibar soydan gelen kimseler bu türden masallarla
onurlandırıldıklarına inanıyorlardı) ve tinde, bizi doğadan koparan değil, doğaya bağlayan bir
şey görüldü. Böylece insan kendini alçakgönüllülük içinde eğitti... aynı şekilde bir önyargının
sonucu olarak.
32.
Ayak Bağı. — Ahlaksal açıdan çile çekmek ve bu tür çilenin temelinde bir yanlışın
bulunduğunu öğrenmek, insanı isyan ettirir. Diğer dünyaları kabul etmektense acı çekmek
suretiyle. “hakikatin derin dünyasını” kabul etmek diye biricik teselli var. Ve insan acısız
yaşamaktan ve üstünlük duygusuna sahip olmaktansa, en iyisi acı çekmek ve bu sırada
kendini gerçeklikten üstün hissetmek (böylece o “hakikatin derin dünyasına” bilinçle
yaklaşmak için) ister. Böylece gurur ve onu memnun etmek için geleneksel adetler, yeni ahlak
anlayışına karşı direnirler. Bu ayak bağını ortadan kaldırmak için hangi güç kullanılacaktır?
Daha fazla gurur mu? Yeni bir gurur mu?

14


33.
Nedenlerin, Sonuçların ve Gerçeğin Aşağılanması. — Bir cemaatin başına gelen ani fırtına,
verimsizlik veya bulaşıcı hastalık gibi kötü rastlantılar, cemaatin bütün üyelerini törenin
çiğnendiği ya da yeni şeytani bir güç ve ani kaprisleri bastırmak için yeni gelenekler bulmak
gerektiği kuşkusuna sürükler. Böylece bu tür kuşku ve düşünme, gerçek doğal nedenleri
araştırıp ortaya çıkarmanın önünü tıkayarak şeytani nedenleri önkoşul olarak kabul eder.
Burada insan aklının kalıtımsal yanlışlığının kaynağını buluyoruz: Ve onun yanından diğer bir
kaynak fışkırır, burada insan bir eylemin gerçek doğal sonuçlarına gerçeküstü olanlardan
(Tanrısallığın cezası ve merhameti diye adlandırılan şeyler) çok daha az dikkat gösterirdi.
Örneğin belli zamanlar için belli banyolar öngörülmüştür: İnsan temizlenmek için değil, farz
olduğu için yıkanır. İnsan kirliliğin vereceği gerçek sonuçlardan kaçınmayı değil, yıkanma
işinin ihmal edilmesiyle sözde tanrıların gözünden düşmemeyi öğrenir. Batıl inançlardan
kaynaklanan korkunun baskısıyla, bu kirlilikten arınmanın çok çok önemli olduğundan
kuşkulanıp ona ikinci ve üçüncü anlamlar yüklenir. Gerçekle ilgili anlam ve heves berbat
edilir ve nihayet bu, sembol olabildiği ölçüde bir değer kazanır. Kendini töresel ahlaklılığının
cazibesine kaptıran insan, önce nedeni, ikinci olarak sonucu, üçüncü olarak gerçeği küçümser
ve gizlice bütün yüksek hislerini (saygı, yücelik, gurur, minnettarlık ve aşk gibi) kurmaca bir
dünya ile ilişkilendirir: sözde yüce dünya. Ve şimdi bile sonucunu görüyoruz: İnsanın
duygusu yükseldiği yerde işin içine öyle ya da böyle sözünü ettiğimiz kurmaca dünya
karışmıştır. Üzücü bir durum. Ama bilim adamları çılgınlık ve anlamsızlıkla karışan bütün
yüce duygulardan şimdilik şüphelenmek zorundadırlar. Kendileri için, ya da hep öyle olmak
zorunda oldukları için değil: Ama insanlığın önünde duran bütün derece derece
temizlenmelerin içinde duyguların temizliği, en tedrici temizliklerden biri olacaktır.
34.
Ahlaksal Duygular ve Ahlaksal Kavramlar. — Ahlaksal duyguların şu yolla aktarıldıkları
açıkça görülmektedir: Çocuklar, yetişkinlerin belirli eylemlere karşı güçlü bir şekil de sempati
ve antipati duymalarını gözlemleyip doğuştan maymun olarak bu sempati ve antipatileri taklit
ederler ileriki yaşamda kendilerinin bu öğrenilmiş ve tam olarak uygulanmış etkilenmelerle
dolu olduklarını görüp bir sorgulama biçiminde o sempatilerin ve antipatilerin görgü
konusunda geçerli olduklarını gerekçelere dayandırmaya çalışırlar. Ama bu
“gerekçelendirmeler” duygularının ne kökeniyle, ne de derecesiyle bir ilgisi var: Sadece,
insanın akıllı bir yaratık olarak karşı çıkması ve desteklemesi için nedenleri olmak zorunda
olduğu, yani bunların gösterilebilir ve kabul edilebilir nedenler olması gerektiği kuralı ile
yetinilir. Bu bakımdan ahlaksal duyguların tarihi, ahlaksal kavramların tarihinden tamamen
farklıdır. Onun hakkında konuşma gereksinimi açısından birincisi eylemden önce, ikincisi ise
özellikle eylemden sonra güçlüdür.
35.
Duygular ve Bunların Yargılar Bakımından Kökeni. — “Duygularına güven!” — Ama
duygular hiç de en son, en kökensel şeyler değildir. Duyguların arkasında bize duygular
biçiminde (sempatiler, antipatiler) kalıtım yoluyla gelmiş olan yargılar ve değerlendirmeler
bulunur. Duygudan kaynaklanan ilham bir yargının torunudur... ve çoğunlukla yanlış bir
yargının! — Ve her halükarda senin çocuğun değil! Duygularına güvenmek... bu,
büyükbabasına ve büyükannesine ve onların büyükanne ve babalarına içimizdeki tanrılardan
daha çok itaat etmemiz anlamına gelir: aklımıza ve deneyimimize.
36.

15


Art Düşünceli Dindarlığın Deliliği. — Ne! En eski kültürlerin mucitleri, araç gereçlerin,
ölçülerin, arabaların, gemilerin ve evlerin en eski imalatçıları, ilahi yasallığın ve çarpım
tablosu kuralının ilk gözlemcileri.., onlar bizim zamanımızın mucit ve gözlemcilerinden sanki
karşılaştırılmaz derecede başka ve yüce miymişler? Keşifler kapsamındaki bütün
seyahatlerimiz ve dünya etrafında yelken açıp dolaşmamız, ilk atılan adımlar değerinde değil
miymiş? Önyargının kulaklardaki çınlaması bu, şimdiki zekanın aşağılanmasına yönelik
gerekçeler bunlar. Ve şurası açık ki, rastlantı eskiden bütün kaşiflerin ve gözlemcilerin en
büyüğü ve buluş yeteneği olan antik devir insanlarının en iyi niyetli dedikoducusuydu; ve
şimdi yapılan en önemsiz buluşlar da, bütün eski dönemlerde harcanandan daha fazla zeka,
eğitim ve bilimsel fantezi harcanmaktadır.

37.
Yararlılıktan Çıkarılan Yanlış Sonuçlar. — Bir şeyin en yüksek yararlılığı ispat edildiği
zaman, kökeninin açıklanması için hamle yapılmış sayılmaz. Yani, yararlı olmak için var
olunmaz. Ama şimdiye dek bunun tam karşıtı olan görüş hakim oldu... en katı bilim
alanlarının içine girdi. Astronomide, gezegenlerin düzeninin nihai amaç ve oluşumlarının
açıklanması uğruna, onların düzeninin (sözde) yararlılığından (Yıldız sakinleri ışıksız
kalmasın diye, güneşten büyük uzaklıklarda zayıflayan ışığın başka türlü ikame edilmesi)
vazgeçilmedi mi? Buna ilişkin olarak Columbus’un çıkardığı sonuçlar anımsanacaktır: Dünya
insanlar için yapıldı. O halde topraklar varsa, bunlar iskan edilmelidir. “Güneşin hiçbir şeyi
aydınlatmaması, yıldızların tuttukları gece nöbetinin, üzerinde yol olmayan denizlerde ve
insansız topraklarda boş yere harcanması olası mı?”
38.
Ahlaksal Yargılarla Donatılmış Dürtüler. — Töreden gelen uyarının baskısı altında olan
dürtü, ya kendisini utanılacak korkaklık duygusuna dönüştürür ya da Hıristiyanlık töresi gibi
bir törenin onu insan kalbine yerleştirip tasvip etmesi halinde, hoş alçakgönüllülük duygusuna
dönüştürür. Yani o, ya vicdan huzuruna ya da vicdan huzursuzluğuna bağlıdır! Kendisinde
her dürtü gibi, ne bu tür ahlaksal karakteri, ne herhangi bir ahlaksal karakteri ve adı, ne de
eşlik eden belirli bir istek ya da isteksizlik duygusu var. Bunların hepsini, iyi ve kötü nitelikler
biçiminde vaftiz edilmiş güdülerle ilişkiye girdiği zaman, ikinci bir doğa olarak edinir ya da
halk tarafından ahlaksal bakımdan tespit edilmiş ve değerlendirilmiş insan özelliği olarak
belirtilir. - Örneğin eski Yunanlıların kıskançlık hakkındaki duyguları bizimkinden farklıydı;
Hesiod onu Eris’in* iyi, iyiliksever etkileri arasında sayar. Ve tanrılara kıskançlık hakkı
tanımak ayıp değildi: Bunu ruhu yarışta olan şeylerin durumları için anlamak mümkün. Ama
yarış iyi olarak belirlenip, değerlendirilmişti. Keza Yunanlılar umudu da bizden farklı biçimde
değerlendiriyorlardı: Umut kör ve kötü olarak algılanıyordu. Hesiod onunla ilgili en güçlü
ifadesini bir fabelde dile getirdi; bu öylesine şaşırtıcıydı ki, hiçbir çağdaş yorumcu onu
anlamadı. Çünkü, mesele yine Hıristiyanlıkla birlikte umuda bir erdem olarak inanmayı
öğrenmiş modern tine karşı olmayla ilgilidir. Buna karşın geleceğin bilinmesinin yolu
tamamıyla kapanmamış gözüken ve sayısız durumlarda geleceğe ilişkin sorular yöneltmenin
dini görev haline getirildiği Yunanlılarda insan, bu durumlarda biz umuttan yine de bir şeyler
bekleriz, kahinler ve falcılar sayesinde umudun değeri biraz düşürülerek ortaya iyi bir şey
koymayıp, kötü ve tehlikeli şeyler koyduğu Öğrenmek zorunda kalıyordu. - Yahudiler öfkeyi
bizden daha farklı algılayıp kutsal saydılar. Böylece kendini insanın bezgin haşmeti ile
bağıntılı gösteren öfkeyi, bir Avrupalının hayal edemeyeceği yükseklikte gördüler. Öfkeli
kutsal Yehovalarını öfkeli kutsal peygamberlerine göre oluşturdular. Onlara nispetle
Avrupalılar arasındaki en büyük öfkeliler, sanki ikinci elden yaratıklardır.
Eris: Yunan nifak tanrıçası.


16


39.
“Saf Tin” Önyargısı. — Saf tinsellik öğretisi, egemen olduğu her yerde aşırılıklarıyla sinir
gücünü tahrip etti: Vücudu aşağılamayı, ihmal etmeyi, ya da ona acı vermeyi ve bütün
dürtüleri uğruna insanın kendisine acı vermesini ve aşağılamasını öğretti; kararmış, gerilmiş,
bastırılmış ruhlar yarattı, - bunlar ayrıca kendilerini sefil hissettiren duyguların nedenini
bildiklerine ve belki bu nedeni ortadan kaldırabileceklerine inanıyorlardı! Gerçekte vücut,
süregelen komik duruma düşürülmesine karşı acıları vasıtasıyla itiraz üstüne itiraz ederken,
“Öğreti vücudun içinde olmalı! Vücut gelişmeye hala çok iyi bir şekilde devam ediyor!..”
biçiminde anlam çıkardılar. Sonunda genel, kronikleşmiş aşırı sinirlilik, erdemli saf tinselliğin
yazgısı oldu. Zevki sadece esrimenin ve çılgınlığın diğer öncülleri biçiminde öğrendiler. Ve
esrime, yaşamın en yüksek amacı ve bütün dünyevi şeyleri mahkum eden ölçüt olduğu zaman,
sistemleri doruğa ulaşmıştı.
40.
Gelenekler Hakkında Yapılan Spekülasyon. — Tek ve bir defalık garip bir olaya dayanarak
alelacele hazırlanan çok sayıda yönetmelik, kısa zaman içinde anlaşılmaz hale geldi. Bu
durum törenin amacını kesinkes hesaplamaya elvermediği gibi çiğnenmesi halinde cezanın da
ne olacağını kesinkes belirleyemiyordu. Hatta törenlerin sonuçları dahi kuşkuluydu... ama
bunun üzerinde ileri geri düşünürken spekülasyona konu olan nesnenin değeri arttı ve sonuçta
geleneğin en saçması kutsallığın en kutsalı oldu. İnsanoğlunun binlerce yılda harcadığı enerji
ve gelenekler üzerine yaptığı spekülasyonun etkisi hafife alınamaz! Bu noktada aklın müthiş
bir şekilde alıştırma yaptığı alana varmış olduk... burada sadece dinler tasarlanıp düşünülmez:
Burası dehşet verici olsa da saygıdeğer bilimin tarihöncesi dünyasıdır; burada şairler,
düşünürler, hekimler, yasa koyucular yetişir! Bizden iki anlamlı bir tarzda tören isteyen
anlaşılamazdan duyduğumuz korku, yavaş yavaş zor anlaşılan şeyin cazibesine dönüştü ve
insan bir şeyi araştırıp ortaya çıkarmayı bilmediği yerde, yaratmayı öğrendi.
41.
Vita Contemplativa’nın* Değerlendirilmesi Hakkında. — Biz vita contemplativa insanı
olarak, rahat ve sükunet içinde olma durumunun çeşitli şekillerdeki etkileri sayesinde ne tür
kötülük ve uğursuzlukların vita activa insanına taşındığını unutmayalım, - kısaca, iyi
davranışlarımızla gururlanıp, vita activa karşısında övünürsek bize karşı ne tür hesaplar
yapacağını unutmayalım . Birincisi: Sayıları bakımından contempiativ olanlar içinde ağır
basan ve bunun sonucu olarak en bayağı türleri veren, dini doğa diye adlandırılan kimseler her
çağda pratik insanların yaşamını zorlaştırmaya ve mümkün olduğunca onlara acı çektirmeye
yöneldiler: utku kararttılar, güneşi söndürdüler, neşeyi kuşkulu hale getirdiler, umutları
değersizleştirdiler, çalışan eli felç ettiler, - bunlar nasıl yapılacağını bildikleri şeylerdi, tıpkı
sefalet zamanlarında ve duyarlı zamanlarda tesellilerini, sadakalarını, yardım elini ve hayır
duaları almayı bildikleri gibi. İkincisi: Din adamlarından daha seyrek olmakla birlikte yine de
vita contemplativa türünün sık rastlanan bir çeşidi olan sanatçılar, kişi olarak çoğunlukla
dertsiz, huysuz, kıskanç, kaba, kavgacıydılar. Bu etkinin onların eserlerinin keyiflendirici ve
yüceltici etkisinden düşülmesi gerekir. Üçüncüsü: Dinsel ve sanatsal güçlerin birlikte
bulunduğu, bunların yanında bir üçüncüsü olan diyalektiğin, tanıtlama zevkinin de yer aldığı
bir tür olan filozoflar, dinsel ve sanatsal tarzdaki kötülüğün ilk yaratıcıları olup, diyalektiğe
olan tutkularından dolayı birçok insanın canını sıktılar. Ama bunların sayısı her zaman çok az
olmuştur. Dördüncüsü: Düşünürler ve bilimsel olarak çalışanlar; bunların etki altında
çalıştıkları pek görülmezdi, tersine, sessiz sedasız köstebek yuvalarını kazıyorlardı. Böylece
çok az keyifsizlik ve sıkıntı yarattılar ve hatta alay ve gülme konusu olup istemeden vita
activa insanlarına yaşamı kolaylaştırdılar. Sonunda bilim herkes için çok yararlı bir şey haline

17


geldi. Eğer şimdi bu yarar yüzünden birçok kimse vita activa için önceden belirlenmiş
kendine bilime giden bir yol açıyorsa ve bunu alınlarının teriyle ve kafa yorup lanet okuyarak
yapıyorsa, böylesi bir belada düşünürler ve bilimsel olarak çalışanlar sürüsünün suçu yoktur;
“kendi kendine yapılan bir işkencedir” bu.


Vita Contemplativa: Hareketsiz, dalınç (istiğraklı), seyredip düşünerek yaşam.
Vita Activa: Hareketli (faal) yaşam. Özellikle keşiş yaşamının bir parçası olarak: ora et labora
(dua et ve çalış)


42.
Vita Contemplativa’nın Kaynağı. — İnsanlar ve dünya hakkında kötümser kararların egemen
olduğu vahşi çağlarda birey, bütün duygusal gücüyle hep o kararlara göre davranmaya, yani
av, soygun, baskın, dövme ve öldürme ile cemaat içinde hoşgörü ile bakılan eylemlerin
solgun yansımaları da dahil, düşünceyi eyleme dönüştürmeye çalışır. Ama gücü azalınca,
kendisini yorgun ya da hasta ya da hüzünlü ya da bıkkın ve bunun sonucu olarak zaman
zaman isteksiz ve hırssız olduğunu hissederse, o zaman nispeten daha iyi, yani daha az zarar
veren bir insan olur ve kötümser düşünceleri artık sadece sözler ve düşünceler şeklinde
boşalır, örneğin arkadaşlarının veya karısının veya yaşamının veya tanrıların değeri üzerine
ifadeler olarak dışa vurur. — Yargıları uğursuz yargılar olacaktır. Bu durumda o, ya bir
düşünür ve bir öngörülü olur ya da batıl inançlarını kemikleştirmeye devam edip yeni
gelenekler düşünür ya da düşmanlarıyla alay eder... Ama ne düşünürse düşünsün,
bütün ürünleri, durumunu yansıtmak zorundadır, yani korku ve yorgunluğun artışı, eyleme ve
zevk almaya verdiği değerin azalması gibi; bu ürünlerin içeriği, bu şiirsel, düşünsel, dinsel
atmosferinin içeriğine uygun olmalıdır; içinde uğursuz yargı hüküm sürmelidir. Daha önce tek
tek kişilerin bu durumlarda yaptıklarını sürekli olarak yapanlar, yani uğursuz yargılarda
bulunanlar ve eylemden yoksun melankolik yaşayanlar daha sonra şair, düşünür, rahip ya da
sihirbaz hekim olarak adlandırıldılar. Bu tür insanlar yeterince aktif olmadıkları için
kolaylıkla küçümsenip cemaatten uzaklaştırılabilirlerdi, ama bunun bir tehlikesi vardı... batıl
inancın ve tanrısal güçlerin yolunu izlemişlerdi, gücün bilinmeyen araçlarını ellerinde
tuttuklarına hiç şüphe yoktu. İçinde kontempiativ doğaların en eski cinsinin yaşadığı bu
değerlendirme, korkulamayacak duruma gelinceye kadar aşağılandı! Kontemlation ilk kez
böyle maskelenmiş bir şekilde, böyle ikili bir görünüşte, kötü bir kalple sık sık korkutulan bir
kafa sayesinde ortaya çıkmıştı yeryüzünde, aynı zamanda zayıf ve iğrenç, gizliden gizliye
aşağılanıp, açıkça batıl inanç itibarına boğulmuştu! Her zaman olduğu gibi, burada da ona şu
ad verilmeli: pudenda origo!
43.
Şimdi Düşünürde Ne Kadar Çok Kuvvet Bir Araya Gelmeli. — Duyusal bakışa yabancılaşma
ve soyuta yükselme: bu bir zamanlar gerçekten yükselme olarak duyumsanmıştı. Biz bunu tam
olarak artık duyumsayamayız. En solgun söz ve nesne imgelerinde kendinden geçmek, bu tür
görülmez, duyulmaz, duyumsanmaz şeylerle oynamak; duyusal, dokunulabilen, baştan
çıkarıcı ve kötü olan dünyaya karşı duyulan derin aşağılanmadan hareketle daha yüce olan
başka bir dünyadaki yaşam gibi algılandı. “Bu soyutlama artık tahrik etmez, ama bizi
yönlendirebilir!” — Bu arada insan yukarıya doğru yükseliyor gibi oluyordu. Tinselliğin bu
oyunlarının içeriği değil, bizzat kendisi, bilimin tarih öncesi çağında “yücelik” kazanmıştı.
Platonun eytişime karşı duyduğu hayranlık ve eytişimin iyi ahlaklı insanla zorunlu ilişkide
olmasına coşkulu inançla bakması bundan ötürüdür. Sadece bilgiler tek tek ve yavaş yavaş
keşfedilmedi, tersine, genel olarak bilginin aracı da, insanda idrak etmeden önceki durumlar
ve operasyonlar da keşfedildi. Ve her seferinde yeni keşfedilen operasyon ya da yeni yaşanan
durum bütünüyle anlamanın bir aracı olarak değil, aksine, bütün anlama değerinin içeriği,

18


amacı ve toplamıymış gibi görünür. Düşünürün hayal gücüne, heyecana, soyutlamaya,
somutlaştırmaya, buluşa, sezgiye, tümevarıma, eytişime, tümdengelime, eleştiriye, malzeme
toplamaya, nesnel düşünmeye, huzur ve sükunete ve konulara toplu göz atma yeteneğine ve
bir o kadar da her şeye karşı adil ve sevgiyle bakmaya ihtiyacı var... ama bütün bu araçlar, tek
tek vita contempiativa tarihinde bir zamanlar amaç ve son amaç olarak geçerli olup
mucitlerine son bir amacın parlaması sırasında insan ruhuna gelen mutluluğu verdiler.

44.
Köken ve Anlam. — Neden aklıma hep bu fikir geliyor ve hep daha alacalı renklerle ışıldıyor?
— Eskiden araştırmacılar nesnelerin kökenini araştırırken, sürekli eylem ve karar için paha
biçilemez önemi olan bir şey bulduklarına inanırlardı. Hatta insanoğlunun selametinin,
nesnelerin kökeninin incelenmesine bağlı olması şartı koşuluyordu hep. Buna karşın şimdi biz
kökene doğru ilerlediğimiz ölçüde çıkarlarımızdan da uzaklaşıyoruz; evet, nesnelere
yüklediğimiz değerlendirmeler ve “ilgilenişler”, bilgimizle ne kadar geriye gidip, nesnelerin
kendilerine yaklaşırsak, anlamlarını o kadar çok yitirmeye başlıyorlar. Kökeninin incelenmesi
ile birlikte kökenin anlamsızlığı artıyor: Yakınımızdaki, etrafımızdaki ve içimizdeki şeyler
yavaş yavaş renkler ve güzellikler ve bilmeceler ve önemli zenginlikler göstermeye başlar ki,
eski insanlık bunu rüyasında bile görmemiştir. Vaktiyle düşünürler, yakalanmış hayvanlar
gibi kinle hep kafeslerinin demir parmaklıklarını kollar, parçalamak için onlara doğru
sıçrayarak dolaşırlardı. Ve bir delikten bakarak, dışarıda, öbür tarafta ve uzakta bir şey
gördüğüne inanan kimse mutlu görünürdü.
45.
Bilgi İçin Trajik Son. — Yükselme araçları içinde insan kurban etmek, bütün çağlarda insanı
en çok yükselten ve yücelten bir araç olmuştur. Ve belki tek bir korkunç düşünceyle kendini
feda eden insanlık düşüncesiyle en muzaffer olanları yenmeyi başarsaydı, her türlü başka
çabayı hala yeniyor olabilirdi. Ama kendini kime kurban edecekti? Eğer bu düşüncenin takım
yıldızı günün birinde ufukta görülecek olursa, geriye hakikatin bilgisi tek başına büyük bir
amaç olarak kalmış olacağından ve bu amaca böyle bir kurbanın uygun düşeceğinden emin
olunabilir, çünkü onun için hiçbir kurban büyük değildir. Bu arada insanlığın bir bütün olarak
bilgiyi artırmak için adım atmasının ne ölçüde mümkün olduğu sorunu hiç ortaya atılmadı.
Nerde kaldı ki, herhangi bir bilgi güdüsü, insanlığı gözlerde vaktinden önceki bir bilgeliğin
ışığıyla ölüme götürsün. Günün birinde öteki yıldızların sakinleri ile bilgi amacıyla bir dostluk
kurulursa ve birkaç bin yıl boyunca insan bilgisi yıldızdan yıldıza aktarılırsa, belki. Belki de
bilgi coşkusu dalga yüksekliği seviyesine ulaştığı zaman!
46.
Kuşkudan Kuşkulanma. — “Hangi güzel yastık iyi oluşmuş bir kafa için şüphe yaratır?” —
Montaigne’in bu sözü Pascal’ı hep kızdırmıştır, çünkü iyi bir yastığı onun kadar hiç kimse
istemiyordu. Daha ne eksikti ki?
47.
Sözcükler Yolumuzu Kesiyor! — Eskiler nereye bir sözcük koyarlarsa orada bir keşif
yaptıklarına inanırlardı. —Gerçekte ise durum ne kadar da farklıydı! Bir soruna dokunmuşlar
ve onu çözdüklerini sanırken, çözümsüzlük yaratmışlardı.— Şimdi insanın her bilgi edinişte
taşlaşmış ölü sözcüklere ayağı takılıyor, sendelemek zorunda kalıyor ve bu arada sözcüğü
değil, bacağını kıracak.
48.

19


Bilimin Tümü “Kendini Tanı” Demektir. — İnsan ancak bütün nesneleri tanıdıktan sonra
kendini tanımış olacak. Çünkü nesneler insanın sadece sınırlarıdır.

49.
Yeni Temel Duygu: Nihai Geçiciliğimiz. — Eskiden insanın tanrısal kökenine işaret edilerek
ihtişam duygusuna erişilmeye çalışılırdı: Şimdi ise bu yasak bir yol oldu. Çünkü girişinde,
öteki korkunç hayvanların yanında maymun oturuyor ve bilmiş bir halde: Bu yöne devam
etme! dercesine dişlerini gıcırdatıyor. Bu yüzden insan şimdi ters yöne gitmeyi deniyor:
İnsanoğlunun gittiği yol, onun ihtişamını ve tanrılarla olan akrabalığını kanıtlamaya yardım
etmeli. Ah, bununla da hiçbir şey olmuyor! Bu yolun sonunda son insanın ve mezarcının
cesedine ait kül kabı var (Üzerinde nihil humani a me alienum puto yazılı). İnsanlık kendini
ne kadar geliştirirse geliştirsin —ve belki de sonuçta başlangıçta olduğundan daha derinlerde
olacak!— Karınca ve kulak biti “yeryüzü yolculuğunun” sonunda tanrı akrabalığına ve
sonsuzluğa yükselemediği gibi onun için de daha yüksek bir düzene geçiş yok. Olacak,
olmuşu arkasından sürüklüyor: Neden bu sonsuz tiyatro küçük bir yıldız için ve yine küçük
bir tür için bir istisna oluştursun! Defolsun bu tür duygusallıklar!
50.
Sarhoşluğa İnanç. — Heyecanlı ve coşkulu anlarda insanlar, karşıtlık yüzünden ve sinir
güçlerini savurgan biçimde kullandıklarından dolayı kendilerini genellikle perişan ve yorgun
hissederler; o anlara kendi anları olarak bakıp, “kendileri” olarak bakıp, sefalet ve
umutsuzluğu “kendi dışında” olanın etkisi olarak görürler. Ve bu yüzden çevrelerine,
çağlarına ve bütün dünyaya karşı intikamcı duygular beslerler. Sarhoşluk onlar için gerçek
yaşam, esas ben anlamını taşır: Başka her şeyde, ister tinsel, ahlaksal, dinsel ya da sanatsal bir
doğaya sahip olsun, sarhoşluğun düşmanlarını ve engelleyicilerini görürler. Bu coşkulu
ayyaşlara insanoğlu çok fazla kötülük borçludur: Çünkü bunlar kendilerine ve yakınlarına
karşı nankör davranan, çağın ve dünya nefretinin ve özellikle dünya yorgunluğunun nifak
tohumlarıdırlar. Belki de bir cehennem dolusu cani, bu ezici, yeri göğü zehirleyen, korkutucu
etkiyi, azgınların, hayalperestlerin, yarı kaçıkların ve kendilerine hakim olamayan ve olası
bütün zevklere ancak kendini tamamen kaybettiği zaman sahip olan dehaların küçük asil
cemaati gibi uzakların en uzağına süremez: Cani sık sık kusursuz bir özdenetim, özveri ve
akıllı olmanın kanıtlarını sergilerken, bu özellikleri kendini korkutanlar katında canlı tutar.
Onun sayesinde yaşam üzerindeki gök belki tehlikeli ve kasvetli olur, ama hava canlı ve sert
kalır. — Ayrıca bu bağnaz kişiler, bütün güçleriyle sarhoşluğa inançlarını yaşamın içinde
gerçek yaşama olarak geliştirirler: dehşet verici bir inanış! Nasıl ki vahşiler şimdi “ateş suyu”
ile hızla bozularak, ölüp gidiyorlarsa, insanlık da bütünüyle yavaş ve sağlam bir şekilde tinsel
ateş suyunun sarhoş eden duygularıyla ve ona olan tutkuyu ayakta tutan şeyle bozuldu. Belki
de bundan dolayı yok olup gidecek.
51.
Hala Olduğumuz Gibiyiz! —“Büyük tek gözlülere karşı hoş görülü olalım! “— demişti Stuart
Mill. Sanki onlara inanmanın, nerede ise ibadet etmenin alışkanlık haline geldiği bir yerde
hoşgörü istemek gerekliymiş gibi! Ben diyorum ki: Büyük küçük bütün çift gözlülere karşı
hoşgörülü olalım... çünkü bu halimizle hoşgörüden daha fazlasını gösteremeyiz!
52.
Ruhun Yeni Hekimleri Nerede? — Yaşama acı dolu temel özelliğini teselli araçları
kazandırmıştır ilk kez; şimdi bu özelliğe inanılıyor. İnsanların en kötü hastalığı, hastalıklara
karşı mücadeleden doğdu ve görünürdeki ilaçlar, zaman içinde ortadan kaldırmaları gereken
şeylerin daha kötüsünü ürettiler. Bilgisizlikten ötürü bir anlık etki eden, uyuşturan ve

20


kendinden geçiren ilaçlar, sözde teselliler, gerçek tedavi edici güçler olarak kabul edildi. Hatta
bu ani rahatlamaların sık sık acıların yayılıp, derinleşip kötüleşmesi suretiyle ödendiği,
hastaların uyuşukluğun arkadan gelen etkisinden, daha sonra uyuşukluğun ortadan
kalkmasından ve daha da sonra huzursuzluktan, sinir gerginliğinden ve sağlıksızlığın verdiği
genel ezici bir duygudan dolayı acı çektikleri fark edilmedi. İnsan, hastalığı belli bir dereceye
vardıktan sonra, artık bir daha iyileşmiyordu... iyileştirmek için genel olarak kendilerine
inanılan ve tapınılan ruh hekimleri çaba gösteriyorlardı. —Schopenhauer hakkında, haklı
olarak, insanlığın acılarını nihayet yeniden ciddiye aldığı söylenir. Bu acılara karşı panzehiri
sonunda ilk kez ciddiye alan ve duyulmamış sahte hekimliği zincire vuran kişi nerede?
İnsanlık şimdiye dek ünlü adlar altında çalışan bu şarlatanlara ruh hastalıklarını tedavi
ettirmeye alışmıştı.

53.
Dürüstlerin İstismar Edilmeleri. — Tövbe ve istiğfara çağıran rahiplerin ve cehennem
korkusunun müthiş baskısı alında acı çekmek zorunda kalanlar, vicdansızlar değil,
vicdanlılardı; hele bunlar bir de fantezisi olan insanlardıysa. Yani yaşam en çok tam
anlamıyla ferahlığa ve iç açıcı imgelere ihtiyaç duyan kimseler için karartıldı. —Sadece kendi
kendilerine iyileşmeleri ve sağlıklarına kavuşmaları için değil, insanlık onlarla sevinebilsin ve
onların güzelliğinden kendi içine bir ışın alabilsin diye. Ah, günahı keşfeden dinler ne kadar
da çok gereksiz vahşet ve hayvanlara eziyet orta ya koydular! Ve aynı şeyleri vahşet ve eziyet
sayesinde iktidarlarının en büyük zevkine sahip olmak isteyen insanlar yaptı!
54.
Hastalık Üzerine Düşünceler! — Hastanın kuruntusunu yatıştırın ki, en azından şimdiye
kadar olduğu gibi hastalığından çok, hastalığıyla ilgili düşüncelerinden dolayı acı çekmesin...
bu da bir şeydir diye düşünüyorum! Ve bu az bir şey değil! Görevimizi şimdi anlıyor
musunuz?
55.
“Yollar”. — İnsanlığı büyük tehlikelere sokan hep sözde “kısa yollar” oldu; daha kısa bir
yolun bulunduğu haberinin sevinciyle hep yolundan ayrılıyor... ve yolunu kaybediyor.
56.
Yaşlılıkta İnançlı Olmak. — Kimin dindar, inancı güçlü insanlara karşı antipatisi var? Tam
tersine, onlara içten bir saygıyla bakıp onlar için sevinmiyor muyuz ve bu mükemmel
insanların bizlerle aynı duyguları paylaşmadığından dolayı derin üzüntü duymuyor muyuz?
Peki bir zamanlar tinin bütün özgürlüğüne sahip olup, sonunda “mümin” olan kimseye karşı
bu nedensiz, derin ve ani nefret nereden kaynaklanıyor? Bunun üzerine düşündüğümüz
zaman, sanki ruhumuzdan çabucak silmemiz gereken iğrenç bir şey görmüş gibi oluruz! Bu
bağlamda bize şüpheli görünseydi en saygıdeğer insana da sırtımızı dönmez miydik? Daha
doğrusu bunu ahlaksal cezalandırmadan değil de, ani bir iğrenmeden ve dehşetten ötürü
yapmaz mıyız? Duygunun bu keskinliği nereden geliyor! Belki de şu ya da bu, herhangi biri
bize aslında kendimizden tam olarak emin olmadığımızı anlamamızı sağlayacaktır? Vakitli
olarak etrafımıza inançtan nefret edelim diye koruyucu olarak sivri dikenler ekmemizin
nedeni, yaşlılıktan gelen zayıf ve unutkan olduğumuz ve aynı zamanda dine düşkün
olduğumuz önemli anlarda inanca karşı duyduğumuz nefreti unutarak tehlikeye düşmemek
için değil midir? — Çok doğru: Bu tahmin yanlış, ve kim bu tahmini yaparsa, özgür tini neyin
hareket ettirdiği ve belirlediği konusunda hiçbir fikri yok demektir. Düşüncelerini değiştirmek
ona pek de aşağılık bir şey olarak görünmüyor! Buna karşın nasıl da düşüncesini değiştirme
becerisi sayesinde saygı görüyor; özellikle yaşlılığa kadar devam etmesi halinde nadir ve

21


yüksek bir paye! Ve hırsı (korkaklığı değil) spernere se sperni ve spernere se ipsum yasak
meyvelerine dahi uzanır: nerede kaldı, kendini beğenmiş ve halinden memnun kimselerin
korku duyacağı şeyler karşısında korkuya kapılsın! Yine de o bütün düşüncelerin masumiyeti
öğretisinin geçerliliğinden emin olduğu kadar, bütün eylemlerin masumiyeti öğretisinin
geçerliliğinden de emindir. Yaşlılıkta inançlı olmadan önce yargıç ve cellat nasıl olabilirdi!
Daha çok iğrenç bir hastanın görünümü doktoru etkilediği gibi, görünümü de onu etkiler.
Peltemsiye, yumuşamışa, etrafa yayılana, cerahatliye karşı duyulan fiziksel tiksinti bir an akla
ve iradeye yardım konusunda galip gelir. Böylece bizim iyi irademiz, yaşlılıkla gelen
inançlılıkta egemen olduğu kabul edilen korkunç hilekarlık düşüncesi tarafından yenilir:
karakterin iliklerine kadar işlemiş olduğu genel bir soysuzlaşma düşüncesi tarafından.

57.
Başka Korku, Başka Güvenlik. — Hıristiyanlık yaşama çok yeni ve sınırı olmayan tehlikeli
olma durumu soktu ve bununla aynı şekilde her şey için tamamen yeni güvenceler, keyifler,
dinlenmeler ve değerlendirmeler üretti. Bizim yüzyılımız bu tehlikeyi vicdan rahatlığıyla
reddetmektedir: Ama yine de Hıristiyan güvencesinin, Hıristiyan keyfinin, Hıristiyan
dinlenmesinin eski alışkanlıklarını hala beraberinde sürüklüyor! Ve en soylu sanatlarının ve
felsefelerinin içine sokuyor! Ne kadar donuk ve aşınmış, ne kadar yarım ve sakar, ne kadar
keyfi ve fanatik ve her şeyden önce: Bütün bunlar ne kadar da kuşkulu bir etki bırakıyor;
şimdi, buna o korkunç zıtlık da dahil olduğundan, Hıristiyanın sonsuz selameti kaybolduğuna
ilişkin içine düştüğü korku!
58.
Hıristiyanlık ve Duygulanmalar. — Hıristiyanlıktan kaynaklanan felsefeye karşı popüler
büyük bir protesto da duyulur: Eski bilgelerin aklı, insanlara duygulanımları salık vermemişti,
Hıristiyanlık onu onlara geri vermek istiyor. Bu amaca yönelik olarak filozofların yorumladığı
şekliyle —aklın duygulanım üzerindeki galibiyeti biçiminde— erdemin ahlaksal değerinin
bütününü inkar ediyor, akıllılığı tamamen mahkum ediyor ve duygulanımları kendilerini en
büyük güçle ve haşmetle dışa vurmaları için kışkırtıyor: tanrıyı sevme, tanrıdan korkma,
tanrıya fanatik biçimde inanma, tanrıdan körü körüne umutlanma olarak.
59.
Avutma Olarak Yanılgı. — Kim ne derse desin, Hıristiyanlık insanları ahlaksal taleplerin
yükünden, mükemmelliğe giden daha kısa bir yol gösterdiğini sanarak, kurtarmak istedi. Tıpkı
birkaç filozofun zahmetli ve sıkıcı diyalektikten ve sıkı sıkıya kontrol edilmiş verileri
toplamaktan vazgeçebileceklerini sanmaları ve “hakikate giden majestik yolu” göstermeleri
gibi. Her ikisi de birer hataydı... ama çölde bitkin ve umutsuzluğa düşmüş bir kimse için
büyük bir avuntu.
60.
Bütün Ruhlar Sonunda Bedensel Olarak Görülür. — Hıristiyanlık sayısız boyun eğme
meraklısının, alçakgönüllülüğün ve tapınmanın nazik ve kaba taraftarlarının bütün ruhlarını
yuttu ve böylelikle köylü kabalığından kurtulup — örneğin havari Petrus’un en eski resminin
anımsattığı gibi — yüzündeki binlerce kıvrımıyla, art düşüncesiyle ve kaçamağıyla ruhsal
zenginliği bol bir dine dönüştü. Avrupa insanını sadece ilahiyat sorunlarında içten pazarlıklı
yapmakla kalmayıp, aynı zamanda akıllandırdı. Bu ruhla ve iktidarla kurduğu ortaklıkla ve sık
sık da bağlılığın en derin itikadıyla ve dürüstlüğüyle, belki de şimdiye kadar gelmiş geçmiş
insan toplumlarının en iyi kişiliklerini yontup ortaya çıkardı: Katolik ruhbanların en yüce ve
en üst kişiliklerini, özellikle bunlar asil bir soydan geliyorduysalar, daha baştan
davranışlarında doğuştan zariflik vardı, hükmedici bakışları ve güzel elleri ve ayakları

22


bulunuyordu: Burada insan çehresi, düşünülen bir yaşam biçiminin insan içinde ki hayvanı
bastırmasından sonra mutluluğun iki türünün (iktidar duygusu ve teslimiyet duygusu) sürekli
meydana getirdiği gelgitlerle ruhsallaşma sürecine girer. Burada kutsama, günah bağışlama ve
tanrısallığın temsilinden oluşan bir etkinlik, insanüstü misyon duygusunu ruhta, hatta bedende
de hep canlı tutar. Burada askerlere doğuştan özgü vücut narinliğine ve yazgının mutluluğuna
karşı gösterilen o nazik hor görme hakimdir; itaat etmekten gurur duyuluyor, bu da bütün
aristokratların ortak özelliğidir; görevinin korkunç olanaksızlığında özür ve ideal var. Kilise
hükümdarlarının heybetli güzellikleri ve zariflikleri halka hep kilisenin gerçeğini
ispatlamıştır. Ruhaniliğin zaman zaman haydutlaştırılması (Luther’in döneminde olduğu gibi)
hep inancın karşıtını beraberinde getirdi. — Ve biçim, ruh ve görev uyumundaki insan
güzelliğinin ve nezaketinin bu sonucu da dinler sona erince, mezara taşınmaz mı? Ve daha
yükseğe ulaştırılamazsa da, düşünülemez mi?

61.
Zorunlu Kurban. — Ciddi, çalışkan, dürüst, derin duygulu ve şimdi bile içten Hıristiyan olan
insanlar: Bu insanlar bir kez kendilerine karşı uzun bir süre için deneme mahiyetin de
Hıristiyanlık olmadan yaşamaya borçludurlar; bir kez inançlarına karşı bu şekilde “çölde”
oturmaya borçludurlar.. ancak bu şekilde Hıristiyanlığın gerekli olup olmadığı sorusu üzerine
söz söylemeye hak kazanırlar. Şimdilik kendi ülkelerinin toprağına yapışmış, oradan bakıp
ülkenin öbür tarafındaki dünyayı karalıyorlar: Birisi çıkıp da ülkenin öbür tarafında esasen
bütün bir dünyanın bulunduğunu, Hıristiyanlığın topu topuna sadece bir köşeyi kapladığını
söylediği zaman, sinirlenip kızıyorlar! Hayır, elinizdeki delilin Hıristiyanlık olmadan
yaşadığınız, samimi bir heyecanla Hıristiyanlık karşıtı olarak katlanıp sürdürdüğünüz uzun
yıllardan daha fazla bir önemi ve ağırlığı yok: ta ki ondan çok çok uzaklara gitmenize dek.
Sizi vatan özlemi değil de, ciddi bir karşılaştırmaya dayanan karar geri getirirse, o zaman
vatana dönüşünüzün bir anlamı olur! — Geleceğin insanları günün birinde geçmişin değer
yargılarıyla bunu yapacaklar... sonunda onu elekten geçirme hakkına sahip olmak için insan
bunu gönüllü olarak bir kez daha yaşamalı ve işin gereği olarak karşıtını da.
62.
Dinlerin Kaynağı Üzerine. — Bir insan nasıl olur da nesneler hakkındaki kendi fikrini vahiy
olarak algılayabilir? Bu, dinlerin doğuşu ile ilgili bir sorundur. Bu tür bir olay ne zaman
cereyan etmişse, orada olayın gerçekleşmesine uygun bir insan bulunmuştur. Buradaki
önkoşul, o kişinin önceden vahye inanıyor olmasıdır. Artık günün birinde birden bire yeni
düşüncelerini kazanır. Ve kendi büyük dünyasını ve varlığını kapsayan varsayımın mutlu
edici etkisi bilincine öylesine etkileyici bir şekilde girer ki, kendini böyle bir uhrevi
mutluluğun yaratıcısı olarak duyumsamaya cesaret edemez ve bunun nedenini ve yine o yeni
düşüncenin nedeninin nedenini tanrısına mal eder: tanrısının vahyi olarak. Bir insan nasıl olur
da böyle büyük bir mutluluğun yaratıcısı olabilir! —der kötümserin kuşkusu. Buna gizliden
gizliye başka manivelalar etki eder: Örneğin insan bir düşünceyi vahiy olarak duyumsamak
suretiyle kuvvetlendirir, böylelikle varsayımı ortadan kaldırır, bu düşünceyi eleştiri ve de
kuşku ortamından çıkarıp kutsallaştırır. Böylelikle insan kendini her ne kadar bir organona
indirgerse de, sonuçta düşüncelerimiz tanrı düşüncesi olarak galip gelir... sonunda galip
kalmanın bu duygusu, o aşağılanma duygusuna karşı üstünlük kazanır. Bir başka duygu da
arka plan da rol alır: Eğer insan kendi ürününü kendisinin üzerine çıkarıp görünürde kendi
değerini hesaba katmazsa, yine de her şeyi dengeleyen ve dengelemekten de fazlasını yapan
baba sevgisinin ve baba gururunun övgüsünü alır.
63.

23


Yakınlarından Nefret. — Bir başkası kendi için ne duyumsuyorsa ona karşı bizim de aynı şeyi
duyumsadığımızı farz edelim — Schopenhauer’ın merhamet etme duygusu dediği ve daha
doğrusu bunun başkalarının duygularını anlayabilme anlamını taşıyan şey... eğer o kendisini,
Pascal gibi nefret edilecek gibi bulsaydı, o zaman biz de ondan nefret etmek zorunda kalırdık.
Ve Pascal da bütünüyle insanlara karşı bu duyguyu besliyordu herhalde ve keza Tacitusun
bildirdiğine göre, Neron'un yönetimindeki eski Hıristiyanlığa karşı odium generis humani
“suçlaması yapılıyordu”.

64.
Umutsuzluğa Kapılanlar. — Hıristiyanlık herhangi bir şeyle umutsuzluğa düşürülebilecek
herkese karşı bir avcının sezgisine sahiptir... bunu insanlığın sadece seçilmiş bir grubu
yapabilecek durumdadır. Hep onların arkasındadır, onlara pusu kurmuştur. Pascal en keskin
bilginin yardımıyla her insanın umutsuzluğa sürüklenip sürüklenemeyeceği konusunda bir
deneme yapmıştı... deneme onun ikinci umutsuzluğu olarak başarısızlıkla sonuçlandı.
65.
Brahmanlık ile Hıristiyanlık. — Kudret duygusu için reçeteler var: Bir kez bunlar kişilerin
kendilerine hakim olabilmeleri için ve bu sayede çok önceden beri güç duygusu ile birlikte
olanlar için var; sonra bir de aslında güç duygusu olmayanlar için var. Birinci tür insanlara
Brahmanlık, ikinci tür insanlara Hıristiyanlık özen gösterdi.
66.
Görüş Yeteneği. — Bütün Ortaçağ boyunca en yüksek insanlık için gerçek ve belirleyici
özellik şuydu: İnsanın görüşe —yani derin bir tinsel karmaşa için!— yeteneği olması. Ve
temelde bütün yüksek karakterlerin (dini) Ortaçağ yaşam kuralları, insana görüş yeteneği
sağlamaya yönelmektedir! Eğer çağımızın içine doğru, yarı kaçık, hayalperest, fanatik, sözde
deha insanların abartılmaları kabından taşıp akıyorsa, bunda şaşıracak ne var; “onlar
başkalarının görmediği şeyleri gördüler...” ne kuşku! Ve bu bizim onlara karşı tavır alırken
temkinli olmamızı sağlamalı, ama inanan tavrı değil!
67.
İnananların Değeri. — Çarmıha gerilmiş bir zavallı bile olsa bu inanç için herkese cennet
vaat eden, ona inanılmasına değer veren kimse, korkunç şüpheyle inliyor ve çarmıha
gerilmenin her türünü biliyor olmalı: Yoksa kendisine inananları böyle yüksek bir fiyata satın
almazdı.
68.
İlk Hıristiyan. — Bütün dünyaya hala “kutsal ruhun” yazarlığına inanıyor ya da bu inancın
etkisi altındadır. İnsan incili açarsa, bunu kendine “yüksek duygular” edinmek, küçük büyük
kişisel dertlerine teselli bulmak için yapar... kısaca: Kendini onun içine ve dışına doğru okur.
Onun için de en hırslı ve usandırıcı ruhlardan birinin ve keza sinsi bir kafadan daha batıl
inançlı bir adamın hikayesinin havari Paulus’un hikayesinin yazılı olması... birkaç bilim
adamını bir yana bırakırsak, kim bilir bunu? Ama bu garip hikaye olmazdan, böyle bir
kafanın, böyle bir ruhun şaşkınlıkları ve fırtınaları olmasaydı Hıristiyanlık olmazdı; ustaları
çarmıhta ölmüş bir küçük Yahudi tarikatından zor bela haberimiz olurdu. Elbette, insan bu
hikayeyi doğru zamanda kavramış olsaydı, Paulus’un notları “kutsal ruhun” vahyi olarak
değil, samimi ve özgün tinle ve kendi kişisel sıkıntılarımızı işin içine karıştırmadan okusaydı,
gerçekten okusaydı —bin beş yüz yıldan beri böyle bir okuyucu olmamıştır— o zaman
Hıristiyanlık çoktan bitip tükenmiş olurdu. Yahudi Pascal’ın bu notları Hıristiyanlığın
kökenini ne denli ortaya çıkarıyorsa, Fransız Pascal’ın notları Hıristiyanlığın kaderinin ve

24


onun hangi nedenle yok olacağını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Hıristiyanlık gemisi
Yahudi safrasının büyük bir bölümünü denize boşaltmış olması, dinsizlerin arasında seyretmiş
ve seyredebilmiş olması... bu çok acı çekmiş, çok acınacak, çok rahatsız ve kendinden
rahatsızlık duyan tek bir insanın hikayesine bağlıdır. Sabit bir fikir ona acı çektiriyordu ya da
daha açık ifade edersek: hep güncel, asla durulmayan sabit bir soru: Yahudi yasalarıyla
ilişkisi nedir? Daha doğrusu yasa hükmünün yerine getirilmesiyle ne ilişkisi var? Gençliğinde
yasayı kendisi memnun etmek istemiş, Yahudilerin düşünme becerisi gösterdikleri bu en
kıymetli payenin peşine aç kurt gibi düşmüştü... bu halk, ahlaksal yücelik fantezisini başka
herhangi bir halktan daha fazla yüceltmiş ve sadece kutsal bir tanrıyı, günah düşüncesinin bu
kutsallığa karşı bir suç olmasıyla birlikte yaratmayı başarmış bir halktı. Paulus aynı zamanda
bu tanrının ve onun koyduğu yasanın fanatik savunucusu ve namus bekçisi olmuştu ve onu
çiğneyenlere ve ondan kuşkulananlara karşı sürekli pusuya yatmış, onlarla kavga halindeydi.
Onlara karşı acımasız ve sertti, en ağır cezaları vermeye niyetliydi. Ve durum böyle iken
kendi kendine — taşkın, duygusal, melankolik, nefrette acımasız bir kişi olarak — yasaya
bizzat kendisinin uyamayacağını anladı. Evet; ona, taşkın tahakküm hırsının yasayı çiğnemesi
için sürekli tahrik edilmesi ve bu tahrik unsuruna boyun eğmek zorunda kalması, çok garip
geliyordu. Ona tekrar tekrar yasayı ihlal ettiren gerçekten “şehvet düşkünlüğü” müydü?
Aslında sonradan kuşkulandığı gibi sürekli olarak yerine getirilemeyeceğini kanıtlamak
zorunda olan yasanın kendisi, karşı konmaz bir büyü ile ihlale sürüklemiyor muydu? Ama o
zaman bu karmaşıklıktan çıkış yolunu henüz bilmiyordu. Gönlünde çok şey yatıyordu —
düşmanlığı, cinayeti, büyücülüğü, puta tapınmayı, fuhuşu, alkolikliği ve baştan çıkarıcı içki
masalarından keyif almayı ima ediyordu— ve ne kadar çok vicdanına ve daha fazlasıyla
tahakküm hırsına, yasaya saygı ve yasayı korumanın en aşırı fanatizmiyle hava aldırmayı
denediyse de, kendisine: “Her şey boşuna! Hükmü yerine getirilemeyen yasanın verdiği
işkence alt edilmez!” dedirten anlar geldi. Manastırında ruhani idealin kusursuz insanı olmak
istediğinde, Luther de benzer şeyler duyumsamış olmalı. Ve günün birinde kendisine itiraf
edemediği ölçüde gerçekten ölümcül bir nefretle ruhani idealden, papadan, azizlerden ve
bütün ruhban sınıfından nefret etmeye başlayan Luther gibi... Paulus’a da öyle olmuştu.
Kanun, onun için kendisini çakılmış hissettiği çarmıhtı. Ondan nasıl da nefret ediyordu! Ona
ne büyük garez besliyordu! Onu yok edecek bir çare bulmak için nasıl da aranıyordu... artık
onu şahsen uygulamak istemiyordu! Ve sonunda kafasında bu saralının nasıl
dizginlenebileceği konusunda kurtarıcı bir fikirle birlikte ilahi görüntü parladı. O, manevi
bakımdan çok yorgun olan yasanın öfkeli fanatiğine, yüzü tanrının nuru ile parlayan İsa ıssız
caddede gözükmüştü ve Paulus’un kulaklarına şu sözler geliyordu: “Beni niçin takip
ediyorsun? “ Ama burada esas olan şey şudur: Kafasının içinde birdenbire şimşek çakmıştı.
Kendine: “Aslında bu İsa’yı takip etmek akılsızlıktır!” demişti. “İşte çıkış yolu burada, işte
kusursuz intikam burada. İşte, buradan başka hiçbir yerde yasa çiğneyicisini ele geçiremem!”
Kibirliliğin en çok acı çekmiş hastası bir darbe yiyince tekrar iyileşti, ahlaksal umutsuzluk
sanki uçup gitti, çünkü ahlak kayboldu, yok edildi... orada, yani çarmıhta yerine getirildi.
Şimdiye dek o rezilce ölüm, yeni öğretinin taraftarlarının sözünü ettiği “Mesihliğe” karşı
temel argüman olarak geçerli olmuştu. Ama nasıl, madem ki yasayı ortadan kaldırmak için
gerekliydi! Bu buluşun, bu bulmacanın çözümünün korkunç sonuçları gözlerinin önünde
fırıldak gibi dönüyordu, bir anda en mutlu insan olur.. - ona, Yahudilerin, hayır, bütün
insanların yazgısı bu buluşa, birdenbire aydınlanmasının saniyesine bağlıymış gibi gelir,
düşüncelerin düşüncesine, anahtarların anahtarına, ışıkların ışığına sahiptir; bundan sonra
tarih onun etrafında döner! Çünkü bu andan itibaren yasayı yok etmenin öğretmenidir o!
Kötünün ölmesi... yani kanunun da ölmesi demek; bedende olmak... yani kanunun içinde de
olmak demek! İsa ile bir olmak... yani onun sayesinde kanunun yok edicisi olmak demek;
onunla ölmek... yani yasanın da ölmesi demek! Eğer günah işlemek hala mümkün olsaydı,
artık kanuna karşı olmazdı, “ben onun dışındayım”. “Eğer şimdi yasayı yeniden kabul etmek


25


ve ona uymak istesem, o zaman İsa’yı günahın işbirlikçisi yapardım”, çünkü yasa günah
işlensin diye vardır, keskin özsuyun hastalığı ortaya çıkardığı gibi, yasa da hep günahı ortaya
çıkarır; ölüm olmaksızın yasanın uygulanması mümkün olsaydı, tanrı İsa’nın ölmesine asla
karar veremezdi; şimdi sadece bütün günahlar ödenmedi, günahın kendisi de ortadan
kaldırıldı; şimdi yasa öldü, şimdi içinde onun yaşadığı beden öldü... ya da en azından
çürüyerek ölüm sürecine girmiştir. Kısa bir süre daha bu çürümenin içinde kalacak! — İsa ile
bir olmadan, İsa ile yeniden dirilmeden, İsa’nın tanrısal muhteşemliğinden pay almadan ve
İsa gibi “Tanrının Oğlu” olmadan önce, İsa ile eşit olmak Hıristiyanın yazgısıdır. — Böylece
Paulus’un sarhoşluğu ve keza ruhunun ısrarcılığı doruğa ulaşmıştır... bir olma düşüncesiyle
her utanma, her itaat etme ve her türlü engel, ruhtan çekip alınmış ve hükmetme arzusunun
azgın istenci kendini tanrısal muhteşemlikte vakitsiz yapılmış bir sefa olarak ortaya
koymaktadır.— İşte bu ilk Hıristiyan olup Hıristiyanlığın bulucusudur! O güne değin sadece
birkaç Yahudi tarikatçı vardı.

69.
Taklit Edilemez. — Kıskançlık ile arkadaşlık, kendini aşağılama ile gurur arasında korkunç
bir gerilim ve mesafe vardır. Birincisiyle Yunanlı yaşardı, ikincisiyle Hıristiyan.
70.
Yontulmamış Bir Zeka Neye Yarar. — Hıristiyan kilisesi çok değişik kaynaklı tarih öncesi
kültler ve görüşlerin bir ansiklopedisi olup bundan dolayı misyonerlik yeteneğine sahiptir:
Eskiden istiyordu, şimdi istediği yere gidebilir, kendisini uydurabileceği ve yavaş yavaş kendi
anlamını onun yerine koyabileceği benzer bir şeyler bulmuştu ve buluyor. Bu dünya dininin
yayılmasındaki neden, içinde Hıristiyanlığın bulunması değil, geleneklerinin evrensel...
tanrısız özelliğidir. Düşüncelerinin kökleri hem Yahudi ve hem de Helen dünyasına uzanır;
başlangıçtan beri kendini ulusal ve ırksal özelliklerin ve inceliklerin ve de önyargıların
üzerine çıkarmayı becerdi. En değişik şeyleri iç içe büyüten bu güce ne de olsa hayranlık
duyulabilir, ama onun aşağılık özelliğini de unutmamak gerek: Kiliselerin kurulma çağındaki
zekasının şaşılacak derecede ham ve yetingen oluşu, böylece her besin ile yetinmesi ve çakıl
taşı gibi sert çelişkileri sindirmesi.
71.
Hıristiyanlığın Roma’dan Aldığı İntikam. — Belki de hiçbir şey hep galip gelen birinin bakışı
kadar yorgunluk vermez.. . İki yüz yıl boyunca Roma’nın bir halkın ardından öbür halka
boyun eğişi seyredildi; çember kapanmış, gelecek tümüyle sona ermiş gözüküyordu, her şey
sonsuzluk durumuna yönlendirilmişti. .. evet, eğer imparatorluk inşa ediyorduysa, “aere
perermius” art düşüncesiyle inşa ediyordu; sadece “yıkıntıların melankolisini” bilen biz, o
tamamen başka türlü olan, karşısında insanın kendini herhangi bir çare ile kurtarmayı
denediği sonsuz yapıların melankolisini hemen hemen bilemeyiz.. . örneğin Horatius’un
düşüncesizliğiyle. Başkaları, akıldan ve kalpten geçenlerin artık ümitsiz bir vaka olduğu, her
tarafı kocaman örümceklerin kapladığı ve nerede hala akan kan varsa tümünü aman vermeden
emecekleri düşüncesiyle bitkinliğin sınırındaki ümitsizliğe, öldürücü bilince karşı başka
teselli yolları arıyorlardı. Yorgun seyircinin Roma’ya karşı yüzyıllarca süren bu sessiz nefreti,
sadece Roma’nın egemen olduğu sürece, kendisini sonunda Roma’yı, “dünyayı” ve “günahı”
bir duyguda birleştiren Hıristiyanlıkta boşalttı. Dünyanın ani çöküşünün yakın olduğu
düşünülerek, ondan intikam alınıyordu. İnsan önüne yeni bir gelecek koymak suretiyle ondan
intikam alıyordu — Roma kendi geçmişine ve bugününe ilişkin her şeyi yapmayı biliyordu —
karşılaştırıldığı zaman Roma’nın artık en önemli şey olarak görülmediği bir gelecek ortaya
çıkmıştı; kıyamet gününün hayali ile ondan intikam alınıyordu... ve çarmıha gerilen Yahudi,
kurtuluşun simgesi olarak taşradaki muhteşem Romalı valilerle yapılan en büyük alaydı,

26


çünkü artık onlar felaketin ve çökmek için olgunlaşmakta olan “dünyanın” sembolü olarak
görülüyordu.

72.
“Ölümden Sonra”. — Hıristiyanlık cehennem cezasına ilişkin düşünceyi Roma
İmparatorluğu’nun tamamında hazır buldu: Çok sayıda gizli kült, kendi güçlerinin verimli
yumurtasından çok, onlar hakkında hile ve desise uydurmaktan özel zevk almıştır. Epikür
kendi akranları için bu inancın köklerini kurutmaktan daha önemli bir şey yapamayacağına
inanıyordu. En güzel şekilde, öğretisinin hüzünlü ama bununla birlikte aydın olan taraftarı
Romalı Lucretius'un ağzında çınlayan utkusu vaktinden önce gelir, — Hıristiyanlık yeraltı
dehşetlerine inanan ve çoktan zayıflayan inancı özel koruması altına almakla akıllılık etti!
Dinsizliğe karşı bu cesur atağı yapmadan Mithra ve Isis kültlerinin popülerliğini nasıl
yenebilirdi! Böylece en korkak olanları kendi tarafına çekti, — yeni bir inancın en güçlü
taraftarlarını! Yaşama sarılan ve sarılmakta olan Yahudiler, bir halk olarak Yunanlılar gibi ve
Yunanlılardan da öte, o düşünceleri daha az dikkate alıyorlardı: Günahkârın cezalandırılması
olarak mutlak ölüm ve bir daha kesinlikle dirilmeme konusunda en aşırı tehdit... bunların,
bedenlerinden ayrılmak istemeyip, onu geliştirdikleri Mısırizimle ebediyen kurtarmayı uman
bu garip insanlar üzerinde yeterince güçlü etkisi olmuştu. (Makkabele'nin ikinci kitabında, bir
Yahudi şehidin dışarıya sarkan bağırsaklarından feragat etmeyi düşünmediğini okuyoruz:
dirildiği zaman ona sahip olmak istiyor... işte, Yahudilik budur!) Sonsuz ıstırap düşüncesi ilk
Hıristiyanlardan çok uzaktı, “ölümden” kurtulmuş olduklarını düşünüyor ve günden güne bir
değişimi bekliyorlardı, artık ölmek istemiyorlardı. (İlk ölüm bunu bekleyenler arasında
herhalde çok garip bir etki yapmıştır! Şaşkınlık, sevinç, şüphe, utanç, heyecan, nasıl da
birbirine karışmıştır! — Büyük sanatçılar için gerçek bir konu!) Paulus kurtarıcısı hakkında
onun herkese ölümsüzlük kapısını açtığını söylemekten daha iyi söyleyecek bir şeyi yoktu...
kurtulmamış olanların dirileceğine henüz inanmamaktadır, hatta uyulması olanaksız olan
yasaya ve ölüme ilişkin öğretisinin bir sonucu olarak şüphelenmektedir, esasen şimdiye değin
hiç kimse (veya çok az kişi, başarıdan değil, merhametten ötürü) ölümsüz olmamışmış; ancak
ölümsüzlük ilk kez şimdi başlıyormuş kapılarını açmaya... sonunda ölümsüzlük için de çok az
kişi seçilmişmiş: Seçilmişlerin küstahlığını ilave etmekten kendini alamaz. — Yaşama
dürtüsünün Yahudiler ve Yahudi Hıristiyanlar arasındaki kadar büyük olmadığı ve
ölümsüzlük görünümünün mutlak ölüm görünümünden hiç de daha değerli görünmediği
başka yerde, dinsizlik ve her şeye rağmen kısmen Yahudi katkılı cehennem, misyonerlerin
elinde istenen bir alet oldu: Günahkar ve kurtarılmamış kimsenin de ölümsüz olduğunu
belirten yeni bir öğreti doğdu, ebediyen lanetlenmişler öğretisi; ve bu, artık tamamen
zayıflamış olan mutlak ölüm düşüncesinden daha güçlüydü. Sadece bilim, ölüm ve öbür
dünyada yaşam düşüncesini reddetmek suretiyle onu tekrar ele geçirdi. Bir ilgimiz daha da
azaldı: Artık “ölümden sonrası” bizi hiç ilgilendirmiyor! — Söylenmesi olanaksız bir iyilik;
ne var ki, bu haliyle ve her yönüyle duyumsamak için henüz çok yeni. — Ve Epikür yeniden
utku kazanıyor!
73.
“Hakikat” İçin!.. — “Hıristiyanlık hakikatini, Hıristiyanların erdemli davranışları, acıya
dayanıklılıkları, sağlam imanları ve her şeyden önce önüne çıkan bütün sıkıntılara rağmen
yayılması ve büyümesi göstermiştir”... siz bugün hala bunları söylüyorsunuz! Yazık! Bunların
hepsinin ne hakikatin lehine, ne de aleyhine olduğunu, gerçeğin gerçeklikten başka türlü
ispatlandığını ve sonuncusunun hiçbir şekilde birincisi için neden olmadığını öğrenin!
74.

27


Hıristiyan Art Düşünce. — “İnsanın, bu denli güçlü bir yargıcın nasıl takdir edeceğini tam
olarak bilmediği için, kendini masum olduğundan çok günahkar olduğuna ikna etmesi daha
iyidir, — hep günahkar olduğunu bilen kimseleri bulacağını umduğu için korkmak lazım! Bu
kadar büyük gücü ile bir günahkarı önünde haklı olduğunu itiraf eden birisinden daha kolay
bağışlar” düşüncesi birinci yüzyıl Hıristiyanlığının en alışılmış art düşüncesi değil miydi? —
Taşradaki zavallı insanlar Romalı valinin önünde şunları duyumsuyorlardı: “O bizleri masum
göstermeyecek kadar mağrurdur”... nasıl olur da, özellikle bu duygu, en yüce yargıcın
Hıristiyan canlandırmasında yeniden dirilemezdi!

75.
Avrupalı Olmayan ve Soylu Olmayan. — Hıristiyanlıkta biraz doğululuk, biraz kadınsılık var:
“Tanrı kimi severse onu terbiye eder” düşüncesi bu görüşü açığa vuruyor. Çünkü doğuda
kadınlar döverek cezalandırılmalarına ve kendilerinin dünyaya karşı katı şekilde kapalı
tutulmalarına kocalarının sevgilerinin bir göstergesi olarak bakarlar ve bu göstergeler olmazsa
şikayetçi olurlar.
76.
Kötü Düşünmek Kötü Yapmak Demektir. — Tutkular, kötü ve tehlikeli olarak
değerlendirilirlerse, kötü ve tehlikeli olurlar. Hıristiyanlık, Eros ile Venüs’ten - büyük ideal
yetenekleri olan güçlerden — inananların vicdanlarında her türlü cinsel heyecanlar yaratan
işkencelerle şeytani cinler ve sahte ruhlar yaratmayı başardı. Gerekli ve düzenli duyguları iç
sefaletin kaynağı yapıp, bu yolla iç sefaleti her insanda gerekli ve düzenli hale getirmeyi
istemek ürkütücü değil mi! Üstelik gizli tutulan ve böylece daha derinlere kök salan bir sefalet
kalıyor. Çünkü herkesin, Shakespeare’in sonelerinde açıkladığı gibi Hıristiyan kasvetini bu
noktada açıklama cesareti yok. — İnsanın savaşmak zorunda olduğu, kontrol altında tutmak
zorunda olduğu ya da duruma göre tamamen aklından sildiği bir şey, hep kötü olmak zorunda
mıdır! Düşmanın hep kötü olduğunu düşünmek aşağılık ruhlanın tarzı değil mi! Ve Erosa
düşman denebilir mi! Cinsel duygular da, merhamet ve tapınma duyguları gibi esasen ortaktır,
burada bir insanın kendisi zevk alırken başka bir insana iyilik yapması söz konusudur. — Bu
türden yardımsever düzenlemelere doğada çok sık rastlanmaz! Ve hem de onu böylesine
karalayıp, vicdan huzursuzluğu isnadı ile mahvetmek! İnsanın üremesini vicdan
huzursuzluğuyla eş tutmak! — Erosun bu türden şeytanileştirilmesi, sonunda bir komedi
haline geldi: Kilisenin bütün erotik şeylerle ilgili fısıldaşması ve gizliliği sayesinde bir
“şeytan” olan Eros insanlara yavaş yavaş bütün melekler ve azizlerden daha ilginç gelmeye
başladı. Günümüzü de içine alan bir etkiyle aşk öyküsü, bütün çevrelerde ortak ve gerçek ilgi
haline gelmiştir.., antik çağın kavraması olanaksız ve ileride günün birinde yine kahkahalar
attıracak bir aşırılıkta. En büyüğünden en küçüğüne kadar edebiyatçılığımızın ve
düşünmelerimizin hepsinde, aşk hikayelerinin temel hikaye olarak aşırı derecede bir önemle
ortaya çıktığını görüyoruz; bunlar aşk hikayeleriyle karakterize edilmiş, hatta daha da fazlası
yapılmıştır: Belki de o yüzden, sonradan gelen kuşaklar, Hıristiyan kültürün mirasında ne
varsa, hepsine sıradanlık ve çılgınlık damgasını vuruyorlar.
77.
Ruh İşkenceleri Üzerine. — Birisi başka birinin bedenine işkence ederse, işkenceye uğrayan
her kişi yüksek sesle bağırır; böyle bir şeyi yapabilen kişiye karşı insan hemen öfkelenir.
Evet, bir insana ya da hayvana yapılabilecek bir işkencenin hayali bile bizi ürpertir ve bu tür
kesin kanıtlanmış bir gerçeği duyunca katlanılmaz acılarlar çekeriz. Ne var ki, insan ruh
işkencesi ve bunun korkunçluğu konusunda aynı derecede genel ve belirgin bir acı
duyumsamaktan henüz çok uzaktır. Hıristiyanlık bu işkence türünü şaşılacak derecede çok
kullandı ve bu tür işkenceyi şimdi de öğütlemeye devam etmekten geri kalmıyor. Hatta, eğer

28


bu türden bir işkencenin olmadığı bir durumla karşılaşılırsa, çok masum bir şekilde
soysuzlaşma ve gevşeme var diye yakınıyor. — Bütün bunların sonucu olarak insanlık, ruhun
yanarak ölmesine, ruhsal işkenceye ve işkence aletlerine karşı, vaktiyle insanın ve hayvanın
vücuduna yapılan vahşete karşı gösterdiği tavırda olduğu gibi bugün hala korkulu bir sabır ve
kararsızlık tavrı içindedir. Cehennem aslında boş bir sözden ibaret değildi. Yeni yaratılan
gerçek cehennem korkularına yeni bir tür merhamet eşlik etti; tüyler ürpertici, tonlarca
ağırlıkta, “geri dönülemez bir şekilde cehennem lanetine uğramışlara” gösterilen ve eski
çağlarda bilinmeyen bir merhamet, örneğin taş konuğun Don Juan’a teyit ettiği ve
Hıristiyanlığın egemen olduğu yüzyıllarında mutlaka sık sık taşları feryada getirmiş bir
durum. Plutarkhos dinsizler dünyasında bir batıl inançlının durumu ile ilgili hüzünlü bir tablo
çizer: Bu tablo eğer “sonsuz acıdan” artık kaçıp kurtulamayacağını tahmin eden ortaçağ
Hıristiyanı ile karşılaştırılırsa bir zararı olmaz. Ona tüyler ürpertici haberciler görünüyordu:
Belki de yılanı gagasında tutan ve onu yutmakta hala tereddüt eden bir leylek. Ya da doğa
aniden solgunlaşır veya kor gibi renkler toprağın üzerinde uçuşur. Ya da ölmüş akrabaların
şekilleri yüzleri korkunç acıların izlerini taşıyarak yaklaşırlar. Ya da uyuyan kişinin odasının
duvarları aydınlanır ve duvarlarda sarı duman içinde işkence aletleri ve bir yılanlar ve
şeytanlar karmaşası belirir. Evet; Hıristiyanlık her tarafta çarmıha gerilmiş Isa heykelleri
dikip, dünyayı “haklının işkenceyle öldürüldüğü” yer ilan ederek korkunç yerleri dünyadan
yok etmeyi bildi! Ve eğer büyük vaizlerin kaba kuvveti bir kez bireyin bütün gizli acısını,
“günah çıkarma hücresinin” işkencesini toplumun önüne sürdüyse, eğer örneğin bir Whitfield
“ölmekte olan birinin ölmüş olanlara yaptığı gibi”, kah hıçkırıp ağlayarak, kah tepinip
hararetli bir şekilde çığlık atarak ve bir saldırının bütün oklarını mevcut tek kişiye
yöneltmekten ve onu cemaatten korkunç bir şekilde soyutlamaktan korkmayarak vaaz
verdiyse... o zaman dünya her seferinde gerçekten “kötülük çayırına” dönüşmek ister gibi
görünüyordu! Ondan sonra bir çılgınlık nöbetine tutulmuş gibi yollara üşüşmüş kitleler
görülüyordu. Birçoğu korku kasılmalarıyla, öbürleri bilinçsiz, hareketsiz bir halde orada
yatıyorlardı. Kimileri şiddetle titriyorlardı ya da her tarafı çınlatan, saatlerce süren çığlıkla
havayı yarıyorlardı. Her yerde boğazı sıkılmış insanların nefes almak için çıkardıkları ses gibi
hırıltılar vardı. Böyle bir vaazın görgü tanığı: “Ve gerçekten dinlemeye gelen insanların
hemen hepsi en derin acılar içinde ölenlerdi” dedi. Hıristiyanlığın ölüm döşeğini ilk kez
işkence yatağına çevirdiğini ve o zamandan beri onun üzerine oynadığı sahnelerle, ilk defa
burada gerçekleşmesi mümkün görünen korkunç seslerle, sayısız tanığın duyuları ile
kanlarının kalan yaşamları ve gelecek nesilleri için zehirlendiğini asla unutmayalım! Bir
zamanlar duyduğu tıpkı şu sözler gibi sözlerin etkisinden kurtulamayan zararsız bir insan
düşünün: “Ah sonsuzluk! Ah keşke ruhum olmasaydı! Ah keşke hiç doğmasaydım.
Lanetliyim, lanetliyim, sonsuza değin yitiğim. Altı gün önce bana yardım edebilirdiniz. Ama
artık geçti. Şimdi şeytanın oldum, onunla cehenneme gitmek istiyorum. Kırılın zavallı
taşlaşmış kalpler, kırılın! Kırılmak istemiyor muydunuz? Taşlaşmış kalpler için daha fazla ne
olabilir? Siz kurtulasınız diye ben lanetlendim! İşte orda! Evet işte orada! Gel iyi şeytan!
Gel!”

78.
Cezalandırıcı Adalet. — Felaket ve günah: — Bu iki şeyi Hıristiyanlık aynı kefeye koydu.
Öyle ki, eğer bir suçu izleyen felaket büyükse, suçun yüceliği bugün bile hala düşüncesizce
bizzat ona göre ölçülmektedir. Ama bu antik değil. Bu yüzden içinde başka anlamda bol bol
felaketten ve suçtan söz edilen Yunan trajedisi en büyük gönül ferahlatıcılarına dahildir, hem
de antik yazarların kendileri bunu duyumsayamamışlardır. Onlar suç ve felaket arasında “eşit
ilişki” kuramayacak kadar saf kalmışlardı. Trajik kahramanlarının suçu, takıldıkları ve bu
yüzden düşerek kollarını kırdıkları ya da bir gözlerini patlattıkları küçük taştı. Antik duygu
şöyle derdi buna: “Evet, yolunda biraz daha düşünerek ve fazla küstahlığa kaçmadan

29


yürümesi gerekirdi!” Ama şu düşüncelerin söylenmesi Hıristiyanlığa bırakılmıştı: “Burada
büyük bir bela var, biz onu net olarak görmesek de ardında aynı büyüklükte bir suçun
bulunması gerekir! Başı belaya giren kimsenin acısını duyumsamıyorsan, o zaman sen katı
yüreklisin... çok daha kötülerini yaşayacaksın!”— Üstelik antik devirde gerçekten hala felaket
vardı; saf, masum felaket. Her şeyin ceza, hak edilmiş ceza haline dönüşmesi Hıristiyanlıkla
başladı. Bu durum ise acı çekenin fantezisine tuz biber eker. Nitekim, kendini her felakette,
ahlaksal bakımdan tekdire layık ve işe yaramaz olarak hisseder. Zavallı insanlık! Yunanlıların
başka birinin felaketine duyulan öfke için kendilerine özgü sözcükleri vardı: Bu şiddetli
heyecan Hıristiyan halklarda kabul görmediği için kendini pek geliştirmedi. Böylece onlarda
merhametin daha erkek kardeşinin adı da yok.

79.
Bir Teklif — Eğer benimiz, Pascal’a ve Hıristiyanlığa göre, hep nefret edilmeye değer ise,
nasıl olur da onu başkalarının sevmesine izin verip, kabul edebiliriz... bu başkası ister tanrı
olsun, ister insan! Sadece nefreti hak ettiğini bile bile başka savunucu duygulardan söz
etmemek için kendini sevdirmek, yakışık almaz. —“Ama aslında bu, merhamet alanına
girer.”— Öyleyse sizin yakınınıza karşı duyduğunuz sevgi bir merhamet mi? Acımanız
merhamet mi? Şimdi, eğer bu sizin için mümkünse, o zaman bir adım daha atın: Kendinizi
merhametten ötürü sevin. — O zaman tanrınıza hiç ihtiyacınız kalmaz ve içinizde günaha
girmekle ve kurtuluşla ilgili dramın tümü son bulur!
80.
Merhametli Hıristiyan. — Yakının acısına duyulan Hıristiyan merhametinin arka yüzünde,
yakının neşesine, istediği ve yapabileceği her şeyden alacağı neşeye karşı duyulan derin kuşku
bulunmaktadır.
81.
Azizin İnsancıllığı. — Bir aziz müminler arasına girmişti ve onların günahtan sürekli nefret
etmelerine artık katlanamıyordu. Sonunda şunları söyledi: “Tanrı her şeyi yarattı, sadece
günahı yaratmadı. Ona yeltenmemiş olması büyük mucize değil mi? — Ama insan günahı
yarattı. — Ve o, bu tek çocuğunu reddetmeliydi, çünkü günahın büyükbabası olan tanrının
hoşuna gitmiyordu! Bu insani midir? Bütün onurlar, onuru hak edene! — Ama kalp ile
görevin önce çocuğun lehine konuşmaları gerekiyordu... ve ondan sonra ikisi birlikte
büyükbabanın onuru için!”
82.
Ruhani Baskın. — “Bunu kendi kendine halletmen gerek, çünkü söz konusu olan senin
yaşamın.” Böyle bağırarak sıçrar Luther ve bıçağın gırtlağımıza dayanmış olduğunu
hissediyoruz diye düşünür. Kendimizi ona karşı ondan daha yüce ve daha dikkatli birinin
sözleriyle savunuyoruz: “Bizim işimiz şunun bunun hakkında fikir oluşturup ruhumuzu
huzursuz etmek değildir. Çünkü nesnelerin kendileri doğaları gereği bizi karar vermeye
zorlayamazlar.”
83.
Zavallı İnsanlık! — Beyindeki kanın bir damla fazla ya da az olması, yaşamımızı tarif
edilemeyecek kadar perişan ve zor hale sokabilir. Öyle ki, Prometheus’un akbabadan çektiği
acıdan daha fazlasını bu bir damla kandan çekeriz. Ama insan nedenin damla olduğunu bile
bilmeyip, “şeytan!” ya da “günah!” diye düşünürse, en korkunç durum işte o zaman ortaya
çıkar.

30


84.
Hıristiyanlığın Filolojisi. — Hıristiyanlığın doğruluk ve adalet anlayışının gelişmesine pek bir
katkısı olmadığını, bilginlerinin yazdıkları yazıların karakterinden yola çıkarak oldukça iyi bir
şekilde tahmin etmek mümkündür: Tahminlerini dogmalar gibi cüretle ortaya koyup, İncil'in
her hangi bir yerini yorumlarken nadiren dürüstçe sıkılganlık gösteriyorlar. Her seferinde:
“Haklıyım çünkü burada yazılı”, diyorlar... ve bunu arkadan utanmazca yapılan yorum izliyor;
bunu bir filolog duyduğu zaman öfke ile gülme arasında kalıp defalarca kendine soruyor: Bu
mümkün mü? Bu dürüst mü? Bu gerçekten yakışık alır mı? — Bu doğrultuda hala Protestan
minberinden ne namussuzluklar yapılıyor, vaiz nasıl da kimsenin sözünü kesmemesinin
avantajını terbiyesizce sömürüyor, burada olduğu gibi İncil nasıl da oradan buradan kırpılıp,
her türlü berbat okuma sanatı ile halka öğretiliyor. Bunu sadece ya hep kiliseye giden ya da
hiç gitmeyen kimse küçümser. Ama son bir şey daha: Kurulduğu yüzyıllarında Tevrat için o
görülmemiş filolojik maskaralığı sahneleyen dinin etkilerinden ne beklenebilir. Burada,
Tevrat’ta Hıristiyan öğretisinden başka bir şey olmadığı ve onun Hıristiyanlara, İsrail’in
gerçek halkına ait olduğu iddiasıyla Yahudilerin varlıklarını borçlu oldukları tek
dayanaklarının altlarından çekilip alınması girişiminden söz ediyorum: Yahudiler ona haksız
yere sahip çıkıyorlarmış. Ve şimdi, Yahudi bilginlerin de defalarca protesto ettikleri gibi
vicdan sahibi kimselerle bağıntılı olması mümkün olmayan, açıklama ve haksız isnat
kızgınlığı meydana çıktı. Tevrat’ın her yerinde İsa’dan ve sadece İsa’ dan söz ediliyormuş,
her yerde özellikle çarmıhından ve nerede bir odundan, bir değnekten, bir daldan, bir ağaçtan,
bir söğütten, bir sopadan söz edilirse, çarmıh direğine ilişkin kehanet anlamına geliyormuş.
Tek boynuzun ve demir yılanın ayağa kalkışı bile, Musa’nın kollarını açıp dua etmesi bile,
fısıh bayramında kurban kesilen kuzunun kızartıldığı şiş bile, — hepsi çarmıhı ima etmekte ve
aynı zaman da çarmıha ilişkin ön oyundur! Bunu iddia eden, buna hiç inandı mı? Kilisenin
septuaginta metnini (örn. Psalm 96, Mısra 10) zenginleştirmek için çalınan yerleri sonradan
Hıristiyan kehaneti anlamında kullanmaktan korkmadığı iyice düşünülsün. İnsan savaştaydı
ve düşmanı düşünüyordu, dürüstlüğü değil.
85.
Kibarlık Kıtlığı. — Sizin seviyesiz metafiziğinize pek benzemiyor diye Yunan mitolojisi ile
alay etmeyin! Keskin zekasıyla tam da bu noktada durdurup skolastik tehlikesiyle safsatalı
batıl inançtan sakınmak için uzun süre yeterli taktik uygulayan bu halka hayran olmalısınız!
86.
Vücudun Hıristiyan Yorumcuları. — Mideden, bağırsaklardan, kalp atışlarından, sinirlerden,
safra kesesinden, spermalardan ortaya ne çıkarsa... keyifsizliklerin, zafiyetlerin, aşırı
gerginliklerin tümü, bizce pek bilinmeyen bu makinenin bütün rastlantısal işleyişi! — Bütün
bunları Pascal gibi bir Hıristiyan, ahlaksal ve dinsel bir fenomen olarak ele alıp, içlerinde
tanrının mı, yoksa şeytanın mı, iyinin mi, yoksa kötünün mü, sağlığın mı, yoksa cehennem
azabının mı bulunduğu sorusunu sormak zorundadır! Ah zavallı yorumcu! Sistemini nasıl da
sarıp sarmalayıp, çile çekiyor! Haklı olmak için nasıl da kendini sarıp, kendi kendine eziyet
etmek zorunda kalıyor!
87.
Ahlaksal Mucize. — Hıristiyanlık, ahlaksal konularda sadece mucizeyi bilir: Bütün değer
yargılarının ani değişimi, bütün alışkanlıklardan aniden vazgeçme, yeni şeylere ve insanlara
karşı ani, karşı konulmaz eğilim. Hıristiyanlık bu fenomeni tanrının etkisi olarak kavrar ve
yeniden doğum olayı diye adlandırır. Ona, hiçbir şeyle karşılaştırılmaz bir değer verir. —
Bunun dışında, ahlaklılık denilen ve bu mucizelerle ilgisi olmayan her şey Hıristiyan için
önemsiz, hatta huzur, gurur ve korku konusu olur. İncil’de erdemin, uyulan kanunun kuralı

31


açıklanmıştır: ama mümkün olmayan erdemin kuralı olarak. Hala ahlaksal olarak çabalayan
insanlar böyle bir kural karşısında kendilerini amaçlarından hep daha uzakta hissetmeyi
öğrenmeleri gerekir. Erdemden şüphelenip sonunda kendilerini merhametli kişinin kollarına
atmak zorundadırlar... sadece, bu şekilde sonuçlanan ahlaksal çaba, bir Hıristiyan için
herhangi bir değer taşıyabilirdi, yani hep başarısız, zevksiz, melankolik bir çaba olarak
kalması koşuluyla. Bu, böylece insanın vecde geldiği, “merhametin ortaya çıktığı” ve ahlaksal
mucizeyi yaşadığı anın gelmesine de hizmet edebilirdi. — Ama ahlaklılık için mücadele
etmek gerekli değil, çünkü bu mucizenin, eğer günahlı, günahın cüzamı ile büyümüşse, onu
bulması hiç de ender görülen bir durum değildir. Evet, en derin ve köklü günahkarlıktan tam
karşıtına, kolay bir şeye ve mucizenin apaçık kanıtı olarak, daha arzu edilen bir şeye sıçrayış
olarak görülmekte olduğu anlaşılıyor. — Ayrıca, bu tür birdenbire, akılsızca ve karşı
konulamaz ani değişimin, en derin sefaletle en derin huzurun bu tür değişmesinin psikolojik
olarak ne anlama geldiğini (belki de maskelenmiş bir sara olabilir?).., bunu ve bu türden
mucizeleri (örneğin cinayet, intihar olarak) fazlasıyla gözlemlemek durumunda olan ruh
hekimleri inceleyip düşünsün. Nispeten “daha rahat başarı” Hıristiyanların durumunu köklü
bir şekilde değiştirmez.

88.
Büyük İyiliksever, Luther. — Lutherin yarattığı en önemli etki, bütün azizlere ve bütün
Hıristiyan vita contemplativa’sına karşı uyandırdığı güvensizliktir. Ancak o zamandan beri
Avrupa’da Hıristiyan olmayan bir vita contemplativa için yol açılıp, dünyevi etkinliklerin ve
ruhban sınıfından olmayanların aşağılanmasına bir sınır getirildi. Luther, manastıra
kapatıldıktan sonra da cesur bir madenci çocuğu olma durumunu korudu ve orada başka dip
ve “derinliklerin” yokluğunda kendi içine inip ürpertici karanlık galeriler kazdı... sonunda
kendisi için rahat ve kutsal bir hayatın mümkün olmadığını, doğuştan gelen ruh ve
bedenindeki “etkinliğin” kendisini harap edeceğini fark etti. Çok uzun bir süre nefsini
körelterek azizliğe giden yolu bulmayı denedi... sonun da kararını verdi ve kendi kendine
şöyle dedi: “Gerçek bir vita contemplativa yok! Aldatıldık! Azizler bizlerden daha makbul
değildi.” — Kuşkusuz bu, kendini haklı çıkarmak için köylüce seçilen bir yoldu... ama o
zamanın Almanları için tek ve doğru yoldu. Onları nasıl ıslah ettiğini şimdi onların Lutherci
dini öğretisinde okumak mümkün: “On emrin dışında Tanrının hoşuna gidebilecek başka eser
yok... azizlerin ünlü eserleri kendi düşünceleridir.”
89.
Kuşkuya Günah Olarak Bakmak. — Hıristiyanlık çemberi kapamak için elinden geleni yaptı
ve şüpheyi günah olarak ilan etti. İnsan akıl olmadan bir mucize tarafından inanca
yöneltilmeli ve bundan sonra onun içinde en aydınlık ve en belirgin unsurun içindeymişçesine
yüzmelidir. Bir kıyıya bakış, belki de sadece yüzmek için orada bulunulmadığı düşüncesi,
anfibik doğamızın hafif bir hareketi bile... günahtır! Bununla inancı nedenlere dayandırmanın
ve keza onun kökeni hakkında düşünmenin de günah olarak yasaklandığını görmek gerek.
Dalgalar üzerinde kör ve sarhoş olmamız ve bir de ebedi bir şarkı, dalgaların içinde ise aklın
boğulmuş olması isteniyor!
90.
Bencilliğe Karşı Bencillik. — Hala ne kadar çok kişi: “Eğer tanrı olmasaydı, yaşam
çekilmezdi!” (ya da idealist çevrelerde söylendiği gibi: “Temelindeki ahlaksal önemi
olmasaydı, yaşam çekilmezdi!”) sonucuna varıyor!— O halde bir tanrı (ya da varlığın etik
önemi) olmak zorunda! Gerçekte ise bu düşüncelere alışan insan onlar olmadan yaşamak
istemez. Yani onun için ve var olması için zorunlu düşünceler olması isteniyor... ancak,
korunmam için gerekli olan her şeyin gerçekten bulunması gerekliymiş gibi emrediliyor

32


olması büyük haksızlık. Sanki hayatımın muhafazası için gerçekten bir şeymiş gibi! Başkaları
tam aksini duyumsasalardı, nasıl olurdu! O iki inanç maddesinin hükmü altında yaşamak
istemeselerdi ve yaşamı artık yaşanacak değerde bulmasalardı, nasıl olurdu! —Ve şimdiki
durum bu!

91.
Tanrının Dürüstlüğü. — Her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir tanrı ve amacının yaratıkları
tarafından anlaşılmamasına çalışan bir tanrı... iyiliklerin tanrısı olabilir mi? Sanki insanlığın
selameti için sakıncası yokmuş gibi, sayısız şüpheyi ve tereddüdü binlerce yıl boyunca yaşatıp
sürdüren tanrı, buna karşın gerçekte yanılmanın korkunç sonuçlarını belirsiz bir şekilde vaat
etmiyor mu? O, insanlığın nasıl da hakikat uğruna acı çektiğini, hakikate sahip olsa da iyice
görebilseydi, gaddar bir tanrı olmaz mıydı? — Ama belki yine de bir iyilikler tanrısıdır... ve
sadece kendini daha açık ifade edemiyor! Acaba, bunun için gerekli tini mi yoktu. Ya da
konuşma yeteneği mi? O zaman daha da kötü! O zaman kendi adına “hakikat” dediği şeyde de
yanılıyor ve kendisi de “zavallı aldatılmışşeytandan” pek uzak düşmüyordu! O zaman
yaratıklarının bilgilerini edinmeleri uğruna katlandıkları gibi o da neredeyse cehennem
azabına katlanmak zorunda değil miydi, ve daha da kötüsü sonsuza kadar acılar görmek ve
öğüt verememek, yardım edememek tıpkı çocuğu ya da köpeği korkunç bir tehlikenin eşiğine
geldiği zaman sadece birçok anlama gelen her türlü işaretler yapan bir sağır dilsiz gibi mi
olmalıydı? — Eğer “yakınlarına” acımaktan çok, acı çeken tanrıya merhamet etmek inançlı
kişiye daha normal geliyorsa böyle bir anlam çıkaran ve müşkül durumda olan inançlı
hakikaten bağışlanabilir... çünkü, eğer kişi en yalnız, en ilk, aynı zamanda herkesten en fazla
acı çeken, merhamete ihtiyacı olan kimseyse, bunlar onun artık yakınları değil. — Bütün
dinlerde, eski, gelişmemiş bir bir insan zekasının ürünü olma özelliği var.., hepsi gerçeği
söyleme yükümlülüğünü şaşılacak derecede hafife alıyor. Tanrının insanlığa karşı gerçekten
ne gibi görevi olduğu ve bunu açık seçik olarak bildirmesi konusunda henüz hiçbir şey
bilmiyorlar. — “Gizli tanrı”, kendini böyle saklı tutmasının nedenleri ve hep sadece yarım
ağızla gün ışığına çıkması konularında, hiç kimse hiçbir zaman kendini sakinleştiremediğini
göstermek bakımından, Pascal’dan daha çok konuşmadı. Ama sesi sanki bir zamanlar
perdenin gerisinde saklı tanrısı ile birlikte oturmuş gibi umut dolu bir güvenle geliyor. “Deus
absconditus”da ahlaksızlığı sezmişti ve bunu itiraf etmekten büyük utanç duyuyordu. Ve
korkan birisi gibi, gücü yettiği kadar bağıra bağıra konuşuyordu.
92.
Hıristiyanlığın Ölüm Döşeğinde. — Gerçekten aktif insanların içinde artık Hıristiyanlık yok
ve düşünsel orta sınıfın daha ılımlı sayılabilecek büyük kısmı sadece uygulanabilir, yani tuhaf
bir şekilde basitleştirilmiş bir Hıristiyanlığa inanıyor. Sevgisinde her şeyi bizim için sonunda
en iyi olacak şekilde oluşturan bir tanrı; bize erdemimizi, mutluluğumuz gibi alıp veren bir
tanrı; öyle ki, her şey hep yolunda ve iyi gidiyor ve yaşamdan hoşnut olmamak, hatta onu
suçlamak için bir neden kalmıyor. Kısaca: Teslimiyet ve alçakgönüllülük tanrısallığa
yükseltiyor... Hıristiyanlıktan arta kalan en iyi ve en canlı şey. Ne var ki, bununla
Hıristiyanlığın yumuşak bir ahlakçılığa dönüştüğünü dikkate almak gerek. Hem sadece “tanrı,
özgürlük ve ölümsüzlük”, hem iyilikseverlik ve dürüst zihniyet ve bütün evrende de
iyilikseverlik ve dürüst zihniyet egemen olacak diye bir inanç artakalmalı ki: Bu,
Hıristiyanlığın can çekişmesinin kolaylaştırılmasıdır.
93.
Hakikat Nedir? — Eğer zevkle verirlerse inananların verdiği şöyle bir kararı kim kabul etmek
istemez ki: “Bilim gerçek olamaz, çünkü tanrıyı inkar ediyor. O halde tanrıya dayanmıyor. Bu
durumda gerçek değil”... çünkü tanrı gerçektir. Yanlış, kararda değil, önkoşuldadır. Nasıl mı?

33


Eğer tanrı aslında gerçek olmasaydı ve aslında bu ispatlansaydı? Eğer o insanların kendini
beğenmişliği, iktidar hevesi, sabırsızlığı, korkusu, baştan çıkma ve dehşet kuruntusu olsaydı?

94.
Keyifsizlere İlaç. — Tanrının günahtan kaynaklanan keyifsizliğini ortadan kaldırmak için bir
kurban gerektiğini ta Paulus belirtmişti. Hıristiyanlar o zamandan beri kendileri ile ilgili
hoşnutsuzluklarına kurban vermekten vazgeçmediler... bu, ister “dünya”, ister “tarih”, ister
“akıl”, ister sevinç, ister başka insanların barışçıl huzuru olsun... herhangi iyi bir şey, onların
günahı için ölmek zorunda (sembolik olsa bile)!
95.
Kesin Çürütme Olarak Tarihi Çürütme. — Vaktiyle tanrının olmadığı kanıtlanmaya
çalışılıyordu... bugün tanrının olduğu inancının nasıl ortaya çıkabildiği ve bu inancın neyle
ağırlık ve önem kazandığı gösteriliyor. Böylece tanrının olmadığı konusunda karşı kanıta
gerek kalmıyor. — Eskiden ortaya konan “tanrının varlığının kanıtları” çürütüldüğü zaman,
bu çürütülenlerden daha iyi deliller bulunamaz mı diye hala bir şüphe vardı. Eskiden ateistler
işi kesin bir şekilde çözmeyi bilmiyorlardı.
96.
“İn hoc signo vinces”* — Avrupa, başka şeylerde ne kadar ilerlemiş olursa olsun, dini
meselelerde henüz yaşlı Brahmanların ilerici saflığına erişemedi. Bu, Hindistan'da dört bin yıl
önce bizim şimdiki durumumuzdan daha fazla düşünüldüğünün ve düşünme zevkinden daha
fazla miras edinilmeye özen gösterildiğinin işaretidir. Yani o Brahmanlar, ilkin rahiplerin
tanrılardan daha güçlü olduklarına inanıyorlardı. Ve ikincisi, örflerde rahiplerin gücünü
gördüler. Bundan dolayı şairleri, örfleri (duaları, törenleri, adakları, şarkıları, vezinleri) bütün
iyilerin gerçek vericisidir diye öve öve yorulmadılar. Ne kadar çok şairlik ve batıl inanç araya
girmiş olsa da, cümleler gerçek! Bir adım ilerleyip, tanrıları bir kenara attılar; bunu
Avrupa’nın da artık yapması gerekiyor! Bir adım daha attılar: Artık rahiplere ve aracılara
ihtiyaç kalmamıştı ve kendi kendine kurtuluş dininin öğretmeni Buda ortaya çıkmıştı. —
Avrupa, kültürün bu basamağından hala çok uzak! Nihayet tanrıların, rahiplerin ve
kurtarıcıların gücünün dayandığı örf ve adetler tahrip edildiğinde, yani eski anlamında ahlak
öldüğü zaman, işte o zaman gelecek... evet, ne gelecek o zaman? Boş tahmin de
bulunmayalım. Tersine, önce Hindistan’da düşünürler halkı arasında birkaç bin yıldan beri
düşüncenin emri olarak yapılanı, Avrupa’nın telafi etmesine çalışalım! Şimdi, Avrupa’nın
çeşitli halkları içinde artık “tanrıya inanmayan” belki on ile yirmi milyon insan var..,
birbirlerine bir işaret vermelerini istemek, aşırı bir istek mi olur? Birbirlerini bu halleriyle
tanır tanımaz, kendilerini de tanıtacaklardır... Avrupa’da derhal bir güç olacaklar ve çok şükür
ki, halklar arası bir güç! Sınıflararası bir güç! Yoksullarla zenginler arası! Emir verenlerle
emir alanlar arası! En huzursuz insanlarla en huzurlu, huzur veren insanlar arası bir güç!
“İn hoc signo vinces”: Bu işaretle yeneceksin. Bir haç yazıtı. Efsaneye göre Roma imparatoru
Konstantin’e 312 yılında gökten görünür.

İKİNCİ KİTAP

97.
İnsan Ahlaksallaşıyor — Ahlaksal Olduğu İçin Değil! — Ahlaka boyun eğme, bir hükümdara
boyun eğme gibi kölece ya da mağrur ya da çıkarcı ya da teslimiyetçi ya da budala bir

34


heyecan ya da düşüncesizlik ya da umutsuzluk eylemi biçiminde olabilir. Bu tür boyun eğme
aslında ahlaksal değil.

98.
Ahlakın Değişimi. — Ahlakta sürekli bir değişme ve onu değiştirme çabası var.., buna,
başarıyla biten suçlar etki etmektedir. (Bunların içinde örneğin ahlaksal düşünüşteki bütün
yenileştirmeler bulunur.)
99.
Hepimizin Akılsızlığı Nerede Yatıyor. — Biz hala yanlış dediğimiz yargılardan, artık
inanmadığımız öğretilerden sonuçlar çıkarıyoruz... duygularımızla.
100.
Rüyadan Uyanmak. — Asil ve bilge insanlar bir zamanlar semavi uyuma inanmışlardı. Asil
ve bilge insanlar hala “varlığın ahlaksal anlamına” inanıyorlar. Ama, günün birinde kulakları
o semavi uyumu artık algılamayacak! Uyanıp, kulaklarının düş gördüğünü fark edecekler.
101.
Düşündürücü. — Sadece gelenek olduğu için bir inanca bağlanmak... bu elbette namussuz
olmak, korkak olmak, tembel olmak demektir! — Öyleyse, ahlaklılığın ön koşuluna
namussuzluk, korkaklık ve tembellik olmuyor mu?
102.
En Eski Ahlak Yargıları. — Yakınımızdaki bir insanın eylemleri karşısında nasıl davranırız?
— Önce onun eylemlerinden bizim için ortaya ne çıktığına bakarız... onu sadece bu bakış
açısından görürüz. Bu etkiyi eylemin amacı olarak değerlendiririz... ve nihayet bu tür
amaçlara sahip oluşu, ona sürekli özellik olarak isnat ederiz. Ve örneğin, o andan itibaren o
kimseyi “zararlı bir insan” diye niteleriz. Üçlü hata! Üçlü hatalı yaklaşımın en eskisi! Belki de
hayvanlardan ve onların yargı gücünden devraldığımız miras! Bütün ahlakların kökenlerinin
iğrenç küçük çıkarımlarda aranması gerekmez mi: “Bana zararı olan şey kötü bir şeydir (kendi
halinde zarar vericidir); bana yararı olan şey iyi bir şeydir (kendi halinde iyilik yapan ve
yararlıdır). Bana bir kez ya da birkaç kez zarar veren şey, kendi halinde ve kendiliğinden
düşmandır; bana bir kez veya birkaç kez yararlı olan şey, kendi halinde ve kendiliğinden
dosttur.” O pudenda origo! Bu, bir başkasının bizimle olan acınacak, arada sırada gerçekleşen
ve genellikle rastlantısal ilişkisini kendi özü olarak ortaya koyması ve bütün dünyaya karşı
olduğunu ve kendisine karşı sadece bu tür münasebete yeteneği bulunduğunu, ki benzerini bir
veya birçok kez biz de yaşadık, iddia etmesi değil mi? Ve bu gerçek deliliğin arkasında, iyi ve
kötü bizim tepkilerimize göre ölçüldükleri için, bizim iyinin prensibi olmamız gerektiğini
söyleyen bütün art düşüncelerin en mütevazısı yok mudur?
103.
Ahlakın İki Türlü İnkarcısı Var. — “Ahlaklı olmayı inkar etmek” — bunun anlamı öncelikle
şu olabilir: İnsanların beyan ettikleri ahlaksal güdülerin gerçekten onları eylemlerine
yönlendirdiğinin inkar edilmesi, — yani bu ahlaklılığın sözden ibaret olduğunun ve insanların
bayağı ve kurnazca aldatmacasına (özellikle kendi kendini aldatma) dahil olduğunun ve belki
de erdemlilikle ünlenmiş kimselerin en sık yaptıklarının iddia edilmesidir. O halde, ahlaksal
yargıların gerçeğe dayandığı inkar edilmiş olmaktadır. Burada onların gerçekten eylem
güdüleri olduğu, ama bu yolla bütün ahlaksal yargıların temeli olarak, insanları ahlaksal
eylemlere sürükleyen yanılgılar oldukları itiraf edilmektedir. Benim bakış açım budur. Ama
pek çok durumda, birinci bakış açısı tarzında ince bir güvensizliğin, yani La Rochefoucauld

35


türü, haklı ve her halükarda genel olarak çok yararlı olduğunu anlamazlıktan gelmek istemem.

— Yani ahlaklılığı, simyayı reddettiğim gibi reddediyorum; daha doğrusu, onların
önkoşullarını reddediyorum. Bu, önkoşulların olduğuna inanan ve ona göre davranan
simyacıların var olduğunu inkar ettiğim anlamına gelmez. — Ahlaksızlığı da inkar ediyorum:
Çok sayıda insanın kendisini öyle hissettiği için değil, kendisini böyle hissetmek için
gerçekten bir neden bulunduğu için. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi — deli olmamam
önkoşuluyla — ahlaksız denilen birçok eylemin engellenmesi ve bunlara karşı mücadele
edilmesi gerektiğini inkar etmiyorum, keza ahlaklı olduğu ifade edilen şeylerden birçoğunun
yapılıp, teşvik edilmesi gerektiğini de inkar etmiyorum... ama ben, birinin olduğu gibi
öbürünün de şimdiye değin olduğundan farklı nedenlerden dolayı yapılması gerektiğini
düşünüyorum. Farklı şekilde düşünmeyi öğrenmek zorundayız… sonunda, belki çok geç, ama
çok fazlasına erişelim diye: farklı hissedelim diye.
104.
Değer Vermelerimiz. — Bütün eylemler onlara verilen değerlere dayanırlar. Saygı
duymalarımızın hepsi ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir... edinilmiş olanlar
büyük ölçüde daha fazladır. Niçin onları ediniriz? Korkudan. yani, bize aitmiş gibi
davranmayı daha yararlı görürüz... ve kendimizi bu bozulmaya öylesine alıştırırız ki, sonuçta
bizim karakterimiz haline gelir. Kendimizin değer vermesi: Bu, bir şeyin sadece bize verdiği
keyif veya keyifsizlik göz önünde tutulup, başkalarına verdiği keyif veya keyifsizliğin dikkate
alınmaması suretiyle ölçülmesi demektir... çok olağanüstü bir şey! — Ama en azından bizim,
içinde pek çok durumlarda başkasına ait değerlendirmeyi kullanma güdüsü bulunan başkasına
değer vermemiz, bizden kaynaklanması, kendi kararımız olması gerekmez mi? Evet, ama
bunu çocuk olarak yaparız ve görüşümüzü nadiren değiştiririz. Biz genellikle yaşam boyunca
çocuklukta alışılmış yargıların budalasıyız, yakınlarımız hakkında (onların ruhları, payeleri,
ahlakları, örnek oluşları, değersizlikleri) hüküm veriş biçimimiz ve onların değer verişlerine
saygı göstermeyi gerekli buluş tarzımızla.
105.
Sahte Bencillik. — Çoğu insan ‘egoizm” hakkında ne düşünürse düşünsün, ne söylerse
söylesin, yine de yaşamı boyunca egosu için hiçbir şey yapmaz, tersine, sadece
çevresindekilerin kafalarında kendi hakkında oluşmuş ve onlara bildirmiş olan ego hayaleti
için yapar... bunun sonucu olarak bu tür insanların hepsi şahsına ait olmayan, yarı şahsi
fikirlerin ve keyfi, sanki şiirsel değerlendirmelerin sisi içinde yaşar; biri ötekinin kafasında,
öteki kafa da başka kafaların içinde. Kendine sakin bir görünüm vermeyi başaran fantezilerin
harika dünyası! Bu fikirler ve alışkanlıklar sisi, sardığı insanlardan hemen hemen tamamen
bağımsız olarak gelişir ve yaşar. içinde “insanlar” hakkındaki genel yargıların müthiş etkisi
bulunur... kendilerine yabancı olan bütün bu insanlar, kansız soyutluk olan “insana”, yani bir
kurguya inanırlar. Ve bu soyutlamada yapılan her değişiklik, bazı güçlülerin kararlarıyla
(hükümdarlar ve filozoflar gibi) olağanüstü ölçüde ve akıldışı derecede büyük kitleleri
etkiler... bütün bunlar, bu çoğunluk içinde her bireyin gerçek, kendisi için erişilebilir olan ve
kendisi tarafından kurulan bir egoyu, genel, kişisel özelliği olmayan kurguya karşı
koruyamayıp onu böylece yok edememesinden kaynaklanır.
106.
Ahlaksal Amaçların Tanımlarına Karşı. — Şimdi her yerde ahlakın amacının aşağı yukarı
şöyle belirlendiğini duyuyoruz: insanlığın korunması ve teşvik edilmesiymiş. Ancak bu,
sadece bir formüle sahip olmak istemekten başka bir şey değil. Korumak, nerede? Buna karşı
hemen: teşvik, nereye? sorusu sorulmalı. Bu nerede ve nereye sorularına verilecek olan yanıt
için önemli şey formülde atlanmamış mı? Bununla sessiz ve gelişi güzel bir halde çoktan

36


belirlenmiştir, şimdi geçerli olan görevlerimizden başka ne belirlenebilir ki! O formülden
hareketle insanlık için mümkün olan uzunca bir var oluşun göz önünde tutulup tutulmayacağı
yeterince anlaşılabilir mi? Ya da insanlığın azami derecede hayvan olmaktan
uzaklaştırılabileceğini anlamak olası mı? Her iki durumda da araçlar, yani pratik ahlak, ne
kadar da başka başka olmak durumunda kalırdı! İnsanlığa kendisi için mümkün olan en
yüksek akıllılığın verilmek istendiğini varsayalım; bu onun mümkün olan en uzun süresini
garanti etmek anlamına gelmez kuşkusuz! Ya da onun “en büyük mutluluğunun” nereye ve
nerede olarak düşünüldüğünü farz edelim: O zaman insanların münferit olarak, yavaş yavaş
ulaşabilecekleri en yüksek seviye olduğu düşünülmez mi? Ya da zaten herkesle ilgili hiç de
hesaplanmayan ortalama mutluluk mu? Ve neden ahlaklılık tam da oraya giden yol olsun?
Genel olarak baktığımızda tercihen insanın bugüne kadar kendisiyle, başkalarıyla, varlığının
yazgısıyla ilgili olarak giderek geliştirilen ahlak sayesinde daha çok hoşnutsuzluk içine girdiği
biçiminde bir yargıya varılabilecek bir yığın keyifsizlik kaynağı onun sayesinde açılmadı mı?
Şimdiye dek en ahlaklı insan, ahlak karşısında bir insan için tek haklı durumun en derin
mutsuzluk olduğuna inanmıyor muydu?

107.
Budalalığımız Üzerindeki Hakkımız. — Nasıl davranmak gerek? Hangi amaçla bir eylemde
bulunmalı? İnsanın ilk ve genel ihtiyaçları söz konusu olduğu zaman bu soruların yanıtları
meseleyi kolaylıkla ortaya koyar. Ama yanıtlama, davranışın ince, geniş bir alanını kapsayıp,
önemli alanlarına yükseldikçe, güvensizlik, dolayısıyla keyfilik artacaktır. Ama burada
aslında kararların keyfiliğe kapalı olması gerekir! — Böyle ister ahlak otoritesi: Anlaşılmaz
bir korku ve saygı, insanı, amacını ve aracını hemen kavrayamadığı tüm eylemlerinde anında
yönlendirmeli! Bu ahlak otoritesi yanlış düşünmenin tehlike doğurabileceği konularda
düşünmeyi yasaklar: Bu suretle kendini, suçlayan kimseler önünde haklı çıkarmayı alışkanlık
haline getirir. Yanlış: Burada “tehlikeli” denir... ama kimin için tehlikeli? Normal olarak
belirleyici ahlak sahiplerinin göz önünde tuttukları tehlike, eylem sahibi kişi için aslında
tehlike değil, tersine, herkese keyfi ve budalaca, kendi küçük ya da büyük aklına göre eylem
yapma hakkı verildiği zaman, muhtemelen güç ve saygınlık kaybına uğrayacaklarından onlar
için tehlikelidir: Çünkü kendileri için keyfilik ve budalalık hakkını düşüncesizce
kullanmaktadırlar... “nasıl davranmalıyım? hangi amaçla bir eylemde bulunayım?” sorularının
ucu ucuna ya da zorlukla cevaplandırıldığı yerde bile onlar emrediyorlar — Ve eğer
insanoğlunun aklı böyle olağanüstü yavaş gelişiyorsa ve insan var oluşunun bütün seyri
boyunca olan bu gelişme sık sık inkar edildiyse, bunda nasıl ve ne amaçla başlayan bireysel
soruların yüksek sesle söylenmesine izin vermeyen ahlaksal emirlerin kutsal varlığından, hatta
her yerde hazır ve nazır oluşlarından daha çok neyin suçu var? Bütün önemli büyük
meselelerde aklın rahat ve soğukkanlı olması gerekirken bu türden durumlarda bile aşırı
duygusal hissedip karanlığa kaçacak şekilde eğitilmedik mi?
108.
Birkaç Tez. — Eğer birey mutluluk isterse, ona mutluluğa giden yolu gösterecek bir
yönetmelik verilmez. Çünkü bireysel mutluluk başkalarının bilmediği, kişisel kanunlardan
çıkar, dışarıdan gelen yönetmeliklerle sadece engellenip, kös teklenir. — “Ahlaksal” diye
nitelenen yönetmelikler gerçekte insanlara karşı olup insanların mutluluğunu kesinlikle
istemezler. Keza bu yönetmelikler “insanlığın mutluluğu ve refahı” ile bağıntılı olmaktan
uzaktır. — Ahlaksal çabaların karanlık okyanusunda rehber yıldız olarak kullanılmaları bir
yana, kelimelerle kesin kavramları ilişkilendirmek mümkün değildir. — Önyargı, aklın
gelişmesi için ahlaklılığın ahlaksızlıktan daha uygun olduğunu kabul eder, ama bu doğru
değil. — Her bilinçli yaratığın (hayvan, insan, insanoğlu vs.) gelişimi sırasında taşıdığı
bilinçsiz amacının “en yüce mutluluk” olduğu doğru değildir. Daha ziyade, gelişmenin her

37


basamağında özel ve mukayese edilemez, ne yüksek ne alçak, tersine kendine özgü bir
mutluluğa ulaşır. Gelişme mutluluk istemez. Gelişme, gelişme ister, başka bir şey değil. —
Eğer insanlığın genel kabul gören bir amacı olsaydı, “şöyle ve böyle davranılmak zorunda”
diye öneride bulunmak mümkün olurdu. Şimdilik böyle bir amaç yok. Yani ahlakın talepleri,
insanlıkla bir ilişkiye sokulmamalı; böyle bir şey akılsızca ve ciddiyetten uzak olur. —
İnsanlığa bir amaç önermek bambaşka bir şeydir: O zaman amaç bizim arzumuza göre
düşünülmüş bir şey olur. Önerilen şeyin insanlığın hoşuna gittiğini varsayalım. Bunun üzerine
insanlık, kendine de aynı şekilde arzuya dayanan bir ahlak yasası koyabilir. Ama ahlak yasası
şimdiye dek arzunun üstünde olmak zorundaydı. İnsan esasen kendisine böyle bir yasa
koymak istemiyordu. Tersine, onu bir yerden almak ya da bir yerde bulmak ya da onun bir
yerden kendisine emir olarak verilmesini istiyordu.

109.
Kendine Hakimiyet ve Ilımlılık ve Bunların Son Güdüsü. — Bir dürtünün şiddetiyle mücadele
etmek için birbirinden önemli derecede farklı olan altıdan fazla yöntem bulamıyorum. Önce
dürtünün tatmin edici unsurlarından kaçınılır, uzun, hep daha uzun süren zaman
aralıklarındaki tatminsizlik sayesinde zayıflatılarak kurutulabilir. Bundan sonra insan onun
tatmin edilmesi konusunda kurallara bağlanmış katı bir düzeni kendisi için yasa haline getirir.
Onu bu şekilde kurala oturtup, gelgitlerini kesin zaman dilimlerine bağlayarak rahatsız
edilmeyeceği molalar kazanılır... ve belki buradan hareketle ilk yönteme geçilebilir. Üçüncü
olarak: Tiksinti biçmek ve tiksinti ile dürtü üzerine egemenlik kurmak için insan kendini bir
dürtünün vahşi ve azgın biçimdeki tatmin oluşuna terk edebilir. Elbette bu, atını öldürecek
kadar tahrik edip öylece kendi boynunu kıran binici gibi davranmamak koşulu ile yapılmalı...
ne yazık ki, bu tür bir denemenin kuralı budur. Dördüncü ola- rak bir zeka hilesi var, yani
tatmin, çok üzücü bir düşünceyle öylesine sıkı ilişkilendirilir ki, birkaç uygulamadan sonra
tatmin düşüncesinin bizzat kendisi anında üzücü olarak algılanır. (Örneğin bir Hıristiyan
kendini cinsel haz bakımından şeytanın yakınlığına ve dalga geçmesine, ya da intikam
amacıyla işlenen cinayetten dolayı sonsuz cehennem cezasına alıştırırsa, ya da, örneğin, onun
gözünde en saygıdeğer olan bir insanın para çalışını izlediği zaman sadece aşağılığı
düşünürse, ya da kimilerinin yüzlerce defa intihar etmek için duydukları şiddetli arzudan
akraba ve arkadaşlarının ıstırapları ve kendilerini suçlamaları düşüncesiyle cayıp böylelikle
şimdilik hayatta kalmışsa: — Bu düşünceler artık onun içinde neden sonuç gibi birbirini takip
eder). Eğer insanın gururu, Lord Byron ile Napoleon’da olduğu gibi, isyan edip bir tek
duygulanımın aklın bütün tutum ve düzenine olan üstünlüğünü hakaret olarak algılarsa, o
yöntem burada da kullanılır: Bundan dürtüye zulmetme ve onu adeta gıcırdatmak alışkanlığı
ve zevki doğar. (“Herhangi bir iştahın kölesi olmak istemiyorum”... diye yazmıştı Byron
günlüğüne) Beşinci olarak: İnsan çok zor ve yorucu herhangi bir iş yüklenmek ya da kendisini
bilerek yeni bir heyecan ve zevke tabi kılmak ve böylece düşünceleri ve fiziksel güçlerin
hareketini başka yöne çevirmek suretiyle güç miktarlarının yerini değiştirmeye girişir. Eğer
insan bir dürtüye zaman zaman iltimas edip, ona tatmin olsun diye bol bol fırsat verirse, işte
bu da, onu böylelikle aksi halde şiddetiyle usanmış olan dürtünün hükmedeceği gücün
savurganı yapmasıyla sonuçlanır. Şu ya da bu bile, despot olmak isteyen dürtüyü, tanıdığı
öteki bütün dürtüleri zaman zaman cesaretlendirip, şenlik zamanları vermeyi ve tiranın sadece
kendisi için istediği yemi yedirmek suretiyle zapt etmeyi mutlaka bilir. Ve nihayet altıncısı:
Her kim bütün bedensel ve ruhsal düzenini zayıflatmaya ve bastırmaya katlanıp, bunu akıllıca
bulursa, elbette böylece şiddetli bir güdüyü zayıflatma amacına da erişir: Örneğin birinin
asketin (yaptığı) gibi şehvetini açlığa terk edip, böylece doğal olarak enerjisini de ve sıklıkla
aklını da açlığa terk edip rezil etmesi. — Yani: Fırsatlardan kaçınmak, dürtüyü kurala
sokmak, onda aşırı doygunluk ve tiksinti yaratmak ve onu ıstırap veren bir düşünceyle
bütünleştirmek (utanç, kötü sonuçlar veren veya gururun kırılması gibi düşünceler), sonra

38


güçlerin kaydırılması ve en sonunda genel zayıflama ve bitkinlik... altı yöntem işte bunlardır.
Ama esasen bir dürtünün şiddetiyle mücadele etmek istemek, bizim gücümüz dahilinde değil:
ne herhangi bir yöntemin seçilmesi, ne de bu yöntemle başarıya ulaşıp ulaşılmayacağı ihtimali
var. Anlığımız açıkça bütün bu işlemlerde daha çok başka bir dürtünün kör maşasıdır: bize
şiddetiyle acı veren dürtünün rakibi olan o başka dürtünün. isterse bu sükunet dürtüsü olsun
ya da utanç ve başka kötü sonuçlardan duyulan korku ya da aşk olsun. “Biz” bir dürtünün
şiddetinden yakındığımızı sanırken, burada esasen bir dürtünün başka birinden yakınması söz
konusudur. Böyle bir şiddetin verdiği acının algılanması, aynı şekilde şiddetli ya da daha
şiddetli başka bir dürtünün bulunması ve anlığımızın taraf tutacağı bir savaşın başlamak üzere
olmasıyla mümkün olur.

110.
Karşı Koyan. — İnsan aşağıdaki süreci kendi katında gözlemleyebilir. Bu sürecin sık sık
gözlemlenip, onaylanmasını dilerdim. İçimizde henüz bilmediğimiz bir çeşit zevkin rayihası
yükselir ve bundan dolayı yeni bir istek doğar. Şimdi buradaki sorun, bu isteğin neye karşı
koyduğu sorunudur. Bunlar ortak türden saygı ve şeylerdir ya da pek saygı duymadığımız
insanlardır... yeni isteğin amacı böylece “asil, iyi, övgüye ve fedakarlığa değer” duyumuyla
kılık değiştirir. intikal eden bütün ahlaksal yetenek, bu amacı artık daha çok içine alıp,
ahlaksal olarak algılanan amaçlarının arasına koyar. Ve şimdi bir zevk için değil, ahlaklılık
için çabaladığımızı söyleriz: Bu da çabamızın güven ve umudunu çok artırır.
111.
Nesnelliğin Hayranlarına. — Her kim çocukken çeşitli ve güçlü duygular algılamış, ama
zihinsel adalete karşı pek uygar olmayan yargı ve isteğin bulunduğu akrabalar ve tanıdıklar
arasında büyümüş ve bunun sonucu olarak duygularını oluşturmada en iyi gücü ve
zamanlarını harcamış ise, yetişkin kişi olarak her yeni şeyin, her yeni insanın kendinde derhal
sempati veya antipati, kıskançlık veya aşağılama uyandırdığını fark eder. Karşı koymakta
kendini güçsüz hissettiği bu deneyimin baskısı altında, duyumun tarafsızlığına ya da
“nesnelliğe”, dehanın ya da en nadir bulunan ahlaklılığın meselesi olarak, mucizeymiş gibi
hayran olur ve onun da sadece terbiye ve alışkanlığın çocuğu olduğuna inanmak istemez.
112.
Görevin ve Hakkın Doğa Tarihi Üzerine. — Görevlerimiz... bunlar, başkalarının bizim
üzerimizdeki haklarıdır. Bunları neyle kazanmışlar? Bizi anlaşma yapıp karşılık verecek
kimseler olarak kabul etmek, kendileriyle eşit ve benzer görmek, bize bazı şeyler konusunda
güvenmek, bizi eğitmek, haddimizi bildirmek, bizi desteklemek suretiyle kazanmışlardı.
Görevimizi yerine getiriyoruz... yani, sayesinde bize her şeyin gösterildiği gücümüze ilişkin
düşünceyi haklı çıkarıyoruz. Bize verildiği kadarını geri veriyoruz. Görevi yapmak
gururumuz. Başkalarının bizim için yaptıklarına karşı bir şey yaparak kendi üstünlüğümüzü
tekrar kurmak istiyoruz... çünkü onlar bizim egemenlik alanımıza saldırdılar ve eğer biz
“görev” ile tekrar misillemede bulunmazsak, yani güçlerine saldırmazsak, elleri hep işimizin
içinde olacak. Başkalarının hakları sadece bizim egemenliğimiz altındaki şeyle bağıntılı
olabilir. Bizim olmayan bir şeyi bizden isteselerdi, akılsızca bir şey olurdu. Daha net olarak
söylemek gerekirse: Sadece bizim egemenliğimizde olduğunu kastettikleri şey, eğer bizim
kastettiğimiz ile aynı şey ise, bizim egemenliğimiz altındadır. İki taraf da kolaylıkla aynı
yanılgı içinde olabilir: Görev duygusu, gücümüzün çevresi hakkında başkaları ile aynı inançta
olmamıza bağlıdır. Yani bazı şeyleri söz vermemiz, onlara karşı yükümlülük altına
girebilmemizdir (“irade özgürlüğü”).— Haklarım: Bu sadece gücümün başkalarının hakkım
olarak gördükleri parçası değil, tersine beni içinde tutmak istedikleri parçasıdır. Bu başkaları
bu noktaya nasıl ulaşıyorlar? Önce akılları, korkuları ve dikkatleri sayesinde. Bizden benzer

39


bir şeyi geri almak istiyor olabilirler (haklarının korunması); bizimle savaşmayı tehlikeli
buluyor ya da amaca uygun bulmuyor olabilirler; her güç kaybımızı kendilerinin aleyhine
görebilirler, çünkü o zaman onlarla ittifak kurmak için biz değil, düşman olan üçüncü bir güç
uygun olur. Bundan sonra: bağışlama ve terk etme ile. Bu durum da, başkalarının ondan bir
parça verebilmek için ve verilen parçayı, hediye ettiklerine garanti edebilmek için yetip de
artacak kadar güçleri var. Bu arada hediye kabul eden kimse için az miktarda güç duygusu
şart koşulur. Böylece haklar doğar: kabul edilen ve garanti edilen güç ölçüleri. Güç
ilişkilerinde önemli kaymalar olursa, o zaman haklar kaybolup, yenileri oluşur... bu durumu
devletler hukuku, sürekli kaybolup, yeniden doğarak gösteriyor. Eğer gücümüzde önemli bir
azalma olursa, o ana kadar hakkımızı güvence altına almış olanların duyguları değişir. Bizi
yeniden, eskiden olduğu gibi mutlak egemenlikleri altına alıp alamayacaklarını düşünürler...
kendilerini bunu yapacak durumda göremezlerse, o andan itibaren “haklarımızı” inkar etmeye
başlarlar. Keza eğer gücümüz önemli ölçüde artarsa, haklarımızı tanıyanların duyguları
değişir ve artık bizim, onların tanımalarına ihtiyacımız kalmamıştır. Mutlaka gücümüzü eski
düzeyine indirmeyi denerler. Müdahale etmek isterler ve bunu yaparken “görevlerine”
dayanırlar... ne var ki, bu sadece yararsız konuşmadır. Nerede adalet hakimse, orada bir gücün
durumu ve ölçüsü muhafaza ediliyor, azalmasına ve çoğalmasına karşı mücadele ediliyor
demektir. Başkasının hakkı, bizim güç duygumuzun başkasının güç duygusu ile örtüşmesidir.
Gücümüz kendini derinden sarsılmış ve kırılmış olarak ortaya koyarsa, haklarımız biter. Buna
karşın eğer gücümüz aşırı derecede artmışsa, başkalarının hakkı bizim için biter, nasıl ki biz o
hakları şimdiye kadar onlara tanıyorduk. — “Ucuz insan” her zaman bir terazinin hassas
dengesine ihtiyaç duyar. İnsani şeylerin geçici özelliklerinde olduğu gibi, sadece kısa süreler
dengede duran, ama genellikle inip çıkan güç ve hak ölçülerinin ucuz olması, bundan dolayı
zordur ve çok çalışma gerektirir, iyi irade ve çok çok iyi bir tin.

113.
Takdir Edilme Çabası. — Takdir edilme çabası, hep başkalarına dikkat eder ve onun iç
dünyasının nasıl olduğunu bilmek ister. Ne var ki, bu dürtünün tatmini için gerekli olan ortak
duyarlılık ve ortak bilgi, zararsız, merhametli ya da sevecen olmaktan çok uzaktır. İnsan daha
çok başkasının bizim yüzümüzden nasıl ruhsal veya fiziksel ıstırap çektiğini, kendi
hakimiyetini kaybedip, elimizin ya da sadece bakışlarımızın onun üzerinde yaptığı baskıya
nasıl boyun eğdiğini anlamak ya da tahmin etmek ister. Ve eğer bizzat takdir edilmek için
çabalayan kimse, sevindirici, heyecan verici ya da neşelendirici bir etki yapıyor ve yapmak
istiyorsa, başarının tadını, insanlığı sevindirmek, heyecanlandırmak, neşelendirmekle değil,
yabancı ruhta kendi etkisini bırakıp, ruhun şeklini değiştirerek kendi isteğine göre onu idare
ettiği ölçüde çıkarır. Takdir edilme çabası başkaları üzerinde aşırı derecede üstünlük kurma
çabasıdır, isterse bu çok dolaylı, sadece hissedilmiş ve hatta tamamen hayal edilmiş bir çaba
olsun. Bu gizlice istenilen üstünlüğün uzun bir dizi derecesi var ve bunun tam bir katalogu
neredeyse kültür tarihine denk düşer: ta ilk garip barbarlıktan tutun da aşırı uygarlaşmanın
çirkinliğine ve hastalıklı idealleşmeye kadar uzanır. Takdir edilme çabası başkaları için
beraberinde getirdiği — bu uzun merdivenin basamaklarının sadece bazılarının adlarını
söylersek—: işkence, sonra dayak, sonra dehşet, sonra korku dolu hayret, sonra şaşkınlık,
sonra kıskançlık, sonra hayranlık, sonra isyan, sonra sevinç, sonra neşe, sonra gülmek, sonra
gülünç olmak, sonra alay etmek, sonra dalga geçmek, sonra darbeler indirmek, sonra işkence
etmek: — Burada, bu merdivenin sonunda asket* ve şehit durur. Merdivenin en alt
basamağında kendisinin karşıtı olan ve karşısında üstünlük sağlamak istediği kimseye ıstırap
çektiren barbar bulunuyor. Bu arada asket, onun ıstırap çektirmesinden takdir edilme
güdüsünün sonucu olarak aşırı derecede zevk almaktadır. Asketin kendi üzerindeki utkusu,
onun aynı zamanda, insanı acı çeken ve seyreden parçalara bölünmüş olarak gören içe
çevrilmiş gözü ve bundan sonra dış dünyaya sadece ondan adeta kendi yakacağı odun yığını

40


için odun toplamak maksadıyla bakması, dürtünün takdir edilmek için oynadığı, içinde artık
kendi kendine kömürleşmiş tek bir kişinin arta kaldığı bu son trajedi... bu, uygun başlangıcın
değerli sonucudur: her ikisinde de işkence görünümünde ifade edilemez bir mutluluk!
Gerçekte gücün en canlı duygusu olarak düşünülen mutluluk, belki de dünyada hiçbir yerde
batıl inançlı asketin ruhundaki kadar büyük değildi. Bunu Brahmanlar bin yıllık bir kefaret
ödeme uygulaması yaparak yeni bir cennet kurmaya başlayacak kadar güç toplayan Kral
Viçvamitra’nın öyküsünde dile getirdiler. İnanıyorum ki, şu anda biz bütün bu tür iç
yaşantılarda yetersiz acemiler ve el yordamı ile bilmece çözen kimseleriz; insan dört bin yıl
önce, bu kendinden zevk alma duygusunun rezilce nazikleştirilmiş hali hakkında daha fazla
bilgi sahibi idi. Dünyanın yaratılışı: Belki dünya eskiden bir Hintli hayalci tarafından bir
tanrının kendisi için başladığı asketik işlemler olarak düşünülmüştür! Tanrının kendini doğaya
bir işkence aletine bağlar gibi bağlamak isteyişi, belki de bu arada uhrevi mutluluğunu ve
gücünü iki kat artmış olarak hissetmek içindi! Ve onun bir aşk tanrısı olduğunu farz edelim:
Böyle bir tanrı için ıstırap çeken insanlar yaratmak, devam eden işkencelerin manzarasında
onlara tanrısal ve insanüstü acı çektirmek ve böylece kendisine zulmetmek nasıl bir zevk! Ve
onun sadece aşk değil, kutsallık ve günahsızlık tanrısı da olduğunu varsayalım. Eğer günahı
ve günahlıyı, sonsuz laneti ve kendi yaratıp yönettiği dünya da sonsuz acıların iniltilerin ve
ıstırapların korkunç mabetlerini kuruyorsa, tanrısal asketler nasıl hezeyanlar hayal etsinler! —
Paulus’un, Dantenin, Calvinin ve onların benzerlerinin ruhlarının da bir kez gücün verdiği
şehvetin korkunç gizemlerine girmiş olmaları tümden olanaksız değil— ve böyle ruhlar
karşısında sorulabilir: evet, gerçekten takdir edilme çabasının devridaimi asketle son bulup,
kendi içinde bitti mi? Bu döngü asketin belirlenmiş temel tavrına bağlı kalarak ve aynı
zamanda tanrının merhametiyle bir kez daha baştan başlayarak tekrarlanamaz mıydı? Yani
kendine acı vermek için başkasına acı vermek ve yine bununla kendine ve onun merhametine
galip gelerek en aşırı güç içinde mest olmak! Kudret hevesi ile ilgili ruhsal bakımdan ölçüsüz
zevklerde dünyada nelerin mümkün olmuş olabileceğine ilişkin düşündüğümüz her şeydeki
aşırılıklardan dolayı bağışlayınız!

*Din uğruna dünyevi zevklerden feragat eden kimse: keşiş, derviş.

114.
Acı Çekenin Bilgisi Hakkında. — Uzun ve korkunç acılar altında kıvranan ve buna rağmen
aklında bir bulanıklık meydana gelmeyen hasta insanın durumu, bilgi için değerlidir... her
derin yalnızlığı ve her görev ve alışkanlıklardan kurtulmuş olmayı beraberinde getiren
zihinsel yararları tamamen bir yana bırakırsak. Derin ıstırap çeken kimse, içinde bulunduğu
durumundan dolayı korkunç bir soğuklukla dışarıdaki şeylere bakar: Sağlıklı birinin gözü
baktığı zaman, normal olarak içinde şeylerin yüzdüğü, bütün o küçük yalancı sihirbazlıkları
görmez. Evet, o kendi kendine orada sakalsız, renksiz bir vaziyette uzanır. Onun daha önce
tehlikeli herhangi bir fantezinin içinde yaşadığını var sayalım: Onu acı vererek ayıltmak, onun
o durumdan çekip çıkarmanın çaresidir; ve belki de tek çaredir. (Bunun Hıristiyanlığın
kurucusuna çarmıhta rastlamış olması mümkündür. Çünkü bütün bu acı sözlerin, “Tanrım
beni niçin terk ettin!” biçimindeki içeriği, en derin anlamıyla, anlaşılabileceği gibi, yaşamının
çılgınlığına ilişkin genel bir hayal kırıklığının ve aydınlatmanın kanıtıdır; en yüksek acı
anında kendi hakkında basiretli oldu, tıpkı yazarın, ölüm döşeğindeki zavallı Don Kişot’u
anlattığı gibi). Acıya karşı koymak isteyen korkunç gerilimli anlık, üzerine baktığı her şeyin
yeni bir ışıkla aydınlanmasını sağlar. Ve bütün yeni aydınlatmaların verdiği ifade edilemez
tahrik, intiharla ilgili bütün çekiciliklere karşı koymaya ve ıstırap çeken kimse için yaşama
devam etmeyi arzu edilir olarak göstermeye yetecek gücü çoğunlukla vardır. Sağlıklı insan
dertsizce dolaştığı rahat, sıcak ve sisli dünyayı aşağılayarak düşünür; içinde eskiden kendi
başına oynadığı en soylu ve sevilen hayalleri aşağılayarak düşünür. Bu aşağılamayı

41


cehennemin en derinleri gibi derinliklerden büyü kuvvetiyle dışarıya çıkarıp ruha en keskin
acıyı vermekten zevk duyar. Bu karşı denge sayesinde fiziksel acıya katlanır... şimdi aslında
bu dengeye ihtiyaç bulunduğunu hissediyor! Varlığı hakkında korkunç bir sağgörü ile bağırır
kendine: “Bir kez olsun kendi davacın ve celladın ol, bir kez olsun acını senin tarafından sana
verilmiş ceza olarak kabul et! Yargıç olarak üstünlüğünün keyfini çıkar; daha da fazlasını
söyler: istediğinin, zorbaca keyfiliğinin tadını çıkar! Kendini, yaşamının üzerine çıkardığın
gibi acılarının üstüne çıkar, aşağıya diplere ve dipsizliklere bak!” Gururumuz görülmedik
şekilde isyan ediyor: O, bunun için acı gibi bir tirana ve yaşama karşı tanıklık edelim diye...
yaşamı özellikle bu tirana karşı savunalım diye bize yaptığı bütün fısıldamalarına karşı eşi
görülmemiş bir tahrik. Bu durumda, durumumuzun bir sonucu olarak görünmesin ve bizi
yenik olarak aşağılamasın diye insan kendini her türlü kötümserliğe karşı kinle savunuyor.
Keza hükmün verdiği adaleti uygulamak isteği, hiçbir zaman şimdi olduğundan daha büyük
olmamıştı. Çünkü şimdi bu bize karşı kazanılan bir utkuyu ve hükmün adaletsizliğini
bağışlanabilir kılacak bütün durumların en çekicisini gösteriyor.., ama biz bağışlanmak
istemiyor, özellikle şimdi “suçsuz” olabileceğimizi göstermek istiyoruz. Kibirin biçimsel
kasılmalarını yaşıyoruz. — Ve şimdi yumuşamanın, iyileşmenin ilk şafağı söküyor... ve
kendimizi, kibrimizin aşırılığına karşı savunmamız, nerede ise ilk etki olarak kendini
gösteriyor: O duyguyu taşıdığımızda, kendimizi ahmak ve kibirli diye adlandırıyoruz... sanki
olağandışı bir şey yaşamışız gibi! Minnettar olmaksızın her şeye gücü yeten gururu
aşağılıyoruz, sayesinde acıya katlandığımız gurura karşı şiddetle bir panzehir istiyoruz. Acı
bizi çok ceberut ve çok uzun süre kişisel yaptıktan sonra, kendimizi yabancılaştırmak ve
kişilikten uzaklaştırmak istiyoruz. “Defolsun, defolsun bu gurur!” diye bağırıyoruz. “O bir
hastalıktı ve dahası bir kasılmaydı.” Yeniden insanlara ve doğaya bakıyoruz... daha istekli bir
gözle: Onlarla ilgili bazı şeyleri şimdi, önceden olduğundan yeni ve başka türlü bildiğimiz ve
örtü düştüğü için üzülüp gülümseyerek anımsıyoruz... ama bize, tekrar yaşamı loş ışıklar
altında görmek ve içinde ıstırap çekerken şeyleri gördüğümüz ve şeylerin içinden baktığımız
berbat ruhsuz aydınlıktan çıkmak, aşırı derecede hayat verici geliyor. Sağlığın sihirbazlıkları
tekrar oynamaya başlayınca öfkelenmiyoruz... değişmiş gibi bakıyoruz, mülayim ve hala çok
yorgun halde. İnsan bu koşullarda müziği, ağlamadan dinleyemiyor.

115.
Sözde “Ben”. — Üzerine dilin kurulduğu dil ve önyargılar, çok defa iç olayların ve dürtülerin
içyüzünü anlamamızı engelliyorlar. Örneğin, sözcükler esasen sadece bu olayların ve
dürtülerin en üstün dereceleri için mevcut olmaları yüzündendir... ancak, şimdi biz, kelimeler
yetmediği yerde artık titizlikle gözlemde bulunmamayı alışkanlık haline getirmişiz, çünkü
özenli düşünmek sıkıntılı bir iştir. Evet, eski zamanlarda irade dışı olarak nerede sözcükler
alemi biterse, orada varlıklar alemi de sona erer biçiminde karar verilmişti. Öfke, nefret, aşk,
merhamet, hırs, bilgi, neşe, acı.., bütün bunlar aşırı durumlar için kullanılan adlarıdır. Daha
ılımlı, daha vasat dereceler ve sözü edilmeyen sürekli oynayan düşük dereceler gözümüzden
kaçar, ama aslında karakterimizin ve yazgımızın dokusunu onlar örerler. Ve bizzat bir yemeği
yerken, bir sesi dinlerken bilinçli olarak en ölçülü hoşlanmamız ya da hoşlanmamamız, belki
de, doğru anlaşılırsa hala aşırı feverandır. — O aşırı feveranlar dokuyu çok sıklıkla yırtar. Bu
durumda şiddeti çoğunlukla istisnalar uygular, şüphesiz bentleşme sonucu olarak... ve bu
nitelikleri ile gözlemciyi nasıl da yanıltırlar! Aktif insanları yanılttıkları kadar yanıltırlar!
Bizler sadece bilinç ve sözcükleri olan ve bunun sonucu olarak övgüye layık ve kusurlu
olduğumuz durumlara göre yansıyan kimseler değiliz. Sadece bizim tanıdığımız bu kaba
feveranlardan dolayı kendimizi yanlış anlıyoruz. İçinde istisnaların kurallara ağır bastığı bir
malzemeden sonuç çıkarıyoruz. Özümüzün görünürde en belirgin kitap harfleriyle yazılmış
yazısı içinde kendimizi hatalı okuyoruz. Ne var ki, yanlış yoldan elde ettiğimiz kendi

42


hakkımızdaki fikrimiz, sözde “ben”, bundan böyle karakterimizin ve yazgımızın yapısında
çalışma arkadaşıdır.

116.
“Öznenin” Bilinmeyen Dünyası. — En eski zamanlardan şimdiye değin insanların en zor
kavradıkları şey, kendi haklarındaki bilgisizlikleridir! Bu, sadece iyi ile kötüye ilişkin
şeylerde değil, çok daha önemli şeylere ilişkin olanlarda da böyledir! Her vaziyette insan
davranışının nasıl oluştuğunu insanın bildiği, çok kesin olarak bildiği yolundaki çok eskiden
kalma çılgınlık, hala hayatiyetini sürdürüyor. Sadece “kalbi gören tanrı” değil, sadece
eylemini hesaplayan eylemci değil.., hayır, bir başkası da bir başkasının eyleminin
oluşmasında önemli olan şeyin ne olduğunu anlayıp anlamadığından kuşku duymuyor. “Ne
istediğimi biliyorum, ne yaptığımı biliyorum özgürüm ve bunun sorumluluğunu taşıyorum,
başkalarını sorumlu tutuyorum, bir eylemden önce var olan bütün ahlaksal olanakların ve iç
devinimlerin isimlerini söyleyebilirim; nasıl isterseniz öyle davranırsınız... bu konuda
kendimi ve sizleri anlıyorum!” — Eskiden herkes böyle düşünürdü, hemen hemen herkes hala
böyle düşünüyor. Ama, bu konuda büyük kuşkucu ve hayran olunacak yenilikçiler olan
Sokrates ile Platon “doğru eylemin doğru bilgiyi izlemesi gerekir” biçimindeki vehim
önyargıya, en büyük yanılgıya safça inanıyorlardı.., bu temel ilkede bir bilgi, hala bir eylemin
özü için vardır, biçimindeki genel çılgınlığın ve karanlığın mirasını taşıyorlardı. “Eğer doğru
eylemin özünün kavrayışını doğru eylem izlemeseydi, çok korkunç olurdu”... o büyüklerin bu
düşünceyi ispatlamak için gerek gördükleri tek tarzdı bu; bunun tersi onlar için düşünülemez
ve delice bir şeydi... oysa aslında bunun tersi, ezelden beri her gün ve her saat ispatlanan
çıplak gerçekti! İnsanın esasen bir eylem hakkında bilebileceğinin onu yapmaya asla
yetmediği, şimdiye dek bilgiden eyleme hiçbir durumda köprü kurulmadığı “korkunç”
hakikatin ta kendisi değil mi? Eylemler asla bize göründükleri gibi değildirler! Dış dünyadaki
şeylerin bize göründüğü gibi olmadıklarını öğrenmek için çok sıkıntı çektik... peki öyleyse! İç
dünyadaki durum da bundan farklı değil! Ahlaksal eylemler gerçekte “biraz başkadır...” daha
fazla bir şey söyleyemeyiz: Bütün eylemler temelde bilinmemektedir. Bunun tersi genel
inançtı ve şimdi de genel inançtır: Karşımızda en eski gerçekçilik var; bugüne kadar insanlık:
“Bir eylem bize nasıl görünüyorsa öyledir” diye düşünüyordu. (Bu sözcükleri tekrar okuyunca
aklıma, Schopenhauer’de çok vurgulanan bir yeri, onun hem de vicdanı sızlamadan bu
ahlaksal gerçekçiliğe bağlandığını ve hala bağlı kaldığını ispatlamak için, aktarmak geliyor:
“Gerçekten içimizden her biri iyiyi ve kötüyü tam anlamıyla bilen, iyiyi sevip kötüden
tiksinirken kutsal, yeterli ve mükemmel bir ahlak yargıcıdır... eğer kendisinin değil de
başkalarının eylemleri araştırılıyorsa ve o sadece onaylayıp onaylamayacak ise ve
uygulamanın yükü başkalarının sırtında taşınacak olduğu sürece, içimizden her biri bütün
bunlara sahiptir. Buna göre herkes günah çıkarıcı olarak doğrudan doğruya tanrının yerini
tutabilir.”)
117.
Hapishanede. — Gözüm, ister güçlü olsun ister zayıf, sadece belirli bir uzaklığı görür. Ve bu
belirli uzaklığın içinde yaşayıp dokurum, bu ufuk çizgisi, kaçamadığım şimdiki büyük ve
küçük alın yazımdır. Her yaratığın çevresinde yaratığa özgü, orta noktası olan içbükey daire
var. Buna benzer bir şekilde, kulağımız da bizi küçük bir alana hapseder, benzer bir şekilde
dokunma duygumuz da. Hapishane duvarları gibi, her birimizin içine duyularını hapsettiği bu
ufuklara göre dünyayı ölçer bunu yakın, onu uzak, bunu büyük, onu küçük, bunu sert ve onu
yumuşak diye adlandırırız. Bu ölçme işine duyumsama deriz... bunların hepsi, hepsi hatadır!
İnsan herhangi bir zaman noktasında bizim için mümkün olan ortalama yaşantı ve tahrik
(uyarım) miktarına göre yaşamını uzun veya kısa, fakir ya da zengin, dolu ya da boş olarak
ölçüyor. Ve diğer bütün yaratıkların ömrünü ortalama insan ömrüne göre ölçüyor... bunların

43


hepsi, hepsi yanlıştır! Eğer yakın mesafe için yüz kat daha keskin gözlerimiz olsaydı, insanlar
bize aşırı derecede uzun görünürlerdi; evet, organlar öyle düşünülebilirdi ki, o organları
sayesinde insan ölçülemez olarak duyumsanabilirdi. Öte yandan organlar öyle yaratılmış
olabilirdi ki, bütün güneş sistemi daralmış ve bir tek hücre gibi sıkışmış olarak da
duyumsanabilirdi. Ve karşıt düzenin yaratığı önünde, insan vücudunun bir hücresi kendini
devinim, yapı ve uyum içindeki bir güneş sistemi olarak gösterebilirdi. Duyularımızın
alışkanlıkları bizi duyumsamanın yalan dolanına sardı. Bunlar tekrar bizim bütün
yargılarımızın ve “bilgilerimizin” dayanağı... gerçek dünyaya tümden kaçış, sığınma ve sızma
yolu yok! Ağımızın içindeyiz, birer örümcek olan bizler ve ne yakalarsak yakalayalım,
ağımıza takılandan başka bir şey yakalayamayız.

118.
Hemcins Kim Oluyor! — Hemcinsimizden onun sınırları olarak neyi anlıyoruz, demek
istediğim, neyle içimize ve üzerimize etki ederek damgasını vuruyor? Onun bizde yaptığı
değişimi hiçbir şekilde kavramıyoruz... onun hakkındaki bilgimiz içi boş olarak
biçimlendirilmiş bir mekan hakkındaki bilgiye benzer. Eylemlerinin içimizde ortaya çıkardığı
duyumsamaları ona atfedip, yanlış, ters çevrilmiş olumluluk veririz. Biz onu bilgimize göre
kendi sistemimizin bir uydusu olarak oluştururuz. Ve o bize ışık verdiğinde ya da
karardığında ve biz ikisinde de son neden olursak... o zaman da bunun tam tersine inanırız!
İçinde yaşadığımız hayaletler dünyası! Tersine, altüst edilmiş, boş ve buna rağmen dolu ve
tam da düşlenen dünya!
119.
Başından Geçmek ve Uydurmak. — Birisi özbilişini ne kadar ilerletirse ilerletsin, hiçbir şey
yapısını oluşturan bütün dürtülerin imgesinden daha yetersiz olamaz. Ancak kabalarının
adlarını sayabilir. Sayılarıyla güçleri, gelgitleri, birbirleriyle oynadıkları oyunlarıyla karşı
oyunları ve her şeyden önce beslenme yasaları ona tümden yabancı kalır. Yani bu beslenme
tesadüf eseri olur. Günlük yaşantılarımız kurbanı bazen bu, bazen o dürtüye fırlatırlar; dürtü
kurbanı hırsla kapar. Ancak, bu olayların bütün gelişleri ve gidişleri, bütün dürtülerin
beslenme gereksinimleri ile mantıksal bir bağ içinde değildirler. Böylece iki farklı şey ortaya
çıkar; birinin açlıktan ölmesi ve körelmesi, ötekinin tıka basa yemesi. Yaşamımızın her anı, o
anın içinde taşıdığı ya da taşımadığı besine göre varlığımızın birkaç ahtapot kolunu büyütür,
diğer bazılarını kurutur. Söylediğimiz gibi, deneyimlerimizin hepsi bu anlamda gıda
maddeleridir, ama bunları kimin açlık ve sefalet olduğunu, kimin tok ve bolluk içinde
yüzdüğünü bilmeden kör bir el dağıtmıştır. Ve organların bu rastlantısal beslenmesinin
sonucu olarak büyümesini tamamlamış ahtapot da kendi oluşu gibi biraz rastlantısal olacak.
Daha açık söylemek gerekirse: Bir dürtünün tatmin edilmek istediği bir noktada bulunduğunu
varsayalım... ya da gücünün kullanma ya da boşaltma, ya da bir boşluğun doyurulması...
bunların hepsi mecazi konuşmadır: Böylece o, günün her olayına, kendi amacı için nasıl
kullanabileceği yönünden bakar; acaba şimdi insan koşuyor mu, yoksa dinleniyor mu, yoksa
kızıyor mu, ? yoksa okuyor mu, yoksa konuşuyor mu, yoksa kavga mı ediyor, yoksa sevinç
çığlıkları mı atıyor? Susamış olan dürtü, insanın içine girdiği her durumu aynı şekilde yoklar
ve ortalama olarak onda kendisi için hiçbir şey bulamaz, beklemek ve susamaya devam etmek
zorundadır. Bir süre daha devam edip, güçsüz düşecektir, tatminsizlik birkaç gün ya da ay
daha sürerse, yağmur almayan bir bitki gibi kuruyacaktır. Eğer bütün dürtüler rüyada görülen
yiyeceklerle memnun olmayan açlık gibi kökten davransalardı, belki rastlantının bu vahşiliği
göze daha şiddetli batardı. Ama dürtülerin birçoğu, özellikle sözde ahlaksal olanlar, işte bunu
yaparlar... eğer tahminim doğruysa, rüyalarımız “gıdanın” gün boyu rastlantısal yokluğunu
bir dereceye kadar dengeleme değeri ve anlamı taşırlar. Neden dünkü rüya sevgi ve
gözyaşlarıyla dolu, evvelki günkü komik ve coşkulu, bir önceki serüvenci ve hep kasvetli bir

44


arayıştı? Neden bir rüyada tarifsiz güzelliklerinin tadını çıkarıyor, bir başkasında bir kartalın
engin keyfiyle uçup süzülüyorum uzak dağların doruklarına? Sevginin ya da komikliğin ya da
serüvenciliğin ya da müzik ve dağ isteğimizin dürtülerimize oyun alanı ve boşalma sağlayan
bu uydurmalarımız —ve her biri kendi ikna edici örneğine sahip olacak— sinir
tahriklerimizin uyku sırasındaki yorumlarıdır, kan dolaşımı ve bağırsak hareketlerinden,
kolların ve yorganın baskısından, kilise çanlarının seslerinden, rüzgar fırıldaklarından, gece
nağaracılarından ve diğer tarzlardaki şeylerden kaynaklanan çok serbest, çok keyfi
yorumlardır. Genelde bir gece için neyse öbürü için de büyük ölçüde aynısı olan bu metin,
öyle değişik yorumlanır ki, yaratıcı akıl aynı sinir tahriklerine dün için ve bugün için çok
değişik nedenler hayal eder. Bunun sebebi, bu aklın suflörünün bugün, dünkünden başka
olmasında yatar. — Başka bir dürtü tatmin olmak, çalışmak, alıştırma yapmak, içini açmak ve
boşaltmak istiyordu, — şimdi o yüksek dalgasında bulunuyordu, dün ise o durumda olan
başka birisiydi.— Uyanık yaşamın, rüyada yaşarken elde ettiği bu yorum özgürlüğü yoktur,
pek hayalci olmayıp gem vurulmamıştır... dürtülerimiz uyanıkken dahi sinir tahriklerini
yorumlamaktan ve ihtiyaçlarına göre “nedenlerini” koymaktan başka bir şey yapmadıklarını;
uyanıklıkla rüya arasında, önemli bir fark olmadığını; çok değişik kültür düzeylerinin
karşılaştırılmasında bile, birindeki uyanık yorum özgürlüğünün, diğerinin rüyadaki
özgürlüğüne hiçbir şekilde taviz vermediğini; ahlaksal yargılarımız ve değer vermelerimiz de
bizce bilinmeyen psikolojik bir sürecin sadece imgeleri ve fantezileri, bir çeşit alışılmış dili,
belli bir sinir tahriki olarak niteleneceğini; bütün sözde bilincimiz, bilinmeyen, belki
bilinemeyen, ama hissedilen bir metnin az ya da çok fantastik yorumu olduğunu da anlatayım
mı? — Küçük bir yaşantıyı ele alalım. Bir gün pazardan geçerken birisinin bize güldüğünü
fark ettiğimizi varsayalım: O anda içimizdeki şu ya da bu dürtünün o andaki kabarmasına
göre, bu olay bizim için şu ya da bu anlama gelecek... ve hangi türden insan isek ona göre çok
değişik bir olay olarak yorumlanacaktır. Birisi onu bir yağmur damlası gibi kabullenir, öteki
bir böcek gibi üzerinden silkeler, başka biri onunla ticaret yapmaya kalkar, bir başkası
gülecek bir şey var mı diye elbisesini kontrol eder, öbürü bunun sonucu olarak komiklik
hakkında derin derin düşünür, birinin dünyanın neşesine ve güneş ışığına istemeden bir parıltı
vermiş olmak hoşuna gider... ve her halükarda dürtü bununla tatmin olur; o ister kızma, ister
kavga etme, ister düşünme, ister iyi niyet besleme dürtüsü olsun. Bu dürtü, olayı kendi
ganimeti gibi yakalar: Neden tam da o? Çünkü o aç susuz pusuya yatmıştır. —Geçenlerde
öğleden önce saat on birde hemen önümde bir adam yıldırım çarpmışçasına birdenbire
doğruca yere yıkıldı. Çevredeki kadınlar çığlık attılar; ben ise onu ayağa kaldırıp, tekrar
konuşana kadar bekledim... bu sırada, yüzümdeki hiçbir adale hareket etmedi, hiçbir şey
hissetmedim, ne korku, ne merhamet, tersine, yapılması gerekeni yaptım ve soğukkanlı bir
şekilde oradan uzaklaştım. Bana bir gün önceden sabah saat on birde birisinin yanımda bu
şekilde yıkılacağının söylendiğini varsayalım... önceden bin bir türlü acıyla kıvranırdım, gece
uyuyamazdım ve belki de en önemli anda ona yardım edecek yerde o adam gibi olurdum.
Yani bu arada bütün olası dürtülerin olayı düşünüp yorumlamak için zamanı olurdu.—
Yaşantılarımız nedir? İçine koyduğumuzun içinde bulunandan daha çok oluşudur! Ya da
esasen içinde hiçbir şey yoktur mu demeli? Başından geçmek için hayal kurmak mı demeli?

120.
Kuşkucunun Sakinleştirilmesi. — “Ne yaptığımı hiç bilmiyorum! Ne yapmam gerektiğini hiç
bilmiyorum!” — Haklısın, ama yaptırılacağından kuşkun olmasın! her an! İnsanlık bütün
zamanlarda etken ile edilgeni karıştırdı. Bu onun bilmeyen gramer hatası.
121.
“Neden ile Sonuç!” — Bu aynada — ve aklımız bir aynadır — düzenlilik gösteren bir şeyler
oluyor, belirli bir şey her defasında başka belirli bir şeyi takip ediyor... onu biz, deliler,

45


algılamak ve adlandırmak istersek “neden ile sonuç” diye adlandırıyoruz! Sanki bir şey
anlamışız ve anlayabilirmişiz gibi. Biz “nedenlerin ve sonuçların” imgelerinden başka hiçbir
şey görmedik! Ve işte bu imgelilik, birbirinin takibi olan bağlantıdan daha esaslı bir
bağlantının kavranmasını olanaksız kılıyor!

122.
Doğadaki Amaçlar. — Kim tarafsız araştırmacı olarak gözün tarihini ve en alt düzey
yaratıklardaki biçimlerini inceler ve onun oluşumunu bütünüyle gösterirse, şu büyük sonuca
ulaşmak zorundadır: Gözün oluşumundaki amaç görmek değildi, daha çok rastlantının bir
araya getirdiği cihaz olarak ortaya çıkmıştı. Bu türden biricik örnek: ve “amaçlar” gözlerden
kepeklerin dökülmesi gibi dökülürler!
123.
Akıl. —Akıl dünyaya nasıl geldi? Akılsız bir şekilde, rastlantı sonucu, kazara. Eğer kazara
meydana geleni tahmin etmek istersek, cevabı bir bilmece çözmek gibidir.
124.
İstemek Nedir! —Güneş doğduğu anda odasından çıkıp, “güneş doğsun istiyorum” diyene; ve
bir tekerleği durduramayıp, “onun dönmesini istiyorum” diyene; ve güreşte yere fırlatılıp
“burada yatıyorum, ama burada yatmak istiyorum!” diyene güleriz. Ama bütün kahkahalara
rağmen! “İstiyorum” sözünü kullandığınızda bu üçünden başka bir şey mi yaparız?
125.
“Özgürlük Ülkesinden”. — Yapabileceğimiz ve yaşayabildiğimizden çok daha fazla şey
düşünebiliriz... yani düşüncemiz yüzeysel olup, yüzeyden memnundur, yüzey olduğunu fark
bile etmez. Aklımız kesin olarak gücümüz ölçüsünde ve gücü kullanmamız ölçüsünde
gelişmiş olsaydı, o zaman ilke, düşüncemize egemen olurdu ki, böylece sadece
yapabildiğimizi kavrayabilirdik... aslında eğer kavrama diye bir şey varsa. Susuz kalan
kimsenin suyu yoktur, ama düşünce imgeleri daha kolay temin edilebilecek bir şey yokmuş
gibi onun gözünün önüne hep su getirirler... aklın yüzeysel ve kolay memnun edilen türü
gerçek acı veren ihtiyacı anlayamaz ve kendisini buna rağmen üstün hisseder: Daha fazla
yapabildiğinden, daha hızlı koştuğundan, anın da hemen hemen tam hedefte olduğundan
gururlanır... ve böylece düşünceler diyarı, yapma, isteme ve yaşama diyarıyla
karşılaştırıldığında, özgürlük diyarı olarak ortaya çıkar: Aslında; belirttiğimiz gibi, sadece bir
yüzeysellik ve yetinme diyarıdır.
126.
Unutmak. — Unutma diye bir şeyin olduğu henüz ispatlanmamıştır; bildiğimiz, sadece tekrar
anımsamanın gücümüz dahilinde olmadığıdır. Geçici olarak, gücümüzün bu boşluğuna
“unutmak” sözcüğünü koyduk, sanki dizinde bir fazla yeti varmış gibi. Ama sonuç olarak
bizim gücümüz dahilinde olan ne var ki! — Eğer bu sözcük gücümüzün bir boşluğunda
duruyorsa, öteki sözcükler gücümüze ilişkin bilgimizin bir boşluğunda durmak durumunda
değiller mi?
127.
Amaçlara Yönelik. — Bütün eylemler içinde amaçlara yönelik olanların anlaşılması pek
mümkün değildir, çünkü onlar hep en anlaşılır olanlar diye geçerli olmuşlar ve bilincimiz için
en günlük olanlardır. Büyük sorunlar insanın sokakta karşısına çıkıyor.
128.

46


Rüya ve Sorumluluk. — Her şey için sorumlu olacaktınız! Sadece rüyalarınız için sorumlu
olmak istemiyorsunuz! Ne kadar da acınacak bir zayıflık, ne kadar da cesaret bakımından
tutarsızlık! Rüyalarınızdan başka hiçbir şey artık sizin malınız değil! Hiçbir şey artık sizin
eseriniz değil! Malzeme, biçim, süre, oyuncu, seyirci... bu komedilerde bunların hepsi
sizsiniz! Ve tam da burada kendinizden çekinip utanıyorsunuz ve Odipus bile, bilge Odipus,
düşünceden teselli çıkarmayı biliyordu, oysa biz gördüğümüz rüya için hiçbir şey
yapamıyoruz! Bundan, insanlığın büyük çoğunluğunun iğrenç rüyaların bilincinde olmak
zorunda olduğu sonucunu çıkarıyorum. Başka türlü olsaydı, gece kurmacaları insan gururu
için nasıl da sömürülürdü! — Bilge Odipus’un haklı olduğunu, gerçekten rüyalarımızdan
sorumlu olmadığımız... kadar uyanıklığımız için de sorumlu olmadığımızı ve iradenin
özgürlüğü öğretisinin, insanın gurur ve güç duygusunda anne ve babasına sahip olduğunu
eklemek zorunda mıyım? Belki bunu çok sık söylüyorum, ama en azından bundan dolayı
henüz hata olmadı.

129.
Güdülerin Sözde Savaşımı. — “Güdülerin savaşımından” söz ediliyor, ama bununla
“güdülerin savaşımı” olmayan bir başka savaşım kastediliyor. Yani, düşünüp taşınan
bilincimizde yeni bir eylemden önce sırasıyla yapabileceğimizi düşündüğümüz çeşitli
eylemlerin sonuçları ortaya çıkar ve biz bu sonuçları karşılaştırırız. Bir eyleme, sonuçlarının
en uygun olacağını tespit ettikten sonra, karar verdik diyoruz; düşünüp taşınmamız bu sonuca
ulaşmadan önce, sonuçları tahmin etmek, onları bütün gücüyle görmek ve aynı şekilde hepsini
hatasız açıklamak için adamakıllııstırap çekeriz; bu arada hesap bir de rastlantı ile bölünmek
zorundadır. Evet, şimdi en zor olanını söylemek gerekirse: Teker teker çok zor tespit
edilebilecek bütün sonuçlar, şimdi birlikte aynı tartıda birbirlerine karşı tartılmak zorundalar;
ve olanaklı bütün bu sonuçların nitelik bakımından farklı oluşları yüzünden çoğunlukla
kazuistik çıkar için ağırlıkların yanında tartıdan da yoksun bulunmaktayız. Ama bununla düze
ulaştığımızı ve rastlantının terazimize karşılıklı tartılabilir sonuçları koydurduğunu
varsayalım: Şimdi gerçekten belli bir eylemin sonuçlarının imgesinde bu eylemi yapacak bir
güdü var... evet! Bir güdü! Ama sonunda, harekete geçtiğimiz anda, genellikle burada söz
konusu edilen “sonuçların imgesi” türünden başka türden güdüler tarafından belirleniriz.
Burada güçler etkileşimimizin alışkanlığı etkili olur ya da korktuğumuz ya da saygı
duyduğumuz ya da sevdiğimiz bir kişinin küçük bir vuruşu ya da elde olanı yapmayı tercih
eden rahatlık ya da en yakın, en iyi, en küçük olaya belirleyici anda neden olan fantezinin
coşkusu, tamamen hesapsız ortaya çıkan bedensel etki, ruh halinin etkisi, tesadüfen sıçramaya
hazır olan herhangi bir heyecanın sıçramasının etkisi, kısaca; bazılarını hiç bilmediğimiz,
bazılarını çok az bildiğimiz ve birbirlerine karşı olacaklarını daha önce asla düşünemediğimiz
güdüler etkili olur. Olasıdır ki, onların arasında da bir savaşım meydana geliyor, öteye beriye
itme, ağırlık parçalarının terazinin kefelerinde aşağı yukarı tartmaları... ve bu gerçek
“güdülerin savaşımı” olur: — bizim için tamamen görünemez ve bilinmez bir şey. Sonuçları
ve başarıları hesapladım ve böylece çok temel bir güdüyü, güdülerin savaş hattına
yerleştirdim... ama savaş hattının kendisini görmediğim gibi yerleştiremiyorum da: Savaşımın
kendisi benim gözlerime görünmüyor, aynı biçimde utku olarak, utku da görünmüyor; gerçi,
sonunda ne yaptığımı mutlaka öğreniyorum... ama bununla gerçekten hangi güdünün galip
geldiğini öğrenmiyorum. Gerçi biz, bütün bu bilinçsiz süreçleri hesaba katmamaya ve bir
eylemin hazırlanmasını sadece bilindiği kadar düşünmeye alışkınız: Ve böylece, güdülerin
savaşımını değişik eylemlerin olası sonuçlarının karşılaştırmasıyla karıştırıyoruz... çok
sonuçlu ve ahlakın gelişmesi için en uğursuz karışıklıklardan birisi!
130.

47


Amaçlar? İstekler? — Kendimizi iki diyarın varlığına inandırmaya alıştırdık; amaçlar ve
istekler diyarı ile rastlantılar diyarına; sonuncusunda her şey anlamsızca meydana geliyor, hiç
kimse nedenini ve niçinini açıklayabilecek durumda olmaksızın orada bir şeyler oluyor,
bulunuyor, gerçekleşiyor. — Bu büyük kozmik aptallığın güçlü diyarından korkuyoruz, çünkü
biz onu genellikle diğer dünyaya, amaçlar ve görüşler dünyasına çatıdan bir kayağantaşı gibi
düşüp, herhangi güzel bir amacımızı öldüren bir şey olarak algılıyoruz. Bu iki diyara olan
inanç, çok eskilerden kalma bir romantizm ve fabeldir: Biz akıllı cüceler arzularımız ve
amaçlarımızla aptal, tam aptal azmanlarla rastlantılar tarafından rahatsız edilip, yıkılarak, sık
sık ölümüne çiğneniyoruz... ama bütün bunlara rağmen bu komşuluğun korkunç şiirleri
olmaksızın yaşamak istemiyoruz, çünkü o canavarlar, eğer yaşam bizim için amaçların
örümcek ağında çok sıkıcı ya da korkutucu olunca, ikide bir gelip elleriyle hemen bütün ağı
parçalamak suretiyle yüce bir müdahale de bulunuyorlar.., bunu onlar, o akılsızlar istemiş
oldukları için değil! Sadece onun farkına vardıkları için değil! Ama onların kaba kemikli
elleri bizim ağımıza saldırıyor, sanki orada boşluk varmış gibi. —Yunanlılar buna
hesaplanamaz ve yüce, sonsuz bağnazlık diyarı Moira (Kader Tanrıçası) adını vermişler ve
onu tanrılarını çevreleyen ufuk olarak ortaya koymuşlardı, ne bu ufku aşarak
etkileyebiliyorlar ne de ufkun ötesini görebiliyorlardı: Tanrılara karşı, onlara dua etmek, ama
onlara karşı son kozu elde tutmak şeklindeki gizli direniş, birçok halkta görülen bir özelliktir;
örneğin Hintli ya da İranlı olarak insan kendini ölümlünün kurban edilmesine bağımlı
olduğunu düşünür, böylece ölümlüler en kötü durumda tanrıyı aç bırakıp, açlıktan
öldürebilirler; ya da eğer insan sert melankolik bir İskandinav gibi bir eski tanrılar şafağı
düşüncesiyle kötü tanrılarının onu sürekli korkutmalarının bedeli olarak kendine sessiz
intikam keyfi yaratır. Hıristiyanlık başka şekilde yapıyordu, Hintli, İranlı, Yunanlı ve
İskandinav olmamanın temel duygusuyla gücün ruhuna toprakta ibadet etmek ve hatta toprağı
öpmek demekti: Bu, o her şeye kadir “aptallıklar diyarının” göründüğü kadar aptal
olmadığını, daha ziyade onun arkasın da... sevgili tanrının bulunduğunu fark etmeyen bizim
daha çok aptal olduğumuzu, onun gerçi karanlık, kavisli ve mucizeyi yolları sevmekle
birlikte, sonunda yine de her şeyi “mükemmel doğruya götürdüğünü” göstermektedir.
Şimdiye kadar dev soyu ve Moira olarak yanlış tanınmış olan ve hatta amaçları ve ağları
aklımızdan daha ustaca ören —öyle ki onlar kendisine anlaşılmaz hatta budala görünmek
zorunda kalan sevgili tanrı ile ilgili yeni bir fabel — bu fabel öylesine cesur bir altüst ediş,
öylesine cüretli bir paradokstu ki, iş bu kadar çılgın ve çelişkili tınlasa bile uygarlaşan yaşlı
dünya ona karşı direnemiyordu... çünkü, aramızda kalsın, orada bir çelişki vardı: Eğer aklımız
tanrının aklını ve amaçlarını tahmin edemiyorsa, aklının niteliğini ve tanrının aklının bu
niteliğini nereden tahmin ediyor? —Çatıdan düşen kayağantaşın, gerçekten “tanrısal sevgi”
tarafından atılıp atılmadığı konusunda son zamanlarda aslında güvensizlik arttı... ve insanlar
yeniden devler ve cüceler romantizminin eski izlerinin peşine düşmeye başlıyor. Zamanı
geldiği için artık öğrenelim: Bizim sözde özel amaçlar ve akıl diyarımızı da yine devler
yönetiyor! Ve amaçlarımız ve aklımız cüce değil, devdirler! Ve kendi ağlarımız,
kayağantaşının parçaladığı gibi bizim tarafımızdan da sık ve hoyratça parçalandı! Ve amaç
denilen şeylerin hepsi amaç olmadığı gibi istek denilen şeylerin hepsi de istek değil! Ve eğer
bundan bir sonuç çıkarmak isterseniz: “Demek ki sadece bir tek diyar var, rastlantılar ve
aptallıklar diyarı?” İşte o zaman şunu eklemek gerek: Evet belki sadece bir diyar var, belki ne
arzu ne amaç var, biz onları hayal ettik. Zorunluluğun demir elleri talihin zar maşrapasını
sallayıp, oyunlarını sonsuza dek oynarlar. Her derecede amaca uygunluk ve akıllılıkla
tamamen benzer görünen zarlar, gelmek zorunda. Belki de bizim arzularımız ve amaçlarımız
böyle atılan zarlardan başka bir şey değildir —ve biz, aşırı dar kafalılığımızı kavramak için
sadece çok yetersiz ve kibirliyiz: yani demir ellerle zar maşrapasını sallıyor olmamız ve kasıtlı
eylemlerimizde zorunluluk oyunu nu oynamaktan başka bir şey yapmıyor olmamız. Belki!—
Bu belkiyi aşabilmek için yeraltında ve bütün yüzeylerin öteki tarafına konuk olup


48


Persefone’nin (Lat. Proserpina: Yunan yeraltı tanrıçası.) masasında onunla bizzat zar atmak
ve bahse girmek gerek.

131.
Ahlaksal Modalar. — Ahlaksal yargılar baştan başa nasıl da değişti! Antik ahlaklılığın en
büyük mucizelerinin, örneğin Epiktet’in, şimdi geçerli olan başkalarını düşünmenin, başkaları
için yaşamanın övülmesinden haberleri hiç mi hiç yoktu; onların bizim ahlak modamıza göre,
deyim yerindeyse, ahlaksız diye nitelendirilmesi gerekirdi, çünkü onlar bütün güçleriyle kendi
egoları için çalışıp başkalarına merhamete karşı (özellikle başkalarının acıları ve ahlaksal
suçlarıyla) koydular. Bize cevap verselerdi belki de şunu derlerdi: “Eğer siz kendinize çok
sıkıcı ya da çirkin bir nesne geliyorsanız o zaman kendinizden çok başkalarını düşünün! Bunu
yaparsanız iyi edersiniz!”
132.
Ahlakta Hıristiyanlık Yankılamasının Yavaş Yavaş Sona Ermesi. — “On n'est bon que par la
pitie; il faut donc qu’il y ait quelque pitie dans tous nos sentiments”... böyle kulağa geliyor
şimdi ahlak! Ve nereden geliyor bu? —İnsanın şimdi sempatik, fedakar, toplum yararına olan,
toplumsal eylemleri ahlaksal eylemler olarak değerlendiriyor olması... belki de Hıristiyanlığın
Avrupa’da meydana getirdiği en genel etki ve değişikliktir: Oysa onun amacında ve
öğretisinde böyle bir şey yoktu. Ama “birlik gereklidir” düşüncesine, sonsuz kişisel mutlak
ilahi selametin önemine çok ters düşen bencil ve köklü inanç, dayandığı dogmalarla yavaş
yavaş geri plana itilip, “sevgiye”, “yakınlarındakileri sevmeye” olan yan inancın kilisenin
yardım işini çok iyi uygulamasının etkisiyle tam bir uyum sağlayarak bu sayede ön plana
çıkarılması, Hıristiyan düşünce tarzının bir artığıydı. İnsan kendisini dogmalardan ne kadar
çok soyutladıysa, bu soyutlamanın mazeretini insan sevgisi kültünde o kadar çok arıyordu: Bu
hususta Hıristiyan idealinin gerisinde kalmayıp, mümkün olduğu yerde onu geçmek,
Voltaire’den Auguste Comte’a kadar bütün Fransız özgür düşünürlerin de gizli bir teşvik
niteliği kazanmıştı: Ve Comte gerçekten meşhur ahlak formülü vivre pour autrui ile
Hıristiyanlığı Hıristiyanlık üstü bir hale getirdi. Almanya’da Schopenhauer, İngiltere’de John
Stuart Mill eylem ilkesi olarak sempatik duygulanımlar, merhamet ve başkalarının yararı
konusundaki öğretiye yaygın geçerlilik kazandırdılar: Ama, kendileri yankıdan başka bir şey
değildiler... o öğretiler, şiddetli bir itici güçle, en kaba ve nazik şekillerde, aşağı yukarı
Fransız Devrimi döneminden başlayarak her yerde aynı anda çoğaldılar; bütün sosyalist
sistemler kendilerini sanki ellerinde olmayarak bu öğretilerin ortak zemini üstüne oturttular.
Belki de esasen ahlaksal olanın ne ifade ettiğini bilmekten daha iyi inanılmış bir önyargı
yoktur. Şimdi, toplumun iyi bir yolda olduğunu, kişilerin teker teker genel ihtiyaçlara
uyduklarını ve bireyin mutluluğunun ve aynı zamanda kurban edilmesinin kendisini bütünün
yararlı bir parçası ve aracı hissetmesinde yattığını duymanın herkese iyi geldiği
anlaşılmaktadır. Sadece insan, şimdi bu bütünün nerede aranması gerektiği konusunda,
mevcut olan bir devlette mi, yoksa kurulacak bir devlette mi, bir ulusta mı, yoksa bir halklar
kardeşliğinde mi ya da küçük yeni ekonomik ortaklıklarda mı, hala bocalayıp duruyor. Şimdi
bunun hakkında derin derin düşünülüyor, kuşkulanılıyor, savaşım veriliyor, kızılıyor ve
heyecanlanılıyor; ama egonun kendisini, bütüne uyum sağlayacak biçimde hak ve
görevlerinin sert çerçevesini tekrar alıncaya kadar yalanlamak zorunda olduğu iddiası...
yepyeni ve bambaşka bir şey oluncaya dek, talepteki birliğin şahane olması ve kulağa hoş
gelmesidir. İnsan köklü bir değişimden, hatta bireyselliğin zayıflatılmasından ve yok
edilmesinden daha fazla bir şey istemiyor... kendisine bunu şu anda ister itiraf etsin, ister
etmesin: Bütün kötülüklerin ve husumetin, israfın, pahalı ve lüks şeylerin bireysel varlığın
şimdiki biçimine yakışmadığını tek tek sayıp şikayet etmekten yorulunmuyor, eğer sadece
büyük vücutlar ve onların öğeleri bulunursa, daha ucuz, tehlikesiz, muntazam ve birbirine

49


daha uygun olarak idare edileceği umuluyor. Herhangi bir şekilde bu vücut ve öğeleri
oluşturan dürtülere ve onun yardımcı dürtülerine uyan her şey iyi olarak algılanır, bu
çağımızın ahlaksal temel akımıdır; sempati ile sosyal duygu aynı zaman da karşılıklı olarak
birbirinin üstesinden gelir. (Kant hala bu hareketin dışında bulunuyor: O üzerine basa basa,
eğer iyiliğimizin ahlaksal değeri olacaksa başkalarının acılarına karşı duyarsız olmamız
gerektiğini öğretir, —anlaşılacağı gibi, Schopenhauer buna çok kızıp, Kant zevksizliği adını
verir.)

133.
“Kendini Daha Fazla Düşünme.“ — İnsan şunu enine boyuna bir düşünsün bakalım:
Önümüzde birisi suya düşerse, arkasından ona hiç yakınlık duymasak bile niye atlarız?
Merhametten: Orada insan sadece başkasını düşünür... der düşüncesizlik. İnsan kan tüküren
birisi için, hatta ona karşı kötü ve husumetli bir tavır içinde olsa bile, neden acı ve sıkıntı
duyar? Merhametten: Bu sırada insan artık kendisini düşünmez... der aynı düşüncesizlik.
Gerçek, merhamet duygusundadır.. . yanıltıcı bir şekilde genellikle merhamet diye
adlandırmaya alıştığımız şeyi kastediyorum... gerçi ar tık bilinçli olarak kendimizi
düşünmeyiz, ama çok kuvvetli bir bilinçsizlikle düşünürüz, tıpkı bir ayağımız kaydığında
kendi kendimize amaca yönelik karşı hareketler yaptığımız ve bu sırada anlaşılan aklımızı
kullandığımız gibi. Başkasının kazası rencide eder bizi; eğer ona yardım etmezsek, bu bize
güçsüz olduğumuzu, belki de korkak olduğumuzu gösterir. Ya da bu, başkalarının karşısında
onurumuzun azalmasına veya kendimize olan saygımızın azalmasına neden olur. Ya da
başkasının kazasında ve acısında bizi uyaran bir tehlike işareti vardır; ve insanın tehlikeye
maruz kalmasının ve zayıflığının belirtileri olarak zaten bize utandırıcı etki yapabilirler. Bu
çeşit ıstırabı ve rencide olmayı geri çevirip, içinde ince bir özsavunmanın ya da intikamın da
bulunabileceği merhamet eylemiyle misillemede bulunuruz. Aslında kuvvetli bir şekilde
kendimizi düşünüyor olmamız, acı çekenlerin, yokluk içinde kıvrananların, feryat edenlerin
bakışlarından kaçınmaya muktedir olduğumuz bütün durumlarda verdiğimiz karar bu durumu
ortaya koymaktadır: Eğer biz daha güçlü, yardım eden kimseler olarak yeterli olup, alkış
alacağımızdan emin olursak, mutluluğumuzun karşıtını duyumsamak istiyorsak ya da görünüş
sayesinde sıkıntıdan kurtulabileceğimize inanıyorsak, bunu yapmamaya karar veririz. Böyle
bir görünüşte bize verilen ve çok değişik türlerde olabilecek acıyı merhamet diye adlandırmak
yanıltıcıdır, çünkü o acı, her koşulda karşımızda acı çekenin serbest olduğu bir acıdır: Nasıl
onun acıları ona aitse, o acı da sadece bize aittir. Ama merhamet eylemini yaptığımızda
kendimizden uzaklaştırdığımız işte sadece bizim bu acımızdır. Ancak, böyle bir şeyi hiçbir
zaman bir güdü tarzında yapmayız; bu eylem sırasında kendimizi kesin olarak bir acıdan
kurtarmak istersek, aynı eylemle mutlaka heves tepisine yol veririz.., heves, karşıt bir
durumun görünmesiyle; sadece istersek yardım edebilme düşüncesiyle; yardım etmemiz
durumunda övülme ve tanınma düşüncesiyle; yardım etkinliğinin bizzat kendisiyle, eylem
gerçekleşir ve adım adım gerçekleşen bir şey olarak gerçekleştiren kimseyi sevindirmesiyle,
özellikle de eylemimizde ortaya çıkan öfkede adaletsizliği sınırlama duygusu varsa (birisinin
öfkesini boşaltması kendi başına zindelik verir) ortaya çıkar. Bütün bunlar ve daha ince olan
diğer şeyler eklenince “merhamet” oluşur: —Dil nasıl da beceriksizce bir sözcük ile çok sesli
bir varlığa saldırır!— Buna karşın merhamet, ıstırap ile bir cins, ıstırap karşısında ortaya
çıkıyor olması, ya da ıstırap için özel, ince, etkileyici bir anlayışı olması; her ikisi de
deneyime ters düşer ve kim merhameti tam da bu iki açıdan överse, işte o ahlakın bu alanında
yeterli deneyimden yoksun demektir. Bu benim Schopenhauer’in merhametle ilgili anlattığı
bütün inanılmaz şeyler konusundaki şüphemdir: Bizi bununla kendince büyük yeniliğine,
merhamet etmeye inandırmak istemesi — işte onun çok eksik gözlemleyip, berbat bir şekilde
tanımladığı merhamet etmeye— o geçmiş ve gelecekteki her türlü ahlaksal eylemlerin
kaynağıymış... ve aslında ilk kez Schopenhauer’ın onun için uydurduğu yeteneklerden dolayı.

50


— Sonuçta, merhametsiz bir insanı merhametli olandan ne ayırır? Her şeyden önce onlarda —
burada sadece kaba hatlarıyla deyi verirsek... korkunun duyarlı fantezisi, tehlikeye karşı
sezginin ince yetisi yoktur; engelleyebilecekleri bir şey olduğu zaman gururları da öyle çabuk
incinmez (Gururdan gelen dikkatleri, boş yere başkalarının işine karışmalarını yasaklar, evet,
onlar herkesin kendi kendine yardım etmesini ve kendi kartını oynamasını severler). Kaldı ki,
onlar acılara dayanmaya çoğunlukla merhamet edenlerden daha alışkındırlar; kendileri acı
çekmiş oldukları için, başkalarının acı çekmesi onlara haksızlık olarak da görünmez. Nihayet
nasıl merhametliler için Stoacı soğukkanlılık durumu utandırıcıysa, onlar için de yumuşak
kalplilik durumu utandırıcıdır; onu aşağılayıcı sözcüklerle doldururlar ve bu münasebetle
erkekliklerinin ve soğuk cesaretlerinin tehlikede olduğunu düşünürler... gözyaşlarını
başkalarından gizleyip, kendilerine kızarak silerler. Benciller, merhametli kimselerden başka
türlüdür.., ama onları tam anlamıyla kötü ve merhametlileri iyi olarak nitelendirmek, geçerli
olan modadan başka bir şey değildir: Bunun tersi olan modanın da belli bir zamanı vardı ve
uzun bir zamandı!

134.
İnsan Kendisini Merhametten Ne Ölçüde Korumalı. — Merhamet etme, eğer gerçekten ıstırap
veriyorsa.., ve bu bizim burada tek bakış açımız olduğu iddia ediliyor, zararlı bir
duygulanımda her kendini kaybetme gibi bir zayıflıktır. Dünyadaki ıstırabı artırır: Dolaylı
olarak ara sıra merhametin sonucu olarak, bir ıstırap azaltılıp yok edilebilse bile, insan bu ara
sıra ve bütünüyle önemsiz sonuçları, söylediğimiz gibi, zararlı olan varlığını haklı çıkarmakta
kullanamaz. Onun sadece bir gün hüküm sürdüğünü varsayalım; o zaman insanlık derhal
mahvolur. Esasen o herhangi bir dürtü gibi hiç de iyi karakterli değildir: sadece istenip,
övüldüğü yerde... ve bu insanın onun içindeki zarar verici öğeyi kavramadığı, ama içinde bir
neşe kaynağı keşfettiği yerde oluyor, vicdan huzuru ona tutununca, ancak o zaman insan seve
seve ona bağlanıp, gösterisinden utanmıyor. O, zararlı olduğunun düşünüldüğü başka
koşullarda zayıflık sayılıyor, ya da Yunanlılarda olduğu gibi, insanın zaman zaman keyfi
boşalımlarla tehlikesini ortadan kaldırabileceği hastalıklı periyodik bir duygulanım oluyor. —
Her kim bir kez denemek için, merhamet nedenlerini pratik yaşamda bir süre bile bile takip
edip çevresinde yakalayabileceği bütün sefaleti her zaman ruhunun karşısına dikerse, hasta ve
melankolik olmaktan kaçınamaz. Bununla beraber her kim doktor olarak herhangi bir
anlamda insanlığa hizmet etmek isterse, o duyguya karşı çok dikkatli olmak zorundadır...
duygu onu bütün önemli anlarda felç edip bilgisine ve yardımsever narin ellerine engel olur.
135.
Merhamet Edilmek. — Başkasının merhamet etmesi düşüncesi vahşilerde ahlaksal dehşet
uyandırır: Bu gibi durumlarda insan bütün erdemlerden yoksundur. Merhamet bahşetmek,
aşağılamak gibi bir şeydir: İnsan aşağılık bir yaratığı acı çekerken görmek istemez, bu ona
zevk vermez. Buna karşın insanın eşdeğer gururlu olarak kabul ettiği ve işkence altında
gururundan vazgeçmeyen bir düşmanı acı çekerken görmek ve esasen merhamet dilemeyi
reddeden, yani en utandırıcı ve derin aşağılamalarda bulunan her yaratığı görmek... işte bu
zevklerin zevkidir, bu sırada vahşi kişinin ruhu hayranlığa dönüşür: Sonunda, eğer eline
geçirirse, böyle cesur bir yaratığı öldürür ve ona, inatçı düşmana, son şerefini teslim eder:
Bağırıp çağırsaydı, yüzündeki soğuk alaycı ifadeyi kaybetseydi, kendini aşağılık bir şekilde
gösterseydi... o zaman, bir köpek gibi yaşamasına izin verilirdi.., artık ıstırabını seyredenlerin
gururunu tahrik etmez ve hayranlığın yerini merhamet etme alırdı.
136.
Merhametteki Mutluluk. — Eğer insan Hintliler gibi insan sefaleti konusundaki bilgiyi bütün
zihinsel etkinliklerin amacı olarak koyar ve tinin birçok kuşağı boyunca böyle korkunç bir

51


hedefe bağlı kalırsa: merhamet etme kalıtımsal kötümserlikteki insanların gözünde, sonuçta
yaşamı koruyan güç olarak yeni bir değer kazanır; her ne kadar varlık tiksinti ve dehşet
karşısında fırlatılıp atılmaya layık olsa da, o yine de varlığı katlanılabilir hale getirir.
Merhamet etme, zevki barındıran ve üstünlüğü küçük dozlarda tattıran bir duyum olarak
intihara karşı panzehirdir: Tortularımızı alır, kalbi doldurur, korkuyu ve kasılmayı giderir;
konuşmaya, yakınmaya ve eylem yapmaya sürükler... bireyi her tarafından köşeye sıkıştırıp
karanlığa iten ve soluğunu kesen bilgi sefaleti ile ölçülürse göreli mutluluktur. Ama hangi
mutluluk olursa olsun insana hava, ışık ve serbest hareket sağlar.

137.
“Ben” Neden İkilensin! — Kendi yaşantılarımızı başkalarının yaşantılarını görmeye
alıştığımız gözlerle görmek... bu çok rahatlatır ve önerilmeye değer bir ilaçtır. Buna karşın,
başkalarının yaşantılarını sanki bizim yaşantılarımızmış gibi görmek ve algılamak... bir
merhamet felsefesi isteği, bu bizi mahveder, hem de çok kısa zamanda: ama bu denensin ve
daha fazla hayal kurulmasın! Bunun dışında, ilk maksim akla ve akıllı olmaya yönelik iyi
niyete mutlaka daha uygundur çünkü bir olay bizim değil de başkasının başına gelirse, o
olayın değer ve anlamı hakkında daha nesnel karar veririz: örneğin bir ölüm olayının, para
kaybetmenin, bir iftiranın değeri hakkında vereceğimiz karar gibi. Buna karşın eylem ilkesi
olarak merhamet etme, “başkasının rahatsızlığından onun duyduğu kadar rahatsızlık duy”
talebiyle, ben bakış açısı, abartması ve aşırılığıyla, başkasının da bakış açısı, merhamet
edeninki de olmayı beraberinde getirirdi: Böylelikle kendi yükümüzü mümkün olduğu kadar
azaltacak yerde kendi benimizden ve başkasının beninden aynı anda ıstırap çekip, büyük bir
istemle çift akılsızlıktan şikayetçi olurduk.
138.
Daha Sevecen Olmak. — Eğer birisini sever, sayar, ona hayranlık duyar ve ardından acı
çektiğini keşfedersek,— büyük bir şaşkınlık duyarız, çünkü ondan bize akan mutluluğun kendi
mutluluğumuzun yaşama sevinci veren zengin pınarından kaynaklandığından başka türlü
düşünmeyiz... böylece sevgi, saygı ve hayranlık duygularımız daha önemli bir ilişkiye
dönüşür: Daha sevecen olur, yani: Onunla bizim aramızdaki uçurumun kapandığı, eşitliğe
yaklaşma sağlandığı görünür. Eskiden o, hayalimizde minnettarlığımızın üstünde yaşarken,
ona geri vermemiz ilk kez ancak şimdi mümkün olur. Bu geri verebilme yeteneği, bize büyük
sevinç ve övünme sağlar. Onun acısını neyin azaltacağını keşfetmeye çalışır ve onu kendisine
veririz; teselli edici sözler, bakışlar, ikramlar, hizmet, armağan isterse... onları veririz; ama her
şeyden önce: ıstırabıyla ilgili acı çekmemizi isterse, o zaman acı çekiyor gibi davranırız, ama
bütün bunlara rağmen etken minnettarlığın zevkini çıkarırız: onun zevkini, kısaca, iyi intikam
olarak çıkarırız. Bizden hiçbir şey istemez ve kabul etmezse, keyifsiz ve üzgün, neredeyse
gücenmiş olarak çekip gideriz: Sanki minnettarlığımız geri çevrilmiş gibi olur... ve bu onur
noktasında en yardımsever insan hala tehlikelidir. —Bütün bunlardan, en uygun durumda bile
ıstırap çekmede biraz aşağılayıcı, merhamet etmede biraz yüceltici ve üstünlük duygusu verici
bir şey bulunduğu sonucu çıkmaktadır; bu iki duyguyu sonsuza değin birbirinden ayırıcı unsur
olarak.
139.
Sözde Daha Yüksek! — Merhamet etmeye ilişkin ahlakın, Stoacı ahlaktan daha yüksek
olduğunu mu söylüyorsunuz? İspatlayın! Ama, ahlaktaki “daha yüksek” ve “daha alçak”
derecelerin ahlaksal arşınlarla ölçülmediğine dikkat edin: Çünkü, mutlak bir ahlak yoktur.
Yani, ölçüleri başka yerden alın ve... şimdi dikkat edin!
140.

52


Övmek ve Yermek. — Bir savaş başarısızlıkla biterse, savaş “suçunun” kimde olduğu sorulur;
galibiyetle sona ererse, savaşı çıkaran kimse övülür. Başarısızlığın olduğu her yer de suç
aranır; çünkü o beraberinde huzursuzluk getirir, ona karşı ise irade dışı bir tek ilaç kullanılır:
Güç duygusunun yeniden canlandırılması.., ve bu da “suçlunun” mahkumiyeti ile gerçekleşir.
Bu suçlu, başkalarının işlediği suçun şamar oğlanı değildir: O herhangi bir şekilde hala güce
sahip olduklarını ispat etmek isteyen güçsüzlerin, aşağılanmışların, ezilmişlerin kurbanıdır.
İnsanın kendisini mahkum etmesi de bir yenilgiden sonra güç duygusuna kavuşmak için
yardım eden bir çare olabilir. — Buna karşın kışkırtıcıya methiye düzmek, sık sık kurbanını
almak isteyen dürtüde olduğu gibi kör bir sonuçtur... ve bu kez kurban kurbanlık hayvanın
kendisine tatlı ve davet edici bir koku verir: Yani eğer bir halktaki, bir toplumdaki güç
duygusu büyük ve büyüleyici bir başarı ile dolup taşmış, bir utku yorgunluğu başlamışsa, o
zaman insan gururundan vazgeçer; adama duygusu yükselir ve nesnesini arar. —Azarlansak
da övülsek de bizler bu arada yakınlarımız için alışıldığı üzere fırsatız, çok sıklıkla, keyfi
olarak saçından tutulup sürüklenen, içlerinde kabaran azarlama ya da övme dürtüsünü dışarı
akıtan fırsatız. Her iki durumda da onlara iyilik ederiz, ama bu iyilikten bizim herhangi bir
kazancımız yoktur, onlar da teşekkür etmezler.

141.
Daha Güzel, Ama Daha Değersiz. — Resimsel ahlaklılık: Bu dik yükselen duygulanımların,
kaba geçişlerin, dokunaklı, etkili, korkunç, neşeli tavırların ve seslerin ahlaklılığıdır.
Ahlaklılığın, yarı vahşi basamağıdır: İnsan ona daha yüksek bir paye vermek için kendini
onun estetik çekiciliğine kaptırmamalı.
142.
Duygudaşlık. — Başkasını anlamak için, duygusunu içimizde benzer şekilde oluşturmak için,
gerçi sık sık onun öyle ya da böyle belirlenmiş duygusunun sebebini arar ve örneğin, o neden
mahzun diye sorarız... çünkü sonra aynı nedenden dolayı kendimiz de mahzun olacağız; ama
çok daha alışılmışı ise bunu yapmayıp, duyguyu başkasında yaptığı ve gösterdiği etkilere göre
içimizde üretmek, gözlerinin, sesinin, yürüyüşünün, tavrının ifadesini (ya da onların sözle,
resimle, müzikle tam kopyasını) kendi vücudumuzda taklit etmektir (en azından adale
hareketlerinde ve sinir yoluyla uyarılmalarda en küçük benzerlik oluşuncaya kadar). Bunun
üzerine içimizde, hareketlerle duygular arasındaki eski bir ortaklığın sonucu olarak, ileri ve
geri koşmak için eğitilmiş benzer bir duygu ortaya çıkar. Başkasının duygularını anlamadaki
hünerimizi çok geliştirdik ve hemen hemen irade dışı olarak bir insanın yanında
olduğumuzda, hep bu maharetin egzersizini yapıyoruz: İnsan özellikle kadınların, etrafta
duyumsadıkları şeylerin kopya edilip, yansıtılmasını, yüzlerinde titreyip, parıldayan hatların
oynamasında görür. Ama en belirgin olarak bize, duygu hızlı ve duyarlı tahmininde ve
başkalarının duygularını anlamada usta olduğumuzu müzik gösterir: Yani eğer müzik,
duyguların kopyasının kopyasıysa ve ancak bu uzaklığa ve belirsizliğe rağmen bizi yeterince
sıklıkla kendisine ortak ediyorsa, öyle ki üzülmek için hiçbir nedenimiz olmadığı halde
zırdeliler gibi sadece bize herhangi bir şekilde üzülenlerin ses tonlarını ve hareketlerini ya da
belki onların adetlerini anımsatan sesler ve ritimler duyduk diye üzülürüz. Bir şarkıcının
müziğiyle öylesine savaş heyecanına kapılıp, ayağa fırlayarak toplantı halindeki saray
erkanından beş kişiyi öldüren bir Danimarka kralından söz edilir: Ortada savaş yoktu, düşman
yoktu, daha çok bunların tersi hüküm sürüyordu, ama duygudan neden çıkaran güç, görünüşü
ve aklı yenecek kadar kuvvetliydi. Bununla beraber, işte bu, müziğin hemen hemen her zaman
yaptığı etkidir (esasen etki yapması varsayımıyla) ve insanın bunu anlaması için öyle kendi
içinde çelişkili durumlara ihtiyacı yok: Müziğin bizi içine sürüklediği duygu durumu., her
seferinde gerçek durumumuzun görünüşü ve bu gerçek durumu ve nedenlerini teşhis eden
akılla çelişki halindedir. —Başkalarının duygularına göre duygularımızı oluşturmaya ne

53


sayesinde böyle alışmış olduğumuzu sorarsak, cevap hakkında hiçbir şüphe kalmıyor: Bütün
yaratıkların en ödleği olarak insan, narin ve duyarlı doğası sayesinde, korkaklığı içinde
başkasının duygularını anlama, başkasının (hayvanın da) duygularına karşı hızla anlayış
gösterme ustalığına sahiptir. Binlerce yıl boyunca her yabancıda ve canlıda tehlike görmüştür:
Böyle bir görünüş karşısında derhal yüz ifadesini ve tavrını taklit etmiş ve bu yüz ifadesinin
ve tavrın arkasındaki kötü niyet tarzı hakkında sonuç çıkarmıştır. İnsan, niyetlere ilişkin bütün
hareketlerin ve hatların bu yorumunu, cansız şeylerin doğasına bile uyguladı... cansız hiçbir
şey yoktur çılgınlığı göstererek: Bizim doğa duygusu dediğimiz her şeyin, gök, tarla, kaya,
orman, fırtına, yıldızlar, deniz, doğa, ilkbahar görünüşünün kökeninin burada olduğuna
inanıyorum... korkunun ezeli uygulaması olmadan, her şeyin onun arkasında olan ikinci bir
anlam doğrultusunda görsek, doğadan şimdi zevk almazdık, tıpkı anlamanın ustası olan korku
olmadan insanlardan ve hayvanlardan zevk almayacağımız gibi. Zira sevinç ve hoş bir hayret,
nihayet gülünç olma duygusu duygudaşlığın sonradan doğan çocukları ve korkunun çok
sonraki kardeşleridir. —Hızlı anlama yeteneği... bu görüldüğü gibi hızla sahte tavır takınma
yeteneğine dayanır... gururlu, kendini beğenmiş insanlarda ve halklarda azalıyor, çünkü onlar
pek korkmuyorlar: Buna karşın anlamanın ve sahte tavır takınmanın her türü korkak halkların
içine yerleşmiş; burası, taklit edici sanatların ve yüksek zekanın da gerçek vatanıdır. —Eğer
ben duygudaşlığın böyle bir kuramından hareketle, burada teklif ettiğim gibi, tam da şimdi
çok sevilen ve kutsal ilan edilen bir mistik süreç teorisini düşünürsem, onun sayesinde
merhamet iki yaratıktan bir yaratık meydana getiriyor ve bu yolla birisine öbürünü doğrudan
anlamayı mümkün kılar: Hatırladığım kadarıyla, Schopenhauer’inki gibi pırıl pırıl bir kafa
bile böyle aşırı heyecanlı ve işe yaramaz ıvır zıvır şeylerden zevk alıp bu zevki tekrar başka
berrak ve yarı berrak kafalara ekmişti: Şaşkınlığın ve acımanın sonu olmadığını biliyorum.
Kavranamaz anlamsızlıktan aldığımız zevkin derecesi ne olmalı! Eğer insan gizli zihinsel
arzularına kulak verirse, bütünüyle deliliğe çok yakındır!— (Gerçekten niçin Schopenhauer
kendini Kant'a karşı böyle müteşekkir, böyle derinden minnettar hissetti? Bir kere foyası açık
seçik ortaya çıkıyor: Birisi bize Kant’ın kesin buyruğundan nasıl qualitas occulta’nın
alındığından ve onun anlaşılabilir kılınacağından söz etmişti. Bunun üzerine Schopenhauer şu
sözcüklerle tepki göstermişti: “Mutlak buyruğun anlaşılabilirliği! Kökünden yanlış bir
düşünce! Zifiri karanlık! Tanrı anlaşılır olmaktan korusun! İşte bir anlaşılmazlık var ki, aklın
bu acısını ve kavramları kısıtlar, koşullu, sonlu, aldatıcı olur; bu kesinlik Kant’ın büyük
hediyesidir.” İnsan, daha baştan bu şeylerin anlaşılamazlığına inanarak kendisini mutlu
hisseden kimsenin ahlaksal şeylere ilişkin bilgi konusunda iyi niyetli olup olmadığını
düşünüyor! Ya samimi olarak, yukarıdan aydınlatılmaya, büyüye ve ruhların görünmesine ve
kurbağanın metafizik çirkinliğine inanan birisi!)

143.
Bu Dürtü Kudurmaya Başlarsa, Vay Haline. — Başkalarına bağlılık ve yardım dürtüsünün,
(“sempati duygulanımının”) şimdi olduğundan iki kat daha fazla olduğunu varsayalım, o
zaman dünya çekilmez olurdu. Sadece herkesin bağlılık ve yardım için, her gün ve her saat
kendisi için ne delilikler yaptığını ve bu sırada onu seyretmenin ne kadar dayanılmaz
olduğunu düşünün: Ya biz başkaları için şimdiye değin kendilerini sadece çok seyrek
cezalandırdıkları bu deliliklerin ve sırnaşıklıkların nesnesi olsaydık, nasıl olurdu! O zaman bir
“yakın kişi” bize yaklaşır yaklaşmaz gözü kapalı kaçmaz mıydık? Ve şimdi bencilliği
nitelediğimiz kötü sözlerle aynı şekilde sempati duygulanımını nitelendiremez miydik?
144.
Kulakları Haykırışa Kapamak. — Eğer biz kendimizi öteki fanilerin haykırışları ve acılarıyla
hüzünlenip, kendi ufkumuzu bulutlarla kaplarsak, bu kararmanın sonuçlarına kim katlanacak?
Dediğim gibi öteki faniler ve onların yükleri de üstüne binecek! Onların haykırışlarının

54


yankısı olmak istesek de, evet kulağımızı sadece ona doğru çevirsek bile onlara ne yardımcı
olabiliriz ne de onları ferahlatabiliriz, — meğer ki mutsuz olmak yerine Olimpiyali’nin
sanatını öğrenip bundan böyle insanlığın mutsuzluğunda yüksek duygulara erişmiş olalım.
Her ne kadar, trajedinin zevkiyle bu ideal tanrılar yamyamlığına bir adım atmış olsak bile,
yine de bu bizim için biraz fazla Olimpiyalıca bir şey.

145.
“Bencil Olmayan!” — Bu boştur ve dolmak ister, o ağzına kadar doludur ve kendisini
boşaltmak ister... ikisi de bu konuda kendilerine yardım edecek birey arayışına girerler. Ve en
yüce anlamıyla bu süreç, her iki halde de aynı sözcükle dile getirilmektedir: Sevgi.., nasıl?
sevgi bencil bir şey değil mi?
146.
Yakınlarımızdan Da Uzağa. — Nasıl? Gerçek ahlaksal olanın özü eylemlerimizin başkaları
için en yakın ve doğrudan sonuçlarını göze almamızda ve ona göre karar vermemizde
yatmıyor mu? Bu, ahlak olsa bile, sadece dar ve küçük burjuva ahlakıdır: Ama bana daha
yüksek ve daha özgür düşünülmüş gibi görünüyor, başkası için en yakın sonuçları
görmezlikten gelmek ve duruma göre daha uzak amaçları başkasının acısıyla da teşvik
etmek... örneğin özgür düşünüşümüz ilk önce ve doğrudan başkalarını şüpheye, kedere ve
daha kötüsüne düşüreceği anlayışına rağmen bilgiyi teşvik etmek. Yakınımıza en azından
kendimize davrandığımız gibi davranamaz mıyız? Ve eğer kendimizde dar ve küçük burjuva
gibi doğrudan sonuçları ve acıları düşünmüyorsak, onda neden düşünelim? Kendimiz için
fedakarlığın bir anlamı bulunduğunu varsayalım: Yakınımızla birlikte fedakarlık yapmayı
yasaklayan nedir? — Tıpkı bir yurttaşı ötekine feda eden devletin ve hükümdarın şimdi ye
değin yaptığı gibi; “genel menfaatlerden dolayı” denir ya. Ama bizim de genel ve belki daha
da genel çıkarlarımız var. Gelecek kuşaklar için şimdiki neslin birkaç bireyinin feda
edilmesine niçin izin verilmesin? Nitekim, tasaları, huzursuzlukları, ümitsizlikleri, hataları ve
korku adımları gerekli bulunabilir, çünkü yeni bir saban demiri toprağı deşmek ve herkes için
verimli yapmak zorunda değil mi? —Nihayet: Biz yakınımıza kendini içinde kurban olarak
hissedebileceği fikirler veririz, onu bir görevde kullanırız ve bu görevi yapmaya ikna ederiz.
Öyleyse biz merhametsiz miyiz? Ama eğer kendi merhametimizi aşarak kendimize karşı bir
utku kazanmak istiyorsak, bu insanın bir eylemin bir yakınına iyilik mi yaptığı yoksa acı mı
verdiğini keşfettiği zaman kendini emin hissetmesinden daha yüce ve daha özgür bir tavır ve
ruh hali değil midir? Buna karşın biz yine kurbanla — buna biz ve yakınlarımız da dahildir —
daha fazlasına erişemediğimizi varsaysak bile, insani gücün genel duygusunu güçlendirip
yükseltiriz. Ama bu dahi mutluluğun olumlu bir artışı olur. — Son olarak; eğer hatta bu... ama
burada daha fazla konuşmayalım! Bir bakış yeter, beni anladınız.
147.
“Özgeciliğin” Nedeni. — İnsanlar aşkı genellikle ateşli ve ilahlaştırarak anlatmışlardır, çünkü
ondan pek nasiplenememiş ve hiçbir zaman bu besini doya doya yiyememişlerdir. Böylece o,
onlar için “ilahi gıda” oldu. Bir şair bir ütopya betimlemesinde genel insan sevgisini var
olarak göstersin: Bunu yaparken mutlaka henüz dünyada emsali görülmemiş acı dolu ve
komik bir durumu betimlemek zorunda kalacaktır... şimdi olduğu gibi herkes bir aşık
tarafından aşırı sevgi gösterisine, taciz edilmeye ve dört gözle beklenmeye muhatap
olmayacak, tersine binlerce kişi tarafından, evet herkes tarafından, insanın eski insanlığın
bencillikle yaptığı gibi sonradan aynı şekilde küfredeceği ve lanet okuyacağı dizginlenemez
bir dürtü sayesinde muhatap olacak; ve bu durumun şairleri, eğer şiir yazmaları için rahat
bırakılırlarsa, mutlu sevgisiz geçmişten, tanrısal bencillikten, bir zamanlar dünyada mümkün
olan yalnızlıktan, huzurdan, sevgisizlikten, nefretten ve her zaman olduğu gibi, bizim içinde

55


yaşadığımız sevgili hayvanlar dünyasının bütün alçaklığından başka bir şeyin rüyasını
görmezler.

148.
Uzaklara Bakış. — Tanımlandığı gibi başkası için ve sadece onun için yapılan eylemler
ahlaksal ise, o zaman ahlaksal eylem yoktur! Sadece iradenin özgürlüğü için yapılan eylemler
—başka bir tanımın belirttiği gibi— ahlaksal ise, aynı şekilde o zaman da ahlaksal eylem
yoktur! —Peki o halde bu şekilde adlandırılan ve her halükarda var olan ve açıklanması
istenen şey ne? Bunlar bazı zihinsel hataların etkileridir.— Ve insanın kendini bu hatalardan
arındırdığını varsayalım, o zaman “ahlaksal eylemlerden” ortaya ne çıkardı? — Bu hatalar
sayesinde şimdiye kadar bazı eylemlere, sahip olduklarından daha yüksek bir değer verdik:
Onları “bencil” ve “özgür olmayan” eylemlerden ayırdık. Şimdi onları yapmamız gerektiği
tarzda tekrar düzenlersek, mutlaka onların değerini düşüreceğiz (değer duygularını), daha
doğrusu önemsiz dereceye düşüreceğiz, çünkü şimdiye değin “bencil” ve “özgür olmayan”
eylemler sözde en derin ve en içten farklılıklarından dolayı değerleri çok düşük tutulmuştu. —
İşte onlara artık daha az değer veriliyor diye şu andan itibaren daha seyrek mi yapılacak? —
Kaçınılmaz olarak! En azından değer duygusunun terazisi eski hataların tepkisi altında kaldığı
sürece! Ama buna karşı biz, insanlara kötü şöhret yapmış eylemleri karşısında iyi niyetlerini
geri vererek bu eylemlerin değerini yeniden ortaya koymayı hesaplıyoruz... onların vicdan
huzurlarını çekip alıyoruz! Ve şimdiye kadar bunlar geniş ölçüde en sık meydana gelen
olaylar olduğundan ve gelecekte de öyle olacaklarından biz de eylemlerin ve yaşamın
imgesinin bütününden kötü görünümü çıkartıyoruz! Bu çok anlamlı bir sonuçtur! İnsan artık
kendisini kötü olarak kabul etmezse, kötü olması da sona erer!
ÜÇÜNCÜ KİTAP

149.
Küçük Aykırı Eylemlerin Gereği! — İnsanın töre meselelerin de bir kez de olsa daha iyi
kararına aykırı davranması; uygulama durumunda taviz verip tinsel özgürlüğü saklı tutması;
herkes gibi davranıp böylece herkese nezaket ve iyilik göstermesi, sanki düşüncelerimizdeki
sapmayı telafi etmek: —Bu pek çok vasat düzeyde hür düşünceli insan için sadece bir
tereddütsüzlük olmayıp, “şerefli”, “insancı”, “hoşgörülü”, “aşırı titiz davranmayan” anlamını
taşır, ve zihinsel vicdanlara ninni diye söylenen güzel sözlerin tınlamaları gibi olur: Böylece
biri çocuğunu Hıristiyan kutsamasına götürür ve bunu yaparken de tanrıtanımazdır, öbürü ne
kadar çok halkların birbirlerinden nefret etmesini lanetlerse lanetlesin, herkes gibi askerlik
yapar ve bir üçüncüsü bir kadınla kilisede evlenir, çünkü dindar akrabaları var ve utanmadan
rahip önünde evlilik yemini eder. “Başkalarının her zaman yapmış ve yapmakta olduğunu,
bizim gibi biri de yaparsa, önemli değil.” — böyle çınlar ham önyargı! Ham hata! Çünkü
zaten güçlü, eskilere dayanan ve akılsızca kabul gören geleneklerin, bilinen akıllı birisinin
koyduğu eylemle bir kez daha onaylanmasından daha önemli hiçbir şey olamaz: Böylece bunu
duyan herkesin gözünde aklın kendisi onay alır! Görüşlerinize bütünüyle saygı duyuyorum!
Ne var ki, küçük aykırı eylemler daha değerlidir.
150.
Evliliklerdeki Rastlantı. — Eğer tanrı olsaydım ve iyiliksever bir tanrı olsaydım, o zaman
insanların evlilikleri bana her şeyden daha çok sabırsızlık verirdi. Çok, çok ileri gidebilir bir
insan yetmişlerinde, evet otuzlu yaşlarında.., tanrılar için bile şaşılacak bir şey! Ama sonra,
insanın nasıl bu savaşımın ve galibiyetin mirasını ve vasiyetini, insanlığının defne çelengini
karşısına ilk çıkan en iyi yere astığını ve bir kadının onu yolduğunu görürsünüz; didinerek

56


kazanmayı ne kadar iyi bildiğini, saklamayı hiç bilmediğini, hatta üreme sayesinde utkularla
daha çok dolu bir yaşam hazırlayabileceğini nasıl da hiç düşünmediğini görüsünüz:
Söylediğim gibi, böylece insan sabırsız oluyor ve kendine: “İnsanlıktan uzun süre hiçbir şey
olamaz. Bireyler harcanıyor, evliliklerdeki rastlantı insanlığın akılcı bir şekilde yapacağı
büyük gelişmeyi imkansız kılıyor.., bu amaçsız oyunun hararetli seyircileri ve soytarıları
olmayı bırakalım!” diyor. —Bu ruh halinde Epikürün tanrıları vaktiyle tanrısal sessizliklerine
ve uhrevi mutluluklarına geri çekilmişlerdi: insanlardan ve onların yaptıkları aşk ticaretinden
yorulmuşlardı.

151.
Burada Yeni İdealler Bulmak Gerek. — Sevdalı bir durumdayken, insana yaşamı hakkında
karar verme ve şiddetli bir kapris yüzünden toplumunun karakterini ilk ve son olarak
belirleme izni verilmemesi gerekirdi: Sevdalıların ettikleri yemin toplum önünde geçersiz ilan
edilip evliliklerinin kabul edilmemesi gerekirdi: — Çünkü evliliği sözle ifade edilmeyecek
kadar önemli görmek gerekirdi! Nitekim, bu türden kurulan evliliklerin normal olarak artık
kurulmaması sağlanırdı! Evliliklerin çoğu bir üçüncü kişinin tanık olarak istenmediği türde
değil mi? Ve bu, üçüncü kişi de he men hemen hiç eksik olmaz — çocuk — ve bir tanıktan da
fazladır, yani günah tekesidir!
152.
Yemin Formülü. — “Şimdi yalan söylersem, artık dürüst bir insan değilim demektir ve herkes
bunu yüzüme söyleyebilmeli.” — Bu formülün mahkemede edilen yeminin ve geleneksel
tanrıya yakarışın yerini almasını tavsiye ediyorum: O formül daha güçlüdür. Dindar kişinin
de buna karşı çıkmak için hiçbir nedeni yok. Şimdiye kadarki yemin artık yeterince yararlı
olmamaya başlar başlamaz, dindar kişi kendine Hıristiyan öğretisinin ABC’sinde emredilen
şu buyruğa kulak vermek zorundadır: “Efendinin, tanrının adını, boş yere kullanma!”
153.
Hoşnutsuz. — O eski cesurlardan biridir: Uygarlığa kızar, çünkü onun bütün iyi şeyleri,
şerefleri, hazineleri, güzel kadınları... korkaklar için de erişilebilir hale getirmeyi
hedeflediğini düşünür.
154.
Tehlikede Olanların Tesellisi. — Büyük tehlikelere ve darbelere çok açık bir yaşam sürdüren
Yunanlılar, düşünce ve idrakte duygunun bir çeşit güvenliğini ve son sığınağını aramışlardı.
Onlarla karşılaştırılmaz derecede güvenli bir ortamda bulunan bizler, tehlikeyi
muhakememize ve idrakimize taşıdık ve yaşam tarzımızla ondan kurtulup sakinleşiyoruz.
155.
Dağılan Kuşku. — Yeniçağda gözü pek girişimler, Eski ve Ortaçağda olduğundan daha az
görülür... belki de Yeniçağın alametlere, kehanetlere, yıldızlara ve kahinlere inancı
olmadığındandır. Yani, biz eskilerin inandığı gibi bizim için belirlenmiş olan bir geleceğe
inanma yeteneğimizi yitirdik — onlar bizden farklı olarak — gelen şey konusunda, hiç de
mevcut olan konusundaki kadar kuşkucu değildiler.
156.
Taşkınlık Yüzünden Kötü. — “Sadece kendimizi çok iyi hissetmeyelim!” — Bu Yunanlıların
iyi çağlarda kalplerindeki gizli korkuydu. Bundan dolayı kendilerine ölçülü olmayı
öğütlüyorlardı. Ya biz!

57


157.
“Doğal Seslerin” Kültü. — Kültürümüz, acının dışavurumuna, gözyaşlarına, haykırışlara,
serzenişlere, öfkeden ya da aşağılamadan gelen tavırlara karşı sadece sabırlı olmayıp, aynı
zamanda onları iyi olarak nitelendirmekle ve asil kaçınılmazlıklar arasında görmekle neye
işaret ediyor? — Oysa antik felsefenin ruhu onlara aşağılayarak bakıp, onları kesinlikle
gerekli görmüyordu. Platon’un — yani en insancıl olmayan filozoflardan hiçbirinin — trajik
sahnenin Filoktetes'ini (Philoktetcs: Yunan efsane kahramanı; Herakles’in oku kendisine
miras kalmıştır.) nasıl anlattığını hatırlayınız. Bizim modern kültürümüz acaba “felsefeden”
mi yoksundur? O antik çağın filozofları bizi belki de hep birlikte “ayaktakımına” ait
olduğumuz şeklinde mi değerlendirirlerdi?
158.
Dalkavuğun Havası. — En köpeksi dalkavukları artık prenslerin etrafında aramayın...
bunların hepsi, şimdi askerliğin tadını aldılar, dalkavuklardan iğreniyorlar. Ama bankerlerin
ve sanatkarların çevresinde bu çiçek hala yetişiyor.
159.
Ölüleri Uyandıranlar — Kibirli insanlar geçmişin bir parçasına, onu yeniden
duyumsayabildikleri andan itibaren daha çok değer verirler (özellikle bunun yapılması zor
ise), evet mümkünse şimdi onu tekrar diriltmek isterler. Ama her zaman sayısız kibirli insan
bulunduğundan, tarihsel araştırmalar bütün bir çağın araştırmalarını üstlenmişlerse, bu
araştırmalardaki tehlike aslında hiç de az değildir: Bütün muhtemel ölü dirilmelerinde çok
fazla enerji ziyan edilir. Romantizmin bütün hareketleri, belki de en iyi bu bakış açısından
anlaşılır.
160.
Kibirli, İhtiraslı ve Bilgeliği Az Kişi. — Hırsınız aklınızdan daha büyük, kibiriniz hırsınızdan
daha da büyüktür... sizin gibi bu tür insanlara gerçekten çok miktarda Hıristiyanlık
uygulaması ve buna karşın birazcık Schopenhauer kuramı iyi gelir!
161.
Çağa Uygun Güzellik. — Eğer heykeltıraşlarımız, ressamlarımız ve müzisyenlerimiz çağın
ruhunu yakalamak istiyorlarsa, o zaman güzelliği şişkin, devasa ve sinirli olarak oluşturmaları
gerekir: Tıpkı Yunanlıların kitlesel ahlaklarının büyüsüyle güzelliği tepe köşkün Apollo’su
olarak görüp oluşturdukları gibi. Aslında bizim ona çirkin dememiz gerekirdi! Ama, aptal
“klasikçiler” bizde dürüstlük bırakmadılar!
162.
Çağdaş Alay. — Şimdilerde bütün büyük ilgileri alaycı bir şekilde ele almak, Avrupalı tarzı
oldu, çünkü verilen hizmetteki iş yoğunluğu onların ciddiye alınmasına zaman bırakmıyor.
163.
Rousseau'ya Karşı. — Eğer uygarlığımızda acınacak bir şey olduğu doğru ise, Rousseau'ya
katılarak kararınızı verip ‘bu zavallı uygarlıktan kötü ahlaklı oluşumuz kabahatlidir” dersiniz,
ya da Rousseau’ya karşı şu kararı verirsiniz: “Bu zavallı uygarlığın kabahati iyi ahlaklı
oluşumuzdadır. Bizim iyi ve kötü hakkında ürettiğimiz toplumsal zayıf, alçakça kavramlar ve
onların bedenimiz ve ruhumuz üzerindeki aşırı egemenlikleri sonuçta bütün bedenleri ve
ruhları zayıflattılar ve hür, bağımsız, tarafsız insanları, güçlü bir uygarlığın dayanaklarını,
kırdılar: İnsan şimdi nerede kötü ahlaka hala rastlarsa, orada bu dayanağın son enkazını

58


görüyor." Böylece çelişkiler, çelişkilerle karşı karşıya gelir! Burada hakikatin her iki tarafta
da olması mümkün değil: Ve esasen iki tarafın birinde mi? İncelensin.

164.
Belki de Vaktinden Önce. — Bugünlerde, bir sürü yanlış, yanıltıcı ad altında ve genellikle
kendilerini mevcut töre ve yasalara bağlı tutmayan kimseler tarafından büyük bir belirsizlikle
örgütlenip. bu sayede kendilerine hak sağlamak için ilk denemelerin yapıldığı görülmektedir:
Oysa bu kimseler şimdiye değin haydut, özgür düşünceli, ahlaksız, şirret, kazıp şöhret, yasa
dışılığın ve vicdansızlığın büyüsü altında kokuşmuş ve çürüterek yaşıyorlardı. Her ne kadar,
bu, gelecek yüzyılı da tehlikeli hale sokup, herkesin omuzuna bir tüfek astıracak olsa bile,
insanın bunu genel olarak makul ve iyi karşılaması gerekir: Bununla zaten başlı başına ahlaklı
yapan bir ahlakın olmadığını ve sırf kendisini onaylayan her ahlakın çok fazla iyi enerji
harcadığını ve bunun insanlığa çok pahalıya mal olduğunu hep hatırlatan bir karşı güç oluşur.
Çoğunlukla keşfedici ve üretken olan sıradışı kimselerin artık kurban edilmemeleri gerekir
eylem bakımından olsun, düşünce bakımından olsun ahlaktan sapmak bundan sonra zararlı
görülmemeli; yaşam ve cemaat için sayısız yeni deneme yapılmalı: vicdan azabının korkunç
yükü dünyadan silinmeli... bu en genel amaçlar, bütün dürüst insanlarla hakikati arayan
kimseler tarafından kabul görüp teşvik edilmeli.
165.
Hangi Ahlak Can Sıkmaz. — Bir halkın kendine sürekli öğütletip anlattırdığı ahlaksal temel
buyruklar, o halkın ana hatalarıyla ilintili olup bundan dolayı canını sıkmazlar. Ilımlılığı,
soğukkanlı cesareti, makul düşünüşü ya da genelde akılcılığı sık sık yitiren Yunanlılar,
Sokratçı dört erdeme kulak verirlerdi... çünkü onlara ihtiyaç duyuluyordu, ama insanın onlara
karşı da çok az yeteneği vardı!
166.
Dörtyol Ağzında. — Ayıp! Öyle bir sistemin içine girmek istiyorsunuz ki, insan orada ya çok
büyük bir tekerlek olmak, ya da tekerleklerin altında kalmak zorunda! Orası herkesin
yukarının emriyle yapıldığı şey olduğunun herkesçe anlaşıldığı yerdir. “Bağlantı” aramanın
doğal görevlerden olduğu yer! Birinin “o sizi günün birinde kullanabilir” diye dikkat çekmesi
halinde, hiç kimsenin kendini hakarete uğramış olarak hissetmediği yer; birine iltimas için
ziyaretler yapmanın ayıp olmadığı yer! İnsanın nasıl kendini bu tür törelere bile bile
uydurması suretiyle ilk ve son olarak, başkalarının kendilerini hiçbir şekilde sorumlu
hissetmeden kullanıp kırabileceği, doğanın basit çanak çömleği olarak nitelendirdiğinin
farkına bile varmadığı yer; sanki insan demiş ki: ‘Benim gibiler, hiçbir zaman eksik olmaz:
Beni alın! Zahmet etmeden!”
167.
Mutlak Biatler — En fazla okunan Alman filozofunu, en fazla dinlenen Alman müzisyenini
ve en itibarlı Alman devlet adamını düşündüğümde, kendi kendime itiraf etmek zorunda
kalıyorum: Almanlara, bu mutlak duygular halkına, yaşamı çekilmez hale getiriyor kendi
büyük insanları. Burada seyredilecek üç haşmetli oyun sergileniyor: Her seferinde bir nehir,
kendi açtığı yatağında öyle hızlı akıyor ki sık sık sanki dağdan yukarı doğru akacakmış gibi
görünüyor. Ve buna rağmen, insan saygısını ne kadar artırsa da, kim genelde tercihen
Schopenhauer’in düşündüğünden başka türlü düşünmek istemez! — Ve kim şimdi Richard
Wagner ile aynı fikirde olmak ister, genelde ve ayrıntıda? Birinin bir zamanlar söylediği
doğru olsa da, gücendiği ve gücendirdiği her yerde bir sorun gömülü bulunuyor... kendisinin
bunu aydınlığa çıkaramadığını söylemek yeterli. — Ve nihayet kaç kişi bütün kalbiyle
Bismark’la aynı düşüncede olabilir, eğer o sadece kendisiyle aynı fikirde olsa ya da sadece

59


bundan böyle olacakmış gibi görünse. Gerçi: İlkesiz, ama temel dürtülerle, hareketli bir tin
güçlü temel dürtülerin hizmetinde ve işte bu yüzden ilkesiz... bu bir devlet adamında göze
çarpmaması gerekirdi, tersine, hukuka ve doğaya uygunluk geçerli olmalıydı; ama ne yazık ki,
şimdiye değin o tam olarak Alman değildi! Müzik diye gürültüden, müzisyen için
ahenksizlikten ve hoşnutsuzluktan başka bir şey değildi; Schopenhauer’in seçtiği yeni ve
olağanüstü konum için de bir şey ifade etmiyordu: yani ne şeyler üzerinde ne de şeylerin
önünde dizler üzerinde — her ikisine de hala Alman denilebilirdi —, tersine, şeylere karşı!
İnanılmaz! Ve yakışıksız! Kendini şeylerle bir sıraya dizmek ve yine de onların karşıtı olmak,
hatta son çare olarak kendinin de karşıtı olmak! — Mutlak hayran böyle bir örnekle ne
yapabilir! Ve zaten kendi aralarında barışı sağlamak istemeyen bu üç örnekle ne yapılabilir!
Çünkü Schopenhauer Wagner'in müziğinin düşmanıdır, Wagner Bismark'ın politikasının
düşmanı ve Bismark da Wagnerci ve Schopenhauerci olan her şeyin düşmanıdır! Geriye
yapacak ne kalıyor! “Toptan biate” susamışlığıyla nereye kaçsın! İnsan belki müzisyenin
müziğinden kalpleri olduğu için insanların hoşuna giden güzel müziğin birkaç yüz vurgusunu
seçebilir... insan bu küçük soygunla kenara çekilip bütün arta kalanı... unutabilir mi? Ve aynı
şeyi filozof ve devlet adamı açısından yapıp ortaya koymak... seçmek, insanlara tavsiye etmek
ve özellikle arta kalanı unutmak? Evet, keşke unutmak bu kadar zor olmasaydı! Bir zamanlar
çok gururlu bir insan vardı, sadece kendinden, iyi ya da kötü bir şey almayı kabul ederdi:
Ama unutması gerektiği zaman, kendi kendine veremeyip, üç kez ruhları çağırmak zorunda
kaldı; ruhlar geldiler, isteğini dinlediler ve sonun da: “Sadece bu bizim gücümüz dahilinde
değil!” dediler. Almanların Manfred’in deneyiminden yararlanmaları gerekmez mi? Niçin
önce ruhlar çağırılsın! Hiçbir anlamı yok, insan unutmak istediği zaman unutmuyor. Ve, insan
burada, bundan sonra toptan hayranları olabilmek için bu çağın üç büyüğünden “arta kalanı”
unutabilse, ne muhteşem olurdu! Burada iyi fırsatı kullanmayı ve yeni bir şeyi denemeyi
tavsiye etmekte daha bir değer görüyorum: Yani kendine karşı dürüstlüğü artırmak ve inançla
söylenileni tekrarlayan, acımasızca, körü körüne düşman olan bir halktan, şartlı rıza gösteren
ve iyiliksever muhalefet yapan bir halk yapmak; ama ilk önce insanlara kayıtsız şartsız biatin
komik bir şey olduğunu ve bu konuda Almanlar için yeniden öğrenmenin onur kırıcı bir şey
olmadığını ve derin, dikkate değer bir vecizenin var olduğunu öğretmeli: “Ce qui importe, ce
ne sont point les personnes: mais les cho ses." Bu veciz söz onu söyleyen gibi büyük cesur
sade ve ketumdur... tam asker ve cumhuriyetçi Carnot gibi. — Ama şimdi bir Fransızdan
Almanlara böyle şeyler anlatılabilir mi, üstelik de bir cumhuriyetçiden? Belki hayır; evet,
belki de Niebuhr’un çağında Almanlara neleri söyleyebildiğini bile hatırlamanız doğru değil:
Carnot'dan başka kimse ona hakiki büyüklük izlenimi vermemiş.

168.
Bir Örnek. — Thukydides’in nesinden hoşlanıyorum, ne yapmış ki ona Platondan daha fazla
saygı duyuyorum? O bütün insan tiplerinde ve olaylarda en geniş ve en doğal neşeyi buluyor
ve her tipin bir miktar iyi akla sahip olduğuna inanıyordu: bunu keşfetmeyi deniyor.
Platon'dan daha büyük pratik adaleti var; hoşuna gitmeyen ya da kendisine yaşamda acı veren
insanlara ne iftira eder, ne de onları küçültür. Tam tersine: Sadece tipleri görmek suretiyle
bütün şeylerin ve insanların içine bazı yüce şeyler koyup, onlardan söz ediyor; eserini adadığı
sonradan gelen bütün kuşaklar, tipik olmasaydı onunla ortaya ne koyarlardı! Böylece insan
düşünürü olan onda, Sofokles’de şairine, Perikles’de devlet adamına, Hipokrates’de
doktoruna, Demokrit’de doğa araştırmacısına sahip olan en tarafsız dünya bilgisi kültürü son
muhteşem çiçeğine kavuşuyor: Öğretmenleri olan Sofistlerin adına kutsanmayı hak eden ve
ne yazık ki kutsama anından itibaren bizde birdenbire solmaya ve kavranılmaz olmaya
başlayan o kültür... artık Platonun bütün Sokratçı okullarla beraber ona karşı savaştığı için,
onun ahlaksız bir kültür olduğu kuşkusuna kapılıyoruz. Hakikat burada öylesine karışık ve

60


girift ki, analiz etmek istenmiyor: Böylece eski hata (error veritate simplicior) eski yolunda
gitmeye devam ediyor!

169.
Yunanlılara Özgü Olan Şey Bize Çok Yabancı. — Doğulu ya da modern, Asyalı ya da
Avrupalı: Yunanlılara özgü şeylerle karşılaştırıldığında bütün bunlarda kütlesellik ve
yüceliğin dili olarak büyük miktardan zevk alma var, oysa insan Pastum’da, Pompei’de ve
Atina’da ve bütün Yunan mimarisi karşısında, Yunanlıların ne kadar küçük kütlelerle yüce
şeyleri ifade etmeyi bildiklerine ve ifade etmeyi sevdiklerine şaşırıyor. — Benzer bir durum:
Yunanistan’da insanlar, kendileri hakkındaki düşüncelerinde nasıl mütevazı idiler! İnsan
tanımada onlardan ne kadar ilerdeyiz! Ama ruhlarımız ve düşüncelerimiz onların ruhları
karşısında nasıl da labirent gibi görünüyor! Kendi ruhumuzun doğasına uygun bir mimari
istedik ve onu yapmaya cesaret ettik mi (bunu yapamayacak kadar korkağız!)... o zaman
labirent bize örnek oluyordu! Bize özgü ve bizi gerçekten ifade eden müzik bu durumu ele
veriyor! (Yani müzikte insanlar kendilerini bırakıyor, çünkü müziklerinin içinde onları
görebilecek kimsenin olmadığını vehmediyorlar.)
170.
Duygunun Öteki Perspektifleri. — Yunanlılarla ilişkin bu gevezeliğimiz de ne oluyor!
Sanatlarından, ruhlarından ne anlıyoruz.., tutku çıplak erkek güzelliği içindir! — Sadece bu
bakış açısından kadın güzelliğini duyumsuyorlardı. Yani kadın güzelliği konusunda bizden
tamamen değişik bir perspektifleri vardı. Ve kadına olan aşkları da benzer durumdaydı: Başka
türlü saygı gösterip, başka türlü aşağılıyorlardı.
171.
Modern İnsanın Beslenmesi. — Modern insan birçok şeyi, evet hemen hemen her şeyi
sindirmeyi bilir, — bu onun ihtirasının türüdür: Ama bunu anlamasaydı, daha yüksek
durumda olurdu; homo pamphagus türlerin en iyisi değildir. Bizden daha deli ve daha dikbaşlı
beğenisi olan bir geçmiş ile belki daha seçkin olacak bir gelecek arasında yaşıyoruz.. çok
fazla ortada yaşıyoruz.
172.
Trajedi ve Müzik. — Örneğin Aşilusun zamanındaki Yunanlılar gibi, savaşçı bir ruh hali
içinde olan erkekler, zor duygulanırlar ve merhamet bir kez katılıklarını yendi mi, onları bir
cinnet gibi yakalar ve “bir devin gücünü” andırır... sonra kendilerini bağımlı ve dini bir
ürperme tarafından heyecanlandırıldıklarını hissederler. Ardından bu durum karşısında
tereddüt ederler; içinde oldukları sürece kendinden geçmenin ve harikuladeliğin verdiği
büyük sevincin, ıstırabın en acı pelini ile karışmış olarak tadını çıkarırlar: Bu tam savaşçıya
göre bir içkidir, biraz nadir, tehlikeli ve acı tatlı, herkese kolay kolay nasip olmayan bir şey.
Böyle merhamet duygusu olan ruhlara hitap eder trajedi, zor yenilen katı ve kavgacı ruhları,
ister korku, ister merhamet sayesinde olsun, zaman zaman yumuşatmaya yarar: Ama
trajedinin, yelkenin rüzgara açık durduğu gibi “sempatik duygulanımlara” açık duranlara ne
yapması gerekir! Atinalılar daha yumuşak ve daha duygusal oldukları zaman, Platon’un
döneminde.., ah, bizim büyük ve küçük şehirlilerimizdeki aşırı duygusallıktan hala ne kadar
da uzaktılar! — Ama buna rağmen filozoflar trajedinin zararından şikayetçi oluyorlardı.
Kahramanlığın ve erkekliğin değerinin arttığı tehlikelerle dolu bir çağda, tıpkı şimdi
başlamakta olan çağ gibi, belki de trajedi yazarlarına ihtiyaç duyulacak şekilde ruhlar yavaş
yavaş tekrar sertleşecektir: Zaman zaman bunlar biraz gereksiz oluyordu... en yumuşak
ifadeyle. — Böylece belki müzik için de bir kez daha iyi bir çağ gelecek (mutlaka o daha kötü
olacak!), o zaman, sanatçılar o müzikle aşırı kişisel, kendi içinde sert, kendi tutkusunun

61


karanlık ciddiyetinin hakim olduğu insana dönmek zorunda kalacaklar: Ama müzik bugünkü
kaybolmakta
olan çağın fazlasıyla hareketli, gelişmemiş, yarı kişisel, meraklı ve her şeyin arkasından
şehvet arayan ruh müsveddelerine ne yapsın!

173.
İşe Övgü Düzenler — “İşin” övülmesinde, “işin nimetine” ilişkin bitmez tükenmez
konuşmalarda, toplum yararına olan resmi etkinliklerin övülmesindeki art düşünceyi
görüyorum: bütün bireyselliklerden korkma düşüncesini. Aslında şimdi insan işin
görünüşünde — bununla hep sabah erkenden gece geç vakte kadar süren ağır, yoğun bir
çalışma kastediliyor — böyle bir işin herkesi dizginleyen ve aklın, hırsın, bağımsızlık
arzusunun gelişmesini etkili bir şekilde engellemeyi bilen en iyi polis olduğunu aslında
hissediyor. Çünkü, o çok fazla sinir gücü harcıyor ve onu düşünüp taşınmaktan, kılı kırk
yarmaktan, düş görmekten, endişe etmekten, sevmekten, nefret etmekten mahrum ediyor; hep
küçük bir amacı göz önünde tutup kolay ve düzenli tatminleri garanti ediyor. Böylece sürekli
sıkı çalışmaların yapıldığı toplum daha güvenli olacaktır: Ya şimdi güvenliğe en büyük tanrı
olarak tapınılıyor. — Ve şimdi! Dehşet! Tam da “işçi” tehlikeli hale geldi! Ortalık “tehlikeli
bireylerle” kaynıyor! Ve arkalarında tehlikelerin tehlikesi — O birey!
174.
Ticaret Yapan Bir Toplumun Ahlaksal Modası. — Şimdiki ahlak modasına ilişkin “ahlaksal
eylemler başkalarına gösterilen sempati eylemleridir” biçimindeki ilkenin ardında kendini
zihinsel olarak maskeleyen korkaklığın sosyal dürtüsünün hüküm sürdüğünü görüyorum. Bu
dürtü en başlıca, en önemli ve öncelikli olarak yaşamdaki bütün tehlikelerin alınmasını istiyor
ve herkesin buna bütün gücüyle yardım etmesini gerekli görüyor. Bundan dolayı sadece ortak
güvenlik ve toplumun güvenlik duygusunu hedefleyen eylemler “iyi” dereceye layık
olabilirler! — Eğer korkunun bu türden bir tiranlığı onlara en yüce ahlak yasasını emrederse,
emir verilmesine karşı çıkmayıp göz yumarlarsa, ama her yerdeki her ıstırap hali için, her
ıstırap için çok keskin gözleri varsa, o zaman insanların pek de sevinç duyacak halleri olmaz.
Yaşamın bütün pürüzlerini ve kenarlarını törpülemek gibi korkunç bir kasıtla insanlığı kuma
çevirmek için en iyi yolda değil miyiz? Kum! Küçük, yumuşak, yuvarlak, bitmez tükenmez
kum! Bu idealiniz, sempatik duygulanımlarımızın habercisi mi? — Bu arada insanın
başkasına, onun imdadına hep doğrudan koşup yardım etmek suretiyle mi... tiranca bir
müdahale ve biçimlendirme değilse, sadece çok yüzeysel olmak durumundadır... yoksa
insanın başkasının zevkle seyrettiği güzel, sakin kendi içine kapalı, dışarıdan gelecek
fırtınalara ve yollardan gelecek toza karşı yüksek duvarla çevrili, ama yine de konuksever bir
kapısı olan bahçeyi kendi içinden biçimlendirmek suretiyle mi daha çok yararlı olacağı
sorusu cevapsız kalıyor.
175.
Ticari Kültürün Temel Düşüncesi. — Eski Yunanlılarda kişisel müsabakaların, Romalılarda
savaş, zafer ve hukukun toplumun ruhunu oluşturduğu gibi şimdilerde ticaret yapmanın
toplum ruhunu oluşturduğu bir kültürün ortaya çıkmakta olduğu görülüyor. Ticaret yapan
kimse, üretmeksizin her şeyi değerlendirmeyi biliyor, daha doğrusu kendi kişisel ihtiyaçlarına
göre değil, tüketicilerin ihtiyaçlarına göre değerlendiriyor; “bunu kim ve ne kadar çok
tüketir” sorusu, sorularının en önemlisidir. Bu tip değerlendirmeyi sadece içgüdüsel ve sürekli
olarak yapar: Bu değerlendirmeyi her şeye ve böylece sanatlarla bilimlerin, düşünürlerin,
bilginlerin, sanatçıların, devlet adamlarının, halkların ve partilerin, bütün bir çağın
ürettiklerine de uygular: Kendisine göre bir şeyin değerini belirlemek için üretilen her şeyde
arz ve talebe bakar. Bu bütün bir kültürün karakteri olmuş, en geniş ve en ince ayrıntısına

62


kadar düşünülmüş ve bütün istek ve yetenekleri etkilemiş: Siz insanlar gelecek yüzyılda
bunlardan gurur duyacaksınız: Eğer ticaret yapan sınıfın peygamberleri bunları sizin
mülkiyetinize vermekte haklıysalar! Ama, ben bu peygamberlere pek inanmıyorum.
Horatius’un anlatımı ile... Credat Judaeus Apella.

176.
Babaların Eleştirilmesi. — Neden insan şimdi en yakın geçmişle ilgili hakikate katlanıyor?
Çünkü kendini bu geçmişe karşıt hisseden ve güç duygusunun ilk meyvelerinin tadını bu
eleştiride çıkaran yeni bir kuşak her zaman bulunuyor. Eskiden, bugünün tersine yeni kuşak
kendini eskinin üzerine kurmak isterdi ve babalarının görüşlerini sadece kabul etmek suretiyle
değil, mümkün olduğu kadar daha ciddiye almak suretiyle kendini güvenli hissetmeye
başlardı. Eskiden babaları eleştirmek, ahlaksızlık sayılırdı: Şimdi genç idealistler bununla işe
başlıyorlar.
177.
Yalnızlığı Öğrenmek. — Ah, sizi dünya siyasetinin büyük şehirlerindeki zavallı herifler sizi;
sizi genç, yetenekli, hırsla kıvranan, bütün olaylar için — her zaman bir olay olur —
fikirlerini söylemeyi görev bilen adamlar! Bu şekilde tozu dumana katınca, tarihin vagonu
olduklarını sanan adamlar! Hep dinledikleri için, hep söze karışabilecekleri ana dikkat edip
gerçek verimliliği yitiren adamlar! Büyük eserler için, büyük arzu duyabilirler: Hamileliğin
derin sessizliği onlara hiçbir zaman geçmeyecek. Olayları kovaladıklarını düşünürken günlük
olaylar onları saman çöpü gibi savurur... zavallı herifler! — Eğer insan sahnede kahramanı
oynamak isterse, koro yapmayı düşünmemesi, evet, koronun nasıl yapıldığını bilememesi
gerekir.
178.
Günlük-Yıpranmışlar — Bu genç adamların ne karakterleri, ne yetenekleri, ne de
çalışkanlıkları eksiktir. Ama onlara, kendilerine bir yön tayin etmeleri için asla zaman
verilmedi; daha çok çocukluktan itibaren kendilerine yön verilmesine alıştılar. Eskiden, “çöle
gönderilmek için” yeterince olgunlaştıklarında başka bir şey yapılıyordu... onları
kullanıyorlardı, onları kendilerinden çalıyorlardı, günlük kullanımlar için eğitiyorlardı, onlara
bir görev öğretisi olarak bakıyorlardı... ve şimdi ondan vazgeçemiyor ve başka türlü olmasını
da istemiyorlar. Ama insan bu zavallı koşum hayvanlarını “tatilden” mahrum bırakamaz...
fazla çalışılan bir yüzyılın boş zaman ideali diye adlandırılan şeyinden: İnsanın keyfince bir
kez tembellik, aptallık ve çocukluk edebileceği bir zamandan.
179.
Mümkün Olduğunca Az Devlet! — Bütün siyasi ve ekonomik olayların hiçbiri aslında en
yetenekli kafaların uğraşmasına ve uğraşmak zorunda olmasına değmez. Gerçekte. tinin bu tür
kullanımı olağanüstü durumdan daha kötüdür. Geri kafalara uygun iş alanları var ve öyle de
kalacak ki, bu iş alanlarında, geri kafalılardan başkasının çalışmaması gerekir: Keşke makine
parçalanıp dağılsa! Ancak, şimdi olduğu gibi sadece herkesin her gün bundan dolayı bilmek
zorunda olduklarına inanmayıp, her bir kişinin de her an bunun için çalışmak istemesi ve bu
sırada kendi işini ortada bırakması, büyük ve komik bir çılgınlıktır. “Genel güvenlik” bu
fiyatla çok pahalıya ödeniyor: Ve en çılgın olanı da sevgili yüzyılımızın ispatlamaya çalıştığı
gibi, insan bununla ayrıca genel güvenliğin karşıtını ortaya çıkarıyor olmasıdır: Sanki şimdiye
kadar hiç ispatlanmamış gibi! Toplumu hırsızlığa karşı güvenli, ateşe dayanıklı kılmak ve her
türlü alışveriş ve değişiklik için sonsuz rahatlık vermek, devleti iyi ve kötü anlamda bir tür
yazgıya dönüştürmek... bunlar düşük, vasat ve büsbütün vazgeçilmez hedefler değildir; bu
hedeflere ulaşmak için insanın esasen var olan en yüce araç ve gereçlerle çabalamasına gerek

63


yoktur, — aslında bu araçların en yüce ve en nadir amaçlar için saklanması gerekirdi!
Ekonominin bu denli çok konuşulduğu çağımız bir savurgandır: En değerli şey olan tini israf
ediyor.

180.
Savaşlar — Günümüzün en büyük savaşları tarihsel incelemenin etkileridir.
181.
Yönetmek. — Kimileri yönetme işinden zevk aldıkları için yönetirler; kimileri yönetilmek
istemedikleri için: —Son belirtilen yönetim şekli, bu iki kötüden sadece en az kötü olanıdır.
182.
Kaba Tutarlılık. — Büyük bir paye verilerek: “O bir karakterdir!” denir... evet! Bununla onun
kaba tutarlılık gösterdiği anlatılır, kör gözleri de aydınlatan bir tutarlılık! Ama daha duyarlı ve
derin bir tin hüküm sürmeye başlayıp, kendi yüksek tarzında tutarlı olur olmaz, seyirciler
karakterin varlığını inkar ederler. Bundan dolayı kurnaz devlet adamları, komedilerini
genellikle kaba tutarlılık perdesi arkasında oynarlar.
183.
İhtiyarlar ile Gençler — “Parlamentolarda birazcık ahlaksız bir şey var — kimileri hala böyle
düşünüyor, — çünkü orada hükümete karşı görüşler de olabilir!” — “Konu hakkındaki görüş,
hep saygıdeğer efendinin emrettiği gibi olmak zorundadır”... bu bazı uslu yaşlı kafalardaki on
birinci emirdir, özellikle Kuzey Almanya’da. İnsan buna eski bir modaya güler gibi gülüyor:
Ama eskiden bu ahlaktı! Belki de insan şimdi parlamenterci olarak yetiştirilen genç kuşak için
ahlaksal olan şeye günün birinde gülecek: Yani partinin politikasını kendi bilgeliğinin üstüne
koymak ve toplum yararı sorusunu partinin yelkenlerine rüzgar dolduracak biçimde
yanıtlamak. “Konu hakkında parti nasıl bir görüş istiyorsa öyle düşünmek zorundadır insan”..,
kural böyle olurdu. Böyle bir ahlaka şimdi her türlü kurban, kendini yenme ve şehitlik hizmet
etmektedir.
184.
Anarşistlerin Ürünü Olarak Devlet. — Buyruk altına alınmış insanların ülkelerinde hala
yeteri kadar çağdışı ve buyruk altına alınmamış insanlar var: Şimdilerde bunlar hiçbir yerde
olmadığından çok sosyalist kampta toplanıyorlar. Eğer bir gün bunlar yasa koyucu duruma
gelirlerse, kendilerini demir zincire vurup korkunç disiplin uygulayacakları beklenebilir: —
onlar kendilerini tanıyorlar! Ve bu yasaları kendilerinin koyduğunun bilinciyle onlara
katlanacaklar... kudret duygusu ve bu kudretin duygusu, onlar için uğruna her şeye katlanacak
kadar taze ve çekicidir.
185.
Dilenci. — Dilenciler yok edilmeli: Çünkü insan onlara verince de sinirleniyor, vermeyince
de sinirleniyor.
186.
Tüccarlar — işiniz.., bu en büyük önyargınızdır; sizi memleketinize, ait olduğunuz topluma,
heveslerinize bağlar. İşte çalışkan... ama tinde tembel, yetersizliğinizden memnunsunuz ve
görev önlüğünüzü bu memnuniyetin üstüne asmışsınız: Böyle yaşıyorsunuz, çocuklarınız için
de böyle bir yaşam istiyorsunuz!
187.

64


Olanaklı Bir Gelecekten. — Suçlunun kendini ihbar ettiği, toplum önünde kendi cezasını
kendisinin verdiği, kendi yaptığı yasaya böylece saygı duymanın gururuyla kendi kendini
cezalandırıp gücünü kullandığı, yasa koyucunun gücünü kullandığı bir durum düşünülemez
mi? İnsan bir kez bir suç işleyebilir ama gönüllü ceza ile suçunu yener açık sözlülük,
büyüklük ve ağırbaşlılıkla sadece suçu silmez, bir de toplum yararına iş yapar. — Bu olanaklı
bir geleceğin suçlusu olurdu elbette ki geleceğin yasa koyuculuğunu şart koşardı, şu temel
düşünceyle: “Sadece kendi koyduğum yasa önünde eğilirim, büyük küçük her şeyde.” Daha
birçok denemenin yapılması gerek! Daha birçok geleceğin gün ışığına çıkması gerek!

188.
Sarhoşluk ve Beslenme. — Halklar çok sık aldatılırlar, çünkü hep bir dolandırıcı ararlar,
özellikle duyularına heyecan verici bir şarap. Ona bir sahip olabilirlerse, o zaman mutlaka
kötü ekmeğe razı olurlar Sarhoşluk onlar için beslenmeden daha önemlidir... bu onların her
zaman ısıracakları oltaya takılı bir yemdir! Onların içinden seçilmiş erkekler — en uzman
uygulayıcılar olsalar bile parlak fatihler ya da eski ihtişamlı saraylara karşı ne ifade ederler!
Halk adamı onlara en azından fetih ve ihtişam ümidi vermelidir: Belki bu sayede kendisine
inandırır Hep itaat ederler ve eğer bu sayede kendilerinden geçmeleri sağlanırsa itaat
etmekten daha fazlasını yaparlar! Onlara defne çelengi ve onun içindeki çıldırtıcı güç yoksa,
huzur ve neşe bile sunamazsınız. Ama, sarhoşluğu beslenmekten daha önemli bulan bu
ayaktakımı beğenisi, kesinlikle avamın derinliklerinde ortaya çıkmış değil: Daha çok oraya
taşındı, oraya nakledilip dikildi ve orada öncelikle aşırı şekilde direnip, bereketle serpildi,
oysa kökenini en büyük zekalardan almış ve binlerce yıl onların içinde büyümüştü. Halk,
üzerinde bu parlak yabani otun büyüyebileceği son bakir topraktır. — Nasıl! Ve tam da bu
halka mı siyaseti emanet edeceksiniz? Ondan günlük sarhoşluğunu çıkarsın diye mi?
189.
Büyük Siyaset Hakkında. — Bireylerde olduğu gibi halklarda da çıkarcılık ve kibir büyük
siyasette çok fazla rol oynasa da, onları sürükleyen en güçlü dalga, sadece hükümdarlarla
güçlülerin ruhlarından değil, halkın aslında en alt tabakalarının hiç de alt olmayan
kısımlarının bitmez tükenmez kaynaklarından zaman zaman fışkıran iktidar duygusu
ihtiyacıdır. Kitlenin yaşamını, malını, vicdanını, erdemini, o büyük zevke sahip olmak ve
muzaffer, tiranca keyfi bir ulus olarak, diğer ulusları yönetmek için (ya da yönetiyor
düşünmek için) ortaya koymaya hazır olduğu bir zaman hep gelir. O zaman savurgan,
fedakar, umutlu, güvenen, pervasız, fantezili duygular öylesine dışarı taşarlar ki, hırslı ya da
akıllıca önlem alan hükümdar hiç yoktan bir savaş çıkarıp, kendi yanlışını halkının vicdan
huzuruna mal edebilir. Büyük fatihler hep erdemin coşkulu dilini kullandılar: Etraflarında hep
ayağa kalkmak ve sadece en yüce dili duymak isteyen kitleler vardı. Ahlak yargılarının acayip
çılgınlığı! Eğer insan kendini güçlü hissediyorsa. iyi hissedip iyi olarak nitelendirir: Ve
gücünü başkaları üzerinde kullanmak zorundaysa, onlar onu kötü olarak hissedip
nitelendirirler! Hesiod insanlık çağı üzerine yazdığı fabelin de, aynı çağı, Homer’in
kahramanlarının çağını iki kez arka arkaya betimledi ve bir taneden iki tane çıkardı: Bu
serüvenci, şiddet kullanan insanların sert, korkunç baskısı altında olan ve atalarından bunu
dinlemiş olanlar açısından bakıldığında, kötü olarak görünüyordu. Ama bu şövalyelerin
arkadan gelen nesli o çağa iyi, eski, mutlu, yarı mutlu bir zaman olarak saygı duyuyordu. O
zaman şair, yaptığından başka bir çare bulamıyordu... şüphe etrafında her iki cinsin de
dinleyicileri vardı herhalde.
190.
Eski Alman Eğitimi. — Almanlar, Avrupa’nın öteki halkları için ilginç olmaya başlamaları —
bunun üzerinden çok uzun bir zaman geçmedi — şimdi artık sahip olmadıkları, hatta kör bir

65


öfke ile sanki bir hastalıkmış gibi üzerlerinden silktikleri bir eğitim sayesinde olmuştu: Ve
bunun yerine siyasi ve milli çılgınlığı koymaktan daha iyi bir yol bilmiyorlardı. Kuşkusuz, bu
çılgınlık sayesinde öteki halklar için vaktiyle eğitimle sağladıkları ilginçlikten çok daha ilginç
bir konuma geldiler: Şimdi memnun olabilirler! Bu arada o zamanki Alman eğitiminin
Avrupalıların iştahını açtığı ve onun böyle bir ilgiye, evet böyle bir öykünmeye ve esinlenerek
rekabet etmeye değmediği yadsınamaz. Bu gün Schiller’e, Wilhelm von Humboldta,
Schleiermacher’e, Hegel’e, Schelling’e bir bakın, onların mektuplaşmalarını okuyun,
taraftarlarının büyük çevresine girin: Onların ortak nesi var? Neleri bizi etkiliyor, bugünkü bir
çekilmez, bir dokunaklı ve acınacak olmamızdan başka? Önce ne pahasına olursa olsun
heyecanlı görünme ihtirası; sonra her bağlamda (karakterler, tutkular, zamanlar, gelenekler)
daha güzel görmeyi istemek düşüncesinin yanında parıldayan kemiksiz genellemeler arzusu...
ne yazık ki “güzel”, her ne kadar Yunan kaynaklı olmakla övünse de belirsiz, kötü bir
beğeniye göredir. Her şeyden önce asilleştirilmiş tavırlar ve asilleştirilmiş sesler isteyen,
yumuşak, iyi huylu, gümüş gibi parlayan bir idealizmdir; “soğuk” ya da “katı” gerçeğe karşı,
anatomiye karşı, kusursuz tutkulara karşı, her türlü felsefi yetinmeye ve kötümserliğe karşı,
ama aynı zamanda dini simgelerle ifade ettirmediği sürece doğa bilimine karşı içten gelen bir
nefretle beslenen, ölçülü olduğu kadar zararsız bir şey. Alman eğitiminin bu ilerleyişini
Goethe kendi tarzında gözlüyordu: yanı başında durarak, yumuşak bir şekilde karşı çıkarak,
sessizce, kendisini, izlediği daha iyi yolda sürekli güçlendirerek. Kısa bir süre sonra bunu
Schopenhauer de gözledi... ona çok daha gerçek olan dünya ve dünyanın şeytanlıkları tekrar
görünmüştü, ve bunu kaba ve coşkulu bir şekilde anlattı: Çünkü, bu şeytanlığın güzelliği
vardı! — Ve esasen ecnebilerin aklını ne çeldi ki, Alman eğitimine Goethe ile Schopenhauer
gibi bakmadılar ya da onu basitçe görmezlikten geldiler? Bu eğitimi aydınlatan etrafındaki
donuk parlaklık, gizemli Samanyolu ışıklarıydı: Bu arada ecnebi kendine şunları söylüyordu:
“O bize çok çok uzak, orada bizim için görme, duyma, anlama, zevk alma, değerlendirme
ortadan kalkıyor; buna rağmen yıldız olabilirler! Almanlar, büyük bir sessizlikle, göğün bir
köşesini keşfetmiş ve oraya yerleşmiş olabilirler mi? İnsan Almanlara yaklaşmayı denemek
zorunda.” Ve insan onlara yaklaştı: Oysa bundan çok kısa bir süre sonra aynı Almanlar,
Samanyolu parıltısını üzerlerinden silmek için çabalamaya başladılar; gökte olmadıklarını çok
iyi biliyorlardı... tersine, bir bulutun içindeydiler!

191.
Daha iyi İnsanlar! — Bana, sanatımızın günümüzün hırslı, doyumsuz, başıboş, iğrenç, yüzü
ıstırapla buruşmuş insanlarına yöneldiğini ve onlara kabalıklarının imgesinin yanı sıra uhrevi
mutluluk, yücelik ve ahiret imgesi gösterdiğini söylüyorlar: Nitekim, günün birinde unutup
tekrar nefes alabilir, hatta belki de kaçış ve geri dönüş tepisini birlikte, unutmuşluk içinden
çıkarıp geri getirirler. Böyle seyircisi olan zavallı sanatçılar! Böyle yarı rahiplere, yarı
psikiyatrlara özgü art niyetlerle! Ne kadar da çok mutluydu Corneille — “bizim büyük
Corneillemiz”, Madame de Sevigne kadın vurgusuyla tam bir erkeğin önünde bağırdığı
zaman... onun dinleyicileri, onlara şövalye erdeminin imgeleri olan mutlak görev bilinciyle,
alicenap özveriyle, kendine kahramanca hakim olmakla yardım etmeyi becerdiği zaman, ne
kadar çok yüceltilmişlerdi! Corneille ile Sevigne'nin varlığı sevişleri ne kadar da farklıydı, kör
kaba bir “istemden” dolayı değil, çünkü insan onu öldürmek istemiyordu, tersine, büyüklüğün
ve insancıllığın birlikte mümkün olduğu bir yer olmasını istiyor, yönetimlerin bizzat en
despotu olan hükümdar ve din adamı keyfiliğinin ne gururu, ne yiğitiiği, ne şirinliği, ne de
bireylerin ruhlarını ezebileceği bir yer, daha çok doğuştan başına buyrukluğa ve kibarlığa,
istek ile tutkunun kalıtım yoluyla alınan gücüne olan karşıtlığın tahriki ve teşviki olarak
duyumsandığı bir yer olmasını istiyordu!
192.

66


Eksiksiz Düşmanlar Arzu Etmek. — Fransızların dünyanın en koyu Hıristiyan halkı olduğunu
kimse tartışmıyor: Kitlelerin imanının onlarda başkalarından daha büyük oluşu bakımından
değil, tersine, onlarda Hıristiyanlığın en zor idealleri insan haline dönüşmüş olmasından ve
sadece düşüncede, başlangıç halinde ve yarım yamalak kalmamasından dolayı. İşte Pascal
ateşli olmanın, ruhun ve dürüstlüğün birleşiminde bütün Hıristiyanların birincisi.., ve insan
burada nelerin birleşmesi gerektiğini düşünüyor! İşte Fénelon kilise kültürünün bütün
güçlerinin yetkin ve büyüleyici bir ifadesi: İnsanın tarihçi olarak mümkün olmayanı
ispatlamaya hevesleneceği ideal bir yol buna karşın sadece ifade edilemeyecek kadar zor ve
olanaksız Kendi arkadaşlarının, Fransız dingincilerinin, arasında işte Madame de Guyon: ve
havari Paulus’un belagatının ve heyecanının en yüce, en sevgili, en sessiz, en hayran bırakıcı
Hıristiyanın yarı tanrısal durumu hakkında tahmin etmeye çalıştığı her şey, burada gerçek
oldu ve bu arada Paulus’un tanrıya karşı gösterdiği o Yahudi sırnaşıklığını, hakiki, kadınsı,
nazik, kibar, söz ve davranıştaki eski Fransız saflığı sayesinde sıyırdı. İşte Trappisten
manastırının kurucusu, Hıristiyanlığın asket ideallerini son olarak ciddiyetle ele alan o kişi,
Fransızlar içinde bir istisna değil, tersine, gerçek bir Fransız: Çünkü onun etkileyici buluşu bu
ana kadar sadece Fransızlar arasında benimsenip güçlü kalabiliyordu, onları izleyip Elsas’a ve
Cezayir'e gitti. Hugenotları unutmayalım: Şimdiye kadar savaşçılık ve çalışkanlık duyusuyla
nazik töreler ve Hıristiyan sertliğinin ortaya koyduğu birlik, hiç bu kadar güzel yansıtılmadı.
Ve Port Royal’de büyük Hıristiyan alimliği son bir kez gelişti: Ve gelişmeyi büyük insanlar
Fransa’da, başka bir yerde olduğundan daha iyi anlıyorlar. Bu bir yana, yüzeysel olarak
bakarsak, büyük bir Fransız hep yüzeyini korur, içeriğini ve derinliğini örtmek için doğal bir
derisi var.., buna karşın bir büyük Almanın derinliği genellikle eğri büğrü şekli olan bir
kapsülde kapalı tutulmaktadır, kendini ışıktan ve hoyrat ellerden sertliği ve tuhaf kılıfı ile
korumaya çalışan bir bilge taşı* olarak. — Ve şimdi, bu halkın niçin Hıristiyanlığın
mükemmel tiplerini ve Hıristiyan olmayan özgür düşüncenin mükemmel karşı tiplerini
yetiştirmek zorunda kaldığını tahmin edin! Fransız özgür düşüncesi öteki halkların özgür
düşüncelilerinin yaptıkları gibi sadece dogmalar ve ünlü hilkat garibeleri ile mücadele
etmekle kalmadı, kendi içinde hep büyük insanlarla kavga etti.

*"Eliksir" (iksir) yerine kullanılmıştır, çünkü iksirin ilk anlamında bu var.

193.
Espri ile Ahlak. — Tin, bilgi ve gönül ile sıkılmanın sırrını bilen ve kendini sıkılmayı ahlaksal
olarak duyumsamaya alıştırmış olan Alman, — Fransız esprisinden korkar, ahlakın gözlerini
oymak ister — yine de bir minik kuşun çıngıraklı yılan karşısındaki büyülenmiş korkusuna
benzer. Ünlü Almanların içinde belki de hiç biri Hegel kadar esprili değildi... ama buna karşın
Hegel’in de ondan kendine özgü olan kötü üslubunu ortaya çıkarmasına neden olacak kadar
büyük bir Alman korkusu vardı. Yani onun özü, bir çekirdeğin etrafının sarılması ve hemen
hemen aradan bakamayacak kadar tekrar tekrar sarılması, mahcup ve meraklı.., kadın düşmanı
ihtiyar Aşilus’un ifadesiyle peçelerinin arasından bakan “genç kadınlar” gibidir: Ama o
çekirdek tinsel şeyler üzerine esprili, çoğunlukla küstah bir buluştur, zarif etli bir kelime
birleşimidir, tıpkı böyle bir şeyin bilimin katığı olarak düşünürler topluluğunda görülmesi
gibi... ama o sarılışlarda kendini bizzat anlaşılması güç bir bilim ve tamamen yüksek ahlaksal
sıkılma olarak yansıtır. O zaman Almanların esprinin kendilerine izin verilen biçimi vardı ve
şamata ve neşe içinde onun tadını öylesine çıkarıyorlardı ki, Schopenhauer’in güzel, çok
güzel aklı onun karşısında kalakalmıştı... yaşamı boyunca Almanların ona sunduğu oyuna
bağırıp çağırdı, ama bunu kendisine asla izah edemedi.
194.

67


Ahlak Öğretmeninin Kibirliliği. — Ahlak öğretmenlerinin genelde az başarılı olmalarının
nedeni, bir seferde çok şey yapmak istemelerinde yatar, yani çok hırslı olmalarında: Herkes
için fazlasıyla talimat vermek hevesindeydiler. Ama bunun anlamı, belirsizlikte dolaşmak ve
hayvanları insan yapmak için onlarla konuşmak demekti: Hayvanların bunu sıkıcı buluyor
olmalarında şaşılacak bir şey yok! İnsan kendisine kısıtlı çevreler arayıp, onlar için ahlak
bulup teşvik etmeli, örneğin kurtların önünde onları köpek yapmak için konuşmalar yapmalı.
Ama büyük başarı, her şeyden önce ne herkesi ya da dar bir çevreyi eğitmek isteyenin değil,
bir kişiyi eğitmek isteyenin ve bunu yaparken de kesinlikle sağa sola bakmayanın oluyor. İşte
geçen yüzyılın bizim yüzyılımıza üstün oluşu o zaman birçok insanın teker teker yetiştirilmiş
olmasından ve bunun yanında yaşam görevini burada bulan birçok eğiticinin
bulunmasındandı... kendilerine ve bütün diğer “iyi topluma” karşı ve görevleriyle birlikte
onurlarını da bulan eğiticinin.

195.
Sözde Klasik Eğitim. — Yaşamımızın bilgiye adandığını keşfetmek; onu fırlatıp atsak, hayır!
Onu fırlatıp atmıştık, eğer bu ithaf onu kendimize karşı korumasaydı; aşağıdaki dizeyi kendi
kendinize sık sık ve üzülerek okuyoruz:
“Schicksal, ich folge dir! Und wollt’ ich nicht,
ich müsst’ es doch und unter Seufzen tun!”

“Yazgı, seni izliyorum! Ve istemesem de,
bunu iniltiler içinde yapmaya mecburum!”

— Ve şimdi, yaşam yoluna geriye bakınca bazı şeylerin aynı şekilde düzeltilmesinin mümkün
olmadığı anlaşılıyor: Eğitimcilerimiz bilgiye aç, hararetli ve susuz gençlik yıllarımızı bilgi
için değil, sözümona “klasik eğitim” için harcadılar! Bize Yunanlılar ve Romalılar hakkında
yetersiz bilgiler verip, dillerini beceriksiz olduğu kadar ıstırap verici bir biçimde ve eğitimin
temel ilkelerine aykırı olarak öğreterek gençliğimizi boşa harcadılar: Kim eğitimin açlığını
aşırı derecede çekiyorsa sadece o yesin! Matematik ve fizik öğrenelim diye şiddet
kullanılacağına, önce bizi bilgisizliğimizden kuşkulandırmak ve basit günlük yaşamımızı,
çalışmalarımızı ve sabah ile akşam arasında evde, iş yerinde, gökte, yerde cereyan eden her
şeyi, acı verici, utandırıcı, tahrik edici binlerce sorunu çözmek, — öncelikle matematik ve
mekanik bilgisine ihtiyacımız olduğunu gösterip, sonra bize bu bilginin mutlak tutarlılığına
ilişkin ilk bilimsel hazzı öğrettikten sonra hırsımızı göstermek gerekirdi! Keşke bize sadece
bu bilimlere saygı göstermek öğretilseydi, keşke geçmişin büyük insanlarının güreşip
yenilerek tekrar tekrar verdikleri mücadeleyle katı bilimin tarihi olan şehitlik bir kez de olsa
ruhumuzu titretseydi! Daha ziyade tarihin, “biçimsel eğitimin” ve “klasikliğinin” lehine,
gerçek bilimleri belirli bir şekilde aşağılamanın esintisi bize üfürürdü! Ve biz böyle kolayca
kandırılıyoruz! Biçimsel eğitim! Liselerimizdeki en iyi öğretmenleri gösterip, onlara gülerek
.sormaz mıydık: “Nerede bu biçimsel eğitim? Ve eğer yoksa, onu nasıl öğretirler?” Ve
klasiklik! Antik devir insanlarının gençlerini eğittikleri şeyden biz bir şey öğrendik mi? Onlar
gibi konuşmayı, onlar gibi yazmayı öğrendik mi? Konuşma eskriminde, eytişimde düzenli
alıştırma yaptık mı? Onlar gibi güzel ve mağrur yürümeyi, güreşmeyi, atmayı, yumruklaşmayı
öğrendik mi? Bütün Yunanlı filozofların uygulamalı asketliğinden bir şey öğrendik mi? Bir
tek antik erdemin alıştırmasını antik devir insanlarının yaptıkları şekilde yaptık mı?
Eğitimimizde esasen ahlak üzerine düşünmeyi ihmal etmedik mi, ve daha da fazlası bu
düşüncenin olası bir eleştirisini ihmal etmedik mi, bu ya da şu ahlakla yaşamaya ilişkin cesur
ve katı denemeler üzerine konuşmayı ihmal etmedik mi? İçimizde antik devir insanları için
modern insanlarda olduğundan daha yüce olan bir duygu uyandı mı? Günün, yaşamın

68


bölüşümü ve yaşamın amaçları antik ruhla bize gösterildi mi? Eski dilleri de hiç yaşayan
dilleri öğrenir gibi öğrendik mi... yani konuşmak ve rahat ve güzel konuşmak için? Hiçbir
yerde gerçek bir yetenek, bu çileli yılların sonucu olarak yeni bir yeti yok! Tersine, sadece
eskiden insanların ne yapabildiklerine, ne ye güçlerinin yettiğine dair bilgi! Ve nasıl bir bilgi!
Yıllar geçtikçe çok basit ve dünyaca tanınan, önümüze serilmiş görünen Yunan ve antik olan
bütün varlıkların çok zor anlaşılmakta olduğunu, evet hemen hemen bunlara nüfuz
edilemediğini, ve yine antik insanlar hakkında konuşurken yapılan alışılmış hafifliklerin ya
hafiflik ya da eski düşüncesizliğin kalıtımsal küstahlığı olduğunu daha iyi anlıyorum. Benzer
sözcükler ve kavramlar bizi şaşırtırlar: Ama onların arkasında, modern duyunun bilmediği,
anlamadığı ya da onun için üzücü olmak zorunda olan bir duyu saklıdır hep. Bunlar bana göre
delikanlıların koşuşturabilecekleri alanlardır! Yeter, biz onu delikanlıyken yaptık ve
kendimizi hemen hemen her zaman için, aynı zamanda antik devire karşı bir antipatiyi
oluşturduk, görünürde çok büyük bir samimiyete karşı antipati. Çünkü bizim klasik
eğitimcilerimizin kendini beğenmişlikleri, aynı zamanda antik varlığa sahip olduklarına da
inanarak bu kibiri, eğitilenlere de aşılayacak kadar ileri gidip, bunun yanında böyle bir
varlığın bizim için değil, tersine, dürüst, fakir, garip, yaşlı kitap ejderhaları için yeterince iyi
olduğu şüphesini uyandırdılar: “Bu ejderhalar hazinelerinin üzerine kuluçkaya yatsınlar!
Galiba onlara layık olacaktır!” — Klasik eğitimimiz bu art düşüncelerle kendini tamamladı.

— Bu artık düzeltilemez.,. anladığımız kadarıyla! Ama sadece kendimizi düşünmeyelim!
196.
Hakikatin En Kişisel Soruları. — “Yaptığım bu şey aslında nedir? Ve bununla ben ne yapmak
istiyorum?” — Bu, bizim şimdiki eğitim tarzımızda öğretilmeyen, dolayısıyla sorulmayan
hakikatin sorusudur; onun için vaktimiz yok. Buna karşın çocuklarla hakikati değil,
muziplikleri konuşmak, anne adayı kadınlarla hakikatleri konuşmak yerine iltifat etmek,
gençlerle hakikatleri değil geleceklerini ve eğlencelerini konuşmak... bunlar için her zaman
vakit ve heves var! — Ama yetmiş yıldan sonra ortada olan ne! — Hemen geçer ve sona
bulur; dalganın nereye ve nasıl gittiğini bilmesi hiç de önemli değil! Evet, onu bilmemek
akıllılık olabilir. — “itiraf edelim: gururlu değil ama, onu sormamak da değil; eğitimimiz
insanları gururlu yapmıyor.” Ne kadar da iyi! — “Gerçekten mi?”
197.
Almanların Aydınlanmaya Karşı Düşmanlığı. — İnsan, Almanların bu yüzyılın ilk yarısında
tinsel çalışmalarıyla genel kültüre yaptıkları katkıları unutup önce Alman filozofları ele
alıyor: Onlar spekülasyonun ilk ve en eski basamağına geri gitmişlerdi, çünkü açıklamalar
yerine kavramlarla yetindiler, tıpkı hayalperest çağın düşünürleri gibi... felsefenin bilim
öncesi bir tarzı onlar sayesinde canlandı. İkinci olarak Alman tarihçileri ve romantikçileri:
Bunların genel çabaları eski, ilkel duyumsamaları ve özellikle Hıristiyanlığı, halk ruhunu,
efsaneleri, halk dilini, ortaçağ dünyasını, doğu asketliğini, Hintliliği onurlandırmaktır. Üçüncü
doğa araştırıcıları: Bunlar Newton ile Voltaire’in ruhuna karşı savaşıp, Goethe ile
Schopenhauer gibi tanrısallaştırılmış ya da şeytanlaştırılmış bir doğa düşüncesini ve onun etik
ve sembolik önemini de kapsayacak biçimde tekrar yükseltmeyi denediler. Almanların
eğiliminin büyük bölümü aydınlanmaya ve onun sonucu olarak kabul edilen toplumdaki
devrime karşı yönelmişti; hala mevcut olan her şeye bağ oluşturulmuş her şeye karşı bağlılık
içinde kalarak dönüştürmeyi denemişti böylelikle kalp ve ruh bir kez daha dolacak ve
gelecekteki yenileyici amaçlara yer kalmayacaktı. Duygunun kültü, aklın kültünün yerine
konuldu ve Alman müzisyenleri, görünmeyenin, coşkulunun, masalsının özlemlinin sanatkârı
olarak yeni tapınağın kurulmasında söz ve düşüncenin bütün sanatçılarından daha
başarılıydılar. Sayısız iyinin bir bir söylenip araştırıldığını ve o zamandan beri bazı şeylerin
hiçbir zaman eleştirilmediği kadar haklı biçimde eleştiri konusu olduğunu unutmayalım.

69


Genel olarak söylersek geriye şu kalıyor: O, geçmişin tam ve nihai bilgisinin görüntüsü
altında esasen bilgiyi duygunun altına bastırmak ve — kendi görevini böyle belirlemiş olan
Kant'ın anlatımıyla — “bilgiye sınırlarını göstererek inanca tekrar yol açmak, küçük genel bir
tehlike değildi. Tekrar temiz hava alalım: Bu tehlikenin vakti geçti! Ve ne gariptir ki ruhlar
Almanlar tarafından çok anlamlı bir şekilde davet edildiler, aradan belli süre geçince davet
edenlerin fikirlerine zararı en çok onlar verdi.., tarih, kökeni ve gelişmeyi anlayış, geçmişin
duygularını anlama, duygu ve bilgi için yeni uyandırılan tutku, bütün bunlar belli bir süre
karartan, hayran bırakan, eskiye dönüştüren tinin yardımsever arkadaşları olarak gözüktükten
sonra, günün birinde başka bir doğayı benimseyip, artık en geniş kanatlarını açarak eski
davetçilerinin önünden vaktiyle aleyhlerine ruh çağırdıkları işte o aydınlanmanın yeni ve daha
güçlü dehaları olarak uçup yükselerek gittiler. Bu aydınlanmayı devam ettirmek zorundayız,
— ona karşı “büyük bir devrim” ve “büyük bir tepki” olmuş olmasına, evet ikisinin de hala
mevcut olmasına aldırmadan. Bunlar, için de bizim sürüklendiğimiz ve sürüklemek
istediğimiz gerçek büyük dalgalarla karşılaştırılınca sadece dalgaların titreşmesidir.

198.
Halkına Paye Verenler. — Çok büyük iç deneyimlere sahip olmak ve onları yukarıdan tinsel
bir gözle seyretmek... bunu halkına paye veren kültür insanları yapar. Fransa ile İtalya’da
bunu soylular yapmıştı genellikle soyluların tin fukarası olduğu Almanya’da (belki artık daha
uzun sürmez) bu işi rahipler, öğretmenler ve ardılları yapmıştı.
199.
Biz Daha Soyluyuz. — Sadakat, büyüklük, ünlü olmanın mahcubiyeti: Bu üç sıfat tek bir
zihniyet altında birleşmiştir... bunlara soylu, kibar, değerli der ve bu nitelendirmeyle
Yunanlıları geride bırakırız. Bu erdemlerin eski nesnelerinin itibardan düştüğü (haklı olarak)
duygusuna kapılarak onlardan vazgeçmek istemiyor, mükemmel kalıtımsal dürtülerimizi
özenle yeni nesnelerle takviye ediyoruz. — En kibar Yunanlıların zihniyetinin bizim hala
şövalye ruhlu ve feodal olan asaletimiz yanında yetersiz ve zor bela uygun olarak
duyumsanmak zorunda olduğunu kavramak için, Odysseia’nın utanılacak durumlarda dilinden
düşürmediği o avunma sözlerini hatırlayın: “Dayan buna sevgili kalbim! Sen çok daha
kötülerine katlandın!”. Ve bu amaçla ibret olması için bütün Atinalı kurmay heyetinin önünde
bir başka subay tarafından sopa ile tehdit edilen Atinalı subayın maruz kaldığı bu hakareti,
“Vur bana! Ama beni de dinle!” sözleriyle geri çevirişine ilişkin mitolojik hikayeyi alalım.
(Bunu klasik çağın Odysseia’sı olan Temistokles yapmıştı; utanılacak anlarda o avuntu ve
zorunluluk dizelerini “sevgili kalbine” yollayacak uygun adamdı o.) Yunanlıların, bizim
kalıtımsal şövalye serüvenciliğimiz ve fedakarlık zevkimizin baskısı altında yaptığımız gibi
yaşamı ve ölümü bir sövgüden dolayı önemsemek, ya da düellolarımızda olduğu gibi ikisini
de onurlu bir tehlikeye atacak fırsatlar aramak; ya da iyi namın (şöhret) korunmasına kötünün
kazanılmasından daha fazla önem vermek, eğer sonuncusu şöhret ve güç duygusu ile uyuşma
gösteriyorsa; ya da sınıfsal önyargılara ve inanç ilkelerine bağlı kalmak, eğer tiran olmayı
engelleme olanakları yardıysa. akıllarına gelmezdi. Çünkü bu her iyi Yunan aristokratının asil
olmayan gizemidir: Derin bir kıskançlıkla kendi sosyal sınıfının her üyesini kendisiyle aynı
seviyede tutar, bununla birlikte her an bir kaplan gibi avının üzerine, şiddet uygulayarak
yönetmek için atlamaya hazırdır: Bu sırada yalan, cinayet, ihanet, vatanı satmak onun için
nedir ki! Bu tür insanlar için adalet olağanüstü zordu, hemen hemen inanılmaz bir şey olarak
kabul ediliyordu: “adil insan”.. Hıristiyanlarda “aziz” ne anlama geliyorsa Yunanlılarda da
onun gibi bir anlamı vardı. Ama Sokrates: “En erdemli insan en mutlu insandır” şeklinde
konuştuğu zaman, insanlar kulaklarına inanamadılar; çılgınca bir şey duyduklarını sandılar.
Çünkü en mutlu kişi imajı altında kibar soylu her erkek, bütünüyle saygısızlığı ve küstahlığı
ve keyfi için her şeyi ve herkesi feda eden tiranın şeytanlığını düşünürdü. Gizli ve delicesine

70


böyle bir mutluluğu hayal eden insanlar içinde elbette ki devlete karşı saygı yeterince
derinden kök salamazdı... ama ben, iktidar istekleri bu kibar Yunanlılar gibi artık gözü dönüp
kudurmayan insanların, o şiddetli arzuyu o zamanlar gemleyen devlet kavramının
putlaştırılmasına da ihtiyaçları olmadığını düşünüyorum.

200.
Yoksulluğa Katlanmak. — Asil soydan gelmenin en büyük üstünlüğü, yoksulluğa dayanmayı
daha iyi sağlamasıdır.
201.
Soyluların Geleceği. — Kibar dünyanın tavırları, organlarında kudret bilinci, hep çekici
oyununu oynadığını ifade eder. Soylu geleneğin insanı, erkek ya da kadın, kendini rahatlıkla
bitip tükenmiş gibi sandalyeye bırakmaz; herkesin rahatladığı yerde, o bundan kaçınır,
örneğin trende sırtını arkaya yaslamaktan; sarayda saatlerce ayakta dursa da yorgun
görünmez; evini rahat olacak şekilde döşemez, aksine, geniş mekan ve vakur tarzda, sanki
daha büyük (ve daha uzun) bir yaratığın kalması içinmiş gibi döşer; kışkırtıcı bir konuşmayı
metanetle ve zihinsel berraklıkla cevaplandırır, ayaktakımından bir kimsenin tarzı olan dehşet
içinde, ezilmiş, utanmış, nefes nefese kalmış gibi değil. Sürekli var olan yüksek bir fiziksel
güç görüntüsünü korumayı bildiği gibi, sürekli neşeyle ve nezaketle nahoş durumlarda dahi
tini ile ruhunun tehlikelerle ve sürprizlerle başa çıkabilecek oldukları etkisini canlı tutmak
ister. Soylu bir kültür, tutkular bakımından ya tutkulu gururlu bir atı İspanyol mahmuzu ile
koştururken sonsuz haz hisseden at binicisine benzer — XIV Louis’nin çağını göz önüne
getirin — ya da altında atının bir doğa kuvveti gibi atıldığını hisseden, at ile sürücünün
kellelerini yitirmelerine ramak kala, ama sonsuz hazzın keyfi ile işte tam o sırada kafasını
yukarıda tutan sürücüye. Her iki durumda da kibar kültür kudreti solumaktadır ve eğer
törelerinde sık sık kudret duygusunun sadece görüntüsünü dahi talep etse, o zaman bu oyunun
kibar olmayanlar üzerine yaptığı etkisi artar ve bu etkinin oyunu ile gerçek üstünlük duygusu
süreklilik kazanır. — Kendini üstünlük duygusu üstüne kuran kibar kültürün bu tartışılmaz
mutluluğu, şimdi daha üst bir basamağa yükselmeye başlıyor, çünkü artık özgür kafalar
sayesin de soylu doğan ve eğitilenlere bilgi tarikatına girip oradan daha tinsel kutsanmalar
elde etmeye, şimdiye kadar olduğundan daha yüce şövalye hizmetleri öğrenmeye ve böylesine
vicdan huzuruyla önüne hemen şimdi gelmekte olan çağda olduğu kadar hiçbir çağı
koymayan muzaffer bilgelik idealine hayran olmaya izin verilmektedir ve bu durum artık
haysiyet kırıcı olarak görülmemektedir. Son olarak: Siyasetle uğraşmanın uygunsuz bir şey
olduğu görüntüsü günden güne arttığına göre, bundan böyle soylu neyle uğraşacak?
202.
Sağlığın Korunması İçin. — İnsan, suçlu fizyolojisi üzerinde henüz düşünmeye başladı, ve
buna rağmen suçlularla ruh hastaları arasında temel bir farkın bulunmadığı yolunda aksi iddia
edilemeyen görüşe ulaştı: alışılmış ahlaki düşünce tarzının tinsel sağlığın düşünce tarzı
olduğuna inanılması koşuluyla. Ama şimdi hiçbir inanca buna inanıldığı gibi inanılmıyor ve
insan bunun sonuçlarına katlanmaktan ve suçluya ruh hastası gibi davranmaktan çekinmiyor:
her şeyden önce kibirlinin merhametiyle değil, bir hekimin aklıyla ve iyi niyetiyle yapılıyor.
Hava değişimi, başka bir topluluk, bir süre için ortadan kaybolma, belki de yalnız kalmaya ve
yeni bir işe ihtiyaç duyuyor... ona iyi gelir! Belki de, kendini kendine ve bıktıran tiranca bir
dürtüye karşı korumak için bir süre koruma altında yaşamayı, menfaati gereği görebilir... iyi
olur! Önüne iyileşme imkanı ve araçları (dürtünün yok edilmesi, değiştirilmesi, yüceltmesi)
gayet açık bir şekilde konulmalı, işlerin kötü gitmesi durumunda bunun olanaksızlığı da
gösterilmeli; canavarlaşmış, tedavi edilmez bir suçluya intihar olanağı verilmeli. Bunu en son
kolaylaştırma çaresi olarak saklı tutarken, her şeyden önce suçluya gönül cesaretiyle

71


özgürlüğünü geri vermek için hiçbir şey ihmal edilmemeli; vicdan azabını sanki bir kirlilik
meselesiymiş gibi ruhundan silmeli ve ona birisine verdiği zararı, bir başkasına yaptığı
iyilikle, hatta belki de topluluğa yapacağı iyilikle, dengeleyip aşabileceği gösterilmeli. Bütün
bunlar yapılırken ona büyük özen gösterilmeli! Ve şöhretine duyulan saygınlık ve gelecekteki
yaşamı mümkün olduğu kadar tehlikeden uzak olsun diye, ona özellikle isimsizlik ya da yeni
bir isim vermek ve sık sık yer değiştirmek olanağı verilmeli. Gerçi şimdi zarara uğrayan
kimse, bu zararı nasıl ortadan kaldıracağına bakmadan intikam almak istiyor ve bu yüzden
mahkemeye başvuruyor.., ve bu şimdilik hırdavatçı tartısıyla ve suçu cezayla dengelemek
arzusuyla iğrenç ceza mevzuatımızı ayakta tutuyor: Ama bunu aşamaz mıyız? Eğer insan
kendini suça inanmak suretiyle eski intikam içgüdüsünden de kurtarsaydı ve Hıristiyanlıkla
düşmanlarına esenlik dilemeyi ve bize hakaret edenlere iyilik etmeyi, mutlu kimselerin kıvrak
zekası olarak görseydi, yaşamın genel duygusu ne kadar hafiflerdi! Günah kavramını
dünyadan kaldıralım... ve çok geçmeden arkasından ceza kavramını yollayalım! Bu
lanetlenmiş gaddar insanlar bundan sonra insanların içinde değil de, başka bir yerde yaşamaya
devam edebilir, eğer mutlaka yaşamak isterse ve kendi iğrençliğinden dolayı ölmezse! — Bu
arada toplumun ve bireylerin suçlulardan dolayı uğradıkları ziyanın hastaların verdiği ziyanla
aynı tür olduğunu düşünün: Hastalar dert ve bezginlik yayarlar, üretmezler, başkalarının
ürettikleriyle beslenirler, hizmetçiye, hekime ve bakıma ihtiyaçları var ve sağlıklı insanların
zamanı ve gücü sayesinde yaşarlar. Buna rağmen şimdi hastalardan intikam almak isteyen
birisi gaddar diye nitelendirilir. Eskiden elbette bu yapılıyordu; kültürün henüz gelişmemiş
olduğu koşullarda ve şimdi hala bazı vahşi halklarda hastaya gerçekten bir suçlu gibi
davranılmakta, ona cemaat için tehlike olarak ve işlediği bir suçun sonucunda vücuduna giren
şeytani bir yaratığın ikametgahı olarak bakılmaktadır... yani: Her hasta suçludur! Ve biz...
bizim karşıt görüş için olgun olmamız gerekmiyor mu? Her “suçlu” bir hastadır demek için
vakit çok mu erken? — Hayır, bunun zamanı henüz gelmedi. Her şeyden önce, şimdi ye değin
pratik ahlak dediğimiz şeyi tedavi sanatlarının ve tedavi bilimlerinin bir parçası haline
getirecek hekimler eksik; belki bir gün o eski dini heyecanların Fırtına ve Coşku’suna (Sturn
und Drang: Almanya’da 1770’lerden başlayıp 1787’lere kadar süren bir edebi akım.) benzer
görünen bu şeylere olan genel büyük ilgi eksik; kiliseler hala sağlık görevlileri yoktur; henüz
vücut ve diyet öğretimi orta ve yüksek dereceli okulların görevler alanları içine girmemiştir;
henüz kendilerine zarar verenlere karşı mahkemeye başvurmaktan ya da onlardan intikam
almaktan vazgeçmeyi kendine görev edinmiş ılımlı dernekler yoktur; şimdiye değin hiçbir
düşünür, bir toplumun ve kişilerin sağlığının ne kadar paraziti kaldırabileceğini ölçmeye
cesaret edemedi ve şimdiye değin sabanı, o alicenap ve ılımlı konuşma ruhuyla süren devlet
adamı olmadı: “Bir araziyi işlemek mi istiyorsun, o zaman sabanla işle. Sabanının arkasından
giden kuş ve kurt senden hoşlanır... bütün yaratıklar senden hoşlanır.”

203.
Kötü Diyete Karşı. — Şimdi otellerde olduğu gibi toplumun iyi gelirli sınıfının yaşadığı her
yerde yenilen yemeklere yazıklar olsun! Çok önemli bilginler dahi bir araya gelseler, masaları
banker masaları gibi aynı töreye göre doldurulur: ‘Çok bol” ve “çeşit çeşit” yasasına göre...
bundan, yemeklerin etki için değil, gösteriş için hazırlandığı, mide ve beyindeki ağırlığı
gidermek için uyarıcı içkilerin yardım etmeleri gerektiği sonucu çıkmaktadır. Kahrolası
berbatlık ve aşırı duyarlılık nasıl da genel sonuç yapılıyor! Onları lanet olası ne rüyalar
izliyor! Kahrolası sanatlar ve kitaplar böyle sofraların nasıl da tatlısı oluyor! Ve istediklerini
yapsınlar: Eylemlerini biber ile zıtlık ya da dünyadan bıkkınlık yönetecek! (İngiliz zengin
sınıfının sindirim sıkıntılarına ve baş ağrılarına katlanabilmek için Hıristiyanlığa ihtiyacı var.)
Nihayet bu işteki sadece iğrençliği değil, komikliği de söylersek, bu insanların kesinlikle
boğazlarına düşkün olmadıklarını belirtmemiz gerekir; yüzyılımız ve onun çalışma tarzı,
mideden çok öbür organlar üzerinde etkilidir: Peki o zaman bu yemekler de ne oluyor? —

72


Onlar temsil ediyorlar! Tanrı aşkına, neyi temsil ediyorlar? Sosyal sınıfı mı? - Hayır, parayı:
Artık insanın sınıfı yok! İnsan “bireydir”! Ama para güç, şöhret, onur, üstünlük, etkidir; şimdi
para insanı, sahip olduğu miktara göre az ya da çok ahlaksal bakımdan önyargılı yapıyor! Hiç
kimse onu gizlemek istemiyor, hiç kimse onu masanın üzerine koymak istemiyor; sonuç
olarak paranın masanın üzerine konulabilecek bir temsilcisi olmalı: Yemeklerimize bakın!

204.
Danae ve Altın İçindeki Tanrı. — Şimdi insanları suça iten karşıt eğilimleri daha iyi
açıklayacak olan bu aşırı sabırsızlık nereden ortaya çıktı? Çünkü eğer birisi yanlış tartı
kullanır, öbürü evini yüksek değerle sigorta ettirdikten sonra yakar, üçüncüsü kalpazanlığa
katılırsa, eğer yüksek sosyetenin dörtte üçü meşru yalan dolan işlerine bulaşmış ve borsa ve
spekülasyonu vicdan azabını çekiyorsa: Onları buna iten nedir? Gerçek sefalet değil,
durumları hiç de öyle kötü değil, hatta belki de dertsiz tasasız yiyip içiyorlar... ama para çok
yavaş birikiyor diye korkunç bir sabırsızlık içindeler ve yine biriken paraya karşı duydukları
korkunç zevk ve aşk onları gece gündüz sıkıştırıyor. Ama bu sabırsızlık ve bu aşkta güçlü
olmaya yönelik hırsın fanatizmi tekrar ortaya çıkıyor; bu fanatizm eskiden gerçeğe sahip
olduğunu iddia eden inanç tarafından tahrik edildi ve vicdan huzuruyla gaddar olmaya cesaret
edilebilecek güzel de bir isimi vardı (Yahudileri, zındıkları ve iyi kitapları yakmak ve Peru ile
Meksika’daki gibi gelişmiş kültürleri yok etmek). Güçlü olmaya yönelik hırsın araçları
değişti, ama aynı volkan tütmeye şimdi de devam ediyor, sabırsızlık ve kontrolsüz sevgi,
kurban istiyor: Ve eskiden “tanrı için’ yapılan, şimdi para için yapılıyor, yani şimdi kudretli
olma duygusunu ve vicdan huzurunu en çok ne veriyorsa, o şey için yapılıyor.
205.
İsrail Halkı Hakkında. — Gelecek yüzyılın bizi davet ettiği gösterileri içinde Avrupa
Yahudilerinin kaderlerinin tayini de bulunmaktadır. Zarlarının atıldığı, haklarında kesin
kararların verildiği açıkça ortada: Onlara geriye sadece ya Avrupa’nın efendisi olmak, ya da
çok uzun zaman önce Mısırı kaybettikleri gibi, benzer bir oldu bittiyle karşı karşıya kaldıkları
Avrupa’yı kaybetmek kalıyor. . Ama Avrupa’da hiçbir halkın görmediği on sekiz yüzyıl
boyunca sıkıntı çektiler, yani, bu korkunç tecrübe devrinin deneyimleri cemaate pek olmasa
da, bireylere yaradı. Bunun sonucu olarak bugünün Yahudilerinde ruhsal ve tinsel yardım
kaynakları olağanüstü hale gelmiştir; zor durumda kalınca, derin bir sıkıntıdan kurtulmak için
Avrupa’da yaşayan halkların içinde kendilerini çok nadir olarak içkiye vermeleri ya da
intihara başvurmaları ile bilinirler, — yeteneği pek olmayanlara daha yakın görünen bir şey.
Her Yahudi’nin, babasının ve büyükbabasının tarihinde en kötü durumlara ilişkin aşırı tedbir
ve sebat örnekleriyle, kötülüğün ve rastlantının en ustaca aldatmacılığı ve istismarıyla dolu
definesi var; acınacak itaatkarlık maskesi altındaki cesaretleri, spernere se sperni içindeki
yiğitlikleri bütün azizleri aşar. İnsan onları iki bin yıl boyunca aşağılamak ve onlara saygın
olma yollarını kapamak, bütün saygın şeyleri yapmalarını engellemek ve daha pis işlere itmek
suretiyle, aşağılamak istedi... ve gerçekten de bu muamele altında temizliği ve düzeni daha
çok seven insanlar olamadılar. Ama aşağılık? Kendileri en yüce şeyler için görevlendirilmiş
olduklarına inanmaktan hiç vazgeçmediler ve keza bütün ıstırap erdemleri onları süslemekten
hiç vazgeçmedi. Babalarına ve çocuklarına saygı gösteriş tarzları, evliliklerinde ve evlilik
törelerindeki akılcılık onları diğer Avrupalılar içinde ön plana çıkarmaktadır. Bütün bunlara
rağmen, kendilerine bırakılan mesleklerden (ya da kendilerinin onlara bırakıldıkları) bir güç
ve sonsuz intikam duygusu yaratmayı biliyorlardı; bu kadar uzun bir süre kendilerine saygı
duymaya, aşağılayıcılarının zaman zaman yaptıkları hoş ve yararlı işkenceleri olmasaydı çok
zor sürdürebilecekleri bu tefeciliklerine mazeret olarak söylenmesi gerekir. Çünkü kendimize
saygımız iyi ve kötü şeylerde misillemede bulunabilmemize bağlıdır. Bu arada intikam
duygularının onları çok fazla sürüklemesi kolay değildir: Çünkü hepsi, yer değişikliğinin,

73


iklim değişikliğinin, komşuların törelerinin değişmesinin ve ezenlerin değişmesinin insanı
eğittiği özgürlükçü bir düşünceye ve hatta ruha sahiptirler; bütün insani ilişkilerde en geniş
deneyime sahip olup ihtiraslarında bile bu deneyimin verdiği temkinle hareket ederler.
Zihinsel kıvraklık ve kurnazlıklarından o kadar emindirler ki, hiçbir zaman, hatta en zor
durumlarda bile, fiziksel güç kullanarak, kaba işçi, hamal ve tarım kölesi olarak ekmeklerini
kazanmaya ihtiyaç duymazlar. Davranışlarından, ruhlarına şövalyece asil duyguların hiçbir
zaman verilmediği, vücutlarına güzel silahların takılmamış olduğu anlaşılıyor: Biraz
sırnaşıklık sık sık büyüleyici, ama hemen hemen hep utanç verici bir yaltakçılıkla yer
değiştirir. Ama şimdi, kaçınılmaz olarak her yıl Avrupa’nın en iyi soylularıyla hısım olunca,
yakın zamanda ruh ve beden üslubunun iyi bir mirasını edinmiş olacaklar; Böylece yüzyıl
sonra efendi olarak kendi emirleri altında yaşayanlar katında utanç uyandırmamak için
yeterince kibarlaşmış olacaklar. İşte mesele de bu! Bundan dolayı işlerinin halledilmesi için
şimdi vakit çok erken! Avrupa’yı fethetmeyi ve herhangi bir şiddet kullanmayı
düşünmemeleri gerektiğini en iyi kendileri biliyorlar: Ama Avrupa’nın günün birinde sadece
ellerini hafifçe uzatmalarının yeteceği tam olgunlaşmış bir meyve gibi ellerine düşeceğini
mutlaka biliyorlar. Bu arada Avrupa’nın bütün alanlarda takdirini kazanmak ve birinciler
arasına yerleşmek gerektiğini biliyorlar: ta ki neyin ön plana çıkması gerektiğini kendilerinin
belirlemeleri noktasına ulaşana kadar. Ondan sonra Avrupalıların mucitleri ve yol göstericileri
diye anılacaklar ve artık onları utandırmayacaklar. Ve Yahudi tarihinin her Yahudi ailesi için
oluşturduğu bu biriken büyük etkiler yığını, tutkuların, erdemlerin , kararların, feragatlerin ,
mücadelelerin, her çeşit utkuların oluşturduğu yığın nereye... sonunda büyük tinsel insanlara
ve eserlere akmayacaklarsa nereye akacaklar! Ya Yahudiler daha kısa ve daha az deneyimli
Avrupa halklarının üretemediği ve üretemeyeceği böylesi mücevherleri ve altın kapları
göstermek durumunda kalırlarsa, ya İsrail sonsuz intikamını Avrupa’nın ebedi refahına
dönüştürecek olursa, o zaman Yahudi tanrısının kendi için, yaratışı için ve seçkin halkı için
sevineceği yedinci gün tekrar gelecek... ve hepimiz, hepimiz onunla birlikte sevinmek
istiyoruz!

206.
Olanaksız Sınıf. — Fakir, neşeli ve bağımsız! — Hepsi birlikte mümkün; fakir neşeli ve köle!
— Bu da mümkün, — fabrika kölesi işçilere söyleyecek daha iyi bir şeyim yok: Onların böyle
kullanılıyor olmalarını esasen ayıp olarak hissetmemeleri varsayımıyla, bir makinenin vidası
ve aynı zamanda insanın buluş yeteneğindeki bir boşluğu dolduracak tıkaç olarak kullanılıyor
olmalarını! Daha yüksek ödemeyle sefaletlerinin temelinin, yani demek istediğim, nesneleşen
uşaklıklarının ortadan kaldırılacağına inanılıyor olması, çok yazık! Bu nesneleşmenin
artırılması sayesinde yeni toplumun makineleşmiş operasyonu içinde kölelik utancının erdeme
dönüştürüleceğine kanılması, çok yazık! Artık insan olmanın değil, vida olmanın bir erdem
olması, çok yazık! Her şeyden önce üretebildiği kadar üretip, zengin olabildiği kadar zengin
olmak isteyen ulusların şimdiki çılgınlığının suç ortağı mısınız? Sizin yapmanız gereken iş,
onlara karşı faturayı uzatmaktır: Nasıl büyük miktarda içsel değer böyle dışsal amaç için
fırlatıp atılıyor! Özgürce nefes almanın ne demek olduğunu artık bilmiyorsanız iç değeriniz
nerede? İradenize bir kez bile hakim değilseniz, sizden tıpkı bayat bir içkiden bıkıldığı gibi
çok sık bıkılıyorsa, gazeteleri dinliyor, zengin komşulara yan gözle bakıyorsanız, gücün,
paranın ve fikirlerin hızlı yükselmesi ve düşüşüyle hırslanmışsanız, yırtık pırtık felsefeye,
onun gereksiz açık sözlülüğüne artık inanmıyorsanız, içinizdeki din adamlarına yakışan
gönüllü sessiz sakin yoksulluk, mesleksizlik ve bekarlık kahkahalara neden oluyorsa, iç
değeriniz nerede? Buna karşın sizleri çılgın umutlarla kızıştırmak isteyen sosyalist
kandırıkçıların düdüğü kulaklarınızda çınlamıyor mu hep? Size hazır olmanızı başka bir şey
yapmamanızı emreden, bugünden yarına hazır olmanızı, öyle ki, dışarıdan gelecek bir şey
bekliyorsunuz ve bekliyorsunuz ve her zaman yaşadığınız gibi yaşıyorsunuz... bu bekleyiş

74


açlık, susuzluk, ateş ve çılgınlık olana kadar ve sonunda bestia triumphans gününün bütün
ihtişamıyla doğmasına kadar mı? — Buna karşın herkesin kendi kendine düşünmesi gerek:
“En iyisi göç edip dünyanın vahşi ve bakir yerlerinde efendi olmayı denemek ve her şeyden
önce kendimin efendisi olmayı; köleliğin herhangi bir belirtisi bana işaret edene kadar yer
değiştirmek; serüvenden ve savaştan kaçmayıp en kötü rastlantılarda ölüme hazır olmak: yeter
ki bu çirkin kölelik, bu huysuzluk, zehirlilik ve komploculuk daha fazla sürmesin!” Şu doğru
bir görüş olurdu: Avrupa’da işçilerin kendilerini sınıf olarak bundan böyle insanlık ayıbı
olarak ilan etmeleri gerekir, çoğunlukla yapıldığı gibi, sadece çok zor bir şey ve uygunsuz
sosyal düzenlenme olarak değil; Avrupa arı kovanından şimdiye dek benzeri görülmemiş
büyük kümeler halinde uçup gitme çağını başlatmaları gerekir, ve, bu serbest göç eylemiyle
ortaya, makineyi, sermayeyi ve şimdi kendilerini ya devletin kölesi ya da bir darbe partisinin
kölesi olmak zorunda bırakmakla tehdit eden seçimleri protesto eden büyük bir tavır
koymalılar. Avrupa kendini sakinlerinin dörtte birinden kurtarsın! Onların ve Avrupa’nın içi
rahatlar! Ancak uzaklarda, göç eden kolonici kafilelerin girişimlerinde insan anne Avrupa’nın
oğullarına ne kadar çok akıl ve dürüstlük, ne kadar sağlıklı güvensizlik aşıladığını tam olarak
anlar... bu oğullar, darkafalı yaşlı kadının yanında ona daha fazla dayanamıyor ve kadının
kendisi gibi somurtkan, hırçın ve zevk düşkünü olma tehlikesine maruz kalıyorlardı.
Avrupa’nın erdemleri Avrupa dışına bu işçilerle yolculuk edecek; ve memleketinde tehlikeli
bir hoşnutsuzluğa ve canice bir eğilime doğru yozlaşmaya başlayan şey, dışarıda vahşi güzel
bir doğallık kazanıp kahramanlık adını alacaktır. — Böylece sonunda yaşlı, şimdi çok yoğun
nüfuslu ve kendi kendini yiyen Avrupa’ya keşke tekrar temiz hava gelse! İsterse biraz
“işgücü” kaybı olsun! Belki de insan burada bir çok ihtiyaca, ancak onları kolaylıkla tatmin
etmek mümkün olduktan sonra alışıldığını anımsayacaktır... bazı ihtiyaçlar tekrar unutulacak!
Belki de o zaman Çinliler içeri alınırlar: Onlar da çalışkan karıncalara özgü düşünce ve yaşam
biçimlerini beraberlerinde getirirler. Evet onların kendini harap eden ve huzursuz Avrupa’ya
genelde biraz Asya huzuru ve değerlendirmesiyle — en fazla ihtiyacı duyulan — nesle Asya
dayanıklılığı vermeleri mümkün olurdu.

207.
Almanların Ahlaka Karşı Tavırları. — Bir Almanın büyük şeyler yapma yeteneği var, ama
bunları yapma olasılığı yoktur: Çünkü, tembel ruhların hoşlandığı gibi, yapabildiği her yerde
itaat eder. Yalnız kalma ve uyuşukluğunu üzerinden atma mecburiyetiyle karşı karşıya
getirilirse, onun için bir meblağın rakamı olarak yok olmak artık mümkün değilse (Bu özelliği
bakımından bir Fransız ya da İngiliz kadar değerli değildir)... o zaman gücünü keşfeder:
Bundan sonra tehlikeli, kötü, derin, pervasız olur ve içinde taşıdığı, hiç kimsenin inanmadığı
(kendisinin de) uyuyan enerjinin hazinesini ortaya çıkarır. Eğer bir Alman böyle bir durumda
kendi kendine itaat ederse, bu büyük bir istisnadır, o zaman bu diğer zamanlarda
hükümdarına, resmi amirlerine itaat etmesiyle aynı hantallıkta, aynı inatçılıkta ve aynı sürede
olur: Sonuç olarak, söylediğimiz gibi, bundan sonra, kendisinde olduğunu farz ettiği “zayıf
karakterle” hiçbir ilgisi olmayan büyük işleri yapabilir. Ama normal olarak yalnız kendine
bağlı olmaktan, doğaçlamaktan korkar: İşte bu yüzden Almanya bu kadar çok memur, bu
kadar çok mürekkep kullanıyor. — Kayıtsızlık bilmez, buna hiç cesaret edemez; ama onu
uykulu halden çekip çıkaran yepyeni durumlara karşı neredeyse kayıtsızdır; sonra yeni
durumun seyrekliğinin tadını sarhoşluk gibi çıkarır ve sarhoşluğu iyi bilir! İşte Alman siyasete
karşı neredeyse ilgisizdir. Burada da esaslılık ve ciddiyet önyargısına kendi bakımından
sahiptir ve onu öteki siyasal güçlerle olan ilişkisinde bol bol kullanır. Bununla birlikte, bir kez
hayatın tadını çıkarmak, şımarık ve yenilik düşkünü olup, maskeleri değiştirir gibi kişileri,
partileri, ümitleri değişebilmek için gizli yüksek bir ruhla dopdoludur. — Şimdiye değin
Almanların içinde Almanların Almanı olma saygınlığını kazanmış olan Alman bilginler,
bütün dışşeylerde itaate karşı derin, hemen hemen çocuksu eğilimlerinden ve bilimde çok

75


yalnız ve çok şeyden sorumlu olmak zorunluğundan dolayı Alman askerleri gibiydiler ve
belki de şimdi de öyledirler; eğer gururlu, gösterişsiz ve sabırlı tarzlarını ve siyasi delilik
karşısında özgürlüklerini güvence altına almayı bilirlerse, rüzgarın başka yönden estiği
zamanlarda, onlardan hala büyük şeyler beklenebilir: Şimdi oldukları halleriyle (veya
geçmişte oldukları) yüksek bir şeyin embriyosu durumundadırlar. — Şimdiye değin batıl
inanca ve zevke inanmaya öteki halklardan daha yakın olmaları, Almanların ve bizzat
bilginlerinin avantajları ve dezavantajlarıydı; kötü huyları eskiden olduğu gibi içki içmeleri ve
intihara meyilli olmalarıdır (Bu tinin hantallığının bir göstergesidir ki, o tine dizginleri
çabucak bırakması sağlanabilir) tehlikesi, akıl gücünü bağlayan ve heyecanları çözen her
şeyde mevcuttur. (Örneğin müziğin ve alkollü içkilerin aşırı kullanılması gibi); çünkü Alman
duygulanımı kendisinin çıkarına karşıdır ve ayyaş gibi kendini tahrip eden bir özelliği vardır.
Coşkunun kendisinin değeri, Almanya’da başka yerlerde olduğundan daha azdır, çünkü
verimsizdir. Eğer bir Alman büyük bir şey yapmışsa, bu mecbur kaldığı zaman olmuştur,
cesaretli olduğu durumda, sıkılmış dişlerle, en gerilimli temkinlilik ve sık sık olarak da
cömertlik durumunda. — Onlar elbette eğitilmeye değer... çünkü, eğer insan Almanı onu
bulmaya, tekrar bulmaya itebilirse (Alman kendi içinde düzensizdir) hemen hemen her
Almanın verecek bir şeyi vardır. — Hal böyle iken, bu tür bir halk ahlakla meşgul olursa, onu
tatmin edecek ahlak, hangi ahlak olacak? İtaate olan içsel hevesinin ahlakta idealleşmesini
şüphesiz ilk önce görmek isteyecektir. “insan mutlak itaat edebileceği bir şeylere sahip olmak
zorundadır”... bu bir Alman duyumsamasıdır, bir Almanın mantıklı olma anlayışıdır: Bütün
Alman ahlak öğretilerinin temelinde onu bulursunuz. Kendimizi tekmil antik ahlakın önüne
koyduğumuzda ne kadar değişik izlenim ediniriz! Görünüşleri bize çok çeşitli gelse de bütün
Yunan düşünürleri ahlakçı olarak öğrencisine seslenen beden eğitimi öğretmenine benzerler:
“Gel! Beni takip et! Kendini benim disiplinime ver! O zaman belki bütün Helenler önünde
ödül kazanacak kadar ilerlersin.” Kişisel ödüllendirme... bu antik erdemdir. Kendini başkasına
tabi kılmak, izlemek, açık ya da kapalı.., bu Alman erdemidir. Kant’tan ve onun mutlak
buyruğundan çok önce Luther aynı duyumla, insanın muhakkak güvenebileceği bir varlığın
bulunmasının gerekli olduğunu dile getirmişti... bu onun tanrının varlığının kanıtıydı,
Kant’tan daha kaba ve popüler bir tarzda insanın bir kavrama değil, mutlaka bir kişiye itaat
etmesini istiyordu ve sonunda Kant da ahlak etrafındaki dolambaçlı yolu sadece kişiye itaat
etmeye erişmek için seçmişti: İşte bu Almanların kültüdür, din kültünden arta kalan şey ne
denli azalırsa o denli artmaktadır. Yunanlılar ve Romalılar daha değişik duyumsuyorlardı, “bir
varlığın bulunmasının gerekli olduğu” türünden düşünceler... hakkında alay etmiş
olabilirlerdi: Kendini “mutlak güvenmeye” karşı savunmak ve kalbinin en son bölmesinde her
şeye ve herkese karşı, ister tanrıya, ister kişiye, ister kavrama karşı olsun, biraz kötümserlik
alıkoymak onların güneyli özgürlük duygusunda var. Hiç de antik filozof değil! Nil
admirari... bu cümlede felsefeyi görür. Ve bir Almanı, yani Schopenhauer tam aksini
söyleyecek kadar ileri gidiyor: admirari id est philosophari. — Ama şimdi bir Alman, daha
önce de olduğu gibi, büyük işler yapmaya yetenekli olduğu duruma nasıl girer? Ya istisna
saati, ya itaatsizlik saati gelirse? Almanların tek üstünlüklerinin içlerinde başka yerlerde
olduğundan daha fazla ateist olduğunu söyleyen Schopenhauer’in haklı olduğuna
inanmıyorum... ama, eğer Alman büyük şeyler yapma durumuna girerse, her zaman ahlakın
üzerine çıkacağını biliyorum! Ve neden yapmayacakmış? Şimdi yeni bir şey yapması lazım,
yani buyurmak... kendine ya da başkalarına! Ama buyurmayı alman ahlakı ona öğretmedi!
Alman ahlakı buyurmayı unuttu!

DÖRDÜNCÜ KİTAP

208.

76


Vicdan Sorunu. — “Ve sonuç olarak: Gerçekten yeni olarak ne istiyorsunuz?” — Artık
nedenleri günahlı ve sonuçları cellat yapmak istemiyoruz.

209.
En Katı Kuramların Yararlılığı. — Bir kimsenin en katı ahlak kuramına inanması koşuluyla
ahlaksal zayıflıklarına göz yumulur ve bu sırada kaba bir süzgeç kullanılır. Buna karşın liberal
ahlakçıların yaşamı mikroskop altına konulur: Bu işlemde yaşamda yapılan bir falsonun arzu
edilmeyen anlayışa karşı en sağlam delillendirme olduğu art düşüncesi vardır.
210.
“Kendinde Şey”. — Vaktiyle sorulurdu: Gülünç şey nedir? Sanki bizim dışımızda kendilerine
gülünç olma özelliğinin yapışık olduğu ve buluşlarda ortaya çıkarılan şeyler varmış gibi
(Hatta bir ilahiyatçı onun “günahın safiyeti” olduğunu bile söyledi). Şimdi soruyorlar:
Gülmek nedir? Gülmek nasıl meydana gelir? İnsan düşündü ve sonunda, kendiliğinden hiçbir
iyi şeyin, güzel şeyin, yüce şeyin ve hiçbir kötü şeyin olmadığını, ama bizim kendi içimizdeki
ve dışımızdaki şeylere bu tür sıfatlar yüklediğimiz ruh hallerimizin bulunduğunu belirledi.
Şeylerin sıfatlarını tekrar geri aldık ya da en azından bizim bu sıfatları onlara ödünç
verdiğimizi hatırladık: — Bu anlayışta ödünç verme yeteneğimizi kaybetmemek ve aynı
zamanda daha zengin ve daha cimri olmamak için dikkatli olalım.
211.
Ölümsüzlük Düşleyenlere. — Yani kendi güzel bilincinizin sonsuza dek sürmesini mi arzu
ediyorsunuz? Bu arsızlık değil mi? Hıristiyan sabrını da aşan bir sabırla size şimdiye kadar
katlandıkları gibi sonsuza dek katlanacak olan bütün diğer şeyleri düşünmüyor musunuz? Ya
da onlara sonsuz bir huzur vereceğinizi mi sanıyorsunuz? Bir tek ölümsüz insan, dünyadaki
her şeyi ona duyulan usanç sayesinde genel ölüm ve intihar hiddetine sokmak için yeterli
olurdu! Ve siz dünyalılar birkaç bin dakikacık zamanınızın kavramcıklarıyla ebedi ve ezeli
varlığa ebediyen sıkıntı vermek istiyorsunuz! Bundan daha usandırıcı bir şey var mı! —
Sonuç olarak: Yetmiş yaşındaki bir yaratığa karşı yumuşak olalım! — Kendi “ebedi can
sıkıntısını” betimlemede fantezisini yeterince kullanamadı, — zamanı yoktu!
212.
İnsan Kendini Nereden Tanır — Bir hayvan bir diğerini görür görmez, kafasında kendini
onunla ölçer; ve insanlar da vahşi çağlarda öyle yaparlardı. Bundan da anlaşılıyor ki, her insan
kendini hemen hemen sadece savunma ve saldırı gücü bakımından tanır.
213.
Amaca Uymayan Yaşamın İnsanları. — Kimileri öyle bir malzemeden yapılmışlar ki, toplum
onlardan şunu veya bunu yapmakta serbesttir: Bunlar her koşulda kendilerini iyi hissedip
başarısız bir yaşamdan şikayetçi olmayacaklardır. Öbürleri özel bir malzemeden yapılmışlar...
bundan dolayı malzemenin özellikle asil olmasına gerek yok, sadece nadir olması yeterli,
sadece kendilerini kötü olarak hissetmemeleri durumu hariç, kendi amaçlarına göre yaşayacak
kadar: — bunu yapamadıkları diğer bütün durumlarda toplum zarar görür. Çünkü kişi,
kendine yanlış, başarısız yaşam olarak görünen her şeyi, bütün bezginlik, kötürümlük,
hastalık, hırçınlık ve hırs yükünü toplumun omuzlarına yükler... ve böylece etrafında kötü,
bunaltıcı bir hava oluşturur ve, en uygun durumda bir yağmur bulutu meydana gelir.
214.
Ne Hoşgörüsü? — Siz ıstırabınız sonucunda insanlara ve şeylere kötülük edince, size karşı
hoşgörülü olmamızı istiyorsunuz ve acı çekiyorsunuz! Ama bizim hoşgörümüzde ne var!

77


Oysa siz kendiniz için daha dikkatli olmanız gerekirdi! İnsanın derdini böyle tazmin etmesi,
dahası kendi kararına zarar verilmesi güzel bir tarz! Bir şeye kara çalarsanız intikamınız
kendinize döner; bununla kendi gözünüzü bulandırıyorsunuz, başkalarınınkini değil:
Kendinizi yanlış ve eğri görmeye alıştırıyorsunuz!

215.
Kurbanlıkların Ahlakı. — “Kendini coşkuyla teslim etmek”, “kendi kendini kurban etmek”...
bunlar ahlakınızın madde başlıklarıdır ve söylediğiniz “şeyi dürüstçe söylediğinize” içtenlikle
inanıyorum: Ancak, eğer sizin “dürüstlüğünüz” böyle bir ahlakla kol kola giderse, ben sizi
sizden daha iyi tanırım. Aynı ahlakın tepesinden aşağıya, kendine hakim olma, katılık, itaat
isteyen öbür makul ahlaka bakıp onu herhalde bencil diye nitelendiriyorsunuz, ve mutlaka! —
Eğer o hoşunuza gitmezse kendinize karşı dürüst oluyorsunuz... hoşunuza gitmemek zorunda!
Çünkü kendinizi coşkuyla feda ederek ve kendinizi kurban ederek, kendinizi, adadığınız o
kudretli ile, bu ister tanrı olsun, ister insan, bir olma düşüncesinin sarhoşluğunun tadını
çıkarıyorsunuz: Yine bir kurbanla üretilen gücün duygusu içinde kendinizden geçiyorsunuz.
işin gerçeği kendinizin kendinize sadece kendinizi kurban eder görünüyor olmasıdır,
kendinizi daha çok düşüncelerde tanrılara dönüştürüyor ve kendinizin bu şekliyle tadını
çıkarıyorsunuz. Bu zevkten yola çıkarak hesaplanınca: — Size o itaatin, görevin, akılcılığın
“bencil” ahlakı nasıl da zayıf ve zavallı görünür: O hoşunuza gitmez, çünkü burada gerçekten
kurban ve teslim olunması gerekli, sizin sandığınız gibi kurban olanın kendini tanrıya
dönüştürdüğünü sanmaksızın. Kısaca, siz sarhoşluk ve aşırılık istiyorsunuz ve aşağıladığınız
ahlak, parmağını coşku ve aşırılığa karşı kaldırıyor... onun sizde hoşnutsuzluk yarattığına
kesinlikle inanıyorum!
216.
Kötü İnsanlar ve Müzik. — Mutlak güven içinde bulunan aşkın tam mutluluğu çok kötümser,
kötü ve asık suratlı olanlardan başka insanlara nasip olmasın mı? Çünkü bunlar onda
ruhlarının müthiş, hiçbir zaman inanılmayan ve inanılır olmayan istisnasının tadını çıkarırlar!
Günün birinde geriye kalan bütün gizli ve açık yaşama zıt olan sınırsız, rüya gibi duygu
üzerlerine gelir: Sanki şahane bir bilmece ve mucize, altın pırıltılı, sözcüklere ve resimlerle
betimlenmesi olanaksız. Mutlak güven insanı dilsiz yapar; evet, bu mutlu dilsizliğin
kendisinde bir ıstırap ve zulüm var, işte bu yüzden böyle mutluluğun bastırdığı ruhlar genelde
müziğe başka ve daha iyi kimselerin hepsinden daha çok minnettar olurlar: Çünkü renkli bir
dumanın içinden bakıp işitir gibi müzik sayesinde aşklarının sanki daha uzak, duygulu ve
sıkıntısız olduğunu görüp işitirler; müzik onlar için olağanüstü durumlarını seyredebilmek ve
bakışını bir tür yabancılaşmayla ve iç rahatlığıyla yaşamanın tek çaresidir. Her aşık olan
kimse müzik dinleyince şunları düşünür: “Benden bahsediyor, benim yerime konuşuyor, her
şeyi biliyor!”
217.
Sanatçı. — Almanlar sanatçı sayesinde bir tür hayal edilen tutkuya erişmek istiyorlar;
İtalyanlar onun sayesinde gerçek tutkularını rahatlatmak istiyorlar; Fransızlar onun sayesinde
yargılarını kanıtlamak ve konuşma konuları için fırsat yaratmak istiyorlar. Artık insaflı
olalım!
218.
Zayıflıkların Sanatçı Olarak Ayarlanması. — Eğer mutlaka zayıflıklarımızın olması
gerekiyorsa ve onları sonunda bağlı olduğumuz yasalar olarak tanımak zorundaysak, o zaman
herkese en azından zayıflıkları karşısında erdemlerini gösterecek ve zayıflıkları sayesinde bizi
erdemlerini özlemle isteyecek duruma getirmeyi bilecek kadar sanatsal güç dilerim: Bunu,

78


çok ender olarak büyük müzisyenler yapmıştır. Beethoven’in müziğinde kaba, hep haklılık
iddia eden, sabırsız bir ses ne kadar da sık görülür, Mozart’ta kalp ve tini birazla yetinmek
zorunda olan alçakgönüllü kimselerin neşesi, Richard Wagner’de en sabırlı kişinin bile
neşesini kaçıran zangırdayan ve bezginlik veren bir huzursuzluk var: Ama tam bu noktada
gücüne geri döner ve diğerleri için de aynı şey söz konusudur; zayıflıkları ile ilişkili olarak
onların hepsi içimizde erdemlerine karşı hırs uyandırıp müziksel ruhun, müziksel güzelliğin,
müziksel iyiliğin tınlayan her damlası için on kat daha duygulu bir damak zevki verdiler.

219.
Kendini Aşağılamadaki Aldanma. — Akılsızlığınla yakınına derin bir acı verip telafisi
olanaksız bir mutluluğu yok ettin... ve şimdi ona gitmek için kibrini bastırıyorsun, onun
önünde kendi haysiyetini kırıyorsun, akılsızlığını onun önünde aşağılayıp bu katı, senin için
aşırı rahatsız edici olaydan sonra aslında her şeyin tekrar yoluna girdiğini sanıyorsun... senin
şerefe ilişkin gönüllü kaybının başkalarının mutluluktaki zorunlu kaybıyla dengeleştiğini
sanıyorsun: Yücelmiş olarak yürüyor ve erdeminin de onarılmış olduğu duygusuyla oradan
ayrılıyorsun. Oysa diğeri hala derin acılar içindedir ve senin akılsız olmanın ve bunu
söylemenin onu teselli edecek bir yanı yok, kendini onun önünde aşağıladığın zaman, ona
fırlattığın utangaç bakışını, senin yüzünden oluşan yeni bir yara gibi anımsıyor... ama öç
almayı düşünmüyor ve seninle onun arasında bir şeyin denkleştirilebileceğini anlamıyor.
Aslında bu olayı kendi önünde ve kendin için oynadın: Bir tanık davet ettin bunun için, bunu
da kendin için yaptın, onun için değil... kendini aldatma!
220.
Onur ve Korkaklık. — Törenler, makam ve rütbe kıyafetleri, ciddi tavırlar, vakur bakışlar,
yavaş yürüme tarzı, üstü kapalı konuşma ve onur denen her şey aslında korkak kimselerin
olduklarından başka türlü görünme biçimidir... amaçları insanları korkutmaktır (kendi
kendilerini ya da temsil ettiklerini). Korkusuzların, yani her zaman ve kuşkusuz korkunç olan
kimselerin, onur ve törene ihtiyaçları yoktur, dürüstlüğe adeta söz ve davranışlarıyla saygınlık
kazandırırlar ve onun korkaklıklarının bilincinde olmalarının göstergesi olarak daha çok
saygınlığını kaybettirirler.
221.
Kurbanın Ahlaklılığı. — Kendini fedakarlığa göre ölçen ahlak kısmı vahşilik basamağındadır.
Akıl ruha karşı zor ve kanlı bir utkuya ancak ulaşmıştır, yenilmesi gereken güçlü karşı
dürtüler mevcuttur; yamyam tanrıların istediği kurbanlarda olduğu gibi bir vahşet olmazsa bu
utku kazanılamaz.
222.
Fanatizm Ne Zaman Arzu Edilir — Uyuşuk doğalar sadece fanatikleştirmek suretiyle
coşturulabilir.
223.
Korkutan Göz. — Sanatçıları, şairleri ve yazarları hiçbir şey, küçük aldatmalarını gören, sık
sık ya masum zevke, ya coşkuya sürükleyen kavşakta durduklarını sonradan algılayan; azı çok
gibi satmak istediklerinde, kendileri yüce olmadan yüceltmeyi ve süslemeyi denediklerinde
tekrar inceleyen; düşünceyi önlerinde ilk durduğu gibi sanatlarının bütün hilelerinin içinden
gören, belki de büyüleyici bir ışık demeti gibi, ama belki de bütün dünyaya karşı yapılmış bir
hırsızlık olarak, düşünce onlardan bir şey yapacağı yerde, onlar düşünceden bir şey elde
etmek için genişletmek, kısaltmak, betimlemek, sargılamak, baharat ekmek zorunda oldukları
günlük düşünce olarak gören gözden daha çok korkutmaz... ah, o göz yok mu, o sizin bütün

79


tedirginliğinizi, etrafı tamahkar bir şekilde gözetmenizi ve hırsınızı, öykünmenizi ve üstün
gelmenizi (bu sadece kıskanç bir öykünmedir) eserlerinizde fark eden, utançtan
kızarmışlığınızı tıpkı bu kızarmışlığı gizleyen ve kendi önünüzde başka türlü anlamlandıran
sanatınızı tanıdığı gibi tanıyan göz.

224.
Yakınımızın Mutsuzluğundaki “Hafifletici” Şey. — O bir felakete maruz kalmıştır ve hal
böyle iken “merhametli kimseler” gelip ona uğradığı felaketi ayrıntılı bir şekilde anlatırlar...
sonunda tatmin olmuş ve hafiflemiş olarak giderler: Felaketzedenin duyduğu dehşete güya
kendi dehşetleriymiş gibi sevinip, güzel bir öğleden sonra geçirmişlerdir.
225.
Hızla Aşağılanmanın Çaresi. — Çok ve hızlı konuşan bir insan saygımızı tanıştıktan çok kısa
süre sonra ve anlaşılır konuşsa bile olağanüstü bir şekilde yitirir.., sadece can sıkıcı olduğu
ölçüde değil, bunun da çok ötesinde. Çünkü biz onun ne kadar çok insanın canını sıktığını
tahmin ederiz ve buna, bıraktığı hoşnutsuzluğu ve üstelik ona hor görmemiz gerektiği şartını
ekleriz.
226.
Ünlü Kimselerle İlişkiler Hakkında. — A: Ama neden bu büyük adamdan sakınıyorsun? — B:
Onu yanlış anlamak istemiyorum! Hatalarımız birbirlerine katlanmıyorlar: Ben miyobum ve
şüpheciyim, ve o taklit elmaslarını hakikiymiş gibi takıyor.
227.
Zincire Vurulmuş Kimse. — Zincire vurulmuş bütün ruhlara karşı dikkatli olun! Örneğin
yazgılarını küçük, havasız bir çevreye bağlayan ve orada yaşlanan akıllı kadınlara karşı. Gerçi
tembel tembel ve güneşte yarı kör görünüşte yatar görünürler, ama her yabancı adımda, her
umulmayan anda ısırmak için yerlerinden fırlarlar; köpek kulübelerinden aşırılan her şeyden
intikam alırlar.
228.
Övgüdeki İntikam. — Burada bir sayfa dolusu yazılmış övgü var, ve siz ona yüzeysel
diyorsunuz: Ama intikamın bu övgüde gizli olduğunu tahmin ederseniz, onu neredeyse çok
ince düşünülmüş olarak bulur ve küçük cesur çizgi ve şekil zenginliğiyle çok keyiflenirsiniz.
İnsanın kendisi değil, intikamı öyle ince, zengin ve keşfedicidir; kendisi bunların çok azının
farkına varır.
229.
Gurur — Ah, siz işkence edilen kimsenin işkenceden sonra hücreye sırlarıyla birlikte geri
getirildiği zamanki duygusunu bilmezsiniz! — Sırlarını dişleriyle hala sıkı sıkıya tutmaktadır.
İnsani gururun nağarası hakkında ne bilirsiniz ki!
230.
“Yararcı“. — Ahlaksal şeylerle ilgili duygular şimdilerde öyle karışık ki, kimi insanlar için
bir ahlak, yararlılığı ile ispatlanırken, kimileri için yararlılığı ile çürütülüyor.
231.
Alman Erdemi Üzerine. — Eğer bir halk basit olanı kötü, basit adamı kötü adam olarak
değerlendirdiği zaman, zevki ne kadar bozulmuş, itibarlı insanlar, sınıflar, kostümler, ihtişam

80


ve haşmet karşısında ne kadar köleleşmiş olur! İnsanın Almanların ahlaksal mağrurluğuna
karşı hep “kötü” sözcüğünü koyması gerekir, başka hiçbir şey değil!

232.
Bir Bilimsel Tartışmadan. — A: Dostum sesiniz kısıldı! — B: Öyleyse tezim çürütüldü. Artık
bu konuda konuşmayalım.
233.
“Vicdanlılar”. — En koyu vicdanlılığa en çok değer veren insanların ne tür insanlar olduğuna
dikkat ettiniz mi? Birçok acınacak duygular içinde olduklarının bilincinde olan, kendileri
hakkında korkulu şeyler düşünen, başkalarından korkan ve içlerini mümkün olduğunca
gizlemek isteyen insanlar.., bunlar, başkalarının onlardan sert ve katı etki sayesinde alacakları
(özellikle altları) vicdanlılığın sertliğiyle ve görevin katılığıyla kendi kendilerini etkilemek
isterler.
234.
Şöhret Karşısındaki Çekingenlik. — A: Birisinin şöhretten kaçınması, birisinin kendisini
övene bile bile hakaret etmesi, birisinin kendi hakkında söylenenleri övülmekten
hoşlanmadığı için duymaktan çekinmesi — ister inanın ister inanmayın — bunlara
rastlanıyor, bunlar gerçekte oluyor! —B: Bunlara inanıyorum, bunlar var! Sadece biraz sabır,
mağrur asilzade!
235.
Teşekkürü Geri Çevirmek. — İnsan bir ricayı rahatça geri çevirebilir, ama bir teşekkürü asla
geri çeviremez (veya aynı şey demek olan onu soğuk ve geleneksel şekilde kabul etmek).
Böyle yapmak çok derinden yaralar... ama neden?
236.
Ceza. — Garip bir şey, bizim ceza anlayışımız! Suçluyu aklamıyor, bir suçun cezasının
çekilmesi değil: Tam tersine, suçun kirlettiğinden daha çok kirletiyor.
237.
Parti Sıkıntısı. — Hemen hemen her partide gülünç, ama tehlikesiz olmayan bir hüzün var:
Bunun sıkıntısını, yıllar boyu sadık, dürüst ve şerefle partinin düşüncesini savunan ve
birdenbire günün birinde borazanın çok daha güçlü kimselerin eline geçtiğini fark edenler
çekerler. Dillerinin susturulmasına nasıl katlanacaklar? O halde sesleri yükselecek, bu arada
yeni seslerle birlikte.
238.
Zarafete Yönelik Çaba. — Eğer güçlü bir karakter vahşet eğilimi göstermiyorsa ve her zaman
kendisi tarafından işgal edilmemişse, o zaman elinde olmadan zarafet yönünde çaba sarf
eder... bu onun göstergesidir. Buna karşın zayıf karakterler kekremsi hükümleri severler...
insanları aşağılayan kahramanlarla, varlığın dini veya felsefi karalayıcılarıyla arkadaşlık
kurar, ya da kendilerini katı törelerin ya da utanç verici “yaşam mesleğinin” arkasına çekerler:
Böylece kendilerine bir karakter ve bir tür güç edinmeyi denerler. Bunu da ellerinde olmadan
yaparlar.
239.
Ahlakçılara Duyumsatma. — Müzisyenlerimiz büyük bir keşifte bulundular: Onların
sanatında da ilginç çirkinlik mümkün! Kendilerini, sarhoş gibi açılan bu çirkinlik okyanusuna

81


rahatça bırakıyorlar ve şimdiye dek müzik yapmak böylesine kolay olmamıştı. İlk kez şimdi
üzerinde altın ve zümrüt parıltılı güzel müziğin küçük ışık şeridi bulunan genel koyu renk bir
fon kazanıldı; ilk kez şimdi dinleyici ye daha sonra bir anlık dinlenme ile mutluluk duygusu
vermek için, bunun müziğin değerlendirilmesinde olumlu katkısı bulunuyor, onu galeyana
getirmeye, kızdırmaya ve nefes nefese bırakmaya cesaret edilebiliyor. Karşıtlık keşfedildi. İlk
kez şimdi en güçlü duygulanımlar mümkün oluyor... ve ucuz: Artık kimse iyi müzik
istemiyor. Ama acele edin! Her sanat için bu keşfi yaptıktan sonra kısa bir zaman kalıyor. —
Ah, keşke düşünürlerimiz, müzisyenlerimizin ruhlarını müzikleri aracılığı ile dinleyecek
kulaklara sahip olsalardı! Samimi insanı kötü eylemdeyken ve bu eylemin suçsuzluğunda
yakalamak için böyle bir fırsatın tekrar gelmesi ne kadar beklenecek! Çünkü
müzisyenlerimizin kendi hikayelerini ruhun çirkinleştirilmesinin hikayesini, müziğe
aktardıklarından haberleri bile yok. Vaktiyle iyi müzisyen neredeyse sanatı uğruna iyi insan
olmak zorun daydı... Ya şimdi!

240.
Tiyatronun Ahlakı Üzerine. — Her kim Shakespeare’in tiyatrosunun ahlaksal etki yaptığını ve
Macbeth’in bakışının karşı konulamaz şekilde hırsın yarattığı kötülükten çekip çıkardığını
düşünüyorsa, yanılıyor: Ve Shakespeare’in de böyle duyumsadığını düşünüyorsa bir kez daha
yanılıyor. Her kim gerçekten azgın bir hırsa kapılmışsa, onun imgesini zevkle seyreder; ve
eğer kahraman tutkusundan dolayı mahvolursa, işte bu, bu zevkin sıcak çorbasındaki en acı
baharattır. Peki şair başka türlü mü duyumsamıştır? Onun yarattığı haris, büyük suç anında
kesinlikle alçakça değil, büyük bir haşmetle koşar yoluna! Ancak o andan itibaren “şeytani”
bir şekilde cezp edip, benzer doğaları öykünsünler diye tahrik eder... şeytaninin anlamı burada
şudur: çıkarın ve yaşamın aleyhine, bir düşüncenin ve dürtünün lehine. Tristan ile Isolde’nin
ölerek zina konusunda ders verdiklerine inanıyor musunuz? Bu, şairi ters anlamak olur:
Kimileri, özellikle Shakespeare gibi olanlar, tutkuların bizzat kendisine aşıktırlar, ölüm
hazırlayıcı ruhsal hallerine değil: — Bu ruhsal hallerde kalp, yaşama bir damlanın bardağa
bağlılığından daha sıkı bağlı değil. Shakespeare kadar Sofokles de suçu ve onun kötü
sonucunu istemez; (Ayaks’da, Filoktet’de Odipus’da): Anılan durumlarda, suçun oyunun
kaldıracı yapılması çok kolayken, bundan kaçınıldı. Trajedi şairi yaşamla ilgili imgeleriyle
aynı şekilde yaşama karşı pek taraf tutmaz! Daha ziyade bağırır: “Bu heyecanlandırıcı,
değişken, tehlikeli, hüzünlü ve sık sık güneş gibi kızgın varoluş, bütün tahriklerin
tahrikçisidir! Yaşamak bir serüvendir... onun içinde o partiyi de bu partiyi de alsan hep aynı
karakteri muhafaza edecektir.” — Böylelikle huzursuz ve güçlü bir çağın içinden haykırır, bu
çağ kan ve enerjiyle ağzına kadar dolu olduğundan dolayı kısmen sarhoş, ve sağırdır...
bizimkinden daha kötü bir çağın içinden seslenir: Bundan dolayı Shakespeare’in oyununun
amacını önce kendimize açıklamaya ve haklı göstermeye mecburuz, yani onu anlamamaya.
241.
Korku ve Zeka. — Deride meydana gelen siyah renk değişiminin nedeninin ışığın etkisinde
aranmaması gerektiği bugün büyük bir kesinlikle iddia ediliyorsa ve bu iddia doğru ise, o
zaman bu, sık sık ve binlerce yıl süren öfke nöbetlerinin en son etkisi olabilir mi acaba (deri
altında meydana gelen kan basıncı)? Daha zeki olan öteki ırklarda ise aynı şekilde sık sık
dehşete düşme ve sararma, sonuçta beyaz cildin oluşmasını sağlamış olamaz mı? — Çünkü
korkaklığın derecesi zeka ölçüsüdür: Ve kendini kör öfkeye kaptırmak, hayvanlığın çok
yakında olduğunun ve kendisini tekrar kabul ettirmek istediğinin bir belirtisidir. —
Kahverengi — boz insanın belki de ilk rengidir... maymunsu ve ayı gibi bir şey, tam da
uygun.
242.

82


Bağımsızlık. — Bağımsızlık (en alçak dozda “düşünce özgürlüğü” denir) tahakküm
tutkununun sonunda kabul ettiği feragat biçimidir... uzun süre hükmedeceği bir şey arayan ve
sonunda kendisinden başka hiçbir şey bulamayan kimsenin.

243.
İki Yön. — Aynanın kendisine bakmayı denersek, sonunda onun üzerindeki şeyden başka
hiçbir şey bulamayız. Şeyleri tutmak istersek sonunda yine aynanın üzerinden başka hiçbir
şeye ulaşmayız. — Bu, kelimenin en genel anlamıyla bilginin tarihidir.
244.
Gerçek Karşısında Duyulan Sevinç. — Gerçek olan şeyden şimdiki sevinç duyma eğilimimiz,
bu hemen hemen hepimizde var, sadece uzun süre ve bıkkınlık verecek derecede gerçek
olmayana sevinmiş olmamızla açıklanabilir. Aslında bu eğilime şimdi ortaya çıkışşekliyle,
istemeden ve rafine olmadan, düşündürücü değildir denemez... en az tehlikesi zevksizliğidir.
245.
Güç Duygusurıurı İnceliği. — Napoleon kötü konuştuğu için kendine kızar ve bu konuda
kendini kandırmazdı. Ama hiçbir fırsatı tepmeyen ve ince zeka daha kurnaz olan tahakküm
hırsı onu konuştuğundan daha da kötü konuşmaya sevk etti. Böylece kızgınlığından intikam
aldı (Güçlü oldukları için bütün duygulanımlarını kıskanıyordu) ve otokratik keyfinin tadını
çıkardı. Bundan sonra, kulakların ve kendini dinleyenlerin karar vermeleri bakımından bu
keyfin tadını bir kez daha çıkardı: Sanki onlara böyle konuşmak her zaman yeterince iyi
gelirmiş gibi. Evet, en yüksek otoritenin şimşek ve gök gürültüsü sayesinde — bu otorite güç
ve dehanın birlikteliğinde bulunur — kararı karıştırıp tadı yanlış yola sürüklediği için
düşüncelerinde gizliden gizliye sevinç duydu; oysa ikisi de onda kötü konuştuğu konusunda
merhametsiz ve gururla hakikate bağlıydılar. — Napoleon, mükemmel bir şekilde
düşünülmüş ve tasarlanmış bir dürtü tipi olarak antik devir insanlığına aittir: Karakteristik
özellikleri — bir güdünün ya da daha az sayıda güdünün basit yapımı ve keşfedici işlenişi ve
değişimi — kolayca fark edilecek durumdadır.
246.
Aristoteles ve Evlilik. — Büyük dehaların çocuklarında çılgınlık ortaya çıkar, büyük erdem
sahibi olanların çocuklarında ahmaklık... diye belirtir Aristoteles. Bunu söylerken sıra dışı
insanları evliliğe davet mi ediyordu?
247.
Kötü Mizacın Kökeni. — Bazı insanların mizacında bulunan adaletsizlikle maymun iştahlılık,
onların düzensizlikleri ve ölçüsüzlükleri, sayısız mantıksal belirsizliklerin, hataların ve
aceleye gelmiş çıkarımların sonuçlarıdır; bu durumlarının kabahati atalarınındır. Buna karşın
iyi mizaçlı insanlar düşünceli ve köklü soylardan gelirler, aklı ön plana çıkarmışlardır... iyi
amaçlar için mi, yoksa kötü amaçlar için mi olduğu pek mesele edilmez.
248.
Görev Olarak İkiyüzlülük. — İyilik, en fazla iyiliği arar görünen ikiyüzlülükle geliştirildi:
Büyük gücün bulunduğu her yerde bu tür bir ikiyüzlülüğün gerekliliği anlayışla karşılandı...
emniyet ve güven telkin eder ve fiziksel gücün gerçek toplamını yüz kat artırır. Yalan iyiliğin
annesi değilse de süt annesidir. Keza dürüstlük, en çok dürüst ve namuslu görünme isteğiyle
geliştirildi: kalıtımsal soyluluklarda. İkiyüzlülüğün sürekli uygulanmasından sonuçta karakter
ortaya çıkar: İkiyüzlülük sonunda kendisini yok eder, ve organlar ve içgüdüler riyakar
bahçesinin hemen hemen beklenmeyen meyveleridir.

83


249.
Hiç Yalnız Kalmış Olan Var Mı! — Korkak, yalnız olmanın ne demek olduğunu bilmez:
Sandalyesinin arkasında bir düşman vardır hep. — Ah, keşke birisi bize yalnızlık denilen o
güzel duyguyu anlatabilse!
250.
Gece ve Müzik. — Korkunun organı olan kulak, kendisini sadece geceleyin ve orman ile
mağaraların alaca karanlığında böyle fazla geliştirebildi, korkakların yaşam tarzına göre, yani
şimdiye değin var olmuş en uzun insan çağına göre: Aydınlıkta kulağa pek ihtiyaç duyulmaz.
Bundan dolayı müzik, bir gece ve alacakaranlık sanatı olma özelliği taşır.
251.
Stoasal. — Stoacının, kendinin değişmesini bizzat öngördüğü törenden sıkılmış hissettiğinde
özel bir neşesi vardır, bu sırada hükmeden kimse olarak zevk alır.
252.
Düşün! — Cezalandırılan kimse artık eylemi yapan kimse değildir. O hep günah tekesidir.
253.
Görünüş. —Berbat! Berbat! İnsanın en iyi, en sağlam bir şekilde ispatlaması gereken şey
görünüştür. Çünkü birçok kimsede onu görecek göz yoktur. Ama ispatlamak öylesine sıkıcı
ki!
254.
Vaktinden Önce Yapanlar — Şair doğalarda temayüz eden, ama tehlikeli de olan yaratıcı
fantezileridir: Olacak ve olabilir şeyi önceden yapan, önceden tadını çıkaran, önceden acı
çeken ve olayın ve eylemin son anında önceden yorgun olan kimsedir. Bunu çok iyi bilen
Lord Byron günlüğüne şöyle yazmıştı: “Eğer bir oğlum olursa öyle tümüyle sıradan birisi
olsun — hukukçu ya da korsan.”
255.
Müzik Üzerine Konuşma. — A: Bu müzik için ne diyorsunuz? — B: Beni çok etkiledi,
söyleyecek hiçbir şeyim yok. Dinle! Şimdi yeniden başladı. A: Daha da iyi. Bu sefer biz onu
etkilemeye bakalım. Bu müzik hakkında bir iki kelime söyleyebilir miyim? Size belki ilk
duyuşunuzda görmek istemeyeceğiniz bir oyun da gösterebilir miyim? — B: Elbette! İki
kulağım var ve gerekirse daha da fazlası. Bana iyice yaklaşın! — A: Onun bize söylemek
istediği bu değil; şimdiye kadar bize sadece, bir şey söyleyeceğinin, şimdi bu hareketlerle
anlattığı gibi, duyulmamış bir şey anlatacağının sözünü verdi. Çünkü hareketler bunlar. Nasıl
ki işmar eder! doğrulur! kollarını açar! Ve şimdi ona gerilimin en yüksek anı gelmiş
gözüküyor: İki fanfar daha ve konusuna giriyor; muhteşem ve donanmış, değerli taşların
şangırdaması gibi. Güzel bir kadın mı o? Ya da güzel bir at mı? Yeter, büyülenmiş olarak
etrafına bakınıyor, çünkü hayranlığın bakışlarını toplaması lazım... ancak şimdi konusu tam
olarak hoşuna gidiyor, şimdi yaratıcı oluyor, yeni ve cesur vuruşları göze alıyor. Konusunu
nasıl da geliştiriyor! Ah! Dikkat edin... onun sadece nasıl süsleneceğini değil, nasıl
boyanacağını da biliyor! Evet, sağlığın renginin ne olduğunu biliyor, onu göstermeyi biliyor..,
kendi hakkındaki bilgisi konusunda düşündüğümden daha iyidir. Ve şimdi dinleyicilerini ikna
ettiğine inanmış; düşüncelerini dünyadaki en önemli şeylermiş gibi tanıtıyor; sanki bu dünya
için çok iyi şeylermiş gibi, utanmadan parmağı ile konusuna işaret ediyor. — Hah nasıl da
kuruntulu! Yoruluruz diye ödü kopuyor! Böylece melodilerini şekerlemelerin içine

84


boşaltıyor... hatta şimdi, bizi heyecanlandırmak ve tekrar etkisi altına almak için kaba
duygularımıza hitap ediyor. Dinleyin, şiddetli ve gümbürdeyen ritimlerin ilkel güçlerini nasıl
hayal ettiriyor! Ve şimdi, bu güçlerin bizi kavradığını, sıktığını ve neredeyse ezdiğini fark
edince, konusunu tekrar elemanların oyununa karıştırmaya ve bizi yarı baygın ve sarsılmışlar
olarak ikna etmeye cüret ediyor, onun harika konusu bizi etkileyerek baygın ve sarsılmış hale
getirmiş. Ve bundan böyle dinleyiciler ona inanıyorlar: Konu çalınır çalınmaz, o sarsıcı ilkel
etkiyi anımsıyorlar... bu anımsama şimdi konuya iyi geliyor, — şimdi artık o “şeytani”
olmuştur! Ruhu ne kadar da iyi tanır! Bir sokak hatibinin sanatıyla bize hükmediyor. — Ama
müzik susuyor! — B: Bunu yapması iyi! Çünkü sizi dinlemeye artık katlanamıyorum! Bir kez
sizin tarzınızda gerçeği bilmektense, on kez aldatılmayı seve seve kabul ederim! — A: Benim
sizden duymak istediğim de buydu. En iyiler şimdi sizin olduğunuz gibidir: Aldatılmaktan
memnunsunuz! Kaba ve şehvetin tahrik ettiği kulaklarla geliyorsunuz; dinlemeye ilişkin sanat
vicdanını yanınızda getirmiyorsunuz, samimiyetinizin en duyarlı bölümünü yolda fırlatıp
attınız! Ve bunu yapmakla sanatı ve sanatçıyı bozuyorsunuz! Her alkışladığınız ve tezahürat
ettiğiniz zaman, avuçlarınızda sanatçının vicdanı var... ve eğer suçsuz müzikle suçlu müziği
birbirinden ayırmadığınızın farkına varırlarsa, eyvahlar olsun! Gerçekten “iyi” ve “kötü”
müziği kastetmiyorum... her iki türde de, ondan da bundan da var! Ama ben tümüyle kendini
düşünen, kendine inanan, kendini düşündüğü için dünyayı unutan müziğe suçsuz müzik
diyorum... yapa yalnız olmanın kendiliğinden çınlaması, kendi hakkında kendisi ile konuşan
ve dışarıda dinleyenin ve kulak kesilenin, etkilerin ve yanlış anlamaların ve başarısızlıkların
bulunduğunu bilmeyen yalnızlık. — Son olarak: Biraz önce dinlediğimiz müzik tam da bu
nadir ve soylu türden, ve onunla ilgili size söylediğim her şey yalandı... dilerseniz benim
kötülüğümü bağışlayın! — B: Ooo, yani siz de mi bu müziği seviyorsunuz? O zaman
günahlarınızın birçoğu bağışlandı demektir!

256.
Kötülerin Mutluluğu. — Bu sessiz, kederli, kötü insanların sizin tartışma konusu
yapamayacağınız bir şeyleri, dolce far niente’den gelen nadir ve garip zevkleri var, bir akşam
ve gurup vakti huzuru, bunu sadece tutkuların çok sık parçaladığı, hırpaladığı, zehirlediği bir
kalp bilir.
257.
İçimizde Mevcut Sözcükler: — Düşüncelerimizi elimizdeki kelimelerle ifade ederiz hep. Ya
da, bütün bir şüphemi ifade etmek için: Her an elimizin altında sadece düşüncemizi aşağı
yukarı ifade edecek kelimeler var.
258.
Köpeğe Dalkavukluk Etmek. — Bu köpeğin tüyleri bir kez okşanır: Derhal çatırdayıp
kıvılcımlar saçar, başka dalkavuklar gibi... ve kendi tarzında akıllıdır. Neden ona o haliyle
katlanmayalım!
259.
Eskinin Methiyecisi. — “Şimdi gerçeği bilmesine ve onu söyleyebilecek durumda olmasına
rağmen, benimle ilgili konuşmuyor. Ama bu kulağa bir intikam gibi gelebilirdi... ve o gerçeğe
o kadar büyük saygı gösteriyordu ki; o saygıdeğer adam!”
260.
Bağımlının Muskası. — Kim kaçınılmaz olarak bir efendiye bağımlıysa, korku saçıp
efendisini kontrol altında tutacak bir şeyi olmalı: Örneğin dürüstlük ya da temiz kalplilik ya
da keskin bir dil.

85


261.
Neden Böylesine Yüce! — Ah, bu hayvanları tanıyorum! Tabi ki kendi kendinin daha çok
hoşuna gider, “bir tanrı gibi” iki ayağının üzerinde yürürse.. . ama tekrar dört ayağının üzerine
düşerse, benim daha çok hoşuma gider: Bu onu mukayese edilmez şekilde doğal gösteriyor!
262.
Güç Şeytanı. — Zorunluluk değil, hırs değil... hayır, güce karşı duyulan tutku insanların
şeytanıdır. Onlara her şey verilsin: sağlık, yiyecek, barınak, eğlence... yine de mutsuz ve
huysuzdurlar ve öyle de kalırlar: Çünkü şeytan bekler bekler ve sonunda tatmin olmak ister.
Her şeyini al, yeter ki bu insanları tatmin et: Hemen hemen mutlu olurlar.., insanların ve
şeytanların mutlu olacakları kadar. Ama ben bunları neden tekrarlıyorum ki? Luther bunları
çoktan söyledi, hem de benden daha da iyi, şu dizelerde: “Bizim canımızı, malımızı,
şerefimizi, çocuğumuzu ve karımızı alın: Bırakın oraya gidelim.., ama imparatorluk bize
kalsın!” Evet! Evet! “imparatorluk”!
263.
Somut ve Canlı Çelişki. — Deha denilen şeyde psikolojik bir çelişki bulunur: Bir yandan
birçok vahşi, düzensiz, keyfi devinimleri, öte yandan devinimlerin yüksek amaca yönelik
birçok etkinlikleri var.., bu sırada o, her iki devinimi de yan yana ve iç içe, ama yetecek kadar
sıklıkta da karşı karşıya gösteren bir aynaya benzer. Bu bakışın bir sonucu olarak sık sık
mutsuz olur ve eğer kendisini iyi hissederse, eğer yaratıyorsa, öyle yapar, çünkü özellikle
şimdi yüksek amaçlı etkinlikle fantastik ve akıl dışı bir şey yaptığını unutur (bu bütün
sanatlarda böyledir)... mutlaka yapılması gerekir.
264.
Yanılmayı İstemek. — İyi sezişli kıskanç insanlar kendilerini üstün hissedebilmek için
rakiplerini iyi tanımayı istemezler.
265.
Tiyatronun Bir Zamanı Var — Eğer bir halkın fantezisi zayıflarsa, içinde, söylencelerini
sahnede sergileme hevesi doğar: Şimdi bu fantezinin gelişi güzel yedek parçalarına tahammül
eder. — Ama epik ozanın ait olduğu çağ için tiyatro ve kahraman olarak giyinmiş oyuncu,
fanteziye kanat olmak yerine ayak bağı olur: çok yakın, çok belirgin, çok ağır, çok az düş ve
kuş uçuşu var onda.
266.
Zarafetsiz. — Onun zarafet eksikliği var ve bunu biliyor: Ah, ama bunu maskelemeyi nasıl da
iyi biliyor! Katı erdemle, mahzun bakışla, insanlara ve varoluşa karşı var sayılan
kötümserlikle, kaba saba jestlerle, daha uygar yaşam tarzını aşağılanmayla, heyecanlı anlatım
ve isteklerle, utanmaz alaycı felsefeyle... evet her zaman eksikliğinin hep bilincindedir ve bu
haliyle karakter haline gelmiştir.
267.
Neden Böylesine Gururlu! — Asil bir karakter kötü bir karakterden birçok alışkanlığı ve bakış
açısını elinde tutmaması ile ayrılır; ikinci karakter bunlara sahiptir: Ona bunlar bir rastlantı
sonucu miras kalmamış, eğitimle de verilmemiştir.
268.

86


Konuşmacının Açmazı. — Atina’da dinleyicileri, konuşma biçimiyle itmeden ya da konudan
uzaklaştırmadan kendi tarafına çekmek ne kadar zordu! Böyle yazmak Fransa’da şimdi de ne
kadar zor!

269.
Hastalar ve Sanat. — Her çeşit üzüntüye ve ruhsal sıkıntıya karşı ilk önce perhizi
değiştirmeyi ve bedenen ağır iş yapmayı denemek gerekir. Ama insanlar bu durumda teskin
edici çarelere başvurmaya alışıktır: Örneğin sanata... kendilerine ve sanata zarar
vermektedirler! Siz, hasta olarak sanat istediğiniz zaman, sanatçıları hasta ettiğinizi fark
etmiyor musunuz?
270.
Apaçık Hoşgörü. — Bunlar bilim hakkında ve bilim için söylenmiş iyi, iltifatlı, makul sözler,
ama! Ama! sizin bu hoşgörünüzün arkasında bilime karşıtlık görüyorum! Her şeye rağmen
kalbinizin köşesinde onun sizin için gerekli olmadığını, onu geçerli kılmanızın, hatta onun
koruyucusu olmanızın alicenaplığınız olduğunu düşünüyorsunuz, üstelik bilim sizin
fikirlerinize aynı alicenaplığı göstermezken! Bu tür hoşgörü uygulaması yapmaya hakkınız
olmadığını biliyor musunuz? Küstah bir rahibin ya da sanatçının yaptığı bu lütufkar
hareketlerin açık bir alay olarak bilimin haysiyetiyle hoyratça oynamak olduğunu biliyor
musunuz? Neyin hakiki ve gerçek olduğu konusunda keskin bir vicdana sahip değilsiniz,
bilimin duyumsamalarınızla ters düşmesi size acı verip işkence etmiyor, bilgiye duyulan
ihtiraslı özlemi kendiniz için bir yasa haline getirmemişsiniz, onu bilginin bulunduğu her
yerde dikkatle bakmak için ve bilinen hiçbir şey kaçmasın diye görevli saymak ihtiyacı
duymuyorsunuz. Bu kadar hoşgörülü davrandığınız şeyin ne olduğunu bilmiyorsunuz! Ve
sadece onu tanımadığınızdan dolayı böyle iyi yürekli tavırlar takınmayı başarıyorsunuz! Siz,
aslında siz öfkeli ve fanatik bir şekilde bakardınız, eğer bilim kendi gözleriyle bir kez
yüzünüze ışık saçsaydı! — Yani sizin hoşgörü göstermeniz... bir hayalete karşı, bizi ne
ilgilendirir! Ve bize karşı bile değil! Ve bizim neyimiz var!
271.
Şenlik Havası. — En ateşli bir şekilde kudret peşinde koşan insanların kendilerini galip
hissetmeleri tarif edilemeyecek kadar hoşlarına gider! Bir girdaba batar gibi birdenbire ve
derin bir duygunun içine batmak! — Dizginleri elden kaçırmak ve nereye gittiğini kimsenin
bilmediği bir hareketi seyretmek! Kimdir, nedir bize bu hizmeti yapan... bu büyük bir
hizmettir: Öylesine mutlu ve nefes nefeseyiz, ve dünyanın tam ortasındaymış gibi etrafımızda
istisnai bir sessizlik hissediyoruz. Bir defa tümden güçsüz! Kökensel güçlerin oyun topu! Bu
mutluluk içinde bir gevşeme, büyük bir yükü sırtından atma, kör bir yerçekimi gibi çabasız
aşağıya yuvarlanma var. Bu hedefi yukarıda olan, ama yolda çok yorulmaktan bir kez
uyuyakalan ve ters yöne gitmenin mutluluğunun — yani zahmet etmeden aşağı yuvarlanmanın
-- rüyasını gören dağcının düşüdür. — Mutluluğu bizim şimdiki tahrik olmuş, kudrete susamış
Avrupa ve Amerika toplumlarını düşündüğüm gibi betimliyorum. Arada sırada bir kez
güçsüzlüğe tekrar geri dönmek istiyorlar... bu zevk onlara savaşlar, sanatlar, dinler, dehalar
veriyor. Eğer insan kendisini bir kez geçici olarak her şeyi yutan ve ezen etkiye bırakırsa, bu
modern şenlik havasıdır! — Sonra insan tekrar daha özgür, daha zinde, daha soğuk, daha sert
olur ve yorulmadan karşı yöne doğru çaba sarf etmeye devam eder: güce doğru.
272.
Irkın Arınması. — Muhtemelen saf ırk yoktur, tersine, saflaşmış ırklar var ve bu da çok ender
görülür. Normal olan melezleşmiş ırklardır, bunlarda vücut şekillerinin uyumsuzluğu yanında
(örneğin göz ve ağız uymuyorsa) alışkanlıkların ve değer kavramlarının uyumsuzluğu da hep

87


vardır. (Livingstone birinin şöyle dediğini duymuş: “Tanrı beyaz ve siyah insanları yaratmış,
ama şeytan kırma ırkları yaratmış.“) Melez ırklar her zaman aynı zamanda melez kültürler,
melez ahlaklar demektir: Onlar genellikle daha kötü, daha vahşi ve daha huzursuzdurlar.
Saflık, sayısız uyumların, emilmelerin ve kopmaların nihai sonucudur ve bir ırkta saflığa
doğru gelişme kendini mevcut gücün münferiden seçilmiş işlevlerle daha çok kısıtlanmasında
gösterir, oysa daha önce çok fazla ve birbirleriyle çelişen şeylerle meşgul olmak zorundaydı:
Böyle bir kısıtlama aynı zamanda daima bir fakirleşme gibi görünecek ve dikkatli ve hassas
bir şekilde değerlendirilmek isteyecektir. Ama sonunda saflaşma uygulaması başarılınca ,
eskiden uyumsuzluk kavgalarında yitirilen güç, bütün organizmanın emrine hazırdır: Bundan
dolayı saflaşmış ırklar hep daha güçlü ve daha güzel olmuşlardır. — Yunanlılar bize
saflaşmış ırkın ve kültürün örneğini sunarlar: İnşallah, günün birinde saf bir Avrupalıırk ve
kültür de başarılır.

273.
Övgü. — Burada seni övmek isteyen birisinin varlığı dikkatini çekiyor. Dudaklarını
ısırıyorsun, kalbin sıkışıyor: Keşke bu kötü yazgı defolup gitse! Ama gitmiyor, geliyor! Yani
methiyecinin tatlı utanmazlığını içiyor, tiksintiyi ve övgüsünün özüne duyduğumuz derin
küçümsemeyi yeniyor, yüzümüzü minnettarlık sevinciyle kırıştırıyoruz! — O bize iyilik
yapmak istedi ya! Ve bunlar olduktan sonra onun kendisini çok yüce hissettiğini biliyoruz,
bize karşı üstünlük kazandı... evet kendi kendine de üstünlük kazandı, köpek! — Çünkü bu
övgüyü dile getirmesi, kendisi için de kolay değildi.
274.
İnsan Hakkı ve Ayrıcalığı. — Biz insanlar, başarısız olduğumuz zaman, başarısız bir cümleyi
siler gibi kendi kendini silip atan tek yaratığız... bunu ister insanlığın şerefi için yapalım, ister
ona duyulan merhametten, ister kendimize karşı duyduğumuz antipatiden dolayı.
275.
Değişen Kişi. — Şimdi o sadece başkalarına acı çektirmek için erdemli olacak. Ona o kadar
çok bakmayın!
276.
Ne Kadar Sık! Ne Kadar Umulmadık! — Ne kadar çok evli erkek genç zevcelerinin usanç
verici olduğu sabahı yaşamış ve bunun tersine inanmıştır! Vücutları istekli, ama akılları zayıf
olan kadınlardan hiç söz edilmiyor.
277.
Soğuk ve Sıcak Erdemler — Duygusuz yüreklilik ve sarsılmazlık olarak cesaret ile ateşli, yarı
kör yiğitlik olarak cesaret, — her ikisine de aynı ad veriliyor! Oysa soğuk erdemler sıcak
erdemlerden ne kadar farklıdır! Ve eğer birisi kalkıp da “iyi olmak” sadece sıcak erdemi
uygulamakla olur deseydi deli olması gerekirdi: Ve sadece soğuğu öngörmek isteyen kimse
de en az onun kadar deli sayılırdı! Gerçek ise, insanlığın sıcak ve soğuk cesareti çok faydalı
bulmuş olmasıdır, ama öte yandan, onu iki renk altında değerli taşlardan saymak için
yeterince çaba göstermediğidir.
278.
Bağlayıcı Bellek. — Yüksek mevkide oturan birisinin kendisine bağlayıcı bir bellek edinmesi
iyi olur; yani insanların yaptığı her iyi şeye dikkat etmeli ve bunların altını çizmeli: Böylece
insan onları hoş bir bağımlılıkla elde tutmuş olur. İnsan kendisine de aynı şekilde muamele
edebilir: Bağlayıcı bir belleğe sahip olup olmadığına nihai olarak kendi kendine karşı tutumu,

88


kendi hevesleri ve niyetlerinin gözlemlenmesi sırasındaki kibarlığı, iyiliği ya da kötümserliği
ve son olarak bizzat hevesleri ve niyetlerinin tarzı karar verir.

279.
Sanatçı Olacağımız Yer — Her kim kendine birisini idol yaparsa, onu idealleştirmek suretiyle
kendini kendine karşı haklı çıkarmayı dener; vicdanen rahat olmak için bu işlemle sanatçı
olur. Eğer acı çekerse bilmediği için değil, sanki bilmiyormuş gibi kendini kandırdı için acı
çeker. — Böyle bir insanın iç sıkıntısı ve keyfi — ve bütün tutkulu aşıklar buna dahildir —
bilinen kovalarla boşaltılamaz.
280.
Çocukça. — Her kim çocuk gibi yaşar... yani ekmeği için mücadele etmez ve eylemlerinin
nihai bir önemi olduğuna inanmazsa, bir çocuk olarak kalır.
281.
Her Şeye Sahip Olmak İsteyen Ben. — Öyle görünüyor ki, insan, esasen sadece sahip olmak
için eylemde bulunur: En azından, bütün geçmiş eylemlere, sanki bunlarla bir şeye sahip
olmuşuz gibi bakan düşüncelerin dili (“Ben konuştum, uğraştım, yendim”: bu, ben sözümün,
mücadelemin, utkumun sahibiyim demektir) bu izlenimi veriyor. insan burada ne kadar
açgözlü görünüyor! Geçmişi bile elinden kaçırmak istemeyip, onu da sahiplenmek istiyor!
282.
Güzellikteki Tehlike. — Bu kadın güzel ve akıllı: Ah, ama güzel olmasaydı, çok daha akıllı
olurdu!
283.
Ev Huzuru ile Ruh Huzuru. — Normal ruh halimiz, yaşadığımız çevrenin ruh haline bağlıdır.
284.
Yeni Şeyi Eski Olarak İleri Sürmek. — Pek çok kimse, bir haber anlatılınca, sinirlenmiş
görünür. Haberi önce kim bilirse, ona üstünlük verdiğini duyumsar.
285.
Ben Nerede Bitiyor? — Pek çok kimse bildiği bir şeyi sanki bu bilgi kendi malıymış gibi
koruması altına alır. Benlik duygusunun, sahip olma isteğinin sınırı yoktur: Büyük adamlar,
sanki bütün zaman onların arkasındaymış ve onlar bu uzun gövdenin başıymış gibi
konuşurlar; ve iyi kadınlar çocuklarının, elbiselerinin, köpeğinin, hekiminin, şehrinin
güzelliğini kendi itibarlarına bağlarlar, sadece “Ben her şeyim”, demeye cesaret edemezler.
Chi non ha, non é... derler Italya’da.
286.
Ev ve Saray Hayvanları ile Akrabaları. — Başlangıçtan beri en azgın düşmanları olarak
aralarında bulunmuş olan ve son olarak zayıflamış ve sakatlanmış kurbanlarına karşı ince
duygular beslediği iddiasını taşıyan bir yaratık tarafından bitkilere ve hayvanlara karşı
duygusallık göstermek gibi tiksindirici bir şey var mı? Bu tür “karakter” karşısında insana her
şeyden önce ciddiyet yakışır, eğer o diğer bakımdan düşünen bir insansa.
287.
İki Arkadaş. — Arkadaştılar, ama arkadaşlıkları bitti ve her ikisi de karşılıklı olarak
arkadaşlıklarını sona erdirdiler: Birisi çok yanlış tanıdığına inandığı için, öteki çok iyi

89


tanıdığına inandığı için.., ve her ikisi de yanıldı! — Çünkü ikisi de kendini yeterince
tanımıyordu.

292.
Soyluların Komedisi — Asil ve candan samimiyeti başaramayan insanlar, asil doğalarını
çekingenlik, sertlik ve samimiyeti belirli bir horlanma ile bulmayı denerler: Sanki güçlü itimat
duyguları kendini göstermekten utanırmış gibi.
289.
Erdeme Karşı Bir Şey Söylenemeyecek Yer — Korkaklar arasında cesurluğa karşı bir şey
söylemek, kötü bir yankı yapıp aşağılama etkisi uyandırır; ve eğer merhamete karşı bir şey
söylenirse, saygısız insanlar öfkelenir.
290.
Savurganlık. — Sinirli ve aniden parlayan doğaların ilk sözleri ve hareketleri genellikle
gerçek karakterleri için belirleyici değildir (olaylarla ortaya çıkarlar ve sanki olayların
ruhunun öykünmesidir), ama bunlar bir kez söylenip yapıldıkları için, sonradan gelen gerçek
karakter belirleyici sözleri ve eylemleri çoğunlukla denkleştirmede ya da yeniden...
iyileştirme ya da unutturmada kaybolup gitmek zorundadır.
291.
Küstahlık — Küstahlık rol yapan ve riyakar bir gururdur; ama rol, riyakarlık ve ikiyüzlülük
edemeyip istememek esasen gurura özgüdür... bu bakımdan küstahlık ikiyüzlülük yapmadaki
yeteneksizliğin ikiyüzlülüğüdür, çok zor ve genellikle başarılamayan bir şey. Ama, genellikle
olduğu gibi, bu esnada kendini ele verdiğini varsayarsak, o zaman küstahı üç tür uygunsuzluk
bekler: Bizi aldatmak istediği için ona öfkeleniriz ve kendisini bizden üstün göstermek
istediği için öfkeleniriz... ve nihayet her ikisinde de başarısız olduğu için ona güleriz. Yani
küstahlık hiç de tavsiye edilir bir şey değil!
292.
Bir Tür Yanlış Anlama. — Bir kimseyi konuşurken dinlerken sık sık bir tek sessiz harfin
(örneğin bir r’nin) tınlaması hislerinin dürüstlüğü hakkında kuşku uyandırmaya yeterlidir: Bu
sese biz alışık değiliz ve onu keyfi olarak yapmak zorunda olsak... kulağımızda “yapaylığı”
çınlar. Burada en kaba yanlış anlama alanındayız. Ve aynı şey herkesin alışkın olmadığı
alışkanlıklara sahip bir yazarın üslubu için de geçerlidir. Üslubunun “doğallığı” sadece
kendisi tarafından duyumsanır; ve kendisinin bizzat “yapay” olarak hissettiği şey, belki de
hoşuna gider ve güven uyandırır, çünkü onunla bir kez modaya ve “iyi zevk” denilen şeye
taviz vermiştir.
293.
Minnettar — Bir nebze minnettarlık duygusu ve dindarlık çok fazla: — insan bir ayıp gibi
bunun sıkıntısını çekip, bütün bağımsızlığıyla ve dürüstlüğüyle vicdan huzursuzluğu içine
girer.
294.
Azizler — Kadınlardan kaçıp vücutlarına işkence yapmak zorunda olan insanlar, en şehvani
insanlardır.
295.

90


Hizmet Etmenin Özgürlüğü. — Hizmet etmenin büyük sanatı içinde kendini kontrol
edemeyen hırslı bir kimseye hizmet etmek, en hassas görevlerden biridir; bu kimse aslında her
şeyde en bencil kimsedir, ama öyle görünmek istemez (Bu özellikle hırslı oluşunun bir
parçasıdır), her şey onun keyfine göre olmalı ve sanki o kendini feda ediyormuş ve nadiren
kendisi için bir şey istiyormuş görüntüsü verilmelidir.

296.
Düello. — Eğer mutlaka yapmam gerekirse, dedi birisi, düello yapabilmeyi kendi çıkarıma
görürüm; çünkü etrafımda daima iyi dostlarım var. Düello, intihar etmek için geriye kalan,
tümüyle şeref dolu son yoldur; ne yazık ki dolam baçlı bir yoldur, her zamanda da tam
güvenli değildir.
297.
Zararlı. — Bir genç, en kesin şekilde kendisiyle aynı düşünenlere farklı düşünenlerden fazla
saygı göstermesini öğretmek suretiyle bozulur.
298.
Kahramanlar Kültü ve Fanatikleri. — Eti ve kanı olan bir idealin fanatiği normal olarak hayır
dediği sürece haklıdır ve bunda dehşet vericidir: Reddedilen şeyi kendisini tanıdığı kadar iyi
tanır, basit bir nedenden ötürü, çünkü kendisi oradan gelir, orada evindedir ve oraya tekrar
geri dönmek zorunda kalmaktan gizliden gizliye hep korkar... reddetme şekliyle kendisine
geri dönüşü olanaksız kılmak ister. Ama evet der demez, gözlerini hafif yumarak
idealleştirmeye başlar (Ekseriya evde kalanlara bu yolla sadece acı vermek için yapar); gerçi
bu biraz sanatkarane olarak nitelendirilir... iyi, ama bunda biraz namussuzluk da vardır. Her
kim bir kişiyi idealleştirirse onu kendinden net göremeyeceği kadar uzaklaştırır... ve bunun
üzerine gördüğü şeyi “güzele” çevirerek yorumlar, bu, simetrik, gevşek, belirsiz duruma
çevirmek demektir. Ve şimdi artık uzaklarda ve yükseklerde süzülen idealine tapmak
istediğinden, profanum vulgus’dan korunmak için bir tapınak inşası gerekli olmuştur. Bu
tapınağa, büyülerinin ideale de faydalı olması ve bu besinde büyüyüp sürekli tanrısallaşması
için sahip olduğu bütün saygın ve takdis edilmiş eşyaları taşır. Sonunda gerçekten tanrısını
yapıp bitirir.., ama heyhat! Bunun nasıl olduğunu bilen birisi var, kendi akılcı vicdanı... ve
bunu tamamen bilinçsiz protesto eden birisi var, yani tanrısallaştırılan kişinin kendisi, artık
kült, methiyeler ve tütsüler sonucunda katlanılmaz olur ve anlaşılan iğrenç şekilde kendisinin
tanrı değil, fazlasıyla insan olduğunu ele verir. Bu noktada böyle bir fanatiğe bir tek çıkış yolu
kalır: Kendisine ve benzerlerine kötü davranılmasına sabır göstererek izin verir ve bütün
sefaleti de, in majorem dei gioriam’ (Aslı: ornnia ad maiorem Deigloriam; kısaltılmışı:
admaiorem Dei gioriam: Her şey Tanrının yüce şerefi için. Bir Cizvit söylemi), yeni bir tür
kendini aldatma ve asil yalan ile yorumlar: Kendisine karşı taraf tutar ve hırpalanmış bir
kimse ve bir yorumcu olarak şehitlik gibi bir şey duyumsar... böylece küstahlığın doruğuna
çıkar. — Bu tür insanlar, örneğin Napolyon'un etrafın da yaşıyorlardı: Evet belki de çağımızın
ruhuna aydınlanmanın karşıtı olan “deha” ve “kahramandan” önce romantik yorgunluğu
sokan odur, bir Byron onun karşısında “böyle bir yaratığa karşı kurt” olduğunu söylemekten
utanmamıştır. (Böyle yorgunluğun formülleri o yaşlı kibirli şaşkın ve asık suratlı Thomas
Carlyle tarafından bulundu, İngilizlerin aklını romantik yapmak için uzun bir yaşam boyu
çalıştı: boşuna!)
299.
Kahramanlığın Görünüşü. — Kendini düşmanın içine atmak korkaklığın belirtisi olabilir.
300.

91


Dalkavuklara Karşı Merhametli. — Doyumsuz muhterislerin son akıllılığı, dalkavukların
görünüşünün onlarda uyandırdığı insan aşağılamasını fark ettirmemek ve onlara karşı da
merhametli olmaktır, tıpkı sadece merhametli olmak durumunda olan bir tanrı gibi.

301.
“Karakterli”. — “Söylediğim şeyi yaparım” — bu düşünce tarzı karakterli diye kabul edilir.
Ne kadar çok iş yapıldı, en akıllı seçim oldukları için değil, tersine, aklımıza düştüklerinde bir
tür şeref düşkünlüğümüzü ve kibrimizi tahrik ettikleri için, sonuç olarak onları geçerli kılıp
körü körüne yaptırıyoruz! Böylece bizzat karakterimize ve vicdan huzurumuza, yani genel
olarak gücümüze inanmamızı artırırlar: Bu sırada mümkün olan en akıllı olanın seçimi bize
karşı şüpheyi ve aynı derecede içimizde bir zayıflık duygusunu besler.
302.
Bir Kez, İki Kez ve Üç Kez Doğru! — İnsanlar alabildiğine yalan söylerler, ama sonradan
bunu düşünmezler ve bütünüyle ona inanmazlar.
303.
İnsan Sarrafının Eğlencesi. — Beni tanıdığına inanıyor ve eğer benimle şöyle böyle ilişki
içinde bulunuyorsa, kendisini çok güzel ve önemli hissediyor: Onu hayal kırıklığına
uğratmaktan sakınıyorum. Çünkü o bana şimdi teveccüh gösterirken ben ona bunu bilgili bir
üstünlük duygusu verdiğimden dolayı ödemiş olurum. — Bu da bir başkası: Onu tanıdığımı
düşünmemden korkuyor ve bu arada kendisini aşağılanmış hissediyor. Korkunç ve belirsiz
davranıp, kendisi hakkında beni yanıltmayı deniyor... kendini tekrar benim üzerime çıkarmak
için.
304.
Dünya Tahripçileri. — Bir şey başaramaz; sonunda kızgınlıkla bağırır: “Batsın bütün dünya!”
Bu iğrenç duygu, kıskançlığın doruğa ulaşmasıdır, şu sonucu verir: Ben bir şeye sahip
olamıyorsam, bütün dünya da hiçbir şeye sahip olmasın! bütün dünya hiç olmasın!
305.
Cimrilik. — Satın alışta cimriliğimiz eşyaların ucuzluğu ile artar... niçin? Ufak tefek fiyat
farkları cimriliğin gerçekte küçük gözünü oluşturduğu için mi?
306.
Yunan İdeali. — Yunanlılar Odysseia’nın nesine hayrandılar? Her şeyden önce yalan söyleme
ve kurnaz, korkunç misilleme yeteneğine; olaylarla başa çıkabilmesine; gerekli olursa, en
asilden daha asil görünebilmesine; nasıl olması istenirse öyle olabilmesine; kahramanca
direnç göstermesine; bütün araçları seferber edebilmesine; aklı olmasına — aklı tanrıları
hayran bırakır, onu düşününce gülümserler — Bütün bunlar Yunan idealidir! Bunda en
dikkate değer şey, görünüş ile gerçek karşıtlığının hiç hissedilmemesi ve ahlaksal bakımdan
da hesaba alınmamasıdır. Böyle esaslı tiyatro oyuncuları vardı!
307.
Gerçekler! Evet Gerçekler Kurmacalar! — Bir tarihçinin işi gerçekten meydana gelmiş olan
şeyleri değil, sadece farz edilen olayları ele almaktır: Çünkü sadece bunlar etki yapmışlardır
Aynı şekilde sadece farz edilen kahramanları. Sözümona dünya tarihi olan konusu, farz edilen
eylemler ve onların farz edilen güdüleri hakkında düşünceler olup, tekrar düşüncelere ve
olaylara neden olurlar, ama bunların gerçeklikleri derhal buharlaşır ve sadece buhar olarak
etki eder... anlaşılması olanaksız gerçeğin koyu sisleri hakkında hayaletlerden devamlı bir

92


üreme ve hamile kalma. Bütün tarihçiler, hayalin dışında hiçbir zaman var olmamışşeyleri
anlatırlar.

308.
Ticaretten Anlamamak Asalettir — Erdemlerini sadece en yüksek fiyata satmak, ya da sadece
onlarla tefecilik yapmak, öğretmen, memur, sanatçı olarak... deha ve yetenekten hırdavatçı işi
yapmak olur. İnsan bilgeliği ile bir kez de akıllı olmak istememeli!
309.
Korku ve Aşk. — Korku insan hakkındaki genel bilgiyi aşktan daha fazla teşvik etti, çünkü
korku başkasının kim olduğunu, ne yapabileceğini, ne istediğini tahmin etmek ister: Bu
noktada yanılmak tehlikeli ve aleyhte olur. Bunun tersine, aşkta başkasını mümkün olduğu
kadar güzel görmek ve onu mümkün olduğu kadar yüceltmek için gizli bir içtepi var: Aşk için
bu konuda yanılmak bir zevk ve avantaj olur... ve böyle yapar.
310.
İyi Yürekliler — İyi yürekliler, özlerine atalarının yabancı saldırılar karşısında yaşadıkları
sürekli korku ile ulaşmışlardır... yumuşatıyor, yatıştırıyor, af diliyor, boyun eğiyor, tahrip
ediyor, dalkavukluk ediyor, siniyor, acıyı ve can sıkıntısını gizliyor, özelliklerini derhal
yeniden sakinleştiriyorlardı... ve nihayet bu nazik ve iyi düzenlenmiş mekanizmayı
çocuklarına ve torunlarına miras bırakıyorlardı. Uygun bir ikbal bunları devamlı korkmaktan
alıkoydu. Her şeye rağmen onlar hep aynı aleti çalmaya devam ediyorlar.
311.
Sözümona Ruh. — İnsan için kolay olan ve bunun sonucu olarak memnuniyetle ve zarafetle
yaptığı iç devinimler toplamına ruh denir... eğer kişi iç devinimlerinde zorluk ve sertlik fark
ettirirse, ruhsuz kabul edilir.
312.
Unutulabilir Şeyler — İnsan coşku patlamalarında, rüya fantezilerinde ve çılgınlıkta
kendisinin ve insanlığın tarih öncesini yeniden keşfeder: Vahşi yüz ifadelerinde hayvanlığı;
uygar durumu kendini bu ilk deneyimlerin unutulması, yani belleğin zayıflaması sayesinde
geliştirirken, hafızası yeterince gerilere gider. Her kim yüce türün bir unutkanı olarak bütün
bunlara hep uzak kalmışsa, insanları anlamaz... ama, eğer ötede bende “onları anlamayan”,
sanki tanrısal tohumdan üremiş ve akıldan doğmuş olan kişiler varsa, bu herkesin yararınadır.
313.
Artık Arzu Edilmeyen Arkadaş. — Ümitlerini tatmin edemediğimiz arkadaşın kendimize
düşman olmasını isteriz.
314.
Düşünürler Topluluğundan. — Oluşum okyanusunun ortasında, sandal büyüklüğünde küçük
bir adada uyandık biz serüvenciler ve göçmen kuşlar ve kısa bir süre etrafımıza bakındık:
Mümkün olduğunca hızlı ve meraklı, çünkü bir rüzgar bizi o kadar hızlı alır götürür, ya da bir
dalga adacıktan sürükleyip atar ki, geriye hiçbir şeyimiz kalmaz! Ama burada, bu küçük
mekanda başka göçmen kuşlar bulur, daha eskileri dinleriz... ve böylece neşeli kanat
çırpmalar ve cıvıldaşmalar arasında bilginin ve tahmin etmenin tatlı anını yaşarız, ve
ruhumuzla okyanusa doğru serüvene çıkarız, okyanusunkinden hiç de az olmayan bir gururla.
315.

93


Vazgeçmek. — Malının bir kısmından vazgeçmek, hakkından feragat etmek... sevindirir, eğer
büyük zenginliği gösteriyorsa. Alicenaplığın yeri burasıdır.

316.
Zayıf Tarikatlar — Zayıf kalacaklarını hisseden tarikatlar akıllı taraftarlar yakalamak ve
nicelikte kaybettiklerini nitelikle kapatmak isterler. Bu noktada akıllı insanları hatırı sayılır bir
tehlike beklemektedir.
317.
Akşamın Kararı. — Her kim günlük ve yaşamı boyunca yaptığı iş hakkında düşünürse ve işin
sonuna gelmiş ve yorgunsa, genellikle melankolik bir bakış kazanır: Ama bunun günle ve
yaşamla bir ilgisi yok, tersine, yorgunluktan kaynaklanır. — Uyuma sırasında genellikle
yaşam ve varoluş hakkında karar vermek için vaktimiz yoktur ve zevk alırken de yok: Ama
bir kez iş bu noktaya gelirse, mevcut olan her şeyi güzel bulmak için yedinci günü ve huzuru
bekleyen kimseye hak vermeyiz.., daha iyi olan anı kaçırmıştır.
318.
Sistemcilere Dikkat! — Sistemcilerin bir gösterileri var: Bir sistemi mümkün olduğu kadar
doldurmak istedikleri için, ufkunu yuvarlaklaştırınca, zayıf özelliklerini güçlülerinin tarzında
ortaya çıkartmayı denemek zorunda kalırlar... kusursuz ve benzeri olmayan güçlü doğalar
canlandırmak isterler.
319.
Konukseverlik. — Konukseverliğin adetlerindeki anlam şudur: Yabancıdaki düşmanlığı
etkisiz hale getirmek. Yabancı artık öncelikle düşman olarak duyumsanmadığı anda,
konukseverlik azalır; kötü önkoşulları yeşerdiği ölçüde yeşerir.
320.
Hava Hakkında. — Hiç alışılmamış ve tahmin edilemez bir hava, insanları da birbirlerine
karşı şüpheci yapar; bir de yenileme meraklısı olurlar, çünkü alışkanlıklarından vazgeçmek
zorundadırlar. Bundan dolayı despotlar, havanın ahlaklı olduğu bölgeleri severler.
321.
Masumiyetteki Tehlike. — Masum insanlar her zaman kurban olurlar, çünkü bilgisizlikleri
ölçülülüğü ve ölçüsüzlüğü ayırt etmelerini ve kendilerine karşı vakitli olarak dikkatli
olmalarını engeller. İşte masum, yani bilgisiz genç bayanlar şehvetin yoğun tadına alışırlar ve
sonradan, kocaları hasta ya da vaktinden önce kuvvetten düşerse onun yokluğunu derinden
hissederler; işte, sanki sık sık onlarla ilişkide bulunmak, hak ve kuralmış gibi görünen bu en
zararsız ve inançlı zihniyet, onları sonradan en şiddetli bir şekil de şeytana uymaya ve daha
kötü şeylere meylettiren ihtiyaca sürükler. Ama meseleye tamamen genel olarak bakıp ön
plana çıkarılırsa: Kim tanımadan bir insanı ve bir şeyi severse, görse sevmeyeceği bir şeyin
avı olurdu. Deneyimin, dikkatin ve ölçülü adımların gerekli olduğu her yerde özellikle masum
kimse en ciddi şekilde bozulacaktır, çünkü kör gözlerle tortuyu ve her şeyin en dipteki zehrini
içip bitirmek zorunda kalır. Hükümdarların, kiliselerin, tarikatların, partilerin ve tüzel kişilerin
uygulamalarını düşünün: Her zaman masum kimse en tehlikeli ve rezil durumlarda en tatlı
yem olarak kullanılmaz mı? — tıpkı Odysseia’nın masum Neoptelemos’u yaşlı hasta
münzeviden ve Lemnos’un devinden ok ve yayı hile ile elde etmek için kullandığı gibi. —
Hıristiyanlık dünyayı aşağılayarak bilgisizlikten erdem yarattı, Hıristiyan masumluğu, belki
de bu masumluğun en sık sonucu olması nedeniyle, ima edildiği gibi suç, suç duygusu ve
umutsuzluktur ve bu haliyle cehennem yolu üzerinden cennete götüren erdemdir: Çünkü

94


ancak şimdi Hıristiyan selametinin hüzün içindeki sütunlu kapısı açılabilir, ancak şimdi
sonradan doğan ikinci bir masumluğun vaadi etki eder: — Bu, Hıristiyanlığın en güzel
buluşlarından biridir!

322.
Mümkün Olduğu Kadar Hekimsiz Yaşamak. — Bana öyle geliyor ki, bir hasta, eğer doktoru
varsa, sanki kendi sağlığı ile kendisi ilgilendiği zamandan daha kayıtsızdır. Birinci durumda
emredilen her şeyi yerine getirmede katı davranmak yetiyor; öteki durumda ise bu emirlerin
hedefledikleri şeyi, sağlığımızın üzerinde çok daha samimiyetle duruyor ve kendimize
doktorun emri ile olacaktan çok daha fazla dikkat edip emrederek yasaklıyoruz. — Bütün
kurallar bizi kuralın ardındaki amaçtan çekip daha kayıtsız olma etkisi yaparlar. — Ve
insanlığın kayıtsızlığı nasıl olur da azgınlığa ve tahripkarlığa yükselmiş olabilir, eğer herhangi
bir zaman samimi olarak her şeyi doktorundansa tanrısallığın eline bırakmış olsaydı, “tanrı
nasıl takdir ederse” cümlesine göre!
323.
Göğün Karartılması. — Toplum içinde sanki kol ve bacaklarını çalmışlar gibi davranan
çekingen insanların intikamını biliyor musunuz? Dünyanın her yerinde sinsi sinsi dolaşan,
aşağılanmış Hıristiyan benzeri ruhların intikamı konusunda bir fikriniz var mı? Hep hemen
karar veren ve hep derhal haksız çıkan kimselerin intikamını biliyor musunuz? Günün en
dehşet verici vaktinin onlar için sabah olduğu bütün türlerin ayyaşlarının intikamını biliyor
musunuz? Aynı şekilde, artık sağlıklı olmaya cesareti olmayan hastalıklı ve bezginlerin, bütün
türlerin hasta kimselerinin kinini biliyor musunuz? Bu küçük intikam düşkünlerinin ve
intikam eylemlerinin sayısı korkunçtur; havayı kötülüklerinin fırlattığı oklar ve okçuklar
devamlı vızıldatır, öyle ki, yaşamın güneşi ve göğü böylece kararır... sadece onların değil,
daha fazlasıyla bizim, başkalarının, geri kalanların: Daha da kötüsü çok sık derimizi sıyırması
kalbimizi yırtmasıdır. Güneşi ve göğü sırf bu kadar uzun zaman görmediğimiz için bazen
inkar etmiyor muyuz? O halde: Yalnızlık! Bunun için de yalnızlık!
324.
Tiyatro Oyuncusunun Felsefesi. — Canlandırdıkları tarihi kişileri temsil sırasında olduğu gibi
gerçekte de kendilerini öyle hissetmek, büyük oyuncuyu aşırı derecede mutlu eder... ne var ki,
bu noktada ciddi şekilde yanılıyorlar. Zevkle kehanetçi bir yetenekmiş gibi gösterdikleri taklit
ve tahmin edici güçleri, sadece davranışları, sesleri ve bakışları esasen dış görünümü
açıklamak için harekete geçer; yani büyük bir kahramanın, devlet adamının, savaşçının,
ihtiraslı, kıskanç, umutsuz birinin ruhunun ancak gölgesini yakalarlar, ruhun yakınlarına kadar
dayanırlar, ama nesnelerinin tinine girmeleri mümkün değildir. Herhangi bir durumun özüne
ışık tutmak için düşünürlerin, uzmanların ve profesyonellerin yerine sadece kehanet sahibi
oyunculara ihtiyaç olsaydı, kuşkusuz eğlenceli bir buluş olurdu! Bu tür haddini bilmezlik
sesleri yükseliyorsa, oyuncunun tıpkı ideal bir maymun olduğunu ve o denli maymun ki “öze”
ve “önemli olana” inanacak kapasiteyi hiç de gösteremediğini asla unutmayalım: Onun için
her şey oyundur, söz, davranış, sahne, kulis ve seyirci.
325.
Sıradışı Yaşamak ve İnanmak. — Çağın peygamberi ve mucize adamı olmanın yolu bugün de
eskiden olduğundan farklı değildir: Ayrı yaşamak, az bilgili olmak, biraz düşünce sahibi
olmak, aşırı derecede kibri olmak... nihayet insanlığın biz olmadan ilerleyemeyeceği
düşüncesi bizde yerleşiyor, çünkü biz gayet açık şekilde insanlık olmadan ilerliyoruz. Bu
inanca sahip olur olmaz, içimizde diğer inançları da buluruz. Son olarak ihtiyacı olana bir

95


öğüt (Bu öğüt Wesleye din öğretmeni Böhler tarafından verildi): “Sahip olana dek inancı
öğütle, ve sonra onu, ona sahip olduğun için öğütleyeceksin.”

326.
Kendi Koşullarını Bilmek. — Güçlerimizi tahmin edebiliriz, ama gücümüzü değil. Koşullar
onu bizden sadece gizlemekle ve bize göstermemekle kalmaz... hayır! Onu büyültüp
küçültürler. İnsan kendini değişken bir büyüklük olarak görmeli, büyüklüğün başarı yeteneği,
koşulların elverişli olması halinde belki de bilginin en yükseğine erişebilir: Yani koşullar
üzerine kafa yormalı ve onların gözlemlenmesine kuvvet harcamaktan kaçınmamalı.
327.
Bir Fabel. — Bilginin Don Juanı: O henüz hiçbir filozof ve şair tarafından keşfedilmedi.
Bildiği şeylere karşı sevgi beslemiyor, ama karşı tini, iştahı var, bilgiyi avlamaktan ve
düzenbazlıktan zevk alıyor... bilginin en yüksek ve uzak yıldızlarına kadar gitmekten! — ta ki
sonunda ona bilginin mutlak acı vericisinden başka avlayacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar,
tıpkı ayyaşın sonunda apsent ve kezzap içmesi gibi. Böylece sonunda cehennemi arzular... bu
onu baştan çıkaran son bilgidir. Belki de, bütün bilinenler gibi bu da onu hayal kırıklığına
uğratır! Ve bundan sonra hayal kırıklığına mıhlanıp, bizzat taşlaşmış konuk olarak, kendisine
artık hiç nasip olmayan bilginin akşam yemeğine arzu duyarak sonsuza değin durup kalır! —
Çünkü bütün nesneler dünyasının bu aç insana verecek bir lokması bile yoktur.
328.
İdealist Kuramlar Neyi Öğütler — idealist kuramlara en kesin olarak onları tereddütsüz
uygulayan insanlarda rastlanır; çünkü o kimselerin bu kuramların ışıltısına şöhretleri için
gereksinimleri var. Onu içgüdülerle ele alırlar ve bu esnada hiçbir şekilde riyakar duygular
beslemezler: Tıpkı bir İngiliz’in kendini Hıristiyan oluşuyla ve pazar kutsaması ile riyakar
hissetmediği kadar. Tersine: Fanteziye kaçmamak için kendini kontrol etmek zorunda olan ve
coşkunluğun getireceği ünden kaçınan gamsız yapıda olanlara sadece sert gerçekçi kuramlar
yeterli olur: Onlara aynı içgüdüsel zorlamayla el atarlar ve bu sırada da dürüstlüklerinden
hiçbir şey kaybetmezler.
329.
Neşe Karalayıcılar — Yaşamın derinden yaraladığı insanlar her neşeden kuşku duyarlar,
sanki neşe her zaman çocuksu ve çocukça bir davranışmış ve bir çeşit akılsızlığı ele
veriyormuş gibi, onların görünmesi karşısında insan sadece ölüme yakın bir çocuğun
yatağında hala oyuncaklarıyla oynarken hissettiği acıma ve duygulanma hissediliyormuş gibi
olurmuş. Böyle insanlar güllerin altında gizlenmiş ve saklanmış mezarlar görürler; eğlenceler,
gürültü, neşeli müzik onlara bir kez daha yaşamın coşkusunu höpürdeterek içmek isteyen ağır
hastanın kendini kararlı bir şekilde aldatması gibi görünür. Ama neşe hakkındaki bu yargı,
hastalığın ve yorgunluğun hüzünlü zemininde ışık demetinin yansıyıp kırılmasından başka bir
şey değildir: Kendisi duygulandırıcı, akılsız, merhamet etmeye zorlayan ve hatta çocuğa özgü
ve çocukça bir şeydir, ama yaşlılığı izleyen ve ölümden önceki o ikinci çocukluktan
kaynaklanır.
330.
Henüz Yeterli Değil! — Bir şeyi kanıtlamak yeterli değil, insanı ona ikna etmek ya da onun
düzeyine yükseltmek de gereklidir. Bu yüzden bilen kimse bilgeliğini söylemeyi
öğrenmelidir: bir aptallık gibi sık sık tınlayacak şekilde!
331..


96


Hak ve Sınır — Asketizm duyusal dürtülerini kurutmak isteyen kimseler için doğru düşünce
tarzıdır, çünkü onlar kudurmuş vahşi hayvandırlar. Ama sadece bu kimseler için!

332.
Böbürlenen Tarz. — Kabaran duygularını eserine boşaltamayıp kendini bu yolla
hafifletmeyen, tersine, daha çok kabarma duygusunu göstermek isteyen sanatçının tumturaklı
ve böbürlü tarzı vardır.
333.
“İnsancıllık”. — Hayvanları ahlaksal yaratıklar olarak görmeyiz. Ama siz hayvanların bizi
ahlaksal yaratıklar olarak gördüklerini mi sanıyorsunuz? — Konuşabilen bir hayvan şöyle
demiş: “İnsancıllık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır.”
334.
İyiliksever — İyiliksever iyilik yaptığında gönlünün bir ihtiyacını tatmin etmiş olur. Bu
gereksinim ne denli şiddetliyse, ihtiyacını tatmin etmede kendisine hizmet eden o denli az
düşünür, kabalaşır ve duruma göre hakaret eder. (Bilindiği gibi diğer halklarınkinden daha
ateşli olan Yahudi iyiliği ve merhameti hakkında böyle söylenir.)
335.
Sevgi, Sevgi Olarak Hissedilsin Diye. — Başkalarına karşı sevgi ve iyilik diye adlandırılan
insan dostu tavrı gösterebilmemiz için, kendimize karşı dürüst olmamız ve kendimizi iyi
tanımamız gerekir.
336.
Ne Yapmaya Muktediriz? — Bir adama bütün gün boyunca şımarık ve şeytan ruhlu oğlu
öylesine ıstırap çektirdi ki, adam akşam onu döve döve öldürdü ve dönüp ailesinin geri
kalanına: “Evet, şimdi rahat rahat uyuyabiliriz!” dedi. — Şartların bizi nerelere
sürükleyebileceği konusunda ne biliyoruz!
337.
“Doğal”. En azından hatalarında doğal olabilmek... belki de yapay ve diğer bakımlardan
gösteriş yapan ve kısmen hakiki olan sanatçının son övünmesidir. Böyle bir yaratık bundan
dolayı kendi hatasını mutlaka küstahça ortaya koyacaktır.
338.
Yedek Vicdan. — Bir insan bir başkasının vicdanıdır: Ve bu, eğer o başkasında başka vicdan
yoksa, özellikle önemlidir.
339.
Görevlerin Değişmesi. — Eğer görev zor gelmemeye başlarsa, uzun çalışmalardan sonra zevk
verici hevese ve gereksinim haline dönüşürse, o zaman başkalarının, bizim görevlerimize,
şimdi heveslerimize ilişkin hakları biraz başka türlü olur: Yani bizim için hoş duyumlara
vesile olur. Başkası o andan itibaren haklarından dolayı sevgiye layık olur (önceki saygıdeğer
ve korkutucu olmak yerine). Şimdi onun gücünün alanını kabul edip destek olunca, neşemizi
arıyoruz. Dinginciler Hıristiyanlığı artık yük olarak görmeyip tanrı katında sadece keyif
alınca, “Her şey tanrının şerefi için!” söylemini kabul ettiler: Bu anlamda yaptıkları hiçbir
şey, onlar için artık kurban değildi; bu, “Her şey kendi zevkimiz için!” anlamına geliyordu.
Görevin her zaman biraz can sıkıcı olmasını istemek — Kant’ın yaptığı gibi... onun hiçbir

97


zaman alışkanlık ve töre olmasını istememek demektir: Bu istekte asketik vahşetin küçük bir
kalıntısı gizlidir.

340.
Görünüş Tarihçiye Karşıdır — İnsanların ana rahminden ortaya çıktığı iyi ispatlanmış bir
konudur: Bununla birlikte, yetişkin çocuklar annelerinin yanında durunca, varsayımı çok
saçma olarak gösterebilirler; görünüşü kendine karşıdır.
341.
Yanlış Değerlendirmenin Yararı. — Birisi, çocuklukta melankolik mizacın işveli
şımarıklığına karşı derin bir aşağılama duyduğu için, nasıl bir mizaca sahip olduğu, yaşamının
yarısına kadar kendisinden saklı kaldığını söyledi: yani melankolik olan şey. Bunu mümkün
olan bilgisizliklerin en iyisi diye ilan etti.
342.
Karıştırmayın! — Evet! O meseleye her yanından bakıyor ve siz onun bilgi için doğru adam
olduğunu düşünüyorsunuz. Ama o sadece fiyatı düşürmek istiyor... onu satın almak istiyor!
343.
Sözde Ahlaklı. — Kendinizden memnun olmamayı hiçbir zaman istemiyorsunuz, kendinizin
acı vermesini hiçbir zaman istemiyorsunuz... ve bunu ahlaksal eğiliminiz olarak
nitelendiriyorsunuz! iyi ama, bir başkası, bu sizin korkaklığınızdır, diyebilir. Fakat bir şey
kesindir: Hiçbir zaman dünya (kendinizin olduğu!) çevresinde seyahat edemeyeceksiniz ve
kendi içinizde bir rastlantı, bir bilmece olarak kalacaksınız! Biz başka türlü düşünenlerin,
kendimizi zır delilikten dolayı kendi tenha yerlerimize, bataklıklarımıza ve karlı dağlarımıza
maruz bırakıp, acı ve bıkkınlıkları kendimize sütun tepesinde yaşayan münzeviler gibi
gönüllü olarak seçtiğimizi mi sanıyorsunuz?
344.
Yanılmadaki İncelik. — Eğer söylendiği gibi Homer arada sırada uyuyorduysa, hırslarından
dolayı uyumayan bütün sanatçılarından daha dirayetliydi. İnsan hayranlarına nefes aldırmalı
ki arada sırada eleştirici duruma gelsinler; çünkü hiç kimse kesintisiz parıldayan ve sönmeyen
bir iyiliği kaldıramaz; ve iyilik yapmak yerine, bu tarzın ustası, önümüzden geçerken nefret
edilen sıkı terbiyeci olur.
345.
Mutluluğumuz Lehte ve Aleyhte Olmak İçin Gerekçe Değildir — Pek çok insanın ancak azıcık
mutlu olabilmek için yeteneği var: Bazı insanların tedavi edilmemesi ve bazılarının hep hasta
olması nasıl hekimlik sanatına itiraz değilse onların mutlu olmamaları da bilgeliklerine aynı
derecede itiraz değildir. Herkes iyi bir şansla kendi en yüce mutluluk ölçüsünü
gerçekleştirebileceği yaşam anlayışını bulsun: Bu arada yaşamı hala sefil olup, pek de
kıskanılacak gibi olmayabilir.
346.
Kadın Düşmanları. — “Kadın düşmanımızdır” — kim bir erkek olarak hemcinslerine böyle
söylerse, ondan, sadece kendisinden değil, onun zevk araçlarından da nefret eden başıboş
dürtüsünün sesi duyulur.
347.

98


Konuşmacının Okulu. — Her kim bir yıl boyunca susarsa, gevezelik etmeyi unutup
konuşmayı öğrenir. Pitagorasçılar çağlarının en iyi devlet adamlarıydılar.

348.
Güç Duygusu. — Mutlaka ayrım yapılmalı: Her kim ilk kez güç duygusunu kazanmak
istiyorsa, bütün yolları dener ve onu besleyecek hiçbir gıdayı geri çevirmez. Ama ona sahip
olan kimse çok seçici ve zevk bakımından kibarlaşmıştır; çok ender olarak bir şeyle tatmin
olur.
349.
O Kadar Önemli Değil. — Bir ölüm durumunu seyrettiğimiz zaman içimizde bir düşünce
düzenli şekilde yükselir; genel saygının iddia ettiği gibi ölüm olayı öyle önemli olmadığı ve
ölmekte olan kimsenin yaşamında belki de şimdi yitirmekte olduğundan daha önemli şeyler
yitirmiş olduğu biçimindeki yanlış bir dürüstlük duygusu ile onu, derhal bastırırız. Buradaki
sonuç elbette ki amaç değil.
350.
En iyi Şekilde Nasıl Söz Verilir. — Bir söz verildiği zaman, sözü veren sözcük değil,
sözcüğün arkasında saklı olan şeydir. Evet, sözcükler söz veren kuvvetin bir parçası olan
kuvveti boşaltmak ve kullanmak suretiyle verilen sözü zayıflatırlar. Yani elinizi uzatın ve bu
sırada parmağınızı ağzınıza koyun... böylece en emin vaatleri etmiş olursunuz.
351.
Genellikle Yanlış Anlaşıldı. — Konuşmalarda birisinin, ötekinin içine düşmesi için tuzak
kurduğu fark edilir, sanıldığı gibi kötü niyetten değildir bu, tersine, kişi kendi kurnazlığından
aldığı zevkten ötürü yapar bunu: Başkaları espri hazırlar, öbürleri yapsın diye, ve düğümler
atarlar, öbürleri düğümleri çözsün diye: Sanıldığı gibi iyilikten değil, tersine, ham aklın
kötülüğünden ve hor görmesinden dolayı yapılır.
352.
Merkez. — İnsan birdenbire utanmak durumunda kalırsa, “Ben dünyanın merkeziyim!”
duygusu çok güçlü bir şekil de ortaya çıkar; insan ondan sonra orada uyuşmuş gibi kayalara
vuran dalgaların arasında durur ve kendini sanki büyük bir gözün bakışlarıyla her taraftan
kuşattığını ve nüfuz ederek, gözlerini kamaştırdığını hisseder.
353.
Konuşma Özgürlüğü. — “Dünya paramparça olacak olsa bile, hakikatin söylenmesi gerek!”
— Böyle bağırmıştı yüksek sesle büyük Fichte! — Evet! Evet! Ama insanın hakikate de sahip
olması gerekirdi! — Ama o her şey altüst olacak olsa bile herkesin kendi fikrini söylemesi
gerektiğini düşünüyordu. Bu konuda onunla tartışılabilirdi.
354.
Acı Çekme Cesareti. — Şimdi olduğumuz durumda oldukça fazla keyifsizliğe katlanabiliriz,
midemiz bu ağır yemeğe göre düzenlenmiş. Onsuz, belki de yaşam yemeğini tatsız tuzsuz
bulurduk: Ve acıya katlanmaya hazır olmaksızın bir çok sevinci kaçırmak zorunda kalırdık!
355.
Hayran. — Hayran olmayan kimseleri çarmıha gerer gibi takdir eden kimse partisinin
cellatlarındandır... aynı partiden de olsa ona el uzatmaktan kaçınmak gerekir.

99


356.
Mutluluğun Etkisi. — Mutluluğun ilk etkisi güç duygusudur: Güç kendisini ifade etmek ister,
ister bizzat kendimize karşı, ister başka insanlara karşı, ister düşüncelere ve ister hayal edilen
yaratıklara karşı olsun. Kendini ifade etmenin alışılagelmiş türleri şunlardır: hediye vermek,
alay etmek, tahrip etmek... her üçü de ortak bir temel dürtü ile olur.
357.
Ahlaklı At Sinekleri. — Aşk bilgisi noksan olan ve sadece acının tadını bilen ahlakçılarda
taşralı ruhu ve sıkıcılığı var; onların vahşi olduğu kadar pespaye zevkleri, komşuyu göz
altında tutmak ve çaktırmadan bir iğneyi bu yüzden acı verecek şekilde batırmak. Bu türden
insanların içinde oğlan çocuklarının yaramazlığı arta kalmıştır, canlı ya da ölü bir şeyi
avlamazlarsa, ya da ona kötü davranmazlarsa rahat edemezler.
358.
Nedenler ve Bunların Nedensizlikleri. — Ona karşı antipatin var ve bu antipati için birçok
neden ileri sürüyorsun... ben sadece senin antipatine inanıyorum, nedenlerine değil! Iç
güdüsel olan şeyi, sana ve bana bir akıl çıkarımı olarak sergilemek, kendi kendine iltifattır.
359.
Bir Şeyi Uygun Bulmak. — Evlilik onanır, birincisi henüz bilinmediğinden, ikincisi
alışıldığından, üçüncüsü evlenildiğinden dolayı... bu hemen hemen bütün hallerde böyle
demektir. Ve bununla evliliğin iyi bir şey olduğu hakkında henüz hiçbir şey ispatlanmış
değildir.
360.
Faydacı Değil. — “Çok fazla kötülük ve iftira edilen güç, sadece iyilik edilen güçsüzlükten
daha iyidir.”, — Yunanlılar böyle duyumsuyorlardı. Yani, onlar güç duygusunu her hangi bir
yarardan ya da iyi şöhret sahibi olmaktan daha değerli görüyorlardı.
361.
Çirkin Görünmek. — Yetingenlik kendini güzel görür; ölçüsüzün gözünde haşin ve ruhsuz,
sonuç olarak çirkin gözükmesi onun suçu değildir.
362.
Nefrette Farklılık. — Bazıları sadece kendilerini zayıf ve yorgun hissettikleri zaman nefret
ederler: yoksa insaflı ve göz yuman kimselerdir. Diğerleri sadece intikam olanağı
gördüklerinde nefret ederler: Yoksa kendilerini her şeyden önce gizli ve yüksek sesli öfkeden
korurlar, ve bunun için eğer nedenler varsa, üzerinde durmazlar.
363.
Rastlantının İnsanları. — Her keşifte rastlantı en önemli işi yapar, ama bu rastlantıyla
insanların çoğu karşılaşmaz.
364.
Çevrenin Seçimi. — İnsan kendini ne onurlu şekilde susabildiği, ne önemli fikrini
bildirebildiği, böylece şikayetlerimizin ve ihtiyaçlarımızın ve sıkıntılı halimizin bütün
hikayesi bildirilmek için geriye kaldığı bir çevrede yaşamaktan korusun. Bu sırada insan
kendisinden memnun olmaz, ve bu çevreden memnun olmaz, evet kendini hep şikayet eden
kimse olarak hissetmekten sıkılır, buna bir de bize sızlanan sıkıntı hali eklenir. Ama insan
kendinden bahsetmekten utandığı ve buna ihtiyacı da olmadığı yerde yaşamalıdır. — Ama

100


bunları, böyle şeylerde seçim yapmayı kim düşünür! Yazgısından” söz eder, geniş sırtına
yaslanıp içini çeker: “Ben bedbaht bir atlasım!”

365.
Kibirlilik. — Kibirlilik özgün görünme korkusudur, yani gurur eksikliğidir, ama mutlaka
özgünlük eksikliği değildir.
366.
Suçlunun Derdi. — Yakalanan suçlu olarak işlenen suçtan ötürü değil, yapılan aptallıktan
duyulan sıkıntıdan, ya da utançtan, ya da yaşamda alışılan unsurlardan yoksun kalmaktan
ötürü acı çekilir; bu noktada ikisini ayırmak için ender bulunan bir incelik gerekir.
Hapishanelerde ve tutukevlerinde haşır neşir olan kişi, oralarda şüphesiz ne kadar az “vicdan
azabına” rastlandığına şaşırır: Ama eski kötü sevgili suça duyulan özlem o derece fazladır.
367.
Her Zaman Mutlu Görünmek. — Üçüncü yüzyıl Yunanistan’ında felsefe kamuya açık bir
yarış konusu iken, başka ilkeler doğrultusunda yaşayıp acı çekenlerin kendi mutluluklarına
kızdıkları art düşüncesine sahip olan filozofların sayısı az değildi: Mutlulukları ile onları en
iyi şekilde yendiklerine inanıyorlardı, ve bunun için her zaman mutlu görünmek yeterliydi:
Ama bu arada hep mutlu olmaları gerekiyordu! Örneğin, kiniklerin talihi buydu.
368.
Fazlaca Yanlış Anlamanın Nedeni. — Artan sinir gücünün ahlaklılığı, neşeli ve tedirgindir;
azalan sinir gücünün ahlaklılığı, akşamları ya da hasta ve yaşlılarda ıstıraplı, sakinleştirici,
sabırlı, kederli, hatta çoğunlukla hüzünlüdür. Duruma göre birincisinin ya da ikincisinin
olması, kendimiz de olmayanı anlamamamız demektir, ve biz sık sık onu ahlaksızlık ve
zayıflık olarak yorumlarız.
369.
Kendini Kendi Perişanlığı Üzerine Çıkarmak. — Bunlar kendi onur ve önem duygularını
oluşturabilmek için önce hep kullanabilecekleri ve iğfal edebilecekleri kişilere ihtiyaç duyan
gururlu heriflerdir: Yani güçsüzlük ve korkaklıkları, birisinin önlerinde cezalandırılmadan
kibirli ve kızgın davranışlarda bulunmasına izin verenlerdir! — Nitekim, bir an kendilerini
kendi perişanlıklarının üzerine çıkarmak için çevrelerinin perişanlığına gereksinim duyarlar!
— Bunun için kimisinin köpeğe, bir başkasının arkadaşa, bir üçüncünün karıya, bir
dördüncünün partiye ve çok ender kimselerin de bütün bir çağa ihtiyacı var.
370.
Düşünür Düşmanını Ne Derece Sever — Düşüncelerine karşı düşünülebilecek bir şeyden
hiçbir zaman çekinme, ya da kendine karşı susma! Onu öv! Düşünürün ilk dürüstlüğü budur.
Her gün kendine karşı da savaşmak zorundasın. Utku ve ele geçirilen mücevher artık senin
meselen değil, gerçeğin meselesidir.., ama yenilgin de artık senin meselen değil!
371.
Kuvvetin Kötülüğü. — İhtirastan kaynaklanan şiddet, örneğin kızgınlık sonucu, nefes
tıkanıklığı tehdidini önlemeye yönelik psikolojik bir girişim olarak anlaşılmalıdır. Taşkınlığın
başka insanlara yönelen sayısız eylemi, sert bir adale hareketi ile başlayan ani kan basıncının
türevidir: Ve belki de, “kötünün gücünün” bütün fenomeni bu bakış açısına aittir. (Kötünün
gücü başkalarına bunu düşünmeden acı verir.., kendisini ortaya koymak zorundadır; kötünün
zayıflığı acı vermek ve acının izlerini görmek ister.)

101


372.
Uzmanın Şerefine. — Uzman olmadan birisi yargıç rolünü oynar oynamaz, hemen protesto
edilmelidir: bu kişi ister küçük bir erkek, ister küçük bir kadın olsun. Bir şeye ya da bir insana
meftunluk ve tutkunluk sebep değildir: Onlara karşı duyulan antipati ve nefret de kanıt
değildir.
373.
Haince Eleştiri. — “O insanları tanımıyor”... bu birinin ağzından: “O kötülüğü tanımıyor”,
öbürünün ağzından “O alışılmamışı bilmiyor, kötülüğü çok iyi biliyor”, demektir.
374.
Kurbanın Değeri. — Devletler ve hükümdarların elinden kişileri kurban etme hakkı ne denli
çok alınırsa (yargı ve orduda vb. olduğu gibi), kendini kurban etmenin değeri o denli çok
yükselecektir.
375.
Çok Açık Konuşma. — İnsan değişik nedenlerden ötürü çok net telaffuz ederek konuşabilir:
Birincisi yeni ve fazla konuşulmamış bir dilde konuşulduğundan dolayı kendine karşı
güvensizlikten, ayrıca aptallıklarından ya da anlayışlarının kıt oluşundan ötürü başkalarına
karşı güvensizlikten. Ve aynı şey en tinsel şeylerde de görülür: İfadelerimiz ara sıra aşırı
derecede açık, aşırı derecede özenlidir, çünkü aksi halde bildirimde bulunduğumuz kimseler
bizi anlamazlar. Binaenaleyh kusursuz ve sade bir üslubun sadece yetkin bir dinleyici önünde
yapılmasına izin vardır.
376.
Çok Uyumak. — Eğer insan yorgun ve tok ise canlanmak için ne yapmalı? Birisi
kumarhaneyi, öteki Hıristiyanlığı, üçüncüsü elektriği öneriyor. Ama en iyisi, sevgili
melankoliğim, çok uyumaktır ve öyle de kalacaktır, gerçek ve mecazi olarak! Böylece insan
sabahına tekrar kavuşacaktır! Yaşam bilgeliğindeki marifet, her türlü uykuyu uygun zamana
yerleştirmeyi bilmektir.
377.
Fantastik İdealleri Ne Öğütler — Eksiklerimizin olduğu yerde coşkunluğumuz aşırı dereceye
varır. “Düşmanlarınızı sevin!” coşkulu cümlesini gelmiş geçmiş içleri en çok nefret dolu olan
Yahudiler bulmuş, ve iffetin en güzel methiyesini gençliğinde ahlaksız ve iğrenç bir yaşam
süren kimseler bestelenmiş olmalı.
378.
Temiz El ile Temiz Duvar — İnsan ne tanrıyı ve ne de şeytanı duvara resmetmeli. Bununla
hem duvarını, hem komşuluğunu berbat eder.
379.
Muhtemel Olan ile Muhtemel Olmayan. — Kadının biri gizlice bir erkeği sever, onu yüceltir
ve gizlice yüz kez şöyle der: “Eğer beni böyle bir erkek sevseydi, bu benim için huzurunda
yerde tozlar içinde yatmamı gerektirecek bir lütuf olurdu!” — Ve adam da aynı şekilde
düşünüyordu, ve bu kadınla ilgili olarak kendi kendine gizlice şu düşünceyi söylüyordu.
Nihayet sonunda dilleri çözülüp kalplerinde saklı şeyleri birbirlerine fısıldadıkları zaman, bir
sessizlik oldu ve bazı düşünceler ortaya çıktı. Bunun üzerine kadın donuk bir sesle atıldı:
“Ama her şey çok açık! Biz ikimiz de sevdiğimiz şeyler değiliz! Eğer sen bu söylediğinden

102


başka bir şey değilsen, o zaman kendimi boşuna aşağılayıp seni sevdim; şeytan seni baştan
çıkardığı gibi, beni de baştan çıkardı.“ — Bu çok olası hikaye hiçbir zaman gerçek olmuyor...
neden?

380.
Denenmiş Öğüt. — Bütün teselli araçlarından hiçbiri, teselliye muhtaç olanlara, onların
durumu için teselli yok iddiası kadar iyi gelmez. Bunda onların günün birinde tekrar başlarını
kaldırmalarını ima eden büyük bir farklılaştırma var.
381.
Kendi “Ayrıntılarını” Tanımak. — Genellikle bizi ilk kez gören yabancıların gözünde kendi
kendimizi gördüğümüzden değişik olduğumuzu çok kolay unuturuz: izlenimi belirleyen,
normal olarak göze çarpan bir ayrıntıdan başka bir şey değildir. Böylece en uysal ve ılımlı
insan, sadece büyük bir bıyığı varsa, sanki onun gölgesindeymiş gibi oturup rahat edebilir.
normal gözler onda büyük bir bıyığın aksesuarını görür, yani, askeri, kolayca öfkelenen,
duruma göre şiddete başvuran bir karakter görür. . ve onun karşısında buna göre davranır.
382.
Bahçıvan ile Bahçe. — Nemli, kasvetli günlerden, yalnızlıktan, bize yönelik sevgi içermeyen
sözlerden sonuçlar çıkar içimizde mantar gibi. Sabahın birinde yanımızdalar, nereden
geldiklerini bilmeyiz, hüzünlü ve huysuz bir şekilde bize bakınırlar. Bitkilerinin bahçıvanı
değil, sadece zemini olan düşünüre yazık!
383.
Merhametin Komedisi. — Bir felaketzedenin derdine ortak olmayı çok severiz: Huzurunda
biraz komedi oynarız, düşündüğümüz birçok şeyi ve nasıl düşündüğümüzü ağır bir hastanın
yatağı başındaki doktorun ihtiyatı ile söylemeyiz.
384.
Garip Azizler. — En iyi eserlerine ve etkilerine hiç önem vermeyen ve onlar hakkında
olumsuz konuşan, ya da tanıtan pısırıklar var: Ama bir tür intikamdan dolayı başkalarının
sempatisine de önem vermezler ya da sempatiye hiç inanmazlar; kendi kendilerine tutkun
görünmekten utanırlar ve gülünç olmaktan küstahça zevk alırlar. Bu, melankolik sanatçıların
ruhsal halleridir.
385.
Kibirliler — Biz, başkalarının bize söylediği sözde özelliklerimizi devamlı düzenleyen, örten.
ya da ortaya çıkaran vitrinler gibiyiz... kendimizi kandırmak için.
386.
Coşkulular ile Saflar — İnsanın kendisini coşkulu gösterebileceği hiçbir fırsatı kaçırmaması
çok bayağı bir alışkanlık olabilir: Bunun amacı göğsüne vuran ve kendini zavallı ve küçük
hisseden seyirciyi düşünmekten zevk almaktır. Bu yüzden duygulu durumlarla alay etmek ve
yakışıksız davranmak asil düşüncenin bir göstergesi de olabilir. Fransa'nın eski savaşçı
soylusunun bu tür bir asaleti ve zarafeti vardı.
387.
Evlilikten Önce Bir Düşünme Denemesi. — Varsayalım ki, kadın beni seviyordu, uzun zaman
içinde ne kadar sıkıntı verici olurdu benim için! Ve varsayalım ki, kadın beni sevmiyordu,

103


uzun zaman içinde gerçekten ne kadar sıkıntı verici olurdu benim için! — Konu sadece iki
değişik türden sıkıntı verme ile ilintilidir: — O halde evlenelim!

388.
İyi Vicdanla Yapılan Alçaklık. — Küçük ticarette aşırı kar etmek... bu bazı bölgelerde,
örneğin Tirol'da, hiç de hoş olmuyor, çünkü insan hilekar satıcının, içinde bize karşı doğan
vicdan huzursuzluğunun ve hoyrat düşmanlığının yanında berbat yüzünü ve vahşi hırsını,
üstüne üstlük kötü satın alımla birlikte kabul eder. Buna karşın Venedik'te dolandırıcı başarılı
numarasından dolayı içten sevinç duyar ve dolandırdığı kimseye karşı kesinlikle düşmanca bir
tavır içinde olmaz, hatta eğer keyfi varsa ona hoş bir davranış göstermeye ve özellikle onunla
birlikte gülmeye hazırdır. — Kısaca: Alçaklık için bile zekaya ve vicdan huzuruna sahip
olmak gerekir: Bu, aldatılanı nerede ise hilekarlıkla barıştırır.
389.
Biraz Fazla Ağır — Çok dürüst olup da nazik ve sevimli olmak için biraz fazla ağır insanlar,
bir nezakete derhal ciddi bir hizmetle, ya da güçlerinin katkısıyla cevap vermek isterler. Bir
başkası onlara altın kaplama pfeniglerini verdiğinde kendi altın parçalarını nasıl mahcup bir
şekilde ortaya çıkarıldıklarını görmek etkileyicidir.
390.
Tini Gizlemek. — Birisini, bizden tinini gizlerken yakalarsak ona kötü deriz: yani, güler yüzlü
ve insan dostu oluşunun onu buna ittiğinden şüphelenirsek daha da fazlasını söyleriz.
391.
Kötü An. — Ateşli doğalar sadece bir an yalan söylerler: Sonradan kendi kendilerini
kandırmışlardır, ikna olmuş ve dürüsttürler.
392.
Nezaketin Koşulu. — Nezaket çok iyi bir şeydir ve gerçekten dört ana erdemden biridir
(sonuncusu olsa bile): Ama nezaket yüzünden birbirimizi sıkmamamız için, o esnada kendisi
ile işim olan kimse, benden daha az ya da daha çok nazik olmalıdır... yoksa olduğumuz yerde
kalırız, ve merhem sadece sürülmüş olmakla kalmaz, bizi birbirimize sıkı sıkıya yapıştırır.
393.
Tehlikeli Erdemler — “O hiçbir şeyi unutmaz, ama her şeyi affeder.” — O zaman iki kez
nefret edilir, çünkü belleği ve alicenaplığı ile iki kat utanır.
394.
Kibir Olmaksızın. — Coşkulu insanlar başkalarının düşündüklerini pek düşünmezler,
durumları onları kibrin üzerine çıkarır.
395.
Dalınç. — Bir düşünürde, düşünürün kendi rahat durumunu hep korku durumu takip eder,
ötekinde sürekli ihtiras durumu. Buna göre birincisine rahatlık durumu emniyet duygusu ile
bağıntılı gözükür, diğerine doyma duygusuyla... yani: Birisinin ruh hali bu esnada cesur,
diğerininki bıkkın ve tarafsızdır.
396.
Avda. — Birisi hoş hakikatleri ele geçirmek için avdadır, öbürü:.. hoş olmayanları. Ama
birinci de avdan çok avlanmaktan hoşlanıyor.

104


397.
Eğitim. — Eğitim üremenin bir devamı olup genellikle onun sonradan yapılan bir tür
güzelleştirilmesidir.
398.
Daha Kızgın Olan Kişiyi Nasıl Tanırız. — Birbirleriyle kavga eden, ya da birbirlerini seven,
ya da birbirlerine hayran olan iki kişiden daha kızgın olanı sürekli daha rahatsız konumda
olanıdır. Aynı şey iki halk için de geçerlidir.
399.
Kendini Savunma. — Öyle veya böyle eylemde bulunmak, bazı insanların en temel hakkıdır;
ama kendilerini bu haktan dolayı savunurlarsa, insan onlara inanmaz... ve yanılır.
400.
Ahlaksal Duyarlılık. — Her başarıda utanan ve her başarısızlıkta vicdan azabı çeken nazik
ahlaksal doğalar vardır.
401.
En Tehlikeli Unutma Biçimi. — İnsan başkalarını sevmeyi unutma ile başlayıp, artık
sevileceği bir şeyin kalmaması ile bitirir.
402.
Bu da Bir Hoşgörü. — “Bir dakika süre ile kızgın korlar üzerinde yatmak ve bu esnada biraz
yanmak... bunun insanlara ve kestanelere şimdilik bir zararı yoktur! Ancak bu küçük acılık ve
sertlik, çekirdeğin ne kadar tatlı ve hoş olduğunu doğru şekilde tatmamızı sağlar.” — Evet!
Siz, bundan zevk alanların kararı böyledir! Siz, asil yamyamlar!
403.
Değişik Tarz Gurur — Sevgililerinin kendileri için değeri olmadığını düşündükleri zaman
sararan kadınlardır; sevgilileri için bir değeri olmadığını düşününce sararan erkeklerdir.
Burada bütün kadın ve erkeklerden söz ediliyor. Güvenin ve güç duygusunun insanları olarak
bilinen böyle erkekler hırslandıkları zaman utanıp kendilerinden şüphelenirler; bununla
birlikte böyle kadınlar kendilerini hep zayıf, erkeğe vermeye hazır olarak hissederler, ama
tutkunun istisnai durumunda gururlarını ve güç duygularını gösterirler... “bana kim layıktır?”
diye soran.
404.
Kime Nadiren Adil Olunur? — Bazıları herhangi birisine haksızlık yapmadan iyi ve büyük bir
şeye heves etmez: Bu onun ahlak tarzıdır.
405.
Lüks. — Lükse olan heves bir insanın içine işler: O, içinde ruhunun zevkle yüzdüğü suyun
gereksiz ve fazlalık olduğunu açığa çıkarır.
406.
Ölümsüz Kılmak. — Düşmanını öldürmek isteyen kişi, onu boğabilir, ama onu böylelikle
ebedileştirmez mi acaba.
407.

105


Karakterimize Aykırı. — Söylememiz gereken hakikat karakterimize aykırıysa - bu genellikle
olur - o zaman o sırada sanki kötü yalan söylüyormuşuz gibi davranıp, güvensizlik
uyandırırız.

408.
Nerede Çok Yumuşaklığa İhtiyaç Var — Bazı doğaların sadece ya açıkça suçlu olma, ya da
gizli ıstırap çekme şansı var.
409.
Hastalık. - Hastalıktan şunu anlıyoruz: Yaşlılığın, çirkinliğin ve kötümserliğin zamansız
yaklaşımı; bunlar birbirine bağıntılı olan şeylerdir.
410.
Korkaklar — En kolay katil olanlar, aslında en beceriksiz ve korkak yaratıklardır: Küçük,
amaca uygun savunmadan ya da intikamdan anlamazlar, nefretleri, zeka ve akıl
yoksunluğundan dolayı, yok etmekten başka bir çözüm tanımaz.
411.
Nefret Olmaksızın. — Hırsından kurtulmak mı istiyorsun? Bunu, ona karşı nefret duymadan
yap! Yoksa ikinci bir hırsın olur. — Kendini günahtan arındıran Hıristiyanın ruhu, normal
olarak sonradan günaha karşı duyduğu nefret ile tahrip olur. Büyük Hıristiyanların yüzlerine
bak! Bunlar, içleri aşırı nefretle dolu kimselerin yüzleridir.
412.
Hünerli ve Dar Kafalı. — Kendinden başka hiçbir şeye değer vermez; ve eğer başkalarına
değer vermek isterse, önce onları kendine dönüştürmek zorundadır. İşte o bu noktada
hünerlidir.
413.
Özel ve Toplumsal Davacılar — Her davacıya ve araştırmacıya iyice bak, — bu esnada
karakterini sergiliyor: Doğrusu bu kişinin suçunun peşine düştüğü kurbanınkinden daha kötü
bir karakteri olduğu ender görülen bir durum değildir. Davacı bütün masumiyetiyle bir
cinayetin ve caninin mağduru olan kişinin kendiliğinden iyi karakterli olmak zorunda
olduğunu, ya da iyi olduğunu kabul ediyor... ve kendine böyle yol veriyor, yani: içini dışarı
yansıtıyor.
414.
Gönüllü Körler — Bir kişiye ya da partiye tutkulu, en aşırısına varan adama vardır, bu bizim
gizliden gizliye kendimizi ondan üstün hissettiğimizi ve bu konuda kendimize
öfkelendiğimizi ele verir. Bu yüzden biz gönüllü olarak, gözümüz çok gördü diye kendimizi
cezalandırmak için kör ederiz.
415.
Remedium Amoris (Aşkın ilacı) — Aşka karşı birçok hallerde hala o eski köklü ilaç yardımcı
oluyor: Karşı sevgi.
416.
En Kötü Düşman Nerede? — Kim işini iyi yapıyorsa ve bunun bilincindeyse, düşmanına karşı
genellikle barışçı bir tutum sergiler. Ancak, iyi şeye sahip olduğuna inanmak ve bunu
savunmada maharetli olmadığını bilmek... bu, insanda kendi işinin karşıtına yönelik garazkar

106


ve amansız bir nefret doğurur. — Herkes en kötü düşmanını nerede arayacağını buna göre
hesaplasın!

417.
Tevazuunun Sınırı. — Bazı kimseler, credo quia absurdum est diyen tevazua erişmekte şüphe
etmeyip, akıllarını kurban etmişlerdir: Ama bildiğim kadarıyla hiçbiri ondan sadece bir adım
uzakta olan ve credo quia absurdus sum diyen tevazuya erişmemiştir.
418.
Hakikati Oynamak. — Kimisi samimidir.. ikiyüzlülükten tiksindiği için değil, tersine,
ikiyüzlülüğüne inandırıcılık kazandırmayı çok zor başaracağından dolayı. Kısaca: Oyuncu
olarak yeteneğine güvenmeyip dürüstlüğü tercih ediyor, “hakikati oynamayı”.
419.
Parti Cesareti. — Zavallı koyunlar kılavuzlarına: “Sen hep önde git. Böylece seni takip etme
cesaretini asla yitirmeyeceğiz.” derler. Ama zavallı kılavuz kendi kendine düşünür: “Hep beni
takip edin. Böylece size yol gösterme cesaretini hiçbir zaman yitirmeyeceğim.”
420.
Kurbanlık Hayvanın Kurnazlığı. — İnsanın kendini kurban ettiği birisi hakkında yanılmak
istemesi ve ona arzu ettiğimiz gibi görünmesi için fırsat vermememiz, üzüntü verici bir
kurnazlıktır.
421.
Başkaları Vasıtasıyla. — Başkalarının arasından parıldayarak gözükmekten başka türlü
görünmek istemeyen insanlar var. Ve bunda çok büyük akıllılık var.
422.
Başkalarını Sevindirmek. — Sevindirmek niçin bütün sevinçleri aşar? Çünkü insan bununla
kendi elli dürtüsünü bir seferde sevindirir. Bunlar teker teker küçük sevinçler olabilir: Ancak,
insan bunları bir elde tutarsa, el her zamankinden daha çok dolar... Ve kalp de öyle!
BEŞİNCİ KİTAP

423.
Büyük Suskunlukta. — Burası deniz, burada şehri unutabiliriz. Gerçi Ave Maria'nın çanları
hala gürültü ile çınlamaya devam ediyor... gece ile gündüzün kavşağında ürkütücü ve
budalaca, ama tatlı gürültü... ama sadece bir an! Şimdi her şey susuyor! Deniz orada uzanmış
yatıyor, solgun ve parıltılı; konuşamıyor. Gökyüzü sonsuz ve sessiz akşam oyununu kırmızı,
sarı, yeşil renklerle oynuyor; konuşamıyor. Küçük kayalar ve kaya şeritleri en ıssız yeri
bulmak için denize yuvarlanıyor; bunların hiçbiri konuşamıyor. Aniden üzerimize çöken bu
korkunç sessizlik hem güzel, hem tüyler ürpertici, bu sırada kalp kabarıyor. — Ah, bu sessiz
güzelliğin ikiyüzlülüğü yok mu! Ne kadar iyi konuşabilirdi, istese ne kadar da kötü! Tutulmuş
dili ve çehresindeki acı çeken mutluluğu, senin merhamet duygunla alay etmek için bir hile!
— Öyle olsun! Böyle güçlerin alay konusu olmaktan utanmıyorum. Ama sana acıyorum doğa,
çünkü susmak zorundasın, dilini bağlayan sadece senin kötülüğün de olsa:- Evet sana
kötülüğünden dolayı acıyorum! — Aman, daha da sessiz oluyor ve kalbim bir kez daha
kabarıyor: Yeni bir gerçekten korkuyor, o da konuşamıyor kendisi ile alay ediyor eğer ağız bu
güzelliğe doğru azcık bir şeyler haykırırsa. Kendisi suskunluğunun, tatlı kötülüğünün tadını

107


çıkarıyor. Konuşmaktan, evet düşünmekten nefret ettim. Çünkü her sözcüğün arkasında
hatayı, hayali, cinneti gülerken duymuyor muyum? Merhametimle alay etmeyeyim mi?
Alayımla dalga geçmeyeyim mi? — Ah deniz! Ah akşam! Sizler kötü eğitmenlersiniz!
insanlara insan olmamayı öğretiyorsunuz! İnsan kendini size teslim mi etsin? Şimdi sizin
olduğunuz gibi, soluk, parlak, sessiz, korkunç, kendi üstünde mi dinlensin? Kendini mi
yensin?

424.
Hakikat Kimin İçin Vardır — Şimdiye değin yanılgılar teselli gücü olmuşlardı: Artık insan
bilinen hakikatlerden aynı etkiyi bekliyor, ve bunun için biraz fazla bekledi. Nasıl, eğer
hakikatler bu etkiyi — teselli etkisini — kesinlikle yapmıyorlarsa? — O zaman bu hakikatlere
karşı bir itiraz olmaz mıydı? Bunların acı çeken, sakatlanmış, hasta insanların durumları ile
onlara ister istemez yararlı olacak ortak neleri vardır ki? Bir bitkinin hasta bir insanın
iyileşmesine hiçbir katkısı olmadığı tespit edilirse, bu onun hakikatine karşı bir kanıt olmaz.
Bununla birlikte, eskiden insanın doğanın amacı olduğu kanaati öylesine güçlüydü ki, ister
istemez, bilgi ile de insana tedavi edici ve faydalı olamayan hiçbir şeyin ortaya
çıkarılamadığı, evet, başka bir şeyin olamadığı, olamayacağı kabul ediliyordu. — Belki de
bütün bunlardan, hakikatin bütün ve ilintili olarak sadece aynı zamanda güçlü, iyi niyetli, neşe
ve barış dolu ruhlar için (Aristoteles’de olduğu gibi), aynı şekilde, kuşkusuz yalnızca onu
arayacak yetenekte olan ruhlar için var olduğu önermesi çıkıyor: Çünkü öbürleri akıllarıyla ve
onun özgürlüğü ile ne kadar gururlanırlarsa gururlansınlar, ilacı kendileri için ararlar...
hakikati aramazlar. Bundan dolayı bu diğerleri bilimden çok az gerçek sevinç duyarak onu
soğuklukla, sıkıcılıkla ve insanlık dışı olmakla suçlarlar: Bu hasta kimselerin, sağlıklı
olanların oyunu üzerine verdikleri karardır. — Yunan tanrıları da avutmayı bilmiyorlardı;
nihayet sonunda Yunanlıların hepsi hastalanınca, bu, bu türden tanrıların çöküşüne sebep
oldu.
425.
Biz Sürgündeki Tanrılar! — Kökenleri, benzersizlikleri, amaçları hakkındaki yanılgılarla ve
bu yanılgılara dayanılarak yapılan taleplerle insanlık kendini yüceltti ve defalarca “kendini
aştı”: Ama aynı hatayla sayılamayacak kadar çok acı, karşılıklı zulmetme, şüphelenme, yanlış
anlama ve bireyin daha çok sefaleti bireye ve birey için dünyaya geldi. İnsanlar ahlakları
yüzünden acı çeken yaratıklar oldular: Onlarla satın aldıkları topu topu bir duygudur, sanki
onlar esasen dünya için çok iyi ve önemli imişler ve sadece geçici olarak dünyada
kalıyorlarmış. “Acı çeken mağrur kimse”, şimdilik hala en yüksek insan tipidir.
426.
Düşünürün Renkkörlüğü. — Yunanlılar doğayı ne kadar başka görürlerdi, itiraf edelim, eğer
gözleri mavi ve yeşili görmeyip, birinciyi koyu kahverengi, ikinciyi sarı görseydi (Yani eğer
aynı kelime ile örneğin koyu saçın, peygamber çiçeğinin ve güney denizinin rengini
belirtseydi ve yine aynı sözcükle en yeşil bitkilerin ve insan teninin, balın ve sarı reçinenin
rengini belirtseydi; böylelikle en büyük ressamların dünyalarını sadece siyah, beyaz, kırmızı
ve sarı ile boyadıkları görülürdü)... doğa onlara ne kadar değişik ve insanlara ne kadar çok
yakın görünürdü, çünkü onların gözlerinde insanın renkleri doğada da ağır basmış ve o sanki
insanlığın renk eterinde yüzüyordu! (Mavi ve yeşil doğayı öbür renklerin hepsinden daha
fazla vahşileştiriyor.) Doğa olaylarını tanrı ve yarı tanrı olarak, yani insan vücutlu şekiller
olarak gören Yunanlılara özgü oyunsal rahatlık bu eksiklik üzerine oturup gelişmiştir. — Ama
bu sadece başka bir varsayımın benzetisinden başka bir şey olamaz. Her düşünür dünyasını ve
her şeyi gerçekte olduğundan daha az renkte boyar ve renkleri teker seçemez. Bu sadece bir
eksiklik değil. Bu yakınlaşma ve basitleştirme sayesinde büyük çekiciliği olan ve doğanın

108


zenginleşmesini sağlayabilen renk uyumunu nesnelere uygulanmış olarak görür. Belki de
insanlık, varlığın görünümünden zevk almayı ilk kez bu yolla öğrendi: Bu, onlara varlık önce
bir ya da iki renk tonunda ve böylece ahenkleştirilerek gösterilmek suretiyle yapıldı: Farklı
tonlara geçmezden önce elindeki bu az sayıdaki tonla sanki alıştırma yaptı. Bugün bile
kimileri kısmi bir renk körlüğünden zengin bir görme ve ayırt etmeye doğru çabalıyorlar:
Ama bu süreçte sadece yeni zevkler bulmakla kalmıyor eskilerin birkaçından vaz geçmek ve
onları kaybetmek durumunda kalıyor hep.

427.
Bilimin Güzelleştirilmesi. — Rokoko bahçe sanatı, “doğa çirkin, vahşi ve sıkıcı... onu
güzelleştirmek istiyoruz!” (embellir la nature) duygusundan ortaya çıkmıştı... keza “bilim
çirkin, sıkıcı, çekiciliği yok, fazla zaman istiyor! Onu güzelleştirelim!” duygusundan
defalarca felsefe denen şey ortaya çıktı. Bütün sanatların ve edebiyatların istediğini istiyor...
bunların başında eğlendirmek geliyor: Ama bunu miras aldığı gurura uygun olarak daha asil
ve daha yüce bir tarzda, seçilmiş bir heyet önünde yapmak istiyor. Bunlar için ana çekiciliği
diğerinde olduğu gibi “daha çok ortak” tarz olarak göz boyama (mecazlarla belirtirsek
tapınaklar, uzak manzaralar, mağaralar, labirentler, şelaleler) olan bir bahçe sanatı yaratmak
bilimi bir özet içinde ve çeşit çeşit harika ve ani aydınlatmalarla göstermek ve içinde “vahşi
doğada olduğu gibi”, ama zahmetsiz ve can sıkılmadan dolaşılabilecek haddinden fazla
belirsizlik, akılsızlık ve rüyayı içine sokmak, — bu hiç de hafife alınacak hırs değil: Bu hırsın
sahibi olan kimse, bu yolla eski insanlarda eğlence sanatlarının en yüce türü olan dini gereksiz
kılmanın hayalini bile kurar. — Artık o kendi yolunda gider ve günün birinde yüksek başarıya
ulaşır: Şimdiden felsefeye karşı aleyhte sesler yükselmeye başlıyor, bunlar: “Bilime dönün!
Doğaya ve bilimin doğallığına dönün! “, diye bağırıyorlar. — Bununla belki de en güçlü
güzelliği özellikle bilimin en “vahşi, çirkin” yanlarında keşfeden bir çağ başlıyor, tıpkı
insanın ilk kez Rousseau’nun zamanından beri yüksek dağların ve çöllerin güzelliğine
duyulan duyguyu keşfettiği gibi.
428.
İki Tür Ahlakçı. — Bir doğa kanununu ilk kez görüp anlamak ve bütünüyle anlamak, yani onu
kanıtlamak (örneğin yerçekimi, ışık ve ses yansıması), onu böyle bir yasa olarak açıklamaktan
farklı bir şey olup başka akılların işidir. Aynı şekilde sosyal yasaları ve alışkanlıkları anlayıp
gösteren ahlakçılar da birbirinden farklıdır — iyi kulaklı, hassas burunlu, keskin gözlü
ahlakçılar — gözlemleneni açıklayanlardan tamamen ayrılırlar. Sonuncular her şeyden önce
bulucu olmak ve keskin zeka ve bilginin yol verdiği bir fanteziye sahip olmak zorundadırlar.
429.
Yeni Tutku. — Neden barbarlığa olası bir dönüşten korkup nefret ediyoruz? İnsanları
olduklarından daha mutsuz yapma ihtimali olduğu için mi? Aman hayır! Bütün çağların
barbarları daha mutluydular: Yanılmayalım! — Tersine, bilgiye yönelik dürtümüz, bilgisiz
mutluluğa ya da sağlam güçlü bir ham hayalin mutluluğuna değer veremeyecek kadar çok
güçlüdür; bu tür durumları hayal etmemiz bile ıstırap verir! Keşfetmenin ve tahmin etmenin
tedirginliği bizim için aşığa kara sevda ne ise öyle çekici ve vazgeçilmez oldu: Aşık onun için
ne pahasına olursa olsun neme lazım demez... evet belki biz de karasevdalıyız! Bilgi içimizde
hiçbir kurbandan korkmayan, esasen kendi sönüşünden başka hiçbir şeyden korkmayan
tutkuya dönüştü; bütün insanlığın, bu tutkunun baskı ve acısı altında kendini, şimdiye kadarki
barbarlığın beraberinde getirdiği daha kaba keyfine karşı duyduğu kıskançlığı henüz aşmadığı
zaman da olduğundan daha yüce ve daha avunmuş olduğuna inandırması gerektiğine
samimiyetle inanıyoruz. Belki de insanlık, bizzat bilgiye olan bu tutkusundan ölecektir! — Bu
düşünce de bizi etkilemez! Çünkü Hıristiyanlık benzer bir düşünceden hiç korktu mu? Aşk ile

109


ölüm kardeş değiller mi? Evet, barbarlıktan nefret ediyoruz... bilginin gerilemesindense
insanlığın batmasını tercih ediyoruz! Ve son olarak: Eğer insanlık tutkudan dolayı ölmezse,
zayıflıktan dolayı ölecektir: Hangisini istersiniz? Temel soru budur. insanlık için ateş ve
aydınlıkta mı, yoksa kumda mı bir son istiyoruz?

430.
Bu da Kahramanca. — İnsanın anlatmaya zor cesaret edeceği, ama yararlı ve gerekli olan en
pis kokulu şeyleri yapmak... da kahramancadır. Yunanlılar Herakles’in büyük çalışmalarının
altına bir ahırın süprüntülerini koymaktan utanmadılar.
431.
Düşmanın Fikirleri. — En korkak kafaların bile doğuştan ne kadar keskin ya da ne kadar
bunak olduklarını ölçmek için onların düşmanlarının fikirlerini nasıl kavradıklarına ve
anlattıklarına bakın: Bu esnada her aklın doğal ölçüsü kendini ele verir. — Kusursuz bilge kişi
istemeden düşmanını idealleştirip, çelişkisini bütün lekelerden ve rastlantılardan arındırır:
Bunun sonucunda düşmanından parıldayan silahlarla donanmış bir tanrı oluşunca, o zaman
onunla savaşır.
432.
Araştırıcı ile Deneyci. — Bilimde tek bilgi toplama yöntemi yoktur! Deneme ile nesnelere
muamele etmek zorundayız, kah kötü, kah iyi olup, art arda adalet, tutku ve soğukluk
göstermeliyiz. Bazıları nesnelerle polis gibi konuşur, öbürü günah çıkaran papaz, üçüncüsü
gezgin ve meraklı gibi. Kah sempati ile, kah zorlama ile bazı şeyler zorla kabul ettirilir onlara;
birisini gizliliklerinin önündeki saygı ileri ve anlayışa götürür, öbürünü sırların
açıklanmasındaki patavatsızlık ve hilekarlık. Biz araştırmacılar bütün fatihler, kaşifler,
denizciler, serüvenciler gibi cüretkar bir ahlakın sahibiyiz ve genelde kötü olarak tanınmayı
kabullenmek zorundayız.
433.
Yeni Gözlerle Görmek. — Varsayalım ki, sanatta güzellikten her zaman mutluluğun
kopyalanması anlaşılıyor.., ve bence de hakikat bu... bir çağın, bir halkın, büyük, kendi
kendine yasaklar koyan bir bireyin kendini mutlu düşünmesi durumuna göre: Bugünün
sanatçılarının sözümona gerçekçiliği, çağımızın mutluluğu hakkında ne anlatıyor? Onun
güzellik tarzı, kuşkusuz bizim şimdi en kolay anlayıp zevk aldığımız güzellik tarzıdır.
Dolayısıyla insan bize özgü şimdiki mutluluğun gerçekçilikte, mümkün olduğunca keskin
duyularda ve gerçekliğin doğru yorumlanmasında yattığına mı inanmalı, yani gerçeklikte
değil de, gerçekliği bilmekte mi yatar? Bilimin etkisi öylesine derinlik ve genişlik ka zandı ki,
yüzyılın sanatçıları istemeden, çoktan bilim “bahtiyarlıklarının” hayranları oldular!
434.
İltimas Etmek. — Büyük doğa ressamları için mütevazı manzaralar, ama küçükler için garip
ve nadir manzaralar vardır. Yani: İnsanlığın ve doğanın büyük şeyleri, hayranları için de
bütün önemsiz, vasat ve hırslı şeyler için iltimas etmek zorundadırlar... ama büyük insan, sade
şeyler için iltimas eder.
435.
Fark Ettirmeden Yok Olmak. — Çalışkanlığımız ve büyüklüğümüz bir kez değil, sürekli
parçalanır; her şeyin arasında büyüyen ve her tarafa sarılmayı bilen küçük flora, bizde büyük
olan şeyi yok eder... çevremizin günlük, saatlik fark edilmeyen acınılırlığını,
komşuluğumuzdan, işimizden, ahbaplığımızdan, günü bölme tarzımızdan dal budak salan, şu

110


ya da bu küçük ve korkak duygulanımın binlerce küçük kökü. Bu yabani ota dikkat etmezsek,
farkında olmadan bizi yer bitirir! — Ve tamamen yok olmak mı istiyorsunuz, o zaman bunu
en iyisi bir seferde ve aniden yapın: O zaman belki de sizden geriye asil yıkıntılar kalır! Ve
şimdi korkulduğu gibi köstebek tümsekleri değil! Ve üzerinde küçük galipler, çimenler ve
yabani otlar, önceden olduğu gibi mütevazı, utkularını kutlayamayacak kadar zavallı bir halde
serpilirler!

436.
Kazuistik. — Herkesin cesaretinin ve karakterinin yeterli olmadığı çok acı bir seçenek var: Bir
geminin yolcusu olarak kaptanın ve dümencinin tehlikeli hatalar yaptığını ve denizcilik
bilgimizin onlardan daha iyi olduğunu anlamamız... ve şimdi kendi kendine soruyorsun:
Onlara karşı bir ayaklanma başlatsan ve her ikisini de tutuklatsan nasıl olur? Ustünlüğün sana
bu yükümlülüğü vermez mi? Buna karşın, itaat etmediğin için seni kilit altına almak onların
hakkı değil mi? — Bu daha yüksek ve daha kötü durumlar için bir benzetmedir: Ancak son
olarak, üstünlüğümüz, kendimize inanmamız bu tür durumlarda bize ne güvencesi veriyor
sorusu hep ortada kalıyor. Başarı mı? Ama bunun için de bütün tehlikeleri içinde barındıran
şeyi yapmak gerek... ve sadece bizim için tehlikeli olanları değil, gemi için tehlikeli olanları
da.
437.
Ayrıcalıklar — Her kim kendine gerçekten sahipse, yani kendisini nihai olarak fethetmişse,
bundan böyle kendini cezalandırmayı, bağışlamayı, kendine merhamet etmeyi kendi ayrıcalığı
olarak görür: Bunları hiç kimseye bırakmak zorunda değildir, ama rahatlıkla bir başkasının
eline de verebilir, örneğin bir arkadaşına... ancak, bir hak verdiğini ve sadece güç sahibi
olunca haklar verilebileceğini bilir.
438.
İnsan ile Nesne. — İnsan nesneleri neden görmez? Kendisi engeller: Nesneleri kendi gizler.
439.
Mutluluğun Özellikleri. — Bütün mutluluk duygularında ortak olan şeyler iki türlüdür:
Duygunun bolluğu ve ondaki çılgınca neşe. Nitekim insan bir balık gibi elemanını çevresinde
hisseder ve onun içinde sıçrayıp durur. iyi Hıristiyanlar, Hıristiyana özgü taşkınlığın ne
olduğunu anlayacaklardır.
440.
Vazgeçmekten Vazgeçin! — Bir rahibe gibi, dünyayı tanımadan ondan vazgeçmek, — bu
verimsiz, belki de hüzünlü bir yalnızlık verir. Bunun düşünürün vita comtemplativa’sının
yalnızlığı ile ortak hiçbir yanı yok: Eğer düşünür yalnızlığı seçerse, hiçbir şekilde vazgeçmez;
daha ziyade eğer vita practica’da direnmek zorunda olsaydı, düşünür için vazgeçme, hüzün,
kendisinin batışı oturdu: Bundan vazgeçer, çünkü onu tanır, çünkü kendisini tanır. Böylece
kendi suyuna atlar, ve bu şekilde kendi neşesini bulur.
441.
Bize Yakın Olan Neden Hep Daha Uzak Olur — Neydi ve ne olacak diye her şey için ne
kadar çok düşünürsek, şimdi mevcut olan şey, o kadar çok soluklaşır. Eğer ölülerle yaşarsak
ve ölümlerinde birlikte ölürsek, nedir o zaman bizim için “yakın”? Daha yalnız oluruz... yani,
çünkü insanlığın bütün dalgaları etrafımızda kırılır. Bütün insanlığa özgü olan içimizdeki ateş
hep artar... ve bundan dolayı bizi çevreleyen şeye sanki önemsiz ve gölge gibiymiş gibi
bakarız. — Ama donuk bakışımız incitir!

111


442.
Kural. — “Kural benim için her zaman istisnadan daha ilginçtir”... her kim böyle duyumsarsa,
bilgide çok ilerlemiş ve uzmanlaşmış olanlara dahil olmuş demektir.
443.
Eğitim Hakkında. — Bizim eğitim ve öğretim tarzımızın en genel eksiği konusunu yavaş
yavaş anladım: Kimse öğrenmiyor, kimse öğrenmek için çaba göstermiyor, kimse
öğretmiyor... Yalnızlığa katlanılacak.
444.
Direniş Konusunda Hayret. — Bir şey bizim için saydamlaşmışsa, bize artık
direnemeyeceğini sanırız.., ve sonra içine doğru bakıp gördüğümüz şeyin içinden
geçemediğimiz için şaşırırız! Bu bir sineğin her cam pencerenin önünde düştüğü ahmaklık ve
şaşkınlığın tıpkısıdır.
445.
En Asil Kimselerin Hesapları Nerede Tutmaz. — İnsan birisine nihayet verebileceği en iyi
şeyini, mücevherlerini verir... artık aşkın verebileceği daha fazla bir şey yoktur: Ama bunu
kabul eden kimse şüphesiz onunla kendi adına en iyi şeyi almamıştır, ve dolayısıyla onda
veren kişinin düşündüğü tam ve son minnettarlık yoktur.
446.
Rütbe Sıralaması. — İlk sırada yüzeysel düşünürler var, ikinci sırada derin düşünürler... bir
şeyin derinine inenler... üçüncü sırada bir şeyin temeline inen köklü düşünürler... bu, sadece
derinine inmekten çok daha değerlidir! — Ve son olarak kafalarını çamura sokanlar var: Bu
ne derinliğin, ne de temelin bir göstergesidir! Onlar yerin altındaki sevgili ölülerdir.
447.
Usta ile Öğrenci. — Bir ustanın insancıllığı öğrencilerini kendi hakkında uyarmasında yatar.
448.
Gerçeğe Saygı Göstermek. — İnsan tezahürat eden bu halka gözyaşı dökmeden ve hak
vermeden nasıl bakar! Eskiden sevgi gösterisinde bulundukları konuyu çok az düşünürdük ve
eğer onu yaşamamış olsaydık, hala öyle düşünürdük! Yani yaşantılarımız bizi nerelere
sürüklüyor! Fikirleriniz gerçekte ne ki! İnsan kendini kaybetmemek için, aklını kaybetmemek
için yaşantılardan kaçmak zorunda! PIaton da gerçeklikten böyle kaçmış ve şeyleri sadece
solgun düşünce imgelerinde görmek istemişti; duygularla doluydu ve duygu dalgalarının
aklını ne kadar kolay yendiğini biliyordu. — Buna göre bilge kişi kendine: “Gerçeğe saygı
göstermek istiyorum, ama aynı zamanda ona sırtımı dönüyorum, çünkü onu tanıyorum ve
ondan korkuyorum” der miydi? — Bunu reislerine sadece geri geri yaklaşan ve aynı zamanda
saygılarını korkularıyla gösteren Afrikalı kabilelerin reislerinin önünde yaptıkları gibi mi
yapacaktı?
449.
Tine Muhtaç Olanlar Nerede? — Ah! Birisine görüşlerimi zorla kabul ettirmek, beni nasıl
tiksindiriyor! Başkalarının düşünceleri benim düşüncelerime karşı haklı çıkınca, içimdeki her
duygu ve gizli dönüş beni nasıl da sevindiriyor! Ama arada sırada daha büyük bir şenlik olur,
o zaman birisine bir kez tinsel evini ve malını bağışlamaya izin verildiğinde, tıpkı muhtaç bir
kimsenin gelip tekrar elini ve kalbini doldurması, huzursuz kalbini hafifletmesi için

112


düşüncelerindeki sıkıntıyı anlatacağı köşede büyük bir arzu ile oturmakta olan günah çıkartıcı
papaza benzer! Sadece bundan ün kazanmak istemediği için değil: minnettar kalmaktan da
kaçınmak ister, çünkü minnettarlık usandırıcıdır ve yalnızlık ve suskunluğa saygı göstermez.
Ama istediği, isimsiz ya da azıcık alaylı yaşamak, kıskançlık ya da düşmanlık uyandırmak
için çok mütevazı olmak, ateşsiz bir kafayla, bir avuç dolusu bilgiyle, bir torba dolusu
deneyimle donanmış, sanki aklın fakir doktoru olup kafası fikirlerle karışmış olan şuna buna,
kimin yardım ettiğini fark ettirmeden yardım etmek! Onun karşısında haklı olup, utku
kutlamak istenemez, tersine, onunla doğruyu küçük belirsiz bir işarete göre ya da kendisi ile
çelişecek biçimde söyleyeceği ve bundan gurur duyarak yoluna devam edeceği biçimde
konuşmak! Muhtaç olan hiç kimseyi geri çevirmeyen, ama sonradan unutulan ya da gülünen
küçük bir yurt gibi olmak! Ne daha iyi beslenmeye, ne daha temiz hayaya, ne de daha neşeli
ruha, hiçbirine önceden sahip olmamak... tersine, elden çıkarmak, geri vermek, bildirmek,
fakirleşmek! Kendine daha çok kimsenin yanaşabilmesi ve hiç kimseyi aşağılamamak için
alçakgönüllü olabilmek! Üzerine çok sayıda haksızlık almak ve birçok kapalı ruhun gizli
yoluna varabilmesi için her türlü hatanın dehlizlerinde de yerlerde sürünmüş olmak! Hep bir
tür aşkta ve hep bir tür bencillikte ve kendinden zevk almada! Bir gücün sahibi olmak ve aynı
zamanda gizli ve vazgeçici olmak! Sürekli güneşte ve zarifliğin yumuşaklığında yatmak ve
yine de yüceliğe yükselmenin yakın olduğunu bilmek! — Böylesi gerçek bir yaşam olurdu!
Bu, uzun yaşamak için bir neden olurdu!

450.
Bilginin Cezbedilmesi. — Bakış, bilimin kapısından tutkulu kafalara büyülerin büyüsü gibi
etki eder; ve onlar muhtemelen bu sırada hayalperest, durum uygunsa, şair olurlar: Bilgi
sahibi olan kimselerin mutluluğuna olan tamahları böyle şiddetlidir. Bütün duyularınıza
işlemiyor mu... bilimin neşeli mesajını açıkladığı tatlı çekiciliğin bu sesi yüz kelimededir ve
yüz birincide ve en güzelinde: “Bırak kuruntu kaybolsun! O zaman ‘Vay halime!’ de
kaybolur; ve ‘Vay halime’ ile vay da kaybolur.” (Mark Aurel)
451.
Kral Soytarısına Kimin İhtiyacı Var — Çok güzeller, çok iyiler, çok güçlüler, herhangi bir şey
hakkındaki tam ve genel hakikati hemen hemen hiç öğrenemezler, — çünkü insan onların
yanında elinde olmadan biraz yalan söyler, zira onların etkisini duyumsar ve hakikate ilişkin
bildirebileceği şeyi bu etkilere uygun olarak bir uyma şeklinde ortaya koyar (yani gerçek
şeyin renklerini ve ölçüsünü çarpıtır, ayrıntıları bir tarafa bırakır ya da ekler ve uymayanları
hiç söylemez). Bu tür insanlar her şeye rağmen ve bütünüyle hakikati duymak isterlerse, kral
soytarılarını, muhafaza etmelidirler... bir delinin ayrıcalıklarına sahip, uyum sağlayamayan
bir yaratık.
452.
Sabırsızlık. — Eylem ve düşünce insanlarında sabırsızlığın öyle bir derecesi var ki, bu
sabırsızlık, bir başarısızlık durumunda, onların hemen karşı taraftaki bölgeye geçmelerini,
orada tutkulu heves gösterip girişimlere kalkışmalarını emreder... ta ki başarının gecikmesi
onları tekrar oradan da kaçırıncaya kadar: Böylece serüvenli ve zorlu şekilde birçok bölgenin
ve doğanın pratiğinden geçerek sonunda çok uzun yolculukları ve uygulamaların kendilerinde
bıraktığı, insanlara ve diğer şeylere ilişkin bilgiler sayesinde ve dürtülerin biraz
yumuşatılmasıyla güçlü uygulayıcılar olurlar. Böylelikle karakterin bir hatası dehaya okul
olur.
453.

113


Ahlaksal Boşluk. — Günün birinde ahlaksal duyguların ve yargıların yerine neyin geçeceğini
şimdi kim tarif edecek durumdadır! — Binanın temellerinin tümüyle yanlış konduğu ve tamir
edilemeyeceği çok kesin şekilde anlaşılsa bile: Aklın bağlayıcılığı azalmadığı sürece, onun
bağlayıcılığı günden güne hep azalacaktır! Yaşamın ve eylemin yasalarını yeniden inşa
etmek.., bu görev için fizyoloji, tıp, sosyoloji ve yalnızlık öğretisi bilimlerimiz kendi başlarına
henüz yeterli değil: Sadece onlardan yeni ideallerin (bizzat yeni idealler olmasa bile) temel
taşları çıkarılabilir, Böylece zevk ve yeteneğe göre şimdilik bir varlığı ya da sonralık bir
varlığı yaşarız ve bu ikisi arasındaki boşlukta mümkün olduğunca çok, kendi kralımız olmak
ve küçük deney devletleri kurmak için en iyisini yaparız. Bizler deneyiz: Öyle de olmak
istiyoruz!

454.
Ara Konuşma. — Bunun gibi bir kitap bir seferde okunmak ya da başkalarına okumak için
değil, başvurmak içindir, özellikle gezintide ve seyahatlerde, insan başını onun içine sokup
tekrar tekrar kaldırabilmeli ve etrafında bildik hiç bir şey bulmamalı.
455.
Birinci Doğa. — Şimdi eğitildiğimiz şekliyle önce ikinci bir doğa ediniriz: Dünya bizi olgun,
reşit, işe yarar diye nitelendirdiği zaman o doğaya sahip oluruz. içimizden az sayıdaki
kimseler, zaten bu deriyi günün birinde çıkarıp atabilmek için yeteri kadar yılan özelliği
gösterirler: Kabuklarının altında birinci doğaları yeterince olgunlaştıktan sonra. Pek çok
kimsede embriyon bundan dolayı kurur.
456.
Oluşmakta Olan Bir Erdem. — Antik filozofların erdemin ve mutluluğun bütünlüğü ya da
Hıristiyanlığın “ilk önce tanrının krallığını ele geçirmeye çalış, ondan sonra o şeyler hissenize
düşecektir!” gibisinden iddiaları ve vaatleri... hiçbir zaman bütünüyle dürüstçe yapılmadı,
ama yine de vicdan huzuruyla yapıldı: Böyle gerçek olması arzu edilen cümleler, küstahça
hakikatmiş gibi gerçeğe karşı ortaya konuyor ve bu esnada dini ya da ahlaksal vicdan azabı
duyumsanmıyordu... çünkü insan erdemin ya da tanrının in honorem majorem’inde kendi
yararına olmayan görüşlerle gerçeği yenmişti! Doğruculuğun bu basamağında hala bir çok
namuslu insan var: Eğer kendilerini özverili hissediyorlarsa, hakikati hafife almalarına izin
verildiği anlaşılıyor. Nitekim ne Sokratçı, ne de Hıristiyanlık erdemleri arasında dürüstlüğün
bulunmadığına dikkat edin: Bu, en yeni erdemlerden biridir, henüz tam olgunlaşmamış, sık
sık karıştırılır ve yanlış bilinir, kendisinin hemen hemen bilincinde değil... arzumuza göre
teşvik edebileceğimiz ya da durdurabileceğimiz oluşmakta olan bir şey.
457.
Son Suskunluk. — Kimilerinin başına gelen, define arayıcılarının başına gelene benzer: Başka
ruhlarda gizli kalmış bir şeyi tesadüfen keşfedip, bundan genellikle taşıması çok zor olan bir
bilgi edinirler! İnsan duruma göre yaşayanları ve ölüleri bir ölçüde iyi tanıyabilir, onlardan
başkalarına bahsetmeyi içinden nahoş bulabilir: Her kelimede düşüncesizlik edeceğinden
korkar. — Bilge bir tarihçinin birdenbire suskunluğunu düşünebiliyorum.
458.
Büyuk Piyango. — Bu çok nadir ama hayran olunacak bir şey: Yani güzel biçimlenmiş aklı
olan bir insan, bu insanın karakteri, hevesleri ve yaşantıları da var, bunlar böyle bir akla
aittirler.
459.

114


Düşünürün Alicenaplığı. — Rousseau ile Schopenhauer... her ikisi de varlıklarına şu söylemi
konduracak kadar gururluydu: vitam impendere vero. Ve yine her ikisinin de — verum
impendere vitae yapmakta başarılı olamayınca gururları nasıl incinmiş olabilir! — Verum, her
birinin bundan anladığı... bilgilerinin yanında yaşamları melodiye uyum göstermek istemeyen
kaprisli bas gibi akıp gidiyordu! Ama, eğer her düşünüre sadece tam vücuduna uyacak kadarı
verilseydi, bilginin durumu kötü olurdu! Ve düşünürler için kötü olurdu, eğer kibirleri bunu
yalnız başlarına katlanacak kadar büyük olsaydı! Büyük düşünürün en büyük erdemi, bilgi
sahibi olarak kendini, yaşamını korkusuz, sık sık utanarak, sık sık asil alayla ve gülerek...
kurban eden alicenaplığıdır.

460.
Tehlikeli Saatlerden Yararlanmak. — Eğer bir insan ya da bir olayın ortaya koyduğu durum,
malımız, mülkümüz, şerefimiz, ölüm kalımımız ya da yakınlarımız için tehlike yaratıyorsa, bu
insanı ve durumu çok daha başka türlü tanırız: Örneğin Tiberius, İmparator Agustinusun
yapısının ve yönteminin iç yüzü hakkında en bilge tarihçi için mümkün olandan daha derin
düşünerek daha çok bilgi sahibi olmalıdır. Şimdi göreceli olarak çok büyük bir güvenlik
içinde yaşıyoruz, bu da bizim iyi insan sarrafı olmamızı engelliyor: Birisi heveskarlıktan
öbürü can sıkıntısından, üçüncüsü alışkanlıktan dolayı inceleyip araştırıyor; hiçbir zaman
“incele, ya da yok ol!” denilmiyor. Gerçekler bıçakla vücudumuza kazınmadığı sürece, onlara
karşı gizliden gizliye bir önemsememe çekincesi koyuyoruz: Bize hala sanki sahip
olabileceğimiz ya da sahip olamayacağımız “tüylü rüyalara” çok benzer görünüyorlar.., sanki
onlarda bir şey bizim keyfimize göreymiş, sanki bizim de bu gerçeklerimizden uyanmamız
mümkün olurmuş!
461.
Hic Rhodus, hic salta. (İşte Rodos, burada atla!” Ezopus’un bir fabelinde geçer. Anlamı: Ne
yapabiliyorsan burada yap; ya da “Halep orada ise arşın buradadır.".) — Müziğimizin deniz
şeytanı gibi karakteri olmadığı için kendini her şeye dönüştürebilir, dönüştürmek zorundadır:
Bu müzik eskiden Hıristiyan bilginleri izleyip onların ideallerini seslere aktardı: Sonunda
ideal bir düşünüre uygun daha tiz, daha neşeli ve genel bir tonu niye bulamasın? — Önce
ruhunun uzaklarda süzülen kubbelerinde sanki onu yurdunda aşağı yukarı sallayan bir müzik?
— Şimdiye değin müziğimiz çok büyüktü ve çok iyiydi: Onunla her şey yapmak mümkündü!
Böylelikle üç şeyin aynı zamanda hissedilmesinin mümkün olduğunu gösterdi: Yücelik, derin
ve sıcak aydınlanma ve en kusursuz tutarlılığın sonsuz zevki!
462.
Yavaş Kürler — Ruhun kronik hastalıkları, vücuttakiler gibi, vücudun ve ruhun aklına karşı
bir kez işlenen kaba bir suç sonucunda çok nadir olarak ortaya çıkarlar, ama genellikle sayısız
kez dikkat edilmeden yapılan ihmaller sonucunda. — Örneğin her kim günden güne çok az
nefes alır ve ciğerlerine çok az hava çekerse, öyle ki bir bütün olarak yeterince zorlanmaz ve
çalışmazsa, sonunda kronik akciğer ağrıları çeker: Böyle bir durumda iyileşme, yeniden ters
yönde sayısız küçük çalışmaların yapılması ve farkına varmadan başka alışkanlıkları itiyat
haline getirmesi, örneğin her çeyrek saatte bir kez derin nefes alıp vermenin kural haline
getirilmesi dışında başka bir yoldan olmaz (mümkünse düz şekilde yerde yatarak; her çeyrek
saatte çalan bir saat, yaşam arkadaşı olarak seçilmelidir). Bütün bu kürler yavaş ve zorlayıcı
değildirler; ruhunu sağlığa kavuşturmak isteyen kimse de, en küçük alışkanlığın değiştirilmesi
konusunu düşünmek zorundadır. Birisi günde on kez çevresine kötü söz söyler ve bu sırada,
özellikle birkaç yıl sonra, kendi kendine günde on kez çevresini gücendirmeye zorlayan bir
alışkanlık yasası koyduğunu çok az düşünür. Ama kendini onlara on kez iyilik yapmaya da
alıştırabilir!

115


463.
Yedinci Gün. — “Onu benim yaratım olarak mı övüyorsunuz? Benim yaptığım, sadece canımı
sıkan şeyleri kendimden uzaklaştırmaktan ibarettir! Ruhum yaratıcıların kibrinin üstündedir.
— Siz bunu benim boyun eğişim olarak mı övüyorsunuz? Ben sadece canımı sıkan şeyleri
kendimden uzaklaştırdım! Benim ruhum boyun eğenlerin kibrinin üstündedir.”
464.
Bağışlayanın Utancı. — Hep veren ve bağışlayan kimseleri oynayıp bu sırada yüzünü
göstermek alicenaplık değildir! Ama vermek ve bağışlamak ve adını, bağışı gizlemek! Ya da
doğa gibi isimsiz olmak, burada nihayet bir kez olsun hediye edene ve verene, artık “lütfeden
bir yüze” rastlamamak, bizi her şeyden çok sevindirir! — Doğaldır ki siz bu sevinci de
kaybediyorsunuz, çünkü doğaya bir tanrı soktunuz... ve şimdi her şey tekrar bağımlı ve
sıkılmış durumda! Nasıl? Hiçbir zaman kendi başına yalnız kalamaz mı? Artık hiçbir zaman
korumasız, savunmasız, tasmasız, hediyesiz olmayarak mı? Eğer hep bir başkası çevremizde
olacaksa, o zaman dünyadaki en iyi cesaret ve iyilik olanaksız hale getirilmiş demektir. İnsan
cennetin bu usandırıcılığına karşı bu kaçınılmaz doğaüstü komşuya karşı tamamen şeytana
dönmek istemez mi! — Ancak, bu gerekli değil, sadece bir rüya idi! Uyanalım!
465.
Bir Karşılaşma Sırasında. — A: Nereye bakıyorsun? Uzun zamandan beri burada sessizce
duruyorsun. — B: Hep eski şey ve yeni şey! Bir şeyin yardıma muhtaç oluşu beni kendisine o
kadar fazla ve o kadar içine çekiyor ki, sonunda dibine varıyorum ve buna hiç de o kadar
değmediğini anlıyorum. Bu tür deneyimlerin sonunda bir tür üzüntü ve dinginlik ortaya
çıkıyor. Bunu günde küçük çapta üç kez yaşıyorum.
466.
Şöhret Kaybı. — Tanınmayan birisi olarak insanlarla konuşabilmek ne ayrıcalık! Eğer tanrılar
kimliğimizi açıklayıp bizi meşhur ederlerse, “erdemlerimizin yarısını” alırlar.
467
İki Kez Sabır — “Bununla birçok insana acı veriyorsun.” — Biliyorum ve şunu da biliyorum
ki, bunun için iki kat acı çekeceğim, önce onların acısına duyduğum merhametten, sonra
benden alacakları intikamdan dolayı. Ama yine de şimdi yaptığım gibi yapmak, daha çok
gerekli.

468.
Güzellik Dünyası Daha Büyüktür — Doğadaki kurnaz ve neşeli, her şeyin kendine özgü
güzelliğini keşfedip sanki suçüstü yakalamak için dolaşır gibi bir parıltılı güneşin, bir fırtınalı
gökyüzünün altında, bir en soluk şafak vaktinde kayalarla, koylarla, zeytin ağaçlarıyla ve
fıstık çamlarıyla kaplı bir kıyı parçasının nasıl kusursuzluğa ve ustalığa ulaştığını görmek için
deneme yapar gibi: İnsanlar arasında da onların kaşifleri ve gözlemcileri olarak, onlara bir
güneşli, bir fırtınalı ve bir üçüncüde önce yarı karanlıkta ve yağmur bulutlarında gelişen kendi
güzelliklerinin görünmeleri için iyiyi ve kötüyü göstererek böyle dolaşmamız gerekirdi. Kötü
insandan vahşi bir doğa manzarası olarak zevk almak yasak mıdır? O manzaranın kendi cesur
yolları veışık etkileri yok mu? Aynı insan iyiyse ve kanunlara uygun davranıyorsa gözümüze
bir taslak ve karikatür gibi görünüp doğada bir leke olarak bize acı vermez mi? — Evet
yasaktır: Şimdiye değin sadece ahlak bakımından iyi olan şeyde güzelliğin aranmasına izin
veriliyordu.., çok az bulmuş olmak ve omurgasız hayali güzellikler aramak zorun da kalmış
olmak, bunun için yeterli bir gerekçedir! — Kötülerde, erdemlilerin haberinin bile olmadığı

116


yüz tür mutluluk bulunduğunun kesin olması gibi, yüz tür de güzellik var: Ve çoğu henüz
keşfedilmedi.

469.
Bilgenin Vahşiliği. — Buddhistlenin söylediği “yalnız dolaş bir gergedan gibi” şarkısına göre
ağır, her şeyi ezen bilgenin gidişinde... zaman zaman barışçı ve mülayim insancıllık
özelliklerine ihtiyaç var: Ve, doğrusu bu belirtilere ihtiyaç, sadece her hızlı adımda, aklın her
kibar ve sempatik dönüşümlerinde, sadece nüktede ve bir ölçüde kendi kendisiyle alay etmede
değil, bizzat kendi kendisiyle çelişmelerde, mevcut mantıksızlıkların ara sıra tekrarında da
vardır. Yazgı gibi yuvarlanan silindire benzemesin diye, öğretmek isteyen bilge, ayıbını
örtmek için hatasını kullanmak zorundadır ve “aşağılayın beni!” derken, gasp edilmiş bir
hakikatin savunucusu olmak için izin rica eder. Sizi dağlara götürüp yaşamınızı belki
tehlikeye sokacaktır. Bunun için iyi niyetle, önceden ve sonradan, böyle bir önderden intikam
almayı size bırakır... bu kendisi için önde gitmenin keyfini çıkarmasının bedelidir. — Sizi bir
zaman karanlık bir mağaradan geçirip kaygan yollara götürdüğünde kafanızdan geçeni
düşünüyor musunuz? Kalbiniz nasıl da çarparak ve can sıkıntısıyla size: “Bu önder burada
yerlerde sürünmekten daha iyisini yapabilir! O haylazların yeni ve meraklı bir türdür: —
Takip ederek, ona zaten bir değer veriyor gibi görünmemiz, onun için çok fazla şeref değil
mi?” demişti.
470.
Çoklarının Ziyafetinde. — Dikkatle bakmayıp liyakatini kontrol etmeden kuşlara yem serpen
birisinin elinden bir kuş gibi beslenirse insan, ne kadar mutlu olur! Gelen ve uçup giden,
gagasında isim taşımayan bir kuş gibi yaşamak! Benim zevkim, böyle birçoğunun ziyafetinde
karnımı doyurmaktır!
471.
Yakınındakine Duyulan Başka Sevgi. — Heyecanlı, gürültücü, tutarsız ve sinirli yapıdaki
kimse, büyük tutkuya zıtlık oluşturur: Bu sessiz, mahzun içte bütün sıcak ve ateşli şeyleri
toplayarak yaşayan kor, insanı dışarıya soğuk ve kayıtsız baktırıp yüz hatlarında belirli bir
vurdumduymazlık ifadesini yansıtır. Bu tür insanlar, gerçi zaman zaman yakın insanları
sevebilirler... ama bu sevgi, dost canlısı olanlarla işvelilerin sevgisinden başka türlüdür:
yumuşak, düşünceli, sakin bir dostluktur; onlar sanki, surları ve dolayısıyla hapishaneleri olan
kalelerinin pencerelerinden bakarlar: — Yabana, boşluğa, başkasına bakış, onlara çok iyi
gelir!
472.
Kendini Haklı Çıkarmamak. — A: Ama neden kendini haklı çıkarmak istemiyorsun? — B:
Bunda ve yüz şeyde yapabilirdim bunu, ama haklı çıkmadaki zevki küçümsüyorum: Çünkü bu
tür şeyler benim için yeterince büyük değil, ve “bu şeylere gerçekten çok önem veriyor!”
denebilecek bu basit şeylerin haince sevincine yardım etmektense, üzerimde lekeleri taşımayı
yeğlerim. Ancak, bu doğru değil! Belki de hakkımdaki yanlış düşünceler konusunda bilgi
vermeyi bir görev saymak için, kendi kendime daha çok önem vermem gerekirdi... kendime
ve ortaya çıkardığım etkilere karşı çok kayıtsızım.
473.
İnsan Evini Nerede İnşa Etmeli. — Eğer kendini yalnızlıkta büyük ve üretken hissedersen, o
zaman topluluk içindeki bir yaşam seni küçültüp tahrip edecektir: ve tersi. Güç dolu
yumuşaklık, bir babada olduğu gibi... bu havaya nerede girersen, evini orada kur, ister
karmaşıklığın, ister sessizliğin içinde olsun. Ubi pater sum, ibi patria.

117


474.
Tek Yol. — “Eytişim tanrısal varlığa ve görüngünün peçesinin arkasına ulaşmak için biricik
yoldur” — Platon bunu nasıl vakur ve coşkulu bir biçimde savunduysa, Schopenhauer de
eytişimin tam tersini böyle ileri sürdü... ve ikisi de haksız. Çünkü bize yolunu göstermek
istedikleri hiçbir şey yok. — Ve şimdiye değin insanlığın büyük tutkuları, hiç bir şeye karşı
gösterilen tutkular değil miydi? Ve bütün törenleri... boş yere yapılan törenler değil miydi?
475.
Ağırlaşmak. — Onu tanımıyorsunuz: Kendine çok ağırlık asabilir, yine de onların hepsini
yükseğe çıkarır, Küçük kanat çırpmalarınızdan sonra, o aşağıda kalsın, çünkü bu ağırlıkları
kendine asmış, diye karar verirsiniz!
476.
Tinin Hasat Şenliğinde. — Onunla ilgili deneyimler, yaşantılar, düşünceler ve bu düşünceler
hakkındaki rüyalar günden güne artar ve fışkırır... ölçüsüz, büyüleyici bir zenginlik! Görünüşü
baş döndürüyor; insan akıl fukaralarını nasıl kutsayabilir artık anlamıyorum! — Ancak, ara
sıra, eğer yorgunsam, onlara imreniyorum: Çünkü böyle bir zenginliğin yönetimi zor bir iş, ve
ağırlığı bütün mutluluğu ezmesi, az görülen bir olay değil. — Evet, eğer sadece bakmak
yetseydi! Eğer insan bilgisinin cimrisi olsaydı sadece!
477.
Kuşkudan Kurtulmuş. — A: “Başkaları genel bir ahlaksal şüpheden dışarıya keyifsiz ve zayıf,
aşınmış, hatta yarı kemirilmiş olarak çıkıyorlar... ama ben, yeniden kazanılmış içgüdülerle hiç
olmadığım kadar cesur ve sağlıklıyım. Keskin rüzgarın estiği, denizin kabardığı ve tehlikenin
büyük olduğu yerlerde, kendimi iyi hissediyorum. Her ne kadar, sık sık bir solucan gibi
çalışmak ve kazmak zorunda kaldıysam da, solucan olmadım.” — B: Kötümser olmaktan
biraz önce vazgeçtin! Çünkü reddediyorsun! — A: “Ve böylelikle tekrar kabul etmeyi
öğrendim.”
478.
Yanından Geçelim. — Bağışla onu! Onu yalnızlığı ile başbaşa bırak! Onu tamamen
parçalamak mı istiyorsun? İçine aniden sıcak bir şey dökülen bir bardak gibi çatladı... ve o
adam öyle değerli bir bardaktı ki!
479.
Aşk ve Doğruluk. — Biz zevk için hakikate kıyan kötü niyetli canileriz ve bize görünenden
daha çok doğruyu gösteren alışmış hırsızlar ve bunların yardım ve yatakçılarıyız... bundan
dolayı düşünür, dikenlerini ve kötülüklerini gösterip onu baştan çıkarmayı bıraksınlar diye,
arada sırada defalarca sevdiği kişileri (bunlar mutlaka onu sevenler olmayacaktır) koymak
zorundadır. Bunun sonucunda düşünürün iyiliği, küçülen ve büyüyen ayına kavuşacaktır.
480.
Kaçınılmaz. — Ne isterseniz yapın: Kim sizi istemiyorsa yaşantılarınızda sizi küçültecek bir
neden bulur! Bilginin ve kalbin en derin dönüşümlerini yaşayıp, iyileşen insan gibi acılı bir
gülümsemeyle özgürlüğe ve sessiz aydınlığa çık: — Ama birisi mutlaka söyleyecek: “Bu kişi
hastalığını bir gerekçe olarak kabul ediyor, güçsüzlüğünü herkesin güçsüzlüğü için bir kanıt
olarak kabul ediyor; hasta olacak kadar kibirlidir, böylece acı çekenin tadını çıkardığı duygu
üstünlüğünü hisseder.“ — Ve birisinin kendi zincirlerini havaya uçurduğunu ve bu sırada ağır
yaralandığını varsayalım:

118


O zaman bir başkası alay ederek onu gösterecektir. “Beceriksizliği amma da büyük! “
diyecek; “böyle bir şey, ancak zincirlerine alışan ve onları parçalayacak kadar deli olan
birisinin başına gelir!"

481.
İki Alman. — İnsan Kant ile Schopenhauer’i Platon, Spinoza, Pascal, Rousseau ve Goethe ile
karşılaştırsın ve bunu yaparken akıllarını değil, ama ruhlarını dikkate alsın: o zaman ilk sırada
belirtilenlerin aleyhine olur: Düşünceleri, coşkulu bir ruh hikayesi oluşturmaz, roman
oluşturacak bir şey yok onlarda, ne bir bunalım, ne facia ya da ölüm sahneleri; düşünceleri,
bir ruhun aynı zamanda tasarlanmamış biyografisi değildir, tersine, Kant’ın durumunda bir
kafanın, Schopenhauer’in durumunda ise bir karakterin (“değişmezin”) betimlenmesi ve
yansıması ve bizzat “ayna dan”, yani yetkin bir akıldan duyulan sevinçtir. Kant, eğer
düşünceleri ile ışık saçarsa, en iyimser anlamıyla dürüst ve saygıdeğer, ama önemsiz görünür:
Onda genişlik ve güç yoktur; başından çok fazla olay geçmedi ve çalışma tarzı, bir şeyler
denemesi için lazım olan zamanını kendinden çalıyor... makul olduğu gibi dışarıdan gelen
kaba “olayları” değil, yazgıya ve sarsıntılara düşen en yalnız ve en sakin yaşamı
düşünüyorum, bu yaşamın boş vakti var ve düşünce tutkusuyla yanıp kavruluyor.
Schopenhauer onun bir adım önündedir: En azından doğanın belli derecede aşırı çirkinliği var
nefretinde, hırsında, kibrinde, güvensizliğinde; biraz daha vahşi yapıdadır ve bu vahşilik için
vakti ve boş vakti vardı. Ama onda “gelişme” yoktu: Aynı şekilde düşünce alanında da
gelişme yoktu; “hikayesi” yoktu.
482.
Sosyal İlişki Aramak. — Doğru zamanda ateşe konulan ve doğru zamanda ateşten alınan
kestaneler gibi yumuşak, güzel, tatlı ve besleyici erkeklerle ilişkiye girmek istersek, çok aranır
mıyız? Kimler yaşamdan az şey bekler, ve onu hak ederek değil de hediye olarak almak ister,
sanki onlara onu kuşlar ya da arılar getirmiş gibi? Kendilerini ödüllendirilmiş gibi
hissedebilmek için kimler çok gurur duyar? Ve bilgi tutkularında ve dürüstlüklerinde şöhrete
ayıracakları zaman ve düşkünlük konusunda kimler çok daha ciddidir? — Bu tür adamlara
filozof derdik; ve onlar kendilerine her zaman daha mütevazı adlar bulacaklar.
483.
İnsanlara Karşı Duyulan Usanç. — A: Tanımayı öğren! Evet! Ama hep insan olarak! Nasıl?
Hep aynı komedinin karşısında oturup, aynı komedide oynayarak mı? Nesnelerin içini hiçbir
zaman bu gözlerden başka gözlerle görememek mi? Organları bilgiye daha elverişli olan nice
yaratık çeşidi olabilir! Bütün bilgilerinin sonucunda insanlık neyi anlamış olacak? —
Organlarını! Belki de bu, şu demek: Bilginin olanaksızlığını! Perişanlık ve iğrençlik! — B:
Bu kötü bir saldırı.., akıl sana saldırıyor! Ama yarın tekrar anlamanın içinde ve bu suretle
tekrar akılsızlığın içinde olacaksın, bu, insansı şeylerin zevkinde demektir. Denize gidelim!
484.
Kendi Yolu. — İnsanın “kendi yolu” denilen yola, belirleyici adımı atıp koyulursak, o zaman
bir sır kendini birdenbire açığa vurur: Bizimle arkadaş ve samimi olan herkes, şimdi ye kadar
bize üstün olduklarını düşünüyorlardı, şimdi ise incindiler. Onların en iyileri hoşgörülü olup
sabırla, “doğru yolu”... onlar doğru yolu bilirler ya! — tekrar bulmamızı beklerler. Öbürleri
alay ederler ve sanki insan geçici olarak delirmiş gibi yaparlar ve insanı haince yanlış yola
sevk eden kişi olarak nitelendirirler. Kötüler bizi kibirli deliler olarak ilan edip güdülerimizi
karalamayı denerler; ve en kötü olanı bizi kendinin uzun bir bağımlılık için intikama susayan
en kötü düşmanı olarak görür... ve bizden korkar. — 0 zaman ne yapmalı? Benim önerim

119


şudur: Bir yıl önceden bütün tanıdıklarımıza her tür günahları için af güvencesi verilir, ondan
sonra egemenliğe başlanır.

485.
Uzak Perspektifler — A: Ama neden bu yalnızlık? — B: Ben kimseye gücenmiyorum. Ama
yalnız başıma, arkadaşlarıma, onlarla birlikte olduğumdan daha net ve güzel görünüyorum; ve
müziği en çok, ondan uzakta olduğum zaman sevip hissediyordum. Öyle görünüyor ki, olaylar
hakkında iyi şeyler düşünebilmem için uzak perspektiflere ihtiyacım var.
486.
Altın ve Açlık. — Zaman zaman dokunduğu her şeyi altına çeviren insan var, iyi kötü günün
birinde açlıktan ölmek üzere olduğunu keşfedecek. Etrafındaki her şey parıldıyor, harika,
yaklaşılmaz ve o altına çevirmesi kesinlikle mümkün olmayan şeylerin özlemini çekiyor... ve
nasıl da özlemini çekiyor! Aç birisinin yemeği özlediği gibi! — Neye el atsın?
487.
Utanma. — Orada güzel bir at durmuş yeri eşeliyor, hızla nefes alıp veriyor, dört nala koşmak
istiyor ve genelde sırtına binen kişiyi seviyor.., ama ne ayıp! — Binicisi bugün onun sırtına
çıkamaz, yorgundur. — Bu, yorgun düşünürün kendi felsefesinden duyduğu utançtır.
488.
Sevginin Savurganlığına Karşı. — Güçlü bir antipati duygusuna kapılırsak, kızarmaz mıyız?
Ama bunu, içindeki adaletsizlikten ötürü güçlü sempatik duygularda da yapmalıyız! Evet,
daha da fazlası: Kimi insanlar, eğer birisi onlara sempatisini, sadece başkalarına gösterdiği
sempatiden birazını çekmek suretiyle gösterirse kalplerini daralmış, kelepçe vurulmuş gibi
hissederler. Ya tercih edilip, seçildiğimizi onun sesinden işitirsek! Ah, bu seçimden memnun
değilim, beni böyle tarif etmek isteyene kızdığımı fark ediyorum: Beni başkalarını
harcayarak sevmemeli! Kendi hesabıma, kendime katlanmayı görmek istiyorum! Ve, sık sık
kalbin dopdolu ve taşkınlık edecek nedenim var... başkalarının ihtiyaç duyduğu, şiddetle
ihtiyaç duyduğu böyle bir şeyi, böyle bir kimseye asla vermemeli!
489.
Çaresizlik İçindeki Arkadaşlar — Arada sırada, bir arkadaşımızın bizden çok başkasına ait
olduğunu, inceliğinin ona bu kararda üzüntü verdiğini ve bencilliğinin bu kararı vermeye
yetmediğini fark ederiz: O zaman, onu rahatlatarak, incitip kendimizden uzaklaştırmamız
gerekir. — Bu onun için zararlı olacak bir düşünce tarzına geçtiğinde de aynı şekilde
gereklidir: Ona karşı duyduğumuz sevgi, üzerimize aldığımız bir haksızlık sayesinde onun
kendini bizden ayrılması için vicdan rahatlığı yaratmaya sürüklemesi gerekir.
490.
Bu Küçük Hakikatler! — “Bunların hepsini tanıyorsunuz, ama onu hiçbir zaman
yaşamadınız... şahitliğinizi tanımıyorum. Bu ‘küçük hakikatler’! — Onlar sizi küçük sanıyor,
çünkü siz onları kanınızla ödemediniz!“ — Fakat onlar çok fazla ödendiğinden dolayı mı
büyük? Ve kan her zaman çok fazladır! — “İnanıyor musunuz? Kan konusunda ne kadar
cimrisiniz!”
491.
Yalnızlığın Bir Başka Nedeni! — A: Demek tekrar çölüne dönmek istiyorsun? — B: Acelem
yok, kendimi bekleyeceğim... her seferinde kaynağımdan gün ışığına su çıkana kadar geç
oluyor ve sık sık susuzluktan dolayı katlanacağımdan fazla ıstırap çekiyorum. Bu yüzden

120


kendimi yalnızlığa atıyorum. .. herkesin sarnıcından içmemek için. Kalabalıklar içinde, o
insanlar gibi düşünüyorum, kendi düşündüğüm gibi değil; bir süre sonra, sanki beni
kendimden koymak istiyorlar ve ruhumu benden çalmak istiyorlar gibi geliyor... ve herkese
kızıp, herkesten korkuyorum. Çöle tekrar iyileşmek için ihtiyaç duyuyorum.

492.
Güney Rüzgarları Altında. — A: Artık kendimi anlamıyorum! Daha dün içim çok fırtınalı ve
bu sırada öyle sıcak, öyle neşeliydi... ve aşırı aydınlıktı. Ama bugün! Her şey Venedik'in
deniz kulağı gibi sessiz, engin, melankolik, karanlık: — Hiçbir şey istemiyor ve bu sırada
derin derin soluyorum, yine de kendi kendime içten içe bu hiçbir şey istememe konusunda
öfke ve infial içindeyim: — Böyle melankoli denizimin dalgaları ileri geri şarıldıyor. — B:
Sen burada küçük, hoş bir hastalığı tanımlıyorsun. Onu gelecek kuzey-güney rüzgarı senden
alacak! — A: Ama neden!
493.
Kendi Ağacı Üstünde. — A: “Kendi fikirlerimden zevk aldığım kadar hiçbir düşünürün
fikirlerinden zevk almıyorum: Elbette bu, onların değeri konusunda hiçbir şey ifade etmiyor,
ama, bana en lezzetli gelen meyveleri sadece tesadüfen benim ağacımda bitiyorlar diye geri
çevirmem, delilik olurdu! — Ve birinde bu deliliği yaşadım.” — B: “Başkalarında tam tersi
oluyor: Bu da düşüncelerinin değeri hakkında hiçbir şey ifade etmiyor, özellikle de kendi
değerlerine karşı.”
494.
Cesur Kişinin Son Kanıtı. — “Bu çalılıkta yılanlar var.” — iyi, çalılığa gidip onları
öldüreceğim. — “Ama belki bu sırada onlar senin değil, sen onların kurbanı olursun! “ —
Benim neyim var?
495.
Öğretmenimiz. — Gençlikte, öğretmenlerimizle yol göstericilerimizi, tesadüfen içinde
yaşadığımız çağdan ve bulunduğumuz çevrelerden alırız. içinde yaşadığımız çağın bizim için
başkalarından daha fazla elverişli öğretmenleri olduğu ve bizim onları fazla bir arayışa
girmeden bulmak durumunda olduğumuz konusunda düşüncesiz bir güvenimiz bulunuyor. Bu
çocukluk için insan sonradan ağır bir bedel ödemek zorunda kalıyor: İnsan öğretmenlerinin
cezasını çekmek zorundadır Sonra, insan geçmiş devirler de dahil olmak üzere, bütün dünyada
belki de doğru yol gösterici aramaya çıkıyor... ama belki de şimdi artık çok geç. Ve en kötü
durumda biz gençken onların yaşadığını.., ve eskiden yanıldığımızı keşfederiz.
496.
Kötü İlke. — Platon, felsefi düşünürün, mevcut her toplum da, bütün aşağılıkların örneği
olarak kabul edilmesi gerektiğini harika bir şekilde betimlemiştir. Çünkü filozof törelerin
eleştirmeni olarak, ahlaklı insanların karşıtıdır, ve işi yeni törelerin koyucusu olacak şekilde
ileri götüremezse, o zaman insanların anılarında “kötü ilke” olarak kalır. Bu noktadan
hareketle, özgür düşünceli ve yenilik düşkünü Atina şehrinin, Platon’un yaşadığı döneminde
onun şöhretinde rol oynadığını tahmin edebiliriz: Kendisinin de söylediği gibi vücudunda
“siyasi dürtüsü” olan Platonun o zaman Sicilya'da üç kez, tam da bir Yunan Akdeniz devleti
denemesini hazırlar görünmesine, kim şaşırır? Bu devlette ve onun yardımıyla Platon,
sonradan Muhammet’in Araplar için yaptığını, Yunanlılar için yapmak istiyordu: Büyük
küçük alışkanlıkları, özellikle herkesin günlük yaşam tarzını belirlemek. Düşünceleri,
Muhammet’in düşünceleri kadar mümkündü: Hıristiyanlığın çok daha inanılmaz düşünceleri,
mümkün olarak ispatlandı ya! Birkaç rastlantı az, birkaç rastlantı çok... dünya Güney

121


Avrupa’nın Platonlaşmasını yaşardı; ve bu durumun şimdiye kadar sürdüğünü varsayalım, o
zaman muhtemelen Platondaki “iyi ilkeye” saygı duyardık. Ama o başarılı değildi: Ve
böylece kendisine bir hayalperestin bir ütopyacının ünü kaldı... daha yüz kızartıcı lakaplar
eski Atina ile birlikte batıp gitti.

497.
Temizleyen Göz. — “Dehanın” varlığı, en çok Platon, Spinoza ve Goethe gibi tinin karaktere
ve mizaca sadece gevşek bağlarla bağlanmış, bunlardan kolaylıkla ayrılan ve sonra onun
üstüne çıkabilen kanatlı bir yaratık gibi göründüğü insanlarda söz konusu edilebilir. Buna
karşın mizaçlarından asla kopamayanlar “dehalarını” en hararetli bir şekilde anlatıp, ona entinsel, en büyük, en genel ve hatta duruma göre kozmik bir ifade verdiler (Örneğin
Schopenhauer gibi). Bu dehalar, kendilerinin üzerinden uçamazlardı, ama uçtukları her yerde
kendilerini bulduklarına, tekrar bulduklarına inandılar... bu onların “büyüklüğü” idi, ve
büyüklük olabilir! — ismi daha iyi hak eden diğerlerinin mizaçlarından ve karakterlerinden
değil, onlardan bağımsız olarak ortaya çıktığı anlaşılan, ve genellikle onlara karşı yumuşak bir
muhalefetle dünyaya, bir tanrıya bakarcasına bakan ve bu dünyayı seven temiz, temizleyici
gözleri var. Ama onlara da bu göz bir seferde bağışlanmamıştır Görmenin bir uygulaması ve
okulöncesi eğitimi vardır, ve şansı olan, doğru zamanda bir de temiz görme öğretmeni bulur.
498.
İstemeyin! — Onu tanımıyorsunuz! Evet o, rahat ve serbestçe insanlara ve şeylere boyun eğer,
ikisine karşı da hoşgörülüdür; biricik ricası, rahat bırakılmasıdır... ama insanlar ve şeyler
boyun eğmeyi talep etmedikleri sürece. Her şeyi talep etmek, onu gururlu, sıkılgan ve savaşçı
yapıyor.
499.
Kötü İnsan. — “Sadece yalnız insan kötüdür!” diye bağırdı Diderot: Ve o anda Rousseau
kendini ölümcül yara almış gibi hissetti. Dolayısıyla kendi kendine Diderot’nun haklı
olduğunu itiraf etti. Gerçekten, toplumun ve ahbaplığın içindeki her kötü eğilim, kendine o
kadar çok zor kullanmak o kadar çok maske değiştirmek, o kadar sık erdemin Prokrustes
masasına (Yunan efsanesine göre, gezginleri yatağa uydurmak için onların kol ve bacaklarını
kırıp kesen ya da çekip uzatan devin bu işlemi yaptığı yatak) yatmak zorundaki insan
rahatlıkla kötünün şehitliğinden söz edebilir. Yalnızlıkta bunların hepsi düşüp gider. Kötü
insan en çok yalnızlık içinde olan insandır: hem de en iyi durumda olduğu yerdedir... ve sonuç
olarak her tarafta bir tiyatro oyunu, seyircinin gözü için de en güzelidir.
500.
Çizgiye Karşı. — Bir düşünür, kendini yıllarca çizgiye karşı düşünmeye zorlayabilir: Ona
kendilerini içten sunan düşünceleri izlemesini değil, bir makamın, öngörülmüş bir zaman
bölümünün, keyfi bir çalışma türünün onu mecbur etmiş görünen düşünceleri belirtmek
istiyorum. Ama sonunda hasta olur: Çünkü, bu görünürdeki ahlaksal galibiyet sinirlerini
ancak kural haline getirilmiş aşırı bir zevkin yapacağı gibi temelden mahveder.
501.
Ölümlü Ruhlar! — Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançtan vazgeçilmesi, belki de bilgi
konusunda elde edilen en yararlı başarı olmuştur. Şimdi insanlık bekleyebilir, artık eskiden
yapmak zorunda olduğu gibi acele etmeye ve yarı kontrol edilmiş düşünceleri boğmaya
ihtiyacı yoktur. Çünkü eskiden zavallı “sonsuz ruhun” kurtuluşu kısa yaşam sırasındaki
bilgilere bağlıydı, bugünden yarına karar verilmesi gerekiyordu... “bilginin” korkunç bir
önemi vardı! Yeniden yanılmaya, denemeye, geçici olarak kabul etmeye cesaret kazandık...

122


bütün bunlar o kadar önemli değil!.., ve işte bundan dolayı bireyler ve cinsler, eskiden delilik
ve cennet ve cehennemle oynamak biçiminde algılanacak muhteşem görevleri dikkate
alabiliyorlar. Şimdi kendi kendimizle deney yapabiliriz! Evet insanoğlunun bunu yapmaya
hakkı var! Bilgiye en büyük kurbanlar henüz verilmedi... evet, şimdi eylemlerimizin önünde
giden böyle düşünceleri eskiden sadece sezmek bile tanrıya küfür ve sonsuz selametten
vazgeçmek sayılırdı.

502.
Üç Değişik Durum İçin Bir Sözcük. — Hırs kimisinde vahşi, iğrenç ve çirkin hayvanı
birdenbire ortaya çıkarır; öbüründe onun sayesinde yüksekliğe ve büyüklüğe, hareketlerin
ihtişamına yükselir, buna karşı onun diğer varlığı zayıf görünür. Tamamen asilleşmiş bir
üçüncü de en soylu Sturm und Drang’a da sahiptir, bu durumda vahşi güzel doğa olup onun
genellikle canlandırdığı büyük, sakin, güzel doğadan sadece bir derece daha derindir: Ama
doğa coşku içinde olursa insanlar tarafından daha iyi anlaşılır ve esasen bu durumundan
dolayı saygı görür... bu, durumda insanlara bir adım daha yakın ve akrabadır. Böyle bir
görünüşten insanlar hayranlık ve dehşet duyumsarlar ve işte o zaman ona tanrısal adını
verirler.
503.
Dostluk. — Felsefi yaşamla dostlara yararlı olunmayacağı yolundaki felsefi yaşama karşı ileri
sürülen itiraz, kesinlikle modern bir insandan gelmiş olamaz: Antik çağa aittir. Antik çağ
dostluğu enine boyuna ve sıkı sıkıya yaşadı, düşündü ve neredeyse kendisiyle birlikte mezara
götürdü. Bu onun bizim önümüzde yaptığı atılımdır: Buna karşın biz idealleştirilmiş cinsel
aşkı gösterebiliriz. Antik insanların bütün büyük yetenekleri, desteklerini erkek erkeğe
olmalarından ve kadının, erkeğin en yakını, en yücesi, hatta tek aşkı olma hakkını ileri
sürememesinden alırdı... şehvet duygusunun duyumsamayı öğrettiği gibi. Belki de
ağaçlarımız, üzerlerinde sarmaşık ve asmalar olduğu için o kadar çok büyümüyor.
504.
Barışın! — Çocuğun öğrendiği ile adamın idrak ettiğini barıştırmak felsefenin mi görevi
olmalı? Çocukla adamın arasında bulundukları ve orta ihtiyaçları olduğu için felsefe,
delikanlıların görevi mi olmalı? İnsan filozofların şimdi kaç yaşında tasarlama hevesine
kapıldıklarını düşününce, neredeyse öyle görünüyor: inanmak için çok geç ve bilmek için çok
erken sayılmayan bir yaş.
505.
Pratik Kimseler. — Biz düşünürler bütün şeylerin lezzetini önce belirlemek, gerekli durumda
açıklamak durumundayız. Pratik insanlar sonunda bunu bizden alırlar; bize olan bağımlılıkları
inanılmayacak kadar büyüktür ve hakkında bu kadar az bildikleri halde, biz uygulayıcı
olmayanları bu denli gururla görmezlikten gelmeyi sevmeleri, dünyanın en komik oyunudur:
Evet pratik yaşamlarını küçümserlerdi, eğer biz onu küçümsemeyi tercih etseydik: Bizim,
zaman zaman küçük intikam duygularımızı kışkırtabilecek şey.
506.
Bütün İyilerin Mecburi Kurumaları. — Nasıl? Bir eserin kavranması, çağının onu ortaya
koyduğu zaman kavradığı gibi mi olacakmış? Ama insan onu böyle kavramamakla ondan
daha çok zevk alır, ona daha çok şaşırır ve ondan daha çok şey öğrenir! Her yeni iyi eserin
zamanın rutubetli havasında yattıkça asgari değerini koruduğunu fark etmediniz mi? —
Gerçekte de piyasanın, karşıtların, en yeni fikirlerin ve bugünle yarın arasındaki bütün geçici
şeylerin şöhretini hala üzerinde taşıdığı için mi? Sonradan kuruyup gider, “güncelliği”

123


kaybolur... ve ancak o zaman derin bir parıltı ve nefis bir koku kazanır, evet, bu noktaya
gelince, sonsuzluğunun sessiz gözü görmeye başlar.

507.
Hakikat Şeyin Tiranlığına Karşı. — Bütün fikirlerimizi gerçek kabul edecek kadar çılgın bile
olsak, yalnız başlarına var olmalarını istemezdik: Hakikatin tek başına hakimiyetinin ve
sınırsız gücünün nereden arzu edildiğini bilmiyorum; bana onun büyük bir güce sahip olması
yeterlidir. Ama o mücadele edebilmeli ve karşıtları olmalı, ve insan kendini ara sıra hakikat
olmayanda dinlendirebilmeli... yoksa bize can sıkıcı, güçsüz ve tatsız gelir, ve bizi de o hale
getirir.
508.
Coşkulu Almamak. — Kendimize yararlı olmak için yapacağımız şey, bize ahlaksal bir övgü
getirmemeli, ne başkalarından, ne kendimizden; keza kendimize sevinmemiz için yapacağımız
şeyin de o denli az olması gerekir. Bu tür durumları coşkulu almamak, bütün coşkulu
şeylerden kaçınmak, bütün büyük insanlar için iyi bir davranıştır: Ve her kim ona alışırsa, o
kişiye saflık tekrar bağışlanmıştır.
509.
Üçüncü Göz. — Nasıl! Senin hala tiyatroya mı ihtiyacın var! O kadar genç misin? Akıllı ol ve
trajedi ve komediyi daha iyi oynandıkları yerde ara! Daha ilginç ve ilgi gösterilerek
gerçekleştiği yerde! Evet, bu sırada sadece seyirci olarak kalmak, pek kolay değil... ama
öğren! Ve senin için zor ve utandırıcı olan bütün durumlarda sevinmek ve kaçmak için bir
küçük kapı var, senin tutkuların üzerine çullansalar bile. Tiyatro gözünü aç, üçüncü büyük
gözünü, diğer ikisinin arasından dünyaya bakan gözünü!
510.
Kendi Erdemlerinden Kaçmak. — Eğer bir düşünür ara sıra erdemlerinden kaçmayı
bilmiyorsa, onun ne değeri var! Onun “sadece bir ahlaksal yaratık” olmaması gerekir!
511.
Yosma. — Dürüstlük bütün fanatiklerin en büyük yosmasıdır. Luther’e bir şeytan ya da güzel
bir kadın biçiminde yaklaştığını sandığı ve onun kaba bir herif tavrıyla kendinden
uzaklaştırdığı şey, şüphesiz dürüstlüktü ve hatta daha ender durumlarda, hakikatti.
512.
Nedenlere Karşı Cesur — Kim doğası itibarıyla insanlara karşı saygılı ya da korkak, ama
sebeplere karşı cesursa, yeni ve yakın tanışmalardan çekinir, eskilerini sınırlar: Böylece takma
adı ve hakikate olan saygısızlığı birlikte gelişir.
513.
Sınırlar ve Güzellik. — Güzel, kültürlü insanlar mı arıyorsun? Ama o zaman güzel bölgeleri
ararken yaptığın gibi kısıtlı manzaraları ve görünümleri de kabul etmek zorundasın. —
Kuşkusuz panoramatik insanlar var; bunlar elbette panoramatik yerler gibi öğretici ve
şaşırtıcıdırlar: ama güzel değil.
514.
Güçlülere. — Siz güçlü ve mağrur akıllar; sizden sadece bir şey rica ediyorum: Biz
başkalarına yeni yükler yüklemeyin, bizim yükümüzün birazını kendi sırtınıza alın, çünkü siz
güçlüsünüz ya! Ama siz, büyük bir zevkle bunun tam tersini yapıyorsunuz: Çünkü siz uçmak

124


istiyorsunuz ve bu yüzden sizin yükünüzü de bizimkinin üzerine koyup taşımaya mecbur
oluyoruz: Yani biz sürünmek zorundayız!

515.
Güzelliğin Artışı. — Neden güzellik uygarlıkla birlikte artıyor? Çünkü uygar insanın
çirkinleşmesine vesile olacak üç olgu az ve giderek daha az ortaya çıkıyor: Birincisi en vahşi
galeyanlarındaki duygulanımları, ikincisi en aşırı derecedeki bedensel çabalar, üçüncüsü
bakışla korku saçma gereksinimi, bu alt ve tehlike altındaki kültür basamakların da öylesine
büyük ve sık sık ortaya çıkar ki, jestler ve törenler belirleyip çirkinliği görev haline getirir.
516.
Şeytanını Yakınındakine Kaçırmama! — Günümüz için iyi niyetli ve iyiliksever olmanın iyi
insanı oluşturduğu fikrini en azından kabul edelim; ama, şunu da ekleyelim: “Önce bizzat
kendine karşı yardımsever olmak ve iyilik yapmak düşüncesinde olması koşuluyla! “ Çünkü
kişi bunlar olmaksızın... eğer kendinden kaçıyor, kendinden nefret ediyor ve kendine zarar
veriyorsa... kesinlikle iyi insan değildir. O zaman yaptığı şey, kendini kendinden başkalarının
katında kurtarmaktır: Ama bu başkaları, her ne kadar o, onların iyiliğini ister görünse de, bu
sırada başlarına kötü bir şey gelmemesi için dikkat etsinler! — Ama mesele esasen şudur:
Egodan kaçmak ve nefret etmek, başkalarında, başkaları için yaşamak... buna, şimdiye değin
düşüncesiz olduğu kadar güvenle “bencil değil”, “iyi” denildi.
517.
Sevgi İçin Baştan Çıkarmak, — Kendisinden nefret edenden korkmalıyız, çünkü onun
hıncının ve intikamın kurbanı olacağız. O halde, kendini sevmesi için onu nasıl baştan
çıkaracağımıza bakalım!
518.
Teslimiyet. — Teslimiyet nedir? Bu, uzun süre onu bulmak için işkenceler altında kıvranan,
bundan dolayı yorgun düşen.., ve nihayet onu da bulan bir hastanın en rahat durumudur!
519.
Aldatılmak. — Eylemde bulunmayı istediğiniz an, kuşkuya kapıyı kapatmak zorundasınız,.,
demiş bir eylem adamı. — Ve sen bu şekilde aldatılan kişi olmaktan korkmuyor musun?.,
diye cevap vermiş bir dalgın.
520.
Sonsuz Cenaze Töreni. — Birisi tarihin ötesinden bu yana sürdürülen bir cenaze konuşmasını
duyduğunu sanabilir: İnsan sürekli en sevdiklerini, düşüncelerini ve ümitlerini gömdü ve
gömer ve bunun karşılığında gurur duyar, gloria mundi, yani cenaze konuşmasının haşmetini.
Bununla her şey düzeltilmek istenir! Ve cenaze konuşmasını yapan kişi halen en büyük
velinimettir!
521.
İstisna Kibirlilik. — Bu kişinin avunması için büyük bir özelliği var: Varlığının kalanı
üzerinde — hemen hepsi geri kalanıdır! — bakışı aşağılayarak süzülür. Ama kendi kendine
dinlenir, sanki tapınağına gidiyormuş gibi; oraya giden yol bile ona geniş, tatlı eğilimli
basamakları çıkar gibi gelir: — Ve siz zalimler ona bu yüzden kibirli dersiniz!
522.

125


Kulaksız Bilgelik. — Her gün hakkımızda ne konuşulduğunu duymak, ya da hatta hakkımızda
ne düşünüldüğü konusunda kafa patlatmak, — bu en güçlü insanı bile perişan eder. Başkaları
her gün üzerimizdeki haklarını korumak için bizi yaşatıyorlar! Onlara karşı haklı çıksaydık,
ya da haklı çıkmak isteseydik, bize katlanamazlardı! Kısaca: Genel uzlaşmayı kurban
etmeyelim, hakkımızda konuşulanları, övgüleri, eleştirileri, arzuları, ümitleri dinlemeyelim,
aklımıza bile getirmeyelim!

523.
Arkadan Gelen Sorular — Bir insan herhangi bir şeyi açıklarsa, ona sorulabilir: O neyi
gizleyecek? Gözleri nereden saptıracak? Hangi önyargıyı uyandıracak? Ve sonra bir de: Bu
ikiyüzlülüğün kurnazlığı nereye kadar gidecek? Ve bu sırada ne yolla yanılacak?
524.
Yalnız İnsanların Kıskançlığı. — Sosyal doğalarla yalnız doğalar arasındaki fark (ikisinin de
akıllı olması koşuluyla!) şudur: Birinciler ne olursa olsun bir şeyden memnun, ya da hemen
hemen memnun olurlar, o şey hakkında tinlerinde ifade edebilecekleri mutlu bir dönüşüm
olduğu andan itibaren... bu onları şeytanla bile barıştırır! Buna karşın yalnızların bir şeyden
sessiz, aşırı hazları, sessiz ıstırapları var; sevgililerinin giydiği çok seçkin elbiseden nefret
ettikleri gibi en iç sorunlarının akıllı, parlak bir şekilde sergilenişinden de nefret ederler:
Sonra, sanki başkalarının hoşuna gidecekmişşüphesi uyanmış gibi melankolik gözlerle ona
bakarlar! Bu, bütün yalnız düşünürlerin ve tutkulu hülyalıların espriye karşı gösterdikleri
kıskançlıktır.
525.
Övgünün Etkisi. — Kimileri büyük övgü alınca utanır, kimileri terbiyesizleşir.
526.
Sembol Olmak İstememek. — Hükümdarlara acıyorum: onların zaman zaman da olsa
toplumun içine girmeleri için ayıracakları vakitleri yok ve böylece insanları sadece sevimsiz
ve ikiyüzlü yönleriyle tanırlar; önemli olmak için yapılan devamlı zorlama, sonunda
gerçekten ağırbaşlı değersizler olmalarına neden oluyor. — Ve görevlerini sembol olmakta
gören herkesin durumu, bundan farklı değildir.
527.
Kendini Saklayanlar — Sizin de büyük sevinç duyan kalbinizi kavrayıp sıkan, kitlenin
utancını yitirmektense dilsiz olmayı tercih eden insanları daha bulmadınız mı? — Tanınmak
istemeyen ve kumdaki ayak izlerini defalarca silen, kendilerinden ve başkalarından gizlenmek
için, hilekar olan huzursuzları ve çoğunlukla iyi huylu insanları da bulamadınız mı henüz?
528.
Daha Seyrek Yetingenlik. — Başkasını yargılamak istememek ve onun hakkında düşünmekten
kaçınmak, çoğu kez insancıllığın küçük bir göstergesi değildir.
529.
İnsanlar ve Halklar Ne ile Şöhret Kazanırlar — Yapmadan önce yanlış anlaşılacağı fark
edildiği, ya da bundan kuşkulandığı için ne kadar çok gerçek bireysel eylemlerden vazgeçilir!
— Yani iyide ve kötüde esasen değeri olan eylemler. Yani bir çağ, bir halk, bireylere ne kadar
büyük saygı gösterirse ve onlara ne kadar çok hak ve nüfuz üstünlüğü tanırsa, bu tür eylem o
kadar çok gün ışığına çıkmaya cesaret edecektir... böylece sonunda iyi ve kötüdeki
dürüstlükten ve hakikilikten bir parıltı, bütün zamanlara ve halklara yayılır ki onlar, örneğin

126


Yunanlılar gibi yıkılışlarından sonra da binlerce yıl bazı yıldızlar gibi parıldamaya devam
ederler.

530.
Düşünürün Dolambaçlı Konuşması. — Bazılarında bütün düşüncesinin seyri sert ve karşı
konmaz pervasızlıktadır, evet ara sıra kendine karşı acımasız, ama teker teker yumuşak ve
itaatkar bir konu etrafında iyi niyetli kararsızlıkla on kez dolaşırlar, ama sonunda sert
yollarına devam ederler. Bunlar bir çok dönemeçleri ve uzak inziva yerleri olan nehirlerdir;
akıntı boyunca nehrin kendi kendisiyle saklambaç oynadığı ve adalarla, ağaçlarla, mağaralarla
ve şelalelerle kendisine küçük bir idil yaptığı yerler vardır: Ve sonra tekrar kayaların
yanından, ve en sert taşları zorlayarak yatağında akıp gider.
531.
Sanatı Başka Türlü Duyumsamak. — İnsan yerleşik ve toplumsal, yiyip bitirici ve yiyip
bitmiş, derin, verimli düşüncelerle ve sadece onlarla yaşamaya başladığından beri, sanattan ya
hiçbir şey istemiyor, ya da eskisinden çok başka bir şey istiyor... yani insanın zevki değişiyor.
Çünkü eskiden insan sanatın kapısından, şimdi içinde sürekli yaşadığı tam bir elemana, bir an
için dalmak isterdi; o zaman insan bununla bir şeye sahip olmanın verdiği sevincin rüyasını
görürdü, ve şimdi sahip. Evet; şimdi sahip olduğunu geçici olarak fırlatıp atmak, ve kendisini
fakir, çocuk, dilenci ve deli olarak rüyasında görmek... artık bizi ara sıra hayran bırakır.
532.
“Aşk Eşit Kılar” — Aşk, kendisi adadığı öbürüne yabancılık duygusundan ırak tutar,
dolayısıyla tam ikiyüzlülük ve hileli benzetmedir, hep aldatır ve gerçekte olmayan bir eşitliği
oynar. Ve bu öyle içgüdüsel olur ki, aşık kadınlar bu ikiyüzlülüğü ve en ince aldatmayı sürekli
inkar edip cesurca aşkın eşit kıldığını iddia ederler (yani aşk bir mucize yaratıyor!). — Bu
süreç basittir, eğer birisi kendini sevdirirse ve ikiyüzlü davranmayı gerekli bulmayıp bunu
daha ziyade karşısındakine sevene bırakırsa: Ancak, sanki ikisinin de karşılıklı tutku dolu
olduğundan ve bundan dolayı her birinin kendisini feda ettiğinden ve kendini diğerine
benzetmek ve ona eşit olmak istemesinden daha karışık ve içine girilemez bir oyun yoktur: Ve
sonunda, neyi taklit edeceğini, neyin aleyhine tavır takınacağını, kendisini ne olarak
tanıtacağını hiç kimse bilmez. Bu oyunun güzel çılgınlığı, bu dünya için çok fazla güzel ve
insan gözü için çok fazla zariftir.
533.
Biz Acemiler! — Bir oyuncu başka bir oyuncuyu oyun oynarken seyrettiğinde neler tahmin
eder ve görür! Bir adale bir harekette görevini yapmayınca anlar, soğukkanlı bir şekilde
aynanın önünde çalışılan ve bütüne uyum sağlamak istemeyen küçük yapay şeyleri tek tek
ayırır; oyuncunun kendi buluşu sahnede kendini şaşırtırsa ve eğer şaşkınlıkla eline yüzüne
bulaştırırsa, hisseder. — Yine bir ressam önünde hareket eden bir insanı ne kadar değişik
görür! Özellikle onda, hemen ilave birçok şey görür, mevcudu yetkinleştirmek ve tam etki
sağlamak için; aynı şeyi türlü ışıklandırmaların ruhunda dener, bütünün etkisini kendi
koyduğu bir karşıtlıkla böler. — İnsan ruhuna egemen olmak için keşke bu oyuncunun ve
ressamın gözüne sahip olsaydık!
534.
Küçük Dozlar Bir değişiklik mümkün olduğu kadar derinlere götürülecekse, ilaç küçük
dozlarda, ama kesmeden uzun zamana yayarak verilir! Bir defada yaratılabilecek ihtişam
nedir? Öyleyse alıştığımız ahlaksal durumu, yeni bir değerlendirmeyle alelacele ve şiddet
kullanarak değiştirmekten kaçınalım... hayır, onunla daha çok uzun süre yaşamaya devam

127


etmek istiyoruz... ta ki yeni değerlendirmenin içimizde ağırlıklı kuvvet olduğunu ve şimdiden
itibaren alışmak zorunda olduğumuz onun küçük dozlarının içimize yeni bir doğa
koyduklarını. muhtemelen çok geç, anlayana kadar. — İnsan, değerlerin köklü değişimi için
yapılan son denemenin, yani siyasi şeylere ilişkin — “Büyük Devrimin” — inançlı Avrupa’ya
ani bir krizle birdenbire iyileşmesi ümidini öğreten coşkulu ve kanlı bir şarlatanlıktan başka
bir şey olmadığını.., ve böylece bütün siyasi hastaları bu ana kadar sabırsız ve tehlikeli hale
getirdiğini de anlamaya başlar.

535.
Hakikatin Kuvvete Gereksinimi Var — Hakikatin kendisi aslında hiçbir şekilde güç değildir..,
her ne kadar aydınlanma dalkavukları bunun tersini söylemeye alışmış olsalar bile! — Daha
ziyade gücü yanına çekmek, ya da kendisi gücün yanına geçmek zorundadır, yoksa defalarca
yok olacaktır! Bu yeterince ve gereğinden fazla ispatlanmıştır.
536.
Başparmak İşkencesi. — Birinin kendi birkaç özel erdemini tesadüfen sahip olmayan
başkalarına nasıl vahşice dayattığını, onları nasıl zorladığını ve rahatsız ettiğini hep ve
defalarca görmek, insanı sonunda sinirlendiriyor. Ve biz de “dürüstlük duygusu” ile merhamet
etmek istediğimiz gibi, aynı şekilde bizim onda, bugün bile bütün dünyaya inançlarını
dayatmak isteyen büyük bencilleri ciğerlerine kadar acıtacak başparmak işkencemiz olduğu
da kesin: — Biz başparmak işkencesini kendi kendimizde denedik!
537.
Ustalık. — İnsan ustalığa, yapım esnasında hem yanılmıyor, hem de duraksamıyorsa,
erişmiştir.
538.
Dehanın Ahlaksal Çılgınlığı. — Güçlü zekaların belli cinslerinde utandırıcı, kısmen korkunç
bir oyun gözlemlenir: En verimli anlarının, yukarılara ve uzaklara doğru uçuşlarının,
yapılarına uygun olmadığı ve bir tür güçlerini aştığı görülür; şöyle ki, her seferinde bir hata
olur ve uzun süre de, geride makinenin bozukluğu kalır, ama burada sözü edilen doğalar gibi
yüksek zekalı doğalarda, bedensel sıkıntı durumlarından çok çeşitli ahlaksal ve zihinsel
belirtilerde kendini daha düzenli gösterir. Rousseau ile Schopenhauer gibi aşırı kişisel ve
bağımlı doğalardan birdenbire ortaya anlaşılmaz korku, kibir, nefret, kıskançlık, sofuluk ve
bağnazlık fışkırır ki bu durum, periyodik bir kalp ağrısının sonucu olabilir: Ama bu sinir
hastalığının bir sonucudur ve bu nihayet bir sonuçtur. Deha, içimizde yaşadığı sürece yürekli,
evet sanki çıldırmış gibi, yaşama, sağlığa ve şerefe dikkat etmeyiz; gündüzleri bir kartaldan
daha özgür uçarız, karanlıkta bir baykuştan daha güvenliyiz. Ama bizi birdenbire terk eder ve
aynı şekilde birdenbire derin bir korku düşer içimize: Artık kendimizi bile anlamayız,
yaşanmış, yaşanmamış her şeyin acısını çekeriz; çıplak kayaların altında, bir fırtınanın
eşiğinde gibi ve aynı zamanda her tıkırtıdan ve gölgeden korkan acınacak çocuk ruhları
gibiyiz. — Dünyada yapılan bütün kötülüklerin dörtte üçü korkudan meydana gelir: Ve bu her
şeyden önce psikolojik bir süreçtir!
539.
İstediğiniz Şeyi Biliyor Musunuz? — Hakikati anlamaya elverişli olmadığınız korkusu sizi hiç
rahatsız etmedi mi? Duyularınızın çok kör ve hatta görmenizdeki hassasiyetin hala çok kaba
olduğundan korkmuyor musunuz? Görmenizin arkasında nasıl bir isteğin egemen olduğuna
dikkat ettiniz mi? Örneğin, bugün başka birisinden farklı görmek isteyen birinden siz dün
daha çok görmek istiyordunuz ya da başından bir uzlaşmanın ya da şimdiye değin bulunacağı

128


sanılan şeyin tersini bulmanın özlemini ne kadar duyarsınız! Ah, utanılacak ihtiraslar! Nasıl
zaman zaman güçlü etkileyiciyi, zaman zaman da sakinleştirici araştırıyorsunuz... çünkü
yorulmuşsunuz! Sizin kabul edeceğiniz hakikatin nasıl oluşmuş olacağı konusunda hep
gizlilik dolu öngörüler var. Ya da bugün orada donmuş ve kuru aydınlık bir kış sabahı gibi
olduğunuzu ve kalbinizde hiçbir şeyin olmadığını, daha iyi gözlere sahip olduğunuzu mu
sanıyorsunuz? Düşünsel bir şeye adalet sağlamak için sıcaklık ve coşku gerekmez mi? — Ve
işte buna görmek denir! Sanki düşünce ürünleriyle, insanlarla olduğundan tamamen başka
ilişki içinde olmanız mümkünmüş gibi! Bu ilişkide aynı ahlak, aynı dürüstlük, aynı art
düşünce, aynı üşengeçlik ve aynı korkaklık vardır.., sizin bütün sevilecek ve nefret edilecek
beniniz! Fiziksel yorgunluğunuz nesnelere mat renkler verecektir, ateşiniz onları bir canavara
dönüştürecek! Sabahlarınız nesneler akşamlarınızdan farklı aydınlatmaz mı? Her bilginin
mağarasında kendi hayaletinizi, arkasında hakikatin sizden saklandığı hayalet olarak
bulmaktan korkmuyor musunuz? Bu sizin de hiç düşünmeden birlikte oynamak istediğiniz
dehşet verici bir komedi değil mi?

540.
Öğrenmek. — Michelangelo Raffael’de araştırmayı, kendi içinde doğayı görmüştü: orada
öğrenme, burada yetenek. Bununla birlikte bu, büyük titizin önünde derin saygıyla ifade
edilen bir titizlik. Yetenek, babalarımızın ya da daha eskilerin seviyesinde olsa bile eski bir
parça şeyi öğrenme, deneme, alıştırma, kendine mal etme, özümseme için kullanılan isimden
başka nedir! Ve tekrar edelim: öğrenen, kendi kendini yetenekli hale getirir... ancak,
öğrenmek öyle kolay değil ve sadece iyi niyet işi değildir; insanın öğrenmesi mümkün
olmalıdır. Sanatçının öğrenmesi durumunda sık sık kıskançlık karşı koyar, ya da yabancı
karşısındaki duygunun verdiği gurur derhal iğnelerini çıkarır ve kendini düşünmeden öğrenen
birinin durumu yerine savunan birinin pozisyonuna geçer. Goethe gibi Raffael’de de gurur ve
kıskançlık yoktu ve bundan dolayı büyük öğrencilerdi ve sadece atalarının temizleyip tarihin
süzgecinden geçirdikleri cevherlerin istismarcıları değildiler. Raffael, büyük rakibinin kendi
“doğası” olarak nitelendirdiği şeyi kendine mal ederken önümüzden bir öğrenci olarak
kaybolup gitti: Bu en asil hırsız her gün ondan bir parça aldı götürdü, ama Michelangelo’nun
tümünü kendine aktaramadan öldü... ve eserlerinin son dizisi yeni bir öğrenim planının
başlangıcı olarak pek mükemmel değil, ama tamamıyla iyidir, çünkü büyük öğrenici en zor
projesinde ölümün engellemesiyle karşılaşmış ve araştırdığı, kendini haklı çıkaran son
amacını beraberinde götürmüştür.
541.
İnsan Nasıl Taşlaşmalı. — Yavaş yavaş sertleşmeli bir mücevher gibi... ve sonunda sessiz ve
sonsuzluğun sevincinde yatıp kalmalı.
542.
Filozof ve Yaşlılık. — Akşama, gün hakkında karar verdirmekle akıllı davranılmış olunmaz:
Çünkü bu durumda yorgunluk, çok sıklıkla güç, başarı ve iyi niyetin yargıcı olur. Keza
yaşlılık dikkate alınırken ve onun yaşamı değerlendirmesinde büyük özen gösterilmelidir
akşam gibi özellikle yaşlılık, kendini yeni ve çekici bir ahlaklılık kılığına sokmaktan hoşlanır
ve akşam kızıllığı, alaca karanlık, huzur dolu ya da özlemli bir sessizlikle gündüzü utandırır.
Yaşlı adama karşı gösterdiğimiz şefkat, bu kişi özellikle yaşlı bir düşünür ya da bilge ise,
aklının yaşlandığını görmemizi kolaylıkla engeller; ve her zaman bu tür yaşlılığın ve
yorgunluğun belirtilerini gizlendikleri yerden, yani ahlaksal eğilimlerin ve önyargıların
arkasındaki psikolojik fenomeni şefkat delisi olmamak ve bilgide muzırlık yapmamak için
çekip çıkarmak her zaman gereklidir. Yaşlı adamın büyük ahlaksal yenilenmeye ve yeniden
doğum çılgınlığına girmesi ender görülen olaylardan değildir ve bu duygudan hareketle sanki

129


ilk kez şimdi öngörülü olmuş gibi eser ve yaşamının gidişatı hakkında kararlar verir: Ve yine
de bu gönül rahatlığının ve bu iyimser yargıların arkasında dedikoducu olarak bilgelik değil,
bitkinlik vardır. Deha inancı muhtemelen onun en tehlikeli belirtisidir; o ilk bu yaşam
sınırında aklın büyük ve yarı büyük adamlarına saldırmayı alışkanlık haline getirir: ellerinde
olağanüstü durum ve olağanüstü haklar olduğuna inanış. Bu duruma kapılan düşünür, bu
andan itibaren işin kolayına kaçmaya ve deha olarak ispatlamaktan çok kendini karar vermeye
yetkili sayar: Ama aklın bitkinliğinin kolaylaştırmayı duyumsattığı dürtü olasılıkla inancın en
güçlü kaynağıdır; başka türlü görünse dahi zaman bakımından sonrakinin önünde gider. O
halde: Bu zaman için insan bütün yorgun ve yaşlı insanların zevk düşkünlüğüne uygun olarak
onları tekrar kontrol edip tohum atacağına, düşüncesinin sonuçlarının tadını çıkarmak ister, ve
bunun için kendini beğendirmesi ve çekici kılması, yavanlığını, soğukluğunu ve tatsızlığını
ortadan kaldırması gerekir; ve yaşlı düşünür görünürde, yaşamının eserini aşmış olur, ama
gerçekte onu içine kattığı coşkunluklarla, tatlılarla, baharatlarla, şiirsel sisle ve mistik ışıklarla
bozar. Sonunda Platona böyle olmuştu, o büyük dürüst Fransıza, katı bilimin boğazını sıkıp
bastıran kişi olarak bu yüzyılın Alman ve İngilizlerinden hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği
Auguste Comte’a sonunda böyle olmuştu. Yorgunluğun bir üçüncü belirtisi: Gençliğinde
büyük düşünürün kalbinde fırtınalar koparan ve o zaman hiçbir şeyle yetinmeyen ihtiras da
yaşlandı; kaybedecek vakti olmayan birisi gibi, hoşnutluğun daha kaba ve daha geniş
araçlarına saldırıyor, yani çalışan, hakim olan, şiddet kullanan, fetheden doğaların
hoşnutluğuna: Şu andan itibaren artık düşünce yapıları değil, kendi adını taşıyan kurumlar
kurmak istiyor; onun için şimdi ilahi utkuların ve şereflerin ispatlar ve çürütmeler diyarında
ne değeri var ki! Kitaplarda sonsuzlaşma, bir okurun ruhunda titretici bir övgü ne ki! Öte
yandan kurum bir tapınaktır... sağlam taştan yapılmış bir tapınağın, tanrısını hayatta yumuşak
ve nadir ruhların kutsal sunularından daha güvenli tutacağını bilir. Belki insandan çok bir
tanrı için geçerli olan sevgiyi ilk defa olarak bu zamanda bulur; ve bütün varlığı böyle bir
güneşin ışınları altında meyvenin sonbaharda yumuşayıp tatlılaştığı gibi yumuşar ve tatlılaşır.
Evet, tanrısallaşır ve güzelleşir, büyük yaşlı.., ve buna rağmen onun bu tür olgunlaşmasına,
sessiz kalmasına ve bir kadının parıldayan putperestliğinde dinlenmesine izin veren yaşlılık ve
bitkinliktir. Eski inatçı, kendi üstünlük emelinden kaynaklanan hakiki öğrenciler, yani
düşüncelerinin hakiki sürdürücüleri, yani hakiki karşıtlar isteği artık geçti: Bu istek her zaman
kendi öğretisine kendinin rakip ve amansız düşman olabileceği eksilmemiş güçten, bilinçli
gururdan gelmişti... şimdi kararlı partililer, duraksamayan arkadaşlar, yardım birlikleri,
yardımcılar ve debdebeli bir mahiyet istiyor. Şimdi içinde her ileri ve önden uçan tinin
yaşadığı korkunç soyutlanmışlığa esasen artık dayanamıyor; artık etrafını saygı, cemaat,
duygulanma ve sevgi nesneleriyle kuşatıyor; sonunda dindarlar eğlendiği kadar eğlenmek
istiyor, ve değer verdiği şeyi cemaatte kutlamak istiyor, hatta, sadece bir cemaati olsun diye
bir din icat edecek. Yaşlı bilge böyle yaşıyor ve bu sırada farkına varmadan ruhani, şairane
taşkınlıkların öyle perişanlık içindeki yakınına kayıyor ki, insan güç bela onun bilge ve sıkı
gençliğini, kafasının eski katı ahlaklılığını, ani buluşlar ve coşkular karşısındaki gerçek
erkeksi utangaçlığını hatırlayabiliyor. Eskiden kendini başka, daha yaşlı düşünürlerle
karşılaştırırken, bunu kendi zayıflığını ciddi olarak onların gücüyle ölçmek ve kendine karşı
daha sert ve daha serbest olmak için yapardı: Şimdi bunu sadece kendi hezeyanının
karşılaştırmasında sarhoş olmak için yapıyor. Eskiden güvenle, gelmekte olan düşünürleri
düşünüyordu, hatta büyük bir hazla bir sefer kendini onların ışığında yok olurken görmüştü:
Şimdi sonuncu olamamak onu üzüyor; şimdi insanlara hediye ettiği miras ile onlara bağımsız
bir düşüncenin kısıtlanmasını da zorla kabul ettirmenin yolunu arıyor; bireysel kafaların
özgürlük susuzluğundan ve gururundan korkuyor ve onlara çamur atıyor: Ondan sonra
hiçkimse aklını tamamen özgür olarak kullanmamalı, kendisi esasen düşünce dalgalarının
çarpabileceği dalgakıran olarak hep kalmak istiyor, — bunlar onun gizli, belki de hep gizli
olmayan arzuları! Ama böyle arzuların arkasındaki acı gerçek, onun kendi öğretisi karşısında


130


durmuş olması ve orada sınır taşını, kendi “buraya kadar ve daha ileri değil” kararını
dikmesidir. Kendi kendini azizliğe yükselterek, kendi hakkındaki ölüm raporunu da
düzenlemiştir: O andan itibaren ruhu onu geliştirmeye devam edemez; zaman onun için
bitmiş, ibre düşmüştür. Eğer büyük bir düşünür kendisinden gelecekteki insanlık için
bağlayıcı bir kurum yapmak isterse, gücünün tepesini aştığı, çok yorgun olduğu ve çok yakın
bir zamanda güneşin batacağı mutlaka kabul edilir.

543.
Tutkuyu Hakikatin Delili Yapmayın! — Oo, sizi iyi huylu ve hatta asil fanatikler sizi, sizi
tanıyorum! Bize karşı haklı çıkmak istiyorsunuz, ama kendinize karşı da, ve her şey den önce
kendinize karşı! — Duyarlı, nazik ve huzursuz bir vicdan sizi çok sık fanatikliğinize karşı
kışkırtıp sürüklüyor! O zaman vicdanın aldatılmasında ve uyuşturulmasında ne kadar
maharetli olursunuz! Dürüst, basit ve temiz insanlardan nasıl nefret edersiniz, onların masum
gözlerinden nasıl sakınırsınız! Onların temsil ettiği ve sesini kendi içinizde yüksek sesle
duyduğunuz daha iyi bilgi, inancınızdan nasıl da şüpheleniyor... onu, kötü alışkanlık olarak,
çağın hastalığı olarak, kendi zihinsel sağlığınızın ihmali ve enfeksiyonu olarak nasıl kuşkulu
hale getirmek istiyorsunuz! işi eleştiriye, bilime, akla karşı nefrete kadar götürüyorsunuz!
Sizden yana tanıklık yapsın diye tarihi çarpıtmalı, putlarınıza ve ideallerinize gölge
düşürmesinler diye erdemleri inkar etmelisiniz! Aklı nedenler gerekli olduğu yerde renkli
resimler! İfadelerin kızgınlığı ve gücü! Gümüş sis! İlahi geceler! Aydınlatmadan ve
karartmadan anlıyorsunuz ve ışıkla karartmadan anlıyorsunuz! Ve gerçekten eğer tutkunuz
azarsa, o zaman sizin şunu söyleyeceğiniz bir an gelir: Şimdi vicdanen rahat oldum, şimdi
alicenap, cesur, özverili, harika, şimdi ben dürüstüm! Tutkunuz size kendi önünüzde tam,
mutlak hak ve güya masumiyet verdiğinde, kavgada, sarhoşlukta, öfkede, ümitte kendinizden
geçmiş halde ve bütün kuşkuların ötesinde olduğunuzda, “kim bizim gibi kendinden geçmiş
ise hakikatin ne olduğunu ve nerede olduğunu bilemez” diye açıkladığınızda, bu ana nasıl
şiddetle susamışsınız! İnancınızdaki insanlara bu durumda — bu zihinsel kötü ahlak
durumudur — bulmaya ve yangınlarına kendi alevlerinizi tutuşturmaya ne kadar
susamışsınız! Oh, zavallı şehitliğiniz! Kutsanan yalanınızın zavallı utkusu! Kendinize bu
kadar çok acı vermek zorunda mısınız? — Zorunda mısınız?
544.
Felsefe Şimdi Nasıl Yapılmaktadır — Felsefe yapan gençlerimizin, kadınlarımızın ve
sanatçılarımızın, şimdi felsefeden, Yunanlıların algıladığının tam tersini istediklerini fark
ediyorum! Her kim bir Platoncu diyalogun karşılıklı konuşmalarındaki sürekli sevinç
nidalarını duymuyorsa, akılcı düşüncenin yeni bir buluşu hakkındaki sevinç nidalarını,
Platon’dan ne anlar, felsefeden ne anlar? Eskiden, kısıtlamaların, çürütmelerin,
genelleştirmelerin ve kavramların katı ve dengeli oyunu oynandığı zaman, ruhlar sarhoşlukla
hissederlerdi. . belki de müziğin eski büyük, sert ve dengeli kontrpuancılarının tanıdığı
sarhoşlukla. O zaman Yunanistan'da, hala insanın dilinde daha eski, çok daha evvelki öbür
güçlü tat vardı: Ama yeni tat kendini ona karşı öyle büyüleyici bir şekilde geliştirdi ki, insan
aşk çılgınlığındaymış gibi diyalektiğin ve “ tanrısal sanatın” şarkısını kekeleyerek söylüyordu.
Bununla birlikte, o eski yol, geleneklerin büyüsündeki düşünceydi, bu düşünce için sadece
belirlenmiş yargılar, belirlenmiş nedenler vardı, otoriteden başka nedenler yoktu: Böylece
düşünce bir sözlü öykünmeydi ve konuşmanın ve sohbetin bütün zevki biçimde olmak
zorundaydı. (İçeriğin sonsuz ve evrensel olarak düşünüldüğü her yerde sadece bir büyük büyü
var: biçimin değişmesi, yani modanın değişmesi. Yunanlı da Homer’in çağından beri
şairlerden zevk alıyordu ve sonradan heykeltıraşlardan, Yunanlılar orijinalden değil,
karşıtından zevk alıyorlardı.) Karşıt büyüyü, sebep ve etkiyi, neden ve sonucu keşfeden
Sokrates’di: Ve biz modern insanlar, mantığın gerekliliğine, dilimize normal tat olarak

131


gelecek kadar çok alıştık ve öyle eğitildik, bu niteliğiyle şehvet düşkünü ve kibirli kimselere
itici gelmek zorunda. Ona karşıtlık gösteren, onu hayran bırakır: Onun ince ihtirası kendini
ruhlarının istisna olduğuna, eytişimsel ve akıllı yaratıklar olmadıklarına, tersine.., örneğin
“içsel duyu” ile ya da “zihinsel anlayışla” yetenekli “sezgisel yaratıklar” olduğuna inandırmak
ister. Ama her şeyden önce kafasında dehası, vücudunda şeytanı olan “sanatçı doğalar” olmak
isterler, dolayısıyla bu ve öteki dünyada özel hakların da tadını çıkarmayı, özellikle tanrı
ayrıcalığı ile anlaşılmaz olmayı isterler. — Şimdi felsefe yaptıran işte budur! Korkarım, bir
gün yanıldıklarını fark ederler.., onların istedikleri, dindir!

545.
Ama Biz Size İnanmıyoruz! — Kendinizi zevkle insan sarrafı olarak tanıtmak istiyorsunuz,
ama böyle yapmanıza izin vermeyiz! Kendinizi olduğunuzdan daha deneyimli, daha derin,
daha heyecanlı, daha eksiksiz gösterdiğinizi fark etmeyelim mi? Tıpkı daha ressamın fırçasını
kullanılışındaki ölçüsüzlüğü hissettiğimiz gibi: Tıpkı müzisyenin giriş tarzı ile konuyu
olduğundan daha yüce sunmak istediğini duyduğumuz gibi. Kendinizde tarihi yaşadınız mı,
sarsıntıları, depremleri, uzun hüzünleri ve ani mutlulukları? Büyük ve küçük delilerle deli
oldunuz mu? iyi insanların saçmalıklarına ve acılarına gerçekten katlandınız mı? Ve aynı
şekilde en kötülerin acılarına ve mutluluk tarzlarına? Eğer öyleyse, bana ahlaktan söz et,
başka şeylerden değil!
546.
Köle ile İdealist. — Epiktet (Stoacı filozof, görüşlerinde Hıristiyan etiği ile benzerlikler
bulunduğu belirtilmektedir) insanı, gerçekten şimdi ideal peşinde koşanların zevklerini
paylaşmazdı. Varlığının sürekli gerilimi, içe dönük yorulmak bilmeyen bakışı, eğer bakışı bir
kez dış dünyaya dönerse gözünün çekingenliği, dikkatliliği, hislerini belli etmeyişi; ve hatta
susmak ya da kısa konuşmak: Hepsi en katı cesaretin özellikleri... her şeyden önce, genişleme
peşinde koşan idealistlerimiz için bu ne olurdu! Bütün bunlara rağmen o fanatik değil,
idealistlerimizin gösterisinden ve övüngenliğinden nefret ediyor: Kibri büyük olsa bile,
başkalarını rahatsız etmek istemiyor, belirli yumuşak bir yaklaşımı kabul ediyor ve kimsenin
keyfini kaçırmak istemiyor... hatta gülebiliyor! Bu idealde çok fazla antik insancıllık var!
Ama en güzeli ondaki tanrı korkusunun tamamen kaybolması, kesin olarak akla inanması,
günah çıkartmamasıdır. Epiktet bir köleydi. Onun ideal insanı sınıfsız olup bütün sınıflarda
karşılaşılması mümkündür, ama o her şeyden önce, derin, alttaki kitleler için de aranmalıdır,
sessiz, kendi kendine yeter birisi olarak genel bir köleleştirmenin içinde, kendini dışa karşı
savunur ve hep en yüksek cesaret halinde yaşar. Hıristiyandan özellikle şu noktada ayrılır:
Hıristiyan umut içinde yaşar, “dile getirilemeyen yetkinliklerin” beklentisi içinde ki, kendine
hediye ettirir ve kendinden değil, tanrısal sevgiden ve merhametten en iyiyi bekler ve kabul
eder: Buna karşın Epiktet umut etmez ve en iyi şeyini kendine bağışlatmaz... ona sahiptir, onu
cesaretle elinde tutar, eğer dünya onu elinden almak isterse, bütün dünyaya karşı hak iddia
eder. Hıristiyanlık, antik kölelerin başka bir türü için yaratılmıştı, iradesi ve aklı zayıf olanlar
için, yani büyük köle kitlesi için.
547.
Tinin Tiranları. — Bilimin ilerleyişi, çok uzun zamandan beri kabul edildiği gibi, insan aşağı
yukarı yetmiş yaşına kadar yaşar, türünden rastlantısal gerçek ile artık kesişmiyor. Vaktiyle,
bu zaman dilimi içinde, bilginin sonuna ulaşılmak istenir ve bu genel arzuya göre bilginin
yöntemi tahmin edilirdi. Küçük sorular ve deneyler birer birer küçümsenir, en kestirme yol
arzulanırdı; dünyada her şey insana göre düzenlenmiş göründüğü için, şeylerin
anlaşılabilirliği de insani zaman ölçüsüne göre düzenlenmiş olduğuna inanılırdı. Her şeyi bir
darbeyle, bir sözle çözmek... gizli bir arzuydu: Sorunlara Gordion Düğümü ya da

132


Kolumbus’un Yumurtası imgesi ile yaklaşılıyordu; İskender ya da Kolumbus tarzı bilgide de
amaca ulaşabilmenin ve bütün soruları bir cevapla halledebilmenin mümkün olduğu
konusunda kuşkulanılmıyordu. Yaşamın amacı filozofun karşısına: “Bir bilmece
çözülecektir”, biçiminde çıkıyordu: Önce bilmece bulunmalı ve dünyanın sorunu en basit
bilmece şekline sokulmalıydı. “Dünyanın bilmecesini çözen kimse” olmanın sınırsız ihtiras ve
sevinci, düşünürün rüyalarına giriyordu: Sonuca ulaştıracak olmayan hiçbir araç onun için
zahmete değmezdi! Böylece felsefe aklın tiranca egemenliği uğruna yapılan bir tür yüce
mücadele idi... bu haliyle herhangi çok mutlu, kibar, buluş yapabilen, soğukkanlı kimse için,
zorba için muhafaza edilmişti.., bir kişi için! — Bundan kimsenin şüphesi yoktu ve en son
Schapenhauer olmak üzere birçok kişi, bu kişinin kendisi olduğunu sanıyordu. — Bundan,
bilimin şimdiye değin genelde taraftarlarının ahlaksal dar görüşlülükleri yüzünden geri
kaldığı ve bundan sonra daha yüce ve cesur bir duygu ile ilerletilmesi gerektiği sonucu çıkar.
Geleceğin düşünürünün kapısının üstünde: “Benim neyim var!”.., yazısı var.

548.
Güce Karşı Utku. — Şimdiye kadar “insanüstü tin” olarak, “deha” olarak saygı duyulan her
şey, düşünülünce, insanlığın zihinselliğinin bütünü ile ne kadar yetersiz ve acınacak bir şey
olduğu konusundaki üzücü sonuca varılır: Kendini hemen önemli ölçüde onun üzerinde
hissetmek için şimdiye değin o kadar az akıl gerekirdi ki! Ah, “dehanın” ucuz şöhreti! Tahtı
çabucak kuruldu, ona tapınma ne de hızlı gelenek oldu! İnsan hala gücün önünde diz çökmüş..
. eski köle alışkanlığına göre... ve eğer saygıdeğerlik derecesi tespit edilecek ise, güçte
belirleyici olan yine de sadece akılcılık derecesidir Gücün aslında ne ölçüde başka yüksek bir
şey tarafından yenildiğinin ve yenen şeyin araç ve gereci olarak bundan böyle emrinde
olduğunun ölçülmesi gerekir! Ama, böyle bir ölçümü yapacak çok çok az göz var, hatta
dehanın bu şekilde ölçülmesi, günah işleme biçiminde değerlendirilir. Ve belki de en güzel
şey hala karanlıkta görünüp doğar doğmaz, sonsuz geceye batıyor... yani bir dehayı eserlerde
değil, kendinde eser olarak kullanan gücün oyununda, yani kendini bastırmasında,
fantezisinin temizlenmesinde, görev ve buluşların akışındaki düzenlenmesinde ve seçiminde.
Büyük insan özellikle saygıya değer en büyük şey olarak çok uzaktaki bir yıldız gibi
gözükmüyor: Güce karşı elde ettiği utku, onu görecek gözlerden yoksun ve bunun sonucu
olarak şarkıdan ve şarkıcıdan yoksun kalıyor. Büyüklüğün, bütün geçmiş insanlığa ilişkin
derecelendirilmesi, hala belirlenmedi.
549.
“Kendinden Kaçış”. — Byron ya da Alfred de Musset gibi kendilerine karşı sabırsız
insanların zihinsel sancıları ve yaptıkları her şey gemi azıya almış atlara benzer, hatta kendi
yaptıklarından, neredeyse damarları çatlatacak derecede sadece kısa bir zevk alıp hararet
göstererek, sonra kış sessizliğine ve kederliliğe bürünürlerse, ona içlerinde nasıl katlansınlar!
“Kendi dışlarında” bir yükselişe susamışlardır onlar; böyle bir susuzlukla Hıristiyan olunursa,
o zaman tanrıya yükseliş, “onunla tam birleşmek” hedeflenir; Shakespeare olana ise her
şeyden önce coşkulu yaşamın imgelerinde yükselmek yeter; Byron olan ise eylemlere
susamıştır, çünkü eylemler bizi bizden düşüncelerin, duyguların ve eserlerin
uzaklaştırdığından daha çok uzaklaştırırlar! Ve acaba eylem baskısı temelde kendinden kaçış
mıdır?... diye Pascal bize sorardı. Ve Gerçekten! Önerme, eylem baskısının en yüce
örneklerinde kendini ispatlıyor: En uygun olduğu veçhile, bir ruh doktorunun bilgileriyle ve
tecrübeleriyle düşünülsün... bütün çağların eyleme susamış en büyük dört kişisi saralıydı (yani
İskender, Sezar, Muhammet ve Napoleon): Tıpkı Byron’un da bu hastalığa tutulduğu gibi.
550.

133


Bilgi ve Güzellik. — Eğer insanlar, her zamanki gibi, kurmaca ile düşüncenin ortaya koyduğu
eserler için saygı ve mutluluk duygularını sözümona esirgerlerse, kurmaca ve düşüncenin
karşıt durumunda kendilerini soğuk ve somurtkan bulmaları şaşırtıcı olmaz. Anlayışın en
küçük, emin, nihai adımı ve ilerlemesiyle bile ortaya çıkan ve bilimin şimdiki tarzından bol
bol akıp, pek çok kimsenin nasiplendiği büyük sevinç.., bu sevince şimdilik, sadece gerçekten
uzaklaşıp, görünümün derinlerine dalarak sevinmeye alışmış olanlar inanmıyor. Bunlar,
gerçeğin çirkin olduğunu sanıyorlar: Ama en çirkin gerçeği bilmenin de kendi başına güzel
olduğunu, keza kim sık sık ve çok bilirse, keşfetmekten hep mutluluk duyduğu gerçeğin
büyük bölümünü çirkin bulmaktan sonunda uzaklaştığını düşünmüyorlar. Peki “kendiliğinden
güzel” bir şey var mı? Bilenin mutluluğu dünyanın güzelliğini artırıp mevcut olan her şeyi
güllük güneşlik kılar; bilgi, güzelliğini şeylerin üzerine değil, zaman içinde şeylerin içine
koyar... geleceğin insanlığı bu önermenin doğruluğunun tanığı olsun! Bu arada eski bir
deneyimi düşünelim: Platon ve Aristotales gibi temelden iki farklı insan, en yüce mutluluğu
neyin oluşturduğunda birleştiler; sadece kendileri için ya da insanlar için değil, kendisi için,
bizzat en yüksek göklerin tanrıları için: Bilmekte bulmuşlardı onu, iyi eğitilmiş araştırmacı ve
bulucu bir aklın etkinliğinde (Alman yarı ve tam din bilimcilerin yaptığı gibi “sezgide” değil,
mistikler gibi hayalde değil ve keza bütün uygulayıcılar gibi yaratmada değil). Descartes ile
Spinoza da benzer şekilde karar vermişlerdi: Herkes bilginin tadını nasıl çıkarmış! Ve bu
yolla şeylerin övücüsü olmak,. dürüstlükleri için ne kadar tehlikeli!

551.
Geleceğin Erdemleri Hakkında. — Nasıl oluyor da, dünya anlaşılır oldukça her türlü şenlik
azalıyor? Her bilinmeyen, gizemli şeyde üzerimize çullanan ve bize kavranılmaz şey önünde
diz çökmeyi ve merhamet dilemeyi öğreten, derin hürmetin esas öğesi olan korku mudur
acaba? Ve dünya bizim daha az korkak olmamızla bizim için cazibesinden de bir şeyler
yitirmez mi? Korkaklığımızla, kendi onurumuz ve kutlama törenimiz, kendi korkunçluğumuz,
azalmadı mı? Kim bilir, kendimiz ve dünya hakkında daha cesur düşünmeye başladığımızdan
beri dünyaya ve kendimize daha az önem mi veriyoruz? Kim bilir, belki de bu düşünme
cesareti kendini insanlar ve şeyler üzerinde aşırı kibirli hissedeceği kadar büyüyeceği bir gün
gelecek... bilgenin kendini en cesur olarak ve varlığı kendinin çok altında gördüğü zaman? —
Aşırı alicenaplıktan pek uzak olmayan cesaretin bu türü insanlıkta şimdiye değin yoktu. —
Ah, şairler tekrar bir zamanlar oldukları gibi olsalar: — Bize mümkün olan şeyi anlatan kahin!
Şimdi, gerçeğin ve geçmişin giderek ellerinden alındığı ve alınmak zorunda olduğu bir
zamanda... çünkü zararsız kalpazanlık dönemi sona erdi! Keşke bize gelecekteki erdemler
konusunda önceden biraz hissettirselerdi! Ya da dünyanın herhangi bir yerinde olabilecek
olmalarına rağmen, hiçbir zaman yeryüzünde olmayacak erdemleri hissettirselerdi... yanan
takımyıldızlarını ya da saman yolunun tüm güzelliğini! İdealin gökbilimcileri, neredesiniz?
552.
İdealist Bencillik. — Hamilelikten daha yüce bir durum var mı? Yapılan her şey, sessiz bir
inanç içinde yapılarak, her hangi bir şekilde içimizde doğacak olana yarar sağlamalıdır!
Sevinerek düşündüğümüz gizemli değerini yükseltsin! Bu durumda insan kendini çok
zorlamaksızın birçok şeyden kaçınır! İnsan kızgınlığını bastırır, elini barışçıl bir şekilde
uzatır: Çocuk en yumuşak ve en iyi ortamda büyümeli. Sertliğimiz ve fevri davranışlarımız
kendi tüylerimizi ürpertir: Sanki en sevilen tanınmayan kişinin yaşamının kupasına bir damla
kötülük damlatılması gibi! Her şey örtülü, sezgi dolu; nasıl olduğu konusunda hiç kimse bir
şey bilmiyor, bekliyor ve hazır olmak istiyor. Bu sırada içimizde derin sorumsuzluğun saf ve
saflaştırıcı duygusu hüküm sürüyor, neredeyse kapalı bir perdenin önündeki seyircinin sahip
olduğu duygu gibi... o büyüyor, o gün ışığına çıkıyor: Bizim elimizde ne değerini, ne de
saatini belirlemek için hiçbir şey yok. Sadece, onun dolaylı şekilde takdis eden ve koruyan

134


etkisine bağlıyız. En gizli umudumuz: “Burada büyüyen bizden biraz daha büyük bir şey.”
Yararlı bir şekilde dünyaya gelmesi için, her şeyi hazırlıyoruz: Sadece yararlı olanları değil,
kalbimizin samimiyetini ve çelengini de. — Bu takdis töreni durumunda yaşamalı insan!
Yaşanabilecek durumdur! Ve beklenen ister bir düşünce olsun, ister bir eylem... önemli
işlerde hamilelikten başka karşılaştıracak şeyimiz yoktur ve “istemek” ile “yaratmak” gibi
ölçüsüz konuşmaları rüzgara üflemeliyiz! Bu hakiki ideal bencilliktir: verimliliğimizin sona
erişi güzel olsun diye hep halletmek, korumak ve ruhu sakin tutmak! Evet, bunu dolaylı tarzda
herkesin yararı için özen gösterip koruruz; ve için de yaşadığımız duygular, bu gururlu ve
yumuşak duygular, bizim etrafımızda genişçe bir alandaki huzursuz ruhlara da yayılan bir
yağdır. — Ama hamileler tuhaftır! O zaman biz de tuhaf olalım ve başkaları da olmak
zorunda kalırsa bundan dolayı onlara kızmayalım! Ve hatta, sonuç kötü ve tehlikeli olsa bile:
Doğacak olanlara derin saygıda dünyevi adaletin gerisinde kalmayalım, hakimin ve celladın
hamilelere dokunmalarını yasaklayan adaletin gerisinde kalmayalım!

553.
Dolaşıklı Yollardan. — Felsefe, bütün bu dolaşıklı yollarla nereye varmak istiyor? Sürekli ve
güçlü bir dürtüyü akla aktarmaktan sanki daha fazlasını mı yapıyor, bir dürtüyü ılık güneşe,
açık ve rüzgarlı havaya, güney bitkilerine, deniz havasına, et, yumurta ve meyve gibi kaçamak
gıdalara, içmek için sıcak suya, günlerce süren sessiz yürüyüşlere, az konuşmaya, nadir ve
dikkatli okumaya, yalnız yaşamaya, saf, basit ve neredeyse askersel alışkanlıklara, kısaca;
bana en lezzetli ve en iyi gelen şeylere aktarmaktan daha fazlasını mı yapıyor? Aslında kişisel
perhiz için içgüdü olan bir felsefe mi? Benim havamı, benim yüksekliğimi, benim sezgimi,
benim tarzımda sağlığı kafamın dolaşıklı yollarında arayan bir içgüdü mü? Felsefenin başka
birçok ve kuşkusuz çok daha yüksek yücelikleri vardır ve sadece benimkilerden daha hüzünlü
ve iddialı olanlar değil.., belki onlar da toplam olarak bu türden kişisel dürtülerin zihinsel
dolambaçlı yollarından başka bir şey değildirler? — Bu arada yeni bir gözle, birçok güzel
bitkinin büyüdüğü gölün kıyısındaki kayaların üzerinde bir kelebeğin gizli ve yalnız uçuşunu
görüyorum: sadece bir gün daha yaşayacağına ve gecenin kanatlı narin yapısına çok soğuk
geleceğine aldırmadan etrafta uçuşuyor. Kuşkusuz onun için de bir felsefe bulunabilir: Bu,
yine de, kuşkusuz benimki olmayabilir.
554.
Başa Geçiş. — İnsan ilerlemeyi överse, o zaman sadece hareketi ve bizim bulunduğumuz
yerde saymamızı sağlayan şeyi över... ve bununla kuşkusuz duruma göre birçok şey
yapılmıştır, özellikle eğer insan Mısırlılar arasında yaşıyorsa. Ama hareket, söylendiği gibi
“kendiliğinden oluştuğu” hareketli Avrupa’da... ah, keşke biz bundan birazcık anlasaydık!
Başa geçmeyi ve başa geçenleri, yani kendilerini hep geride bırakan ve arkalarından başka
birisinin gelip gelmediğini hiç düşünmeyenleri övüyorum. “Durduğum yerde kendimi yalnız
buluyorum: O zaman neden duracakmışım! Çöl yeteri kadar büyük!” — Başa geçen biri böyle
hisseder.
555.
En Az Şeyler Pekala Yeterlidir. — Eğer en küçük olayın dahi üzerimize baskı yapmak için
.yeterince güçlü olduğu bilinirse, olaylardan kaçınmak gerekir... ve insan bunlardan yine de
kaçmıyor. — Düşünür, esasen ilerde yaşamak istediği her şeyin yaklaşık kuralına kendi içinde
sahip olmalı.
556.

135


Dört iyi. — Kendimize ve bize dost olan her şeye karşı dürüst olmak; düşmana karşı cesur
olmak; yenilene karşı alicenap olmak: nazik... her zaman: Böyle olmamızı ister dört temel
erdem.

557.
Bir Düşmanın Üzerine Saldırmak. — İnsan bir düşmanın üzerine yürüdüğü zaman, kötü
müzik ve kötü nedenler kulağa ne kadar hoş gelir!
558.
Ama Erdemlerini de Gizleme! — Berrak su gibi olan insanları ve Pope'nin ifadesiyle
“akıntılarının dibindeki kirleri” gösteren kimseleri severim. Ama onlar için de, nadir ve
soylulaşmış türden olsa bile kibirlilik vardır: Onlardan bazıları sadece kirin görülmesini
isteyip bu görünmeyi sağlayan suyun berraklığını dikkate almazlar. Bu az sayıda kibirli
insanlar için şu formülü Gotama Buda’dan başkası düşünmemiştir: “Bırakın günahlarınızı
insanlar görsün, ama erdemlerinizi gizleyin!” Ama bu, dünyaya kötü bir oyun sergilemek
demektir... tada karşı işlenmiş bir günahtır.
559.
“Çok Fazla Değil!” — Kişinin kendine ulaşamayacağı, gücünü aşan bir hedef koyması, çok
sık tavsiye edilir. Böylelikle en azından gücünü sonuna kadar zorlayınca başarıyı
yakalayacağı düşünülür! Ama bu, gerçekten arzu etmeye değer mi? Bu öğretiye göre yaşayan
en iyi insanlar, özellikle içlerinde çok fazla gerilim bulunduğundan zorunlu olarak en iyi
işlerini üstünkörü, çarpık çurpuk yapmıyorlar mı? İnsan hep mücadele eden atletleri, müthiş
gayretleri görüp, hiçbir yerde başarılı, çelenkle ödüllendirilen galipler görmemesi, dünyanın
üzerine başarısızlığın gri perdesini indirmiyor mu?
560.
Serbestçe Yapabileceğimiz Şey. — İnsan, bir bahçıvan gibi dürtülerini idare edebilir, ve her ne
kadar pek az kimse biliyorsa da, öfkenin, merhametin, kılı kırk yarmanın kibirliliğin
tohumlarını çardaktaki güzel bir meyve ağacı gibi verimli olacak ve yarar getirecek şekilde
ehlileştirebilir; insan bunu bir bahçıvanın iyi ya da kötü zevkine göre yapabileceği gibi aynı
zamanda Fransız ya da İngiliz ya da Hollandalı ya da Çinli tarzıyla da yapabilir; insan doğayı
da kendi haline bırakıp, sadece orada burada biraz süsleme ve temizleme yapabilir; nihayet
insan hiçbir bilgisi olmadan ve üzerine düşünmeden bitkileri doğal teşvikler ve engellerle
büyümeye ve aralarında mücadele etmeye de bırakabilir, — hatta insanı böyle vahşilik
sevindirir ve kendisine sıkıntı verse de bu sevinci isteyebilir. Bütün bunları yapmakta
serbestiz: Ama bunların bizim için serbest olduğunu kaç kişi biliyor? Çoğunluk kendine,
gelişmesi tamamlanmış gerçekler gibi inanmıyor mu? En büyük filozoflar karakterin
değişmezliği öğretisiyle damgalarını bu önyargıya basmadılar mı?
561.
Mutluluğunu da Dışarıya Yansıt. — Gerçek gökyüzünün derin, ışık saçan renklerine hiçbir
şekilde erişemeyen ressamlar, manzaraları için ihtiyaç duydukları bütün renkleri, doğada
olduğundan birkaç derece aşağıdan almaya mecburdurlar: Bu maharetle doğadakilere uygun
olarak parıltıda tekrar benzerliği ve renklerin uyumunu nasıl yakalıyorlarsa, mutluluğun
gerçek parlaklığını yansıtmaları olanaksız olan şair ve filozofların da kendilerine yardım
etmesini bilmeleri gerekir; şeyleri olduklarından bir derece daha koyu renge boyayarak,
kullanmayı bildikleri ışık, neredeyse gün gibi ve gerçek mutluluğun ışığına benzer bir etki
yapar. — Her şeye simsiyah ve kasvetli renkleri veren kötümser, sadece alev ve şimşekleri,

136


ilahi haleleri ve çok parlak olan ve gözleri rahatsız eden her şeyi kullanır; ondaki parlaklık
sadece dehşeti artırmak ve nesnelerde olduğundan fazla korkunçluk sezdirmek içindir.

562.
Yerleşikler ile Göçebeler. — Ancak yeraltı dünyasında bize Odysseia ve onun gibilerin
etrafında sonsuz bir yakamoz gibi uzanan serüvenci sevincin hüzünlü zemininden bir şeyler
gösterilir... bir daha unutulmayan zeminden: Odysseia’nın annesi kederden ve oğluna
hasretten öldü! Birisini bir yerden öbür yere sürükler, yerleşik ve narin olan öbürünün kalbi
kırılır bunun sonucunda: Hep böyle olmuştur! En sevdikleri kimseler, fikirlerini ve inançlarını
terk ettikleri bir durumu yaşarlarsa, hüzün bu kişilerin kalbini kırar... bu özgür ruhların yaptığı
trajediye aittir... onları ara sıra da fark ederler! Sonra, kederlerini kaldırmak ve
duyarlılıklarını yatıştırmak için Odysseia gibi mutlaka bir kez ölülere gitmek zorundadırlar.
563.
Dünyanın Ahlaksal Düzeninin Çılgınlığı. — Her suçun cezası çekilecek ya da ödenecek diye
sonsuz bir gereklilik yoktur... böyle bir şeyin var olması, korkunç, küçük çapta yararlı bir
çılgınlık olmuştur... tıpkı o şekilde duyumsanan her şeyin suç olmasının bir çılgınlık olması
gibi. Şeyler değil, ama şeylerle hiç ilgili olmayan fikirler insanları tahrip etti!
564.
Deneyimin Hemen Yanında! — Büyük aklı olanların bile sadece beş parmak genişliğinde
deneyimleri var... hemen onun yanında düşünüp taşınmaları son bulup, sonsuz boş uzamları
ve aptallıkları başlar.
565.
Onur ile Cahilliğin Ortaklığı. — Anladığımız zaman terbiyeli, mutlu, bulucu olur ve sadece
yeterince öğrendiğimiz ve gözümüzü kulağımızı dört açtığımız zaman, ruhumuz daha fazla
yumuşaklık ve zarafet gösterir. Ama biz çok az anlıyoruz ve yeterli okul eğitimi almamışız;
bunun sonucunda, bir şeyi kucaklamamız ve aynı zamanda kendimizi sevdirmemiz çok ender
olur: Şehirden, doğadan, tarihten çoğunlukla katı ve duygusuz geçiyoruz, ve bu tavır ve
soğukluğa göre, sanki üstünlüğün bir etkisiymiş gibi, kendi kendimize bir şeyler kuruyoruz.
Evet, cahilliğimiz ve bilgiye karşı isteksizliğimiz, asalet ve karakter olarak azametle yürümek
konusunda çok mükemmel anlaşıyorlar.
566.
Kelepir Yaşamak. — En ucuz ve en zararsız yaşam tarzı, düşünürün yaşam tarzıdır: Çünkü o,
hemen en önemlisini söylersek, başkalarının küçümsedikleri ve bıraktıkları şeylere fazlasıyla
gereksinim duyar. O halde: kolay sevinir ve pahalı eğlenceleri yoktur; işi zor değil, ama
güneyli işi gibidir; gecesi ve gündüzü vicdan azabıyla huzursuz edilmez; tininin hep daha
huzurlu, daha güçlü ve daha açık kalacağı ölçüde hareket eder, yer, içer ve uyur; vücudundan
memnundur ve onun için korkacak bir nedeni yoktur; ahbaplığa ihtiyacı yoktur, zaman zaman
sonradan yalnızlığını içtenlikle kucaklamanın dışında; yaşayanlar için ölüler yedeğindedir ve
bizzat arkadaşları için de bir yedeği vardır: yani yaşamış olanların en iyisi. — insanın
yaşamını pahalı ve bunun sonucu olarak zahmetli ve sık sık dayanılmaz kıllan tam tersi
zevkler ve alışkanlıklar olup olmadığını düşünün. — Bir başka anlamda, kuşkusuz, düşünürün
yaşamı en pahalı yaşamdır... ona hiçbir şey çok iyi gelmez; ve en iyiden mahrum olmak,
burada katlanılmaz bir mahrumiyet olurdu.
567.

137


Savaş Meydanında. — “Olayları hak ettiklerinden daha çok mizahi olarak görmeliyiz; üstelik
uzun süre biz onları hak ettiklerinden daha ciddiye aldık.” — Bilginin akıllı askerleri böyle
konuşurlar.

568.
Şair ile Kuş. — Anka kuşu şaire kor gibi yanıp kömürleşmiş bir tomar kağıt gösterdi.
“Korkma!” dedi, “Bu senin eserin! Onda zaman ruhu yok ve zamana karşı olanların ruhu daha
da az, dolayısıyla yakılması gerek. Ama bu iyi bir işaret. Tan kızıllığının bazı türleri var.”
569.
Yalnız Kimselere. — Eğer başkalarının şereflerine, kendi kendimize yaptığımız
konuşmalarda, toplum önündeki konuşmalarımızda olduğu gibi itina göstermezsek, dürüst
insan değiliz.
570.
Kayıplar — Ruha yücelik veren kayıplar vardır, bu sırada ruh yüksek, siyah servilerin altında sessizce dolaşıyormuş gibi feryattan kaçınır.
571.
Ruhun Sahra Eczanesi. — En güçlü ilaç nedir? — Utku.
572.
Yaşam Bizi Sakinleştirmeli. — Eğer insan, düşünür gibi normal olarak düşünce ve duygunun büyük akımında yaşarsa ve bizzat rüyalarımız geleceğin bu akımını izlerlerse, o zaman insan yaşamdan huzur ve sessizlik ister... oysa başkaları kendilerini meditasyona vererek dinlenmek isterler.
573.
Deri Değiştirme. — Deri değiştiremeyen yılan ölür. Keza fikirlerini değiştirmeyi engelleyen tinler de ölürler; tin olmaları sona erer.
574.
Unutulmayın! — Kendimizi yukarılara ne kadar çok çıkarırsak, uçamayanlara o kadar çok
küçük görünürüz.
575.
Biz, Tinin Balon Pilotları! — Bütün bu uzaklara, en uzaklara uçan gözüpek kuşlar... mutlaka! bir yerde artık daha fazla uçamayacak ve bir direğin üzerine ya da çıplak bir kayanın üzerine konacaklar... ve üstelik, bu acınacak barınak için minnettar olacaklar! Ama kim bundan, onlardan önce korkunç uzunlukta serbest bir hattın olmadığı ve uçulabilecek kadar uzaklara uçtukları sonucunu çıkarabilir ki! Sonunda bütün büyük ustalarımız ve öncülerimiz durdu ve orgunluğu durduran en asil ve en sevimli jestler değil: Bana da sana da böyle olacak! Ama beni ve seni ne ilgilendirir! Başka kuşlar uçmaya devam edecek! Bu anlayışımız ve inancımız, onlarla bahis için dışarı ve yukarı uçar, doğruca başımızın üstünden ve güçsüzlüğümüzün üstünden yükseklere çıkar ve oradan uzaklara bakar, ve önünde bizden çok daha güçlü kuş sürülerini görür, bizim gitmek istediğimiz yere gitmek için çabalayacaklar ve orada her yer hala deniz, deniz, denizdir! — Biz nereye gitmek istiyoruz? Denizi mi aşacağız? Bizim için herhangi bir istekten daha belirleyici olan bu güçlü arzu bizi nereye sürüklüyor? Neden tam da şimdiye değin insanlığın bütün güneşlerinin battığı yöne? Belki bizim arkamızdan da bir

138


gün, batıya doğru seyrederek Hindistan’a ulaşmayı ummuşlardı diyecekler, ama sonsuzlukta başarısızlık bizim yazgımız mı? Ya da, kardeşim? Ya da?

Hiç yorum yok: