Friedrich Nietzsch
ECCO HOMO
Kişi Nasıl Kendisi Olur
1
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Neden Böyle Bilgeyim
Neden Böyle Akıllıyım
Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum
Tragedya’nın Doğuşu
Çağdışı Yazılar
İnsanca, Pek İnsanca
Tan Kızıllığı
Şen Bilim
Zerdüşt Böyle Dedi
İyi ve Kötünün Ötesinde
Töre’nin Soykütüğü
Putların Batışı
Wagner Olayı
Neden Bir Yazgıyım Ben
2
ÖNSÖZ
I
Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş en çetin istekle
çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında
bilinmeliydi bu: “Kimliğimi saklamış” değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile
çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler
bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca?...
Yaşamadığıma kendimi inandırmam için, yazları Ober-Engadin’e gelen “aydınlar”dan bir
tekiyle konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında
ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım.
Başkasıyla karıştırmayın beni herşeyden önce!
II
Örneğin, hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı değilim. Üstelik şimdiye dek
erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz aramızda, bana öyle
geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof Dionysos’un çömeziyim ben; ermiş
olmaktansa, satir olmayı yeğ tutarım. Neyse, bu yazıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı
güleç, insancıl bir biçim de ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bunu dile
getirebilmişimdir. İnsanlığı “düzeltmek”, herhalde benim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu.
Yeni putlar dikmiyorum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne demekmiş.
Utları (ki benim için “ülküler” demektir.) devirmek –zanaatım asıl bu benim. İnsanlar ülküsel
bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. “Gerçek
dünya” ile “görünüşte dünya”, –açıkçası: Uydurma dünya ile gerçek...Ülkü denen yalan
şimdiye dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı,
yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı
ters değerlere taptı giderek.
III
Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer havası, sert bir hava olduğunu
bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Bu
yakındır, yalnızlık yaman, –ama herşey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne
çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek
dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, –varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre’nin
yargıladığı herşeyi arayıştır. Yasaklar içinde böylesine uzun bir gezginlikten edindiğim
görgümle, bugüne dek yapılan töreleştirmenin, ülküleştirmenin nedenlerini, istediğinden
başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofların gizli öyküsü, taktıkları büyük adların psikolojisi
aydınlığa çıktı benim için. Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu göze
alabilir? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir,
yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi
kendine karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde
eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum. Felsefem bu parolayla üstün gelecek birgün;
çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.
3
IV
Yazılarım içinde Zerdüşt’ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, insanlığa şimdiye dek verilen
en büyük armağanı sundum. Bin yılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten
yüksekler kitabı olduğu gibi –insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır–
hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez
kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir
yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini
anlarken acınacak bir yanılmaya düşmemek için, herşeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu
durgun, mutlu sesi duymak gerekir! “Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin
ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı– ”
İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Düşerken soyuluyor kızıl
kabukları. Olgun inciler için bir kuzey yeliyim ben.
Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin
tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu–
Bağnaz biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz
bir ışık bolluğundan, mutluluk derinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, –bir nazlı
yavaşlıktır bu konuşmaların tempo’su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinlerin kulağına ulaşır;
burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıcalıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü
duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin,
kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir “bilge”nin, bir
“ermiş”in, bir “mesih”in, başka bir décadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler...
Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de başka türlü...
Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gidin artık, tek başınıza gidin!
Böyle istiyorum.
Benden uzaklaşın, Zerdüşt’ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki
sizi aldatmıştır.
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin
duyabilmelidir.
Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim
çelengimi yolmak istemiyorsunuz?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birinde? Bir yontunun altında
kalmaktan sakının!
Zerdüşt’e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt’ün! Bana
inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın
değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni
yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...
Friedrich Nietzsche
4
Bu kusursuz gün –herşey olgunlaşmakta, yalnız üzüm değil altın rengini alan–, bir
güneş ışını vurdu yaşamımın üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok,
bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırk dördüncü
yaşımı; gömemildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz oldu. “Tüm
değerleri yenileyiş”in ilk kitabı; Zerdüşt’ün Türküleri; Putların Batışı, çekiçle felsefe
yapma denemem, –hepsi de bu yılın, hem de son çeyreğinin armağanları! Nasıl minnet
duymazdım yaşamımın bütününe? İşte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.
5
NEDEN BÖYLE BİLGEYİM
I
Yaşamımın talihi, belki de benzersizliği, alınyazısından gelir: Bilmece biçimi
söylersek, ben babamla birlikte çoktan ölmüşüm, ama anamla birlikte yaşıyorum,
yaşlanıyorum. Bu çifte köken, yaşam merdiveninin bu en üst ve en alt basamaklarından geliş,
hem décadent, hem de başlangıç oluş, –beni belki herkesten ayıran çekimserliğimi, yaşam
sorununun bütünü önünde yan tutmazlığımı açıklarsa bunlar açıklar işte. Doğuş ve çöküş
belirtilerinin kokusunu benden iyi alan çıkmamıştır, bu konuda en eşsiz öğretmen benim, –
ikisini de bilirim, her ikisiyim ben.– Babam otuz altı yaşında ölünce: İnce, sevimli ve sayrıldı;
geçip gitmek için doğmuş bir yaratık gibiydi, –yaşamın kendinden çok, bir hoş anısıydı sanki.
Onun yaşamının bittiği yaşta benimki de bitmeye yüz tuttu. Otuz altı yaşımda dirim gücümün
en alt noktasına vardım, –yaşamasına yaşıyordum, ama üç adım önümü görmeksizin. O
zaman (1879) Basel’deki öğretim görevimden ayrıldım; o yazı St. Moritz’de, kışı da –
yaşamımın en güneşsiz kışını– Naumburg’da bir gölge gibi geçirdim. En alt noktam buydu
işte: “Gezgin ve Gölgesi” bu arada yazıldı. Hiç şüphe yok, biliyordum o sıralar gölge nedir...
Ertesi kış, Cenova’da geçirdiğim kış, aşırı bir kansızlığın ve kas erimesinin nerdeyse
gerektirdiği o tatlılık, o özleşme, Tan Kızıllığı’nı doğurdu. Bu yapıtın yansıttığı dupduru
aydınlık, güleçlik, düşünce taşkınlığı, bende yalnız en büyük bünye güçsüzlüğüyle değil,
üstelik en aşırı acı duygusuyla da bir arada bulunabilir. Üç gün aralıksız süren bir beyin
ağrısıyla kıvranırken, zorlukla salya kusarken, sağlığımın daha iyi olduğu zamanlar düşünmek
için yeterince dağcı, yeterince kurnaz, yeterince duygusuz olmadığım şeyleri eşsiz bir
diyalektikçi açıklığıyla görüyor, soğukkanlılıkla düşünüyorum. Diyalektiği –o en ünlü
örneğinde, Sokrates örneğinde olduğu gibi– nasıl bir décadence belirtisi saydığımı
okuyucularım belki bilirler. –Anlığın bütün hastalıklı halleri, ateş yapınca ardından gelen o
yarı uyuşukluk bugüne dek hiç bilmediğim şeylerdir; bunların nasıl şeyler olduğunu, ne denli
sık ortaya çıktığını ancak kitaplardan okuyup öğrenebildim. Yavaş dolanır kanım. Ateşimin
çıktığını gören olmamıştır. Beni uzun süre sinir hastası olarak tedavi eden bir hekim, sonunda
“hayır” demişti, “bozukluk sizin sinirlerinizde değil, sinirli olan benim yalnızca.” Hiç mi hiç
saptanmamış bir yerel yozlaşma olmalı bende. Bünyedeki genel bitkinliğin sonucu olarak
sindirim dizgesinin aşırı zayıflığı bir yana, örgensel bir mide hastalığım yoktur. Zaman zaman
tehlikeli olup körlüğe yaklaşan göz bozukluğu da kendinden olmayıp, yalnız bir sonuçtur:
Yaşama gücümdeki her artışla birlikte, görme gücü de artmıştır yeniden. Uzun, pek uzun
yıllar sürmüştür iyileşip toparlanmam; bu süre, ne yazık ki aynı zamanda bir tepreşme, çökme
süresi, bir çeşit décadence çevrimidir. Bütün bunlardan sonra décadence konusunda görmüş
geçirmiş olduğumu söylemem bilmem gerekir mi? Bu konuyu baştanbaşa avucumun içi gibi
bilirim. Genellikle bu ince kuyumculuk, bu tutma ve kavrama sanatı, ayrımları seçebilen bu
parmaklar, bu “köşenin ardını görme” psikolojisi, bana özgü daha ne varsa, hepsi de o zaman
öğrenilmelidir; gözlem yetisi yanında gözlem örgenlerimin, herşeyimin inceldiği o çağın asıl
bağışıdır hepsi. Bir hasta gözüyle daha sağlam kavramlara, değerlere bakmak, sonra da tersine
serpilen yaşamın doluluğunu ve kendine güveni içinden aşağıya, décadence içgüdüsünün gizli
çalışmasına bakmak, –buydu benim en uzun alıştırmam, benim asıl deneyimim. Olduysam
bunda usta olmuşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştirmek elimde benim, ellerim yeterli
buna: İşte bu yüzdendir ki, “değerleri yenileyiş” gelirse anca benim elimden gelir.
6
II
Décadent oluşum bir yana, bunun tam karşıtıyım da. Kanıtlarımdan biri de şu: Kötü
durumlarda içgüdümle hep doğru kurtuluş yollarını seçmişimdir; gerçek décadent ise hep
kendine zararlı yolları seçer. Toptan düşünürsek sağlamdım; bir ayrıklık, bit özel durumdu
décadent’lığım. O salt yalnızlığa dayanmak için, alışılmış koşullardan çözülüp kopmak için
bulduğum güç, kendime baktırmamak, işimi gördürmemek, hekim elinde kalmak için kendimi
zorlayışım, –hepsi bana en başta gereken şeyi o zamanlar içgüdümle kesin ve apaçık bildiğimi
gösteriyor. Kendim ele aldım kendimi, yeniden iyileştirdim. Bunun koşulu ise fizyologların da
doğrulayacağı gibi –insanın aslında sağlam olmasıdır: Örnek bir sayrıl yaradılış iyileşemez,
hele kendi kendini hiç iyileştiremez; tersine, örnek bir sağlamda hastalık, yaşamak, daha çok
yaşamak için etkili bir uyarıcı bile olabilir. Gerçekten de uzun hastalık dönemi şimdi bana
böyle görünüyor: Yaşamı, onunla birlikte kendimi de, yeni baştan buldum. Tüm iyi şeyleri,
küçük de olsalar, başkalarının kolay kolay tadamayacağı gibi tattım; sağlık istemimden,
yaşam istemimden kurdum felsefemi... Hele bir düşünün: Dirim gücümün en düşük olduğu
yıllardır kötümserlikten kurtuluşum. Kendimi yeniden toparlama içgüdüsü o yoksulluk,
yılgınlık felsefesini yasaklamıştı bana... Ayrıca yetkinlik dediğimiz aslında nereden anlaşılır?
Yetkin insan duyularımıza hoş gelir; her sert, hem körpe, hem de güzel kokulu bir odundan
yontulmuştur. Kendine yarayan şeyden tat alır yalnız; yarama sınırı aşıldığı an tat alması da,
hoşlanması da biter. Zararlı bir şeyin ilacı nedir kestirir; kötü rastlantıları kendi çıkarına
kullanmasını bilir; onu öldürmeyen şey daha da güçlü kılar. Gördüğü, işittiği, yaşadığı
herşeyden kendi payını çıkarır içgüdüsüyle: Ayıklayıcı bir ilkedir, pek çok şeyi
geri çevirir. İster kitaplarla, ister insanlarla ya da yörelerle olsun, hep kendi çevresindedir:
Seçtiğini, sizin verdiğini, güvendiğini onurlandırır. Her türlü uyarıma karşı yavaşlıkla, uzun
bir kollamanın, istenmiş bir gururun içinde yer ettirdiği o yavaşlıkla tepki gösterir. Yaklaşan
uyarımı önce gözden geçirir; onu karşılamayı düşünmez bile. Hem kendi kendisiyle hem
başkalarıyla başeder; unutmasını bilir. Öylesine güçlüdür ki, herşey onun iyiliğine çalışır. –
Sözün kısası, bir décadent’ın karşıtıyım ben: Çünkü deminden beri kendimi betimliyorum.
III
Bu çifte deneyimler dizisi, görünüşte karşıt olan dünyalara kapımın böylesine açık
oluşu, bende her bakımdan kendini gösterir, –kendimin ikiziyim ben. Birinci yüzümden
başka, bir de “ikinci” yüzüm var, belki de bir üçüncüsü var daha... Yalnız yerel, yalnız ulusal
perspektiflerin ötesine bakma yetisi daha başta soyumdan geçmiş bana; “iyi bir Avrupalı”
olmam için hiçbir çaba istemez. Öte yandan, belki de şimdiki Almanların, salt devlet yurttaşı
Almanların olabileceğinden çok daha Almanım, siyasa dışı sonuncu Almanım ben. Oysa
atalarım Polonya soylularındandı: Bir sürü ırk içgüdüsü, bu arada belki de o liberum veto bile
oradan geçmedir kanıma. Yolda giderken kaç kez, hem de Polonyalıların, benimle Polonyalı
diye konuştuklarını, ne denli az Alman sayıldığımı düşününce, hepten kırma Almanlardan
olduğum sanılabilirdi. Ama annem Franziska Oehler ve babaannem Erdmuthe Krause
şüphesiz tam birer Almandılar. Bu sonuncusu gençliğini eski iyi Weimar’da geçirmiş, Goethe
çevresiyle ilişkiler kurmuştu. Königsberg’de tanrıbilim profesörü olan kardeşi Krause,
Herder’in ölümünde kiliseler genel yöneticisi olarak Weimar’a çağrıldı. Anasının, yani büyük
ninemin, “Muthgen” adı altında genç Goethe’nin günlüğünde geçmesi olmayacak iş değildir.
İkinci kez Eilenburg’da kilise yöneticisi Nietzsche ile evlendi. O büyük savaş yılı 1813’de,
Napoléon’un karargâhıyla birlikte Eilenburg’a girdiği 10 Ekim günü doğum yaptı. Saksonyalı
olarak Napoléon’un büyük hayranlarındandı; belki ona çekmişimdir ben de. Röcken
7
bölgesinin papazlığına geçmeden önce, birkaç yıl Altenburg şatosunda kalmış, orada dört
prensesi yetiştirmişti. Öğrencilerin Hannover Kraliçesi, Prenses Konstantin, Oldenburg
Düşesi ve Prenses Therese von Sachsen-Altenburg’du. Kendisini papazlık görevine getiren
Prusya Kralı Dördüncü Friedrich Wilhelm’e derin bir saygıyla bağlıydı; 1848 olayları son
derece üzmüştü onu. Ben adı geçen kralın doğum gününde, 15 ekimde doğdum; adımı yakışık
alacağı üzere, Hohenzollern adları olan Friedrich Wilhelm koydular. Doğmak için bu günü
seçişimin en azından şu yararı oldu: Çocukluğum boyunca doğum günüm hep bayram
günüydü. –Böyle bir babam olmasını büyük bir ayrıcalık sayıyorum; üstelik bana öyle geliyor
ki, yaşamın, yaşama o büyük “evet” deyişin dışında, ayrıcalık olarak başka neyim varsa, hepsi
de bununla açıklanabilir. En başta, yüksek, ince şeylerle dolu bir dünyaya istemeksizin girmek
için biraz beklemem yeter, ayrıca niyet etmem gerekmez: Orada evimdeyim ben; en derin
tutkularımın ancak orada açığa çıkar. Bu ayrıcalığın bedelini nerdeyse yaşamımla ödemiş
olmama gelince, bu da hiç şüphe yok haksız bir alışveriş değildir. –Zerdüşt’ümden az da olsa,
birşey anlamak için, belki de benim gibi yaratılmış olmalı insan, –yaşamın ötesinde olmalı bir
ayağıyla...
IV
Kendime düşman kazanmayı, çok önemli saydığım durumlarda bile, bir türlü
beceremedim; bunu da bir tanecik babama borçluyum. Hıristiyanlığa ne denli aykırı
görünürse görünsün, kendimi de kendime düşman etmiş değilim üstelik. Yaşamımı baştanbaşa
karıştırın, pek seyrek görürsünüz bana karşı birinin körü niyet beslediğini, olsa olsa bunun
birkaç izini görürsünüz, –buna karşılık, belki de biraz çokça iyi niyet izleri kalmıştır...
Herkesin kötü deneyim geçirmiş olduğu kimselerle deneyimlerim bile, bu kimselerden
yanadır; ben her ayıyı evcilleştiririm, doğru yola getiririm soytarıları. Basel lisesinin son
sınıfında Yunanca öğrettiğim yedi yıl boyunca bir kez bile ceza verecek bir durumla
karşılaşmadım. En tembeller çalışkan olmuştu bende. Rastlantıyla her zaman başa çıkabilirim;
hazırlıksız olmalıyım, kendi kendim olmam için. “İnsan” denen çalgı nasıl bir çalgı olursa
olsun, nasıl uyumlanırsa uyumlansın, ondan dinlenebilir birşeyler çıkaramazsam, hastayım
demektir. Kendilerini hiç böyle işitmediklerini kaç kez duymuşumdur o “çalgı”lardan. Belki
de en güzel örnek, erken ölümünü bağışlayamadığım Heinrich von Stein’dır. Bir seferinde,
özenle iznimi aldıktan sonra, üç günlüğüne kalkıp Sils-Maria’ya gelmiş, Engadin’i görmek
için gelmediği de herkese açıklamıştı. Prusyalı genç bir soylunun bütün taşkın toyluğuyla
Wagner batağına –üstelik Dühring’inkine de– batmış olan bu değerli insan, üç günde bir
özgürlük fırtınasıyla değişivermiş, birden kanatları çıkan ve kendi yükseklerine varan biri
olmuştu. Ona hep yukarılardaki iyi havanın herkese böyle geldiğini, Bayreuth’dan 6000 ayak
yüksekte yaşamanın boşuna olmadığını söylüyordum, –ama bana inanmak istemiyordu...
Gene de küçük, büyük bir sürü kötülük yapılmışsa bana, bunun nedeni “istem” değildir, kötü
niyet hiç değildir; yukarda da değindiğim gibi, asıl iyi niyetten yakınmalıyım: Az altüst
etmedi yaşamımı. Görüp geçirdiklerim, genel olarak o “bencil” olmayan dürtüler denen
şeylere, o sözle ve işle yardıma hazır “iyilikseverliğe” karşı güvensizlik duymak hakkını
veriyor bana. Bunlar gerçekte güçsüzlüktü, uyarımlara karşı direnç yeteneksizliğinin özel
durumlarıdır benim için; yalnız décadent’lar için bir erdemdir acıma. Acıyanları
kınamsıyorum, çünkü utanmayı, saygıyı, insanları ayıran aralıkları sezme duygusunu kolayca
yitirirler; çünkü acıma bir anda o ayaktakımı kokusunu belli eder, görgüsüz davranışlara öyle
benzer ki ayırdedilemez, –çünkü acıyan eller kimi zaman nerdeyse yok edercesine bir büyük
alınyazısının, yaralarla dolu bir yalnızlığın, bir ağır suç işleme ayrıcalığının içine
karışabilirler. Acımanın aşılmasını soylu erdemlerden sayıyorum: “Zerdüşt’ün sınanması”nı
göstermek istediğim parçada, bir büyük imdat çığlığı gelir ona dek, üstüne çullanır sonuncu
bir günah gibi, onu kendi kendinden caydırmak ister. Burada üstün gelmek, burada ödevinin
8
yüksekliğini, sözde bencil olmayan eylemlerin içindeki aşağılık ve kısa görüşlü dürtülerle
kirletmemek, işte bir Zerdüşt’ün vereceği sınav, son sınav budur belki de, –onun asıl güçlülük
kanıtı budur.
V
Bir başka bakımdan da babamın ta kendisiyim, pek erken ölümünden sonra onun
sürüp giden yaşamasıyım sanki. Hiçbir zaman kendi dengi arasında yaşamayan ve örneğin
“misilleme” kavramına da, “eşit haklar” kavramını da yetersiz bulan herkes gibi, bana karşı
küçük ya da çok büyük bir ahmaklık yapıldığın da, her türlü savunmayı, “özür göstermeyi”
yasak ederim kendime. Benim misillemem, elimden geldiğince çabuk, ahmaklığın ardından
bir akıllılık yollamaktır, belki de böylelikle onu daha yoldayken yakalayabiliriz. Bir
benzetiyle söylersek, tatsız bir öyküden kurtulmak için, bir kavanoz reçel gönderirim ben...
Hele bana bir kötülük yapsınlar, “karşılığını” veririm, hiç şüpheniz olmasın: Çok geçmeden
bir fırsatını bulup, kötülüğü yapana (bazen hem de yaptığı kötülük için) minnetimi gösteririm
ya da bir şey isterim ondan; vermekten daha da nazikçe olabilir bu... Hem bana öyle geliyor ki
en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha iyi bir iyi yüreklice, daha bir dürüstçedir.
Susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten yoksundurlar; bir itirazdır
susku; yutmak zorunlu olarak kötü kılar kişiyi, –mideyi bile bozar, susanların hepsi de
sindirim bozukluğu çekerler. –Görüyorsunuz, kabalığın değerini düşürtmek istemiyorum, en
insanca karşı koyma yoludur o, çıtkırıldım çağımızda en başta gelen erdemlerimizden biridir.
İnsan bu iş için yeterince zenginse, haksız olmak bir mutluluktur da. Bir tanrı yeryüzüne
inseydi, her ne yapsa haksızlık olurdu, cezayı değil, suçu kabullenmek tanrısal olurdu o
zaman.
VI
Hınç nedir bilmeyişim, hınç konusunda aydınlanışım, –kim bilir bunda da uzun
hastalığıma nasıl minnet borçluyum! Bu sorun öyle kolay değildir: İnsan onu hem güç
içindeyken, hem de zayıflık içindeyken yaşamış olmalı. Hastalığa karşı genel olarak
söylenecek bir şey varsa, o da hasta insanda asıl kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma
içgüdüsünün bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez,
hiçbir şeyi geri çeviremez, –herşey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça sokulur, yaşantılar
pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan bir yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük ilaç
vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla
Rus askeri sefere artık dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi
kabul etmemek, üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek... Ölme
yürekliliği değildir bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu
yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında, yavaşlamasındandır; bir çeşit kış
uykusu istemindendir. Bu mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca
Hind fakirine varırız... Tepki gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki
göstermemek: Budur işin mantığı. Hiçbir şey de insanı hınç duyguları gibi çabucak eritip
bitirmez. Kızgınlık, hastalıklı alınganlık, öçalmaya güçsüzlük, öç isteği, susuzluğu, her türlü
ağu karma, –bunlar bitkin insan için şüphesiz en zararlı tepki çeşitleridir: Sinir gücünün
çabucak tükenişi, zararlı salgıların, örneğin midede safranın, hastalıklı bir artışıdır bunların
sonucu. Hasta için hınç gerçekten yasak olan, kötü olan şeydir; ne yazık ki en doğal eğilimdir
hem de. O derin fizyolog Buda kavramıştı bunu. Hıristiyanlık gibi acınacak şeylerle
karıştırmamak gereken bu “din”in etkisi, hıncın yenilmesiyle elele olmuştur: Kendini hınçtan
kurtarmak, –iyileşme yolunda ilk adım. “Düşmanlık düşmanlıkla sona ermez; düşmanlık
dostlukla sona erer”: Buda öğretisinin başlangıcında bu vardır; böyle konuşan töre değildir,
9
fizyolojidir. Zayıflıktan doğan hıncın zararı zayıfın kendine dokunur en çok, –tersine
başlangıçta yaradılış zenginse, o zaman da gereksiz bir duygudur; onu alt edebilmek
zenginliğin kanıtıdır nerdeyse. Felsefemin öç ve hınç duygularıyla, “özgür istem” öğretisine
varıncaya dek tutuştuğu kavgada nasıl hiç şakası olmadığını bilenler, –Hıristiyanlıkla kavgam
bunun özel durumudur yalnızca– neden tam burada kişisel tutumumu, içgüdümün
uygulamada şaşmazlığını ortaya koyduğumu anlayacaklardır. Décadence çağımda onları
kendime zararlı diye yasaklamıştım; yaşamım yeniden yeterince zengin ve gururlu olur
olmaz, bu sefer de aşağımda kaldıkları için yasakladım. Sözünü ettiğim o “Rus yazgıcılığı”
rastlantıyla bir kez içine düştüğüm dayanılmaz durumlara, yerlere, evlere, topluluklara yıllar
boyu katlanabilmemde kendini gösterdi; onları değiştirmekten, değişebilir duymaktan, onlara
başkaldırmaktan daha iyiydi böylesi... Beni bu yazgıcılık içinden sarsıp zorla uyandıranı, o
sıralar can düşmanım sayıyordum; gerçekten de ölüm tehlikesi vardı bunda her sefer. Kendini
bir yazgı saymak, kendini “başka türlü” istememek, –işte böyle durumlarda sağduyu’un ta
kendisi.
VII
Savaşa gelince, o başka şeydir. Yaradılışımdan savaşçıyım ben. İçgüdüdür bende
saldırmak. Düşman olabilmek, düşman olmak, –bunun için güçlü bir yaradılış gereklidir belki
de; en azından, her güçlü yaradılışta zorunlu olarak bulunur bu. Direnme gerektir karşısında;
dolayısıyla direnç arar: Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılmazsa, saldırganlıktutkusu da öyle ayrılamaz güçten. Örneğin kadın öç güdücüdür; başkasının acısına karşı
duyarlığı gibi, bu da zayıflığından gelir. –Saldıranın gücü için, kendine gerekli gördüğü
düşman bir çeşit ölçüdür; her artış kendini yaman bir düşman, yaman bir sorun aramakla belli
eder: Savaşçı bir feylosof, sorunları da ikili kavgaya çağırır çünkü. Burada insana düşen
genellikle dirençleri yenmek değil, bütün gücünü, esnekliğini, silah kullanmaktaki bütün
ustalığını ortaya koyacağı dirençleri, denk düşmanları yenmektir... Düşman önünde eşitlik, –
erkekçe bir ikili kavganın ön koşulu. İnsan küçümsediği yerde savaşamaz da; buyurduğu,
birşeyi aşağısında gördüğü yerde savaşmamalı hiç. –Savaşçılık mesleğim dört ilkede
toplanabilir. Birincisi: Yalnız üstün gelmiş şeylere saldırırım, gerekirse üstün gelmelerini
beklerim. İkincisi: Hiçbir bağlaşık bulmayacağım, tek başıma kalacağım ve yalnız kendi
adımı tehlikeye atacağım şeylere saldırırım... Tehlikeye atmayan bir tek çıkış yapmadım kamu
önünde; benim mihenk taşım budur doğru davranış için. Üçüncüsü: Kişilere saldırmam hiç;
onları genel, ama usul usul yayılan ve yakalanması güç bir tehlike durumunu görünür kılmak
için bir büyüteç gibi kullanırım. Böyle saldırdım David Strauss’a daha doğrusu, tiritleşmiş bir
kitabın Alman “ekin”indeki başarısına, –bu arada suçüstü yakaladım o ekini. Böyle saldırdım
Wagner’e, daha doğrusu, incelmişlere verimlileri, gecikmişlerle büyükleri karıştıran
“ekin”imizin yalanlığına, içgüdü melezliğine. Dördüncüsü: Altında hiçbir kişisel anlaşmazlık
yatmayan, geçmişinde kötü deneyimler bulunmayan şeylere saldırırım yalnızca. Tersine,
saldırmak benim için iyilikseverliğimin, bazen de minnetimin kanıtıdır. Adımı birşeye, bir
kişiye bağlamakla onu saydığımı, seçip üstün tuttuğumu göstermiş olurum: Yanında ya da
karşısında, –bu bakımdan benim işimdir; çünkü o yönden hiçbir yıkımla, hiçbir engelle
karşılaşmadım. En koyu Hıristiyanlar benden hiç esirgememişlerdir sevgilerini.
Hıristiyanlığın amansız düşmanı olan ben, binlerce yıllık alınyazısı yüzünden tek tek kişilere
hınç beslemekten uzağım.
10
VIII
İnsanlarla alışverişimde bana zorluk çıkarmayan son bir huyuma kısaca değinebilir
miyim? Arıklık içgüdüsünün hepten korkunç bir duyarlığı vergidir bana, öyle ki her ruhun
dolaylarını, dolayları ne kelime, ta içini, ciğerini görür gibi sezerim, koklarım... Bu duyarlık
benim için psikolojik bir duyargadır; bununla her gize dokunur, yakalarım onu. Kimi
yaradılışın derinlerinde yatan, belki de kötü kanın gerektirdiği, ama üstü eğitimle sıvanmış bir
sürü pisliği hemen ilk dokunuşta fark ediveririm. Doğru gözlemişsem, arıklığıma zararlı bu
gibi yaradılışlar da, kendi paylarına, benim iğrenip sakınışımı sezerler; böylelikle daha güzel
kokulu olmazlar ya... Bir kez böyle alışmışım, –kendime karşı aşırı bir açıklık temel
koşuludur varoluşumun, arık olmayan çevrede yaşayamam–, sanki suda, dupduru, pırıl pırıl
bir sıvıda yüzerim, yıkanırım, oynarım aralıksız. Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de
kolay bir sabır sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil,
paylaştığım duyguya katlanabilmektir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. Ama
ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen
bir havayı solumak... Zerdüşt’üm baştanbaşa yalnızlığa ya da beni anladıysanız, arıklığa bir
dithyrambos’tur... Arık deliliğe değil neyse ki... Gözü renk görebilen, “elmastan” der onun
için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme benim en büyük tehlikem oldu hep. Zerdüşt’ün bu
iğrenmeden kurtuluşa anlatan sözlerini duymak ister misiniz?
Bana ne oldu böyle? İğrenmeden nasıl kurtuldum? Kim gözümü gençleştiren? Nasıl
uçtum, ayaktakımının artık çeşmeler başında oturmadığı yükseklere?
İğrenmem kendisi mi kanatlar yarattı, pınarlar sezen güçler yarattı bana? Gerçekten o
tadınç pınarını yeniden bulmak için en yükseklere uçmam gerekti!–
Buldum onu, kardeşlerim! Burada, en yükseklerde kaynıyor o tadınç pınarı benim
için! Ve ayaktakımının birlikte içmediği bir yaşam var burada!
Nerdeyse pek zorlu akıyorsun bana, tadınç pınarı! Çoğu zaman tasımı doldurmak
isterken, yine boşaltıyorsun.
Sana alçakgönüllü yaklaşmayı öğrenmeliyim daha: Pek zorlu akıyor sana doğru
yüreğim, –yüreğim, üzerinde bir yaz yanan, kısa, kızgın, karasevdalı, mutluluk taşan bir yaz.
Nasıl da susamış “yaz yüreğim” senin serinliğine!
Geçti artık baharımın ağırdan üzüntüsü! Geçti artık haziranda lapa lapa karları
hayınlığımın! Yaz oldum hepten, yaz öğlesi oldum,–
En yükseklerde bir yaz, o soğuk pınarlarla, o mutlu sessizlikle: Gelin dostlar, sessizlik
daha da mutlu olsun!
Bizim yüksekliğimiz, bizim yurdumuz çünkü bu: Pek yüksek, pek sarp yerde
oturuyoruz arık olmayanlar için, susuzlukları için.
Dostlarım bir bakın tadıncımın pınarına arık gözlerinizle! Hiç bulanır mı bu yüzden?
Arıklığıyla karşılık versin gülüşünüze.
Gelecek ağacına kuruyoruz yuvamızı; gagalarıyla azık getirmeli kartallar biz
yalnızlara!
Gerçekten, arık olmayanları ağırlamak için değil burası! Bizim mutluluğumuz biz buz
mağarası gibi delirdi onların bedenlerine, tinlerine!
Biz onların üzerinde sert yeller gibi yaşamak istiyoruz, kartallara komşu, karlara
komşu, güneşe komşu: Böyle yaşar sert yeller.
Ve birgün yeller gibi aralarında esmek, soluğumla soluklarını kesmek istiyorum:
Geleceğim böyle istiyor.
Gerçekten, sert bir yeldir Zerdüşt alçaltılar için; şu öğüdü verir düşmanlarına, tüküren,
balgam atan kim varsa hepsine: Yele karşı tükürmekten sakının!...
11
NEDEN BÖYLE AKILLIYIM
I
Neden biraz daha çok biliyorum? Genellikle, neden böyle akıllıyım? Sözde sorunlarüstüne hiç düşünmedim, –harcamadım kendimi. Örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan
geçmiş değil. Neden “günahkâr” olmam gerektiğini anlayamadım bir türlü. Bunun gibi,
pişmanlık acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: Kulağıma çalınanlara bakılırsa,
pişmanlık acısı hiç de üzerinde durulmaya değer bir şey olmasa gerek... Bir eylemi, iş işten
geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü bitişini, sonuçlarını kural olarak
değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. Bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru
değerlendiremez olur kolayca. Bana kalırsa, pişmanlık acısı bir çeşit “kemgöz”dür. Başarıya
varamayan birşeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak, –bu daha bir uygundur
benim töreme.– “Tanrı”, “ruhun ölmezliği”, “kurtuluş”, “öte dünya”, daha çocukken bile ne
dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, –belki de bunlar için yeterince çocuksu
olmadım hiç? Benim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; içgüdümden
gelir düpedüz. Biraz çokça meraklıyım ben, sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim:
üstünkörü bir yanıt, bir kalabalıktır, –aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey
değildir bizlere: Düşünmeyeceksiniz!... “İnsanlığın selâmeti” için o tanrıbilimci
antikalıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka türlü ilgilendirir:
Beslenme sorunu. Günlük uygulamada şu kılığa girer sorun: “Sen sen olarak asıl
beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin– Uyanış çağında (Renaissance) anlaşıldığı gibi,
düzmece sofuluk katışmamış erdeminin doruğuna varabilesin?” Benim bu konuda başımdan
geçenler olabildiğince kötüdür; bu soruyu nasıl olup da böyle geç duyduğuma, görüp
geçirdiklerimden nasıl böyle geç “uslandığıma” şaşıyorum. Neden tam da bu bakımdan bir
ermişe yakışırcasına geri kaldığımı, açıklarsa Alman ekinimizin hepten işe yaramazlığı–
“ülkücülüğü– açıklar biraz olsun. Bu ekin hepten şüpheli amaçlar, o sözde “ülküler” –örneğin
klasik etkin– ardından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırmayı öğretir, –
sanki “klasik” ve “Alman” kavramlarının uzlaşmazlığı daha baştan besbelli değilmiş gibi!
Dahası var, insanı güldürür de bu –hele bir “klasik eğitimden geçmiş” Leipzigli getirin
gözünüzün önüne! –Gerçekten, ta olgun çağıma dek kötü yemek yedim hep, törel deyimiyle
“kişiliksiz”, “kendimi düşünmeden”, “özgeci” olarak, aşçıların ve öbür dindaşların yararına
yemek yedim. Schopenhauer’i yeni yeni incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da
Leipzig yemeklerini yemekle “yaşama istemi” mi iyiden iyiye yadsıyorum. Yetersiz beslenip
üstelik bir de mideyi bozmak... Leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir başarıyla çözmüşlerdir
sanırım. (Duyduğuma göre, 1866 yılı birtakım değişmeler getirmiş bu alanda). Ya genel
olarak Alman mutfağı, –onun kabahatleri sayılmakla biter mi hiç! Yemeklerden önce çorba –
16. yüzyıl Venedik yemek kitaplarında bile alla tedesca dedikleri–, fazla pişmiş etler, yağlı,
unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamur işleri! Bunlara bir de yaşlı Almanların –
yalnız yaşlıların değil ya– o gerçekten hayvanca yemek üstüne içme alışkanlıklarını da
katarsanız, Alman düşüncesinin nereden çıktığını anlarsınız: Bozuk bağırsaklardan...
Almanlarınkiyle –Fransızlarınkiyle de– karşılaştırılınca bir çeşit “doğaya dönüş”, yani
yamyamlığa dönüş olan İngiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim içgüdülerime;
sanırım, hantallaştırır düşüncenin ayaklarını, –İngiliz kadınlarının ayakları gibi... En iyi
mutfak Piemonte’ninkidir. –Alkollü içkiler dokunur bana; günde bir bardak şarap ya da bira
yaşamı bana cehennem etmeye yeter, –benim karşıtlarımsa Münih’de yaşıyor. Bunu biraz geç
kavradım, kabul; ama denemesini küçük yaştan beri yapmışımdır. Daha çocukken, şarap
içmenin de tütün gibi önceleri gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık
olduğuna inanırdım. Belki de bu sertçe yargıda Naumburg şarabının da suçu vardır. Şarabın
keyif verdiğine inanmak için Hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye
inanmalıydım. İşin şaşılacak yanı, az içkinin, bir de sert değilse, alabildiğine keyfimi
kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi dayanıklı oluşumdur. Daha
çocukken göstermişimdir bu konuda yürekliliğimi. Saygıdeğer Schulpforta’da öğrenciyken
kalemimde örneğim Sallustius’un tokluğuna, yoğunluğuna erişme tutkusuyla, uzun Latince
12
ödevimi geceleyerek bir oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da Latincemi ağır çaplı
birkaç grog’la sulamak, bütün bunlar saygıdeğer Schulpforta’ya hiç yaraşmasa bile, hem
benim bünyeme, hem de Sallustius’unkine vızgelirdi. Sonraları, orta yaşlılığıma doğru, her
türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. Ben et yememeyi de kendimde
denemiş, sonra beni doğru yola getiren Wagner gibi düşman kesilmiştim ona; ama düşünceye
dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem
gene azdır. Su ne güne duruyor. Su almak için bol bol çeşmesi bulunan yerleri yeğ tutarım
(Nice, Torino, Sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. In vino veritas derler: Sanırım ki
burada da “doğru” kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, –bende Tin suların üzerinde dolanır...
Kurallarımdan birkaçını daha çıtlatayım: Bol bir yemek az yemekten daha kolay sindirilir. İyi
bir sindirimin ilk koşulu, midenin bütünüyle çalışmasıdır. Midesinin büyüklüğünü bilmeli
insan. Gene bu yüzden, tabldotlarda yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o
bitmek tükenmek bilmez yemeklerden sakınmalıdır. –Aralarda hiçbir şey yememeli, kahve
içmemeli: kahve kasvet verir. Çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: Gerekenden
bir damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. Herkesin kendine göre bir
kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. Sinir yıpratıcı bir iklimde çayla
başlanması salık verilmez; bir saat öncesinden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürkendoğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların
hepsi bağırsaklardan gelir. –Bir kez daha söylemiştim, Kutsal Tine karşı işlenen asıl günah
kaba etlerdir.–
II
Yer ve iklim sorunu yakından bağlıdır beslenme sorununa. Her yerde yaşamak
kimsenin harcı değildir. Bir kimseye bütün gücünü gerektiren büyük ödevler düşüyorsa,
burada seçim alanı üstelik çok dardır. İklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaşmasına,
hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim konusunda atılacak yanlış yanlış bir adım
bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de:
Yüzünü bile görmez ödevin. Hayvansal dirim gücü ondan hiç yetesiye büyük olmamıştır ki,
insana “bunu yalnız ben yapabilirim” dedirten bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun...
Bir bağırsak tembelliği, küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık durumuna geldi mi, bir
dehayı orta değerde biri, “Almanımsı” bir şey yapmaya yeter; tek başına Almanya iklimi bile,
yiğitçe dayanacak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir. Metabolizmanın hızı,
düşünce ayaklarının çevikliğiyle doğru orantılıdır; bir tür metabolizmadır “düşünce”nin
kendisi de. Şimdiye dek kafalı insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hayınlığın
mutluluktan ayrılmaz sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan
yana koyun: Hepsinin eşsiz kuru bir havası vardır. Paris, Provence, Floransa, Kudüs, Atina, –
bu adlar da kanıtlıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani metabolizma çabukluğuna, hiçdurmadan ve çok büyük ölçüde erke bütünlemesi yapma olanağına bağlıdır. Önümde örneği
var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı biri, tek iklim konusunda içgüdü inceliği olmaması
yüzünden dar kafalı bir uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı. Hastalığım beni
sağduyulu olmaya, gerçekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da
bundan başka türlü olmazdı. Şimdi iklim ve hava etkilerini, uzun bir alıştırma sonucu,
kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin Torino’dan Milano’ya
kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesinde değişikliği bedenimde ölçüyorum da,
son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak
yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ürperiyor. Naumburg, Schulpforta,
genellikle Thüringen, Leipzig, Basel, Venedik, –hepsi de bünyem için birer yıkım olan yerler.
Daha genel olarak, bütün çocukluğumdan, gençliğimden bir tek iyi anım yoksa, bunu “törel”
dedikleri nedenlerle, örneğin kendime göre bir çevrenin yokluğuyla –ki doğru olduğu su
götürmez– açıklamak ahmaklık olurdu: Çünkü aynı yokluğu bugün de çekiyorum; keyfimi
13
kaçırıp beni yıldırmıyor bu. Fizyoloji konusundaki bilisizliğim, o kahrolası “ülkücülük”, işte
asıl bahtsızlığı, gereksiz, aptalca yanı, bana hiçbir yararı dokunmayan, artık giderilmesi,
ödeşilmesi olmayan yanı budur yaşamımın. Attığım tüm yanlış adımları, içgüdümün büyük
yanılgıları, beni yaşamımın ödevinden saptıran “alçakgönüllülüklerimi”, örneğin filolog
oluşumu hep bu “ülkücülüğün” sonuçları olarak açıklıyorum, –neden hiç değilse hekim, ya da
gözlerimi açacak başka bir şey olmadım? Basel’de okuduğum sıralar, bütün düşünce düzenim,
bu arada günlük zaman bölümüm, olağanüstü güçlerin hepten anlamsızca kötüye
kullanılmasıydı ve bu tüketimi karşılayacak güç kaynağım da yoktu; tüketim ve bütünleme
üstüne düşünmüyordum bile. Her türlü ince bencillik, buyuran bir içgüdünün gözeticiliği
eksikti; kendimi herkesle bir tutmaktı –bu yüzden hiç bağışlamayacağım kendimi. Nerdeyse iş
işten geçmek üzereyken, nerdeyse iş işten geçmek üzere olduğu için, yaşamımın bu temel
çılgınlığı –“ülkücülük” beni düşündürmeye başladı. Anca hastalık getirdi aklıma başıma.
III
Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, –her ne olursa olsun yanılmamak
gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu
ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma
benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla beni kendimden çekip alan, başka bilimlerde,
başka ruhlarda gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim
şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz
çevremde: bir kimseyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım.
Bu da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, gebeliğin düşünceyi ve bütün örgenliği
içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki
yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan elden geldiğince kaçınmalıdır
insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar
örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da
okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi
hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?...
Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba?
Victor Brochard’ın, benim Laertiana’mdan da iyi yararlandığı pek güzel bir incelemesi, Les
Sceptiques Grecs. Şüpheciler, her dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek
saygıdeğer örnek!. Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az
sayıda, benim için sınanmış kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış
kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta
eder. Çok ve çeşitli şeyleri sevmek de bana göre değildir. Yeni kitaplara karşı güvensizlik,
giderek düşmanlık benim içgüdüme “hoşgörü”den, “largeur de coeur”den,
“yardımseverlikten”ten daha bir uygun düşer... Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç
eski Fransızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek. Avrupa’da “ekin” adına başka ne varsa,
hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman ekinine gelince, sözü edilmeğe değmez...
Almanya’da karşılaştığım birkaç yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy
ölçüşemeyeceği Bayan Cosima Wagner başta olmak üzere, hepsi de Fransız soyundan
gelmeydiler. Pascal’ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak –
canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır
öldürülmüş kurbanı olarak –sevişim; düşüncemde, kimbilir belki de bedenimde de
Montaigne’in kabına sığmazlığından birşeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliére,
Corneille, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir yaban dehaya karşı
savunuşu... Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir topluluk saymama engel değil
bütün bunlar. Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris’de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince
psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bilmiyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, –çünkü
14
sayıları hiç de az değil: Paul Borguet, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Lemaître ve –özellikle
sevdiğim gerçek bir Latin’i, güçlü soydan birini anmış olmak için –Guy de Maupassant. Söz
aramızda, bu kuşağı, hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden
bile üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine büyük insanları, büyük insanları , büyük çağları
yanlış anlayışını Hegel’e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş
“kurtardı” Fransız düşüncesini... Stendhal yaşamımın en güzel rastlantılarından biridir, –
yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıyla önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle
değil.– Paha biçilmez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük
gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan –ex ungue Napoleonem –olguları kavrama yetisi ve
sonunda –ki az erdem değil bu da– dürüst bir tanrısız oluşu: Fransa’da kırk yılda bir rastlanan,
nerdeyse hiç bulunmayan bir tür,– Prosper Mérimée’yi saygıyla analım... Belki de Stendhal’i
kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: “Tanrının
tek özürü var olmayışıdır”... Bende bir yerde şöyle demiştim: “Bugüne dek varlığa karşı en
büyük itiraz neydi? Tanrı...”
IV
Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine tatlı,
öylesine tutkulu bir musikiyi bin yıllar arasında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı
onda; yetkinliği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir’i
zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona bakarım. –Ya Heine’nin Almanca’yı kullanışı!
Birgün Heine’yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür
Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecekler. –Byron’un Manfred’iyle
derin derin bir yakınlığım olmalı: O uçurumların hepsini buldum içimde; on üç yaşımda
olgundum bu yapıt için. Manfred’in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere söylenecek
sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoksundur. Almanlar büyüklük kavramından:
Kanıt Schumann. O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir Manfred açılışı (ouverture) da
ben yazdım; Hans von Bülow nota kâğıdı üstünde hiç böyle bir şey görmediğini söylemişti:
Euterpe’nin ırzına geçmekmiş bu. Shakespeare’i anlatacak en yüksek düşüncemi aradığımda,
hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle birşeyi düşünmekle çıkaramaz;
ya öyledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden beslenir, öyle ki sonunda
yapıtına dayanamaz olur üstelik... Zerdüşt’üme şöyle bir göz atayım yeter, dayanılmaz bir
hıçkırık nöbeti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım saat bir aşağı bir yukarı gezinirim.
–Hiç kimseyi okurken Shakespeare’de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle
gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş olmalıdır insan! –Hamlet’i anlıyor musunuz? Şüphe
değil, kesinliktir insanı deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof
olmalı... Doğrudan korkarız hepimiz... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz
inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet
eden Lord Bacon’dır; ne düşündüklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak
gevezeliklerinden bana ne? Görüm’leri (vision) en yaman gerçeklikle verme yetisi, en yaman
eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm gücüyle yan yana bulunmakla kalmaz yalnız,
üstelik onları gerektirir de... Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord Bacon’ın
neler yaptığını, net istediğini, kendi kendisiyle ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince
tanımaktan çok uzağız daha... Hepinizin canı cehenneme, bay eleştirmenler! Tutun ki
Zerdüştümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner adıyla vaftiz ettim; İnsanca Pek İnsanca
yazarının Zerdüşt’ün bilicisi olduğunu çıkarmaya iki bin yıllık uzgörü yetmezdi...
V
15
Yaşamımın dinlenmelerinden söz açılmışken, hepsinin ötesinde beni en derinden, en
içten dinlendiren şeye karşı minnet borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor. Bu da hiç
şüphesiz Richard Wagner’le yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsanlarla kurduğum öbür
ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen’de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven,
sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun
yaşamımdan silmek istemem... Başkaları Wagner’le neler yaşamıştır; bilmem; bizim
göğümüzden bir tek bulut bile geçmedi. –Burada bir kez daha Fransa konusuna dönüyorum.
Wagner’i kendilerine benzer bulmakla onu saydıklarını sanan Wagner’cilar ulusuna karşı
ağzımı bile açmam, dudak bükerim yalnız... Ben ki Alman olan herşeye en derin
içgüdülerimle yabancıyım, öyle ki bir Alman’ın yakınımda olması bile sindirim gecikmesi
yapar, ben Wagner’le ilk karşılaştığım zaman yaşamımda ilk kez derin bir nefes aldım:
Wagner’i dış ülke olarak, “Alman” erdemlerine bir karşıt, bir canlı karşı koyma olarak duyup
saydım. –Bizler, çocuklukları 1850 yıllarında geçenler “Alman” kavramına karşı çaresiz
kötümseriz; bizler ancak devrimci olabiliriz, –düzmece softaların başta olduğu bir düzene göz
yumamayız. Ama şimdi renkleri değişmiş, artık kızıllara bürünüyorlar, binici üniforması
kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir... Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi, Almanlardan
kaçmıştı... Sanatçı olarak insanın Avrupa’da Paris’den başka yeri yurdu olamaz: Wagner
sanatını anlamının koşulu, o beş sanat duyusunun délicatesse’i, o ayrımları sezen parmaklar,
psikolojik sayrıllık, hepsi Paris’te bulunur. Biçim sorunlarında bu tutku, mise en scéne’i
böylesine önemseme Paris’ten başka hiçbir yerde yoktur, –tam Parisli önemseyişidir işte bu.
Parisli bir sanatçının ne düşler beslediğini, gözü nasıl yükseklerde olduğunu Almanya’dakiler
düşünmezler bile. Alman kuzu gibidir. –Wagner’se hiç öyle değildi... Neyse, Wagner’in asıl
yerini, yakın akrabalarının kimler olduğunu daha önce uzun uzadıya anlattım (“İyi ve
Kötünün Ötesinde”, 256. Bölüm). Geç Fransız romantikleri, Delacroix’ların, Berlioz’ların o
yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan onmazlar, hepsi de anlatım
bağnazları, tepeden tırnağa virtüozlar... Kimdi zaten Wagner’in ilk zeki savunucusu? Charles
Baudelaire, Delacroix’yı da ilk kez anlayan, koskoca bir sanatçı kuşağının babası, o örnek
décadent, –belki en son savunucusu da oydu... Nedir Wagner’de hiç bağışlamadığım?
Almanlara dek inmiş olması, Alman yurttaşı olması... Almanya nereye girse, ekini
berbadeder.
VI
İyice bir düşünürsem, Wagner, musikisi olmadan çekilmezdi gençliğim, Almanların
arasına düşmüştüm bir kez. Dayanılmaz bir baskıdan kurtulmak için afyon ister. İşte böyle,
bana da Wagner gerekti. Wagner Alman olan herşeye karşı en iyi panzehirdir, –zehir olmasına
da zehirdir, o başka... Tristan’ın bir piyano partisyonu olduğu andan beri-saygılar, Bay von
Bülow!– Wagnerciyim. Wagner’in daha önceki yapıtlarını kendimden aşağı, pek beylik, pek
“Alman” buluyordum... Ama bugün bile Tristan gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o
tatlı sonsuzlukla dolu başka bir yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum. Leonardo da
Vinci’nin tüm gizemleri Tristan’ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt Wagner’in
non plus ultrasıdır; onun yorgunluğu bu ise “Usta Şarkıcılar” ve “Yüzük”le çıkarmıştı.
İyileşmek, –Wagner gibilerinde bir gerilemedir bu. O yapıtı anlayacak olgunlukta olmam için
tam çağında, hem de Almanlar arasında yaşamamı en büyük mutluluk sayıyorum: Psikolog
olarak bilme isteği bende bakın nerelere varıyor. O “cehennem tatları”nı duymak için
yeterince hasta olmayan kişiye dünya nasıl yoksuldur: Bu gizemci deyimini kullanabilirim,
nerdeyse kullanmak zorundayım burada. –Wagner’in elinden gelen korkunç işleri, yalnız
kendine vergi kanatlarla girdiği o bilinmez esrimeler dolu elli dünyayı benden iyi kimse
16
duyup tanıyamaz; bense en tehlikeli, en sorunsal şeyleri bile kendi yararıma çevirmek için
yeterince güçlü olduğumdan, Wagner’i yaşamımın en büyük velinimeti sayıyorum. Onunla
akraba olduğumuz yan, bu çağ insanlarının çekebileceğinden çok daha derin –bu arada
birbirimizden de– çekmiş olmamızdır: bu da kıyamete dek birbirine bağlayacaktır adlarımızı.
Almanlar arasında Wagner’in bir yanlış anlaşılma olduğu nasıl kesinse, benimki de öyledir,
öyle kalacaktır hep. –adlarımızı. Almanlar arasında Wagner’in bir yanlış anlaşılma olduğu
nasıl kesinse, benimki de öyledir, öyle kalacaktır hep. –Önce psikoloji ve sanatta kendinizi iki
yüzyıl sıkıya sokmanız gerekiyor, Bay Cermenler!... Ama giderilir mi hiç böyle şeyin
yokluğu.
VII
Bir sözüm daha var en seçilmiş kulaklar için: Asıl istediğim nedir musikiden. Ekim
ayında bir öğle sonu gibi duru ve derin olsun. Kendine özgü, taşkın ve nazlı olsun; çıtı pıtı,
tatlı bir kadın, iyemli, dönek bir kadın olsun... Bir Almanın musiki nedir bileceğini hiçbir
zaman kabul edemem. Alman musikicisi dediklerimiz, başta en büyükleri, hep yabancıydılar;
İslav, Hırvat, İtalyan, Felemenkli ya da... Yahudi; böyle olmayanlar da, Schütz, Bach ve
Handel gibi, artık soyu tükenmiş güçlü Almanlardandı. Ben kendi payıma yeterince
Polonyalıyım daha: Bana Chopin’i verin, sizin olsun musikinin gerisi. Bunun dışında
tuttuklarım, Wagner’in Siegfried-İdyll’i –ki üç nedeni var–, belki Lizst’in de birkaç parçası –
orkestralayışındaki soyluluğun bir eşi daha yoktur– ve son olarak Alplerin ötesinde yapılan
herşey, daha doğrusu berisinde... Rossini’den geçemem; hele musikideki güneyimden,
Venedikli maestro’m Pietro Gastit’den hiç mi hiç. Alplerin ötesi derken, aslında Venedik
demek istiyorum. Biliyorum., hiç mi hiç. Alplerin ötesi derken, aslında Venedik demek
istiyorum. Biliyorum, güneyi korkuyla ürpermeksizin düşünememek nasıl bir mutluluktur.
Köprünün üzerinde duruyordum geçende,
karanlık geceye bürünmüş.
Uzaklardan bir ezgi duyuluyor
ve altın damlalar yağıyordu
titreyen aynası üstüne suyun.
Gondollar, ışıklar, musiki, hepsi
Esrimiş, yüzüp gittiler alacakaranlığa...
Benim ruhum, görünmez parmakların
dokunduğu o çalgı,
bir barkarol mırıldandı gizlice,
binbir renkli mutluluk içinde titreyerek.
–Duyan oldu mu onu?
VIII
Bunların hepsinde –besin, yer ve iklim, dinlenme seçimi– bir kendini sürdürme
içgüdüsüdür buyuran, en açık olarak savunma içgüdüsünde ortaya çıkar bu. Çok şeyi
görmemek, işitmemek, yanına yaklaştırmamak, –işte ilk akıllılık, insanın bir rastlantı değil de
zorunluluk olduğunun ilk kanıtı. Bu kendini savunma içgüdüsünün yaygın adı beğeni’dir.
Onun buyruğu yalnız “evet” demenin bir “çıkar gözetmezlik” olacağı durumlarda “hayır”
dememizi değil, bir de elden geldiğince az “hayır” dememizi ister. Hiç durmadan “hayır”
demek zorunda olduğumuz yerden kendimizi çekip almamızı, sıyırmamızı ister. İşte bundaki
sağduyu: Savunma harcamaları, çok küçük de olsalar, bir kez kural, alışkanlık durumuna
17
geldiler mi, olağanüstü büyük ve hepten gereksiz bir yoksullaşma doğururlar. Büyük
harcamalarımız çok sık yaptığımız küçük harcamalardır. Savmak da, yanına yaklaştırmamak
da bir harcamadır, –bunda yanılmamalı insan–, olumsuz amaçlara harcanmış güçtür. İnsan
sürekli savunma zorunluluğu içinde, kendini artık savunamaz oluncaya dek güçsüz düşebilir.
–Diyelim ki şu anda dışarı çıkıyorum ve karşımda sessiz, soylu Torino yerine bir Alman
kasabası buluyorum: O yavan ve korkak dünya içime dolmasın diye, içgüdümle kabuğuma
çekiliverirdim hemen. Ya da o taş üstüne kurulmuş ayıp, hiçbir şeyin kendinden büyümediği,
iyi, kötü herşeyin sürüklenip getirildiği büyük Alman kenti çıktı karşıma. Bu durumda kirpi
olmaz mıydım? –Ama dikenleri olmak savunganlıktır; hele ellerimiz açık durmak varken hal
böyle ise, o zaman iki kat lükstür...
Başka bir akıllılık ve kendini savunma yolu da, insanın elden geldiğince seyrek tepki
göstermesi, “özgürlüğünü”, insiyatifini rafa koyup salt bir tepkin olmak zorunda kaldığı
durumlardan ve ilişkilerden kaşınmasıdır. Karşılaştırma yapmak için, kitaplarla alışverişimizi
alalım. Aslında yalnız kitap açıp kapayan bilgin –orta yetenekte bir filolog için günde yaklaşık
olarak iki yüz tane– sonunda kendiliğinden düşünme yetisini iyiden iyiye yitirir. Kitap
karıştırmıyorsa düşünmez de. Düşünürken bir uyarıma (okunmuş bir düşünceye) yanıt verir. –
yalnızca tepki gösterir artık. Bilgin bütün gücünü evet ve hayır demeye, çoktan düşünülmüş
olanları eleştirmeye harcar, –kendisi düşünmez olur... Kendini savunma içgüdüsü bozulmuştur
onda; başka türlü olsa, kitaplara karşı kendini savunurdu. Bilgin demek décadent demek.
Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz yaşlarında
“okumaktan çökmüşler”, kibrit gibiler artık; kıvılcım, “düşünce” verebilmeleri için sürtmek
gerek. –Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün kuvvetinin şafağındayken, bir kitap
açmak, –ayıp derim buna!
IX
Burada artık kişi nasıl kendisi olur sorusuna asıl yanıtı vermeden geçemem. Kendini
saklama ve bencillik sanatının başyapıtına değiniyorum böylelikle... Varsayılan ki ödev,
ödevin amacı, yazgısı ortalamanın hayli üzerindedir; bu durumda kendini de ödeviyle aynı
zamanda farketmek en büyüğü olur tehlikelerin. İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim
olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir. Bu açıdan bakınca, yaşamdaki yanlış adımların, arasıra
sapılan yan yolların, yanlış yolların, gecikmelerin, “alçakgönüllülük”lerin asıl ödevden uzak
başka ödevlere verilen emeğin, hepsinin de kendilerine göre bir anlamları, değerleri vardır.
Bunlarda büyük bir akıllılık, belki de en üstün akılılık kendini gösterir: Yokolmaya götüren
bir yoldur burada nosce te ipsum; oysa kendini unutmak, yanlış anlamak, küçültmek,
daraltmak, orta değerde yapmak sağduyunun ta kendisidir. Törel deyişle: İyilikseverlik,
başkası için yaşama ve benzerleri, en sert bencilliğin sürdürülmesinde koruyucu önlem
olabilirler. İşte budur kendi kurallarıma, kanışlarıma karşı o “çıkar gözetmeyen” dürtülerden
yana olduğum ayrık durum; Bencilliğin, kendini sıkıya koymanın hizmetindedirler burada.
Bilincinin bütün yüzeyini –ki bilinç bir yüzeydir– herhangi bir büyük buyruktan uzak
tutmalı insan. Büyük sözlerden, büyük davranışlardan bile sakınmalı! Hepsi de içgüdünün
kendini çok erken “bilmesinden” doğacak tehlikeler. –Bu arada o örgenleştiri, o egemen
olacak “düşün” derinlerde büyür serpilir; buyurmağa başlar, ağır ağır yan yollardan, yanlış
yollardan çekip çıkarır: Günün birinde bütünün gerçekleşmesi için vazgeçilmez araçlar
oldukları görülecek o nitelikleri, uzlukları birer birer hazırlar; hepsini yönetecek olan
ödevden, “hedef”, “amaç” ve anlamdan hiçbir şey sezdirmeksizin, hizmet edecek tüm yetkileri
sırasıyla oluşturur. –Bu yandan bakınca yaşamın düpedüz mucizeliktir. Değerleri yenileyiş
ödevi için, belki de tek kimsede bir arada hiç bulunmamış yetilerin, herşeyden önce de karşıt
yetilerin, birbirlerini yıkıp yoketmeksizin bende olması gerekiyordu. Yetiler arasında bir
aşama sırası, aralıklar, düşman etmeksizin ayrı ayrı tutma sanatı, hiçbir şeyi karıştırmamak,
18
“barıştırmamak”; gene de kaosun karşıtı olan korkunç bir çokluk, –bu işin önkoşulu,
içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı buydu işte. Koruyuculuğu öyle akıllıca, öyle
güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir zaman farkına varmadım bile; tüm yetilerim
günün birinde olgunlaşmış olarak en son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış
olduğumu hiç anımsamıyorum, yaşamımda bir tek boğuşma izi gösterilemez; yiğitçe bir
yaradılışın karşıtıyım ben. Bir şey “istemek”, birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir
“dileğin” ardından koşmak –başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile geleceğime –
engin bir gelecek– dalgasız bir denize bakar gibi bakıyorum: Bir tek istek kırıştırmıyor onu.
Birşeyin olduğundan başka türlü... Ama hep böyle yaşadım ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk
dördüncü yaşını doldurmuş bir kimse, ünmüş, kadınmış, paraymış, hiçbir zaman
umursamadığını sayleyebilsin! –İstesem bunları elde edemez miydim... Örneğin profesör
oldum günün birinde; aklımın kıyısından geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da
yoktum. Ondan iki yıl önce de bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl
benim için her anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches Museum”undan
bastırmak üzere istemişti benden. (Ritschl, saygıyla söylüyorum– şimdiye dek gördüğüm
biricik dâhi bilgindi. Biz Thüringen’lileri başkalarından ayıran, bir Almanı bile sevimli yapan
o cana yakın baştan çıkmışlık vardı onda. Bizler, doğruya varmak için de olsa, dolambaçlı
yolları seçeriz gene. Bu sözlerim, daha yakın hemşerimi, bilgiç Leopold von Ranke’yı
aşaladığım anlamına alınmamalı...)
X
Bu küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı soracaklar
bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler –beslenme, yer, iklim,
dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması– şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son
derece daha önemlidir. Tam burada başlamalıyız yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek
önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha sert
deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan
yalanlardır; –o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”,
“bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda aradılar...
“Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı insanları
büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta
köklerine dek bozdular... Bugüne dek en birinci insanlar diye saygı görenleri kendimle
karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına bir ayrım görüyorum. Bu sözde “birinci”leri
insandan saymıyorum bile, –onlar benim gözümde insanlığın döküntüleri, hastalığın, önce
susamış içgüdülerin doğurtmalarıdır; yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi;
yaşamdan öç alırlar... Bunun karşıtı olmak istiyorum ben: Sağlam içgüdünün tüm belirtilerine
karşı büyük bir duyarlıktır benim ayrıcalığım. Bende sayrıllığın hiçbir izi bulunmaz; en ağır
hasta olduğum zamanlar bile sayrıl değildim; boşuna arasınız herhangi bir bağnazlık
belirtisini bende. Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır takındığımı
gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir; genellikle tavır takınmadan
edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı insanlardan sakının! –Yaşam benim için
kolaydı, özellikle benden en ağır şeyleri istediği zamanlar. Bu güz, benden sonraki binyılların
sorumluluğunu duyarak, ne örneği olan, ne benzeri yapılacak en yüksek işleri hiç ara
vermeden çıkardığım o yetmiş gün içinde beni görenler, en küçük bir gerginlik sezmezlerdir
bende; tam tersine dipdiri olduğumu, sevinçten kabıma sığamadığımı görürlerdi. Hiç böyle
seve seve yememiş, böyle iyi uyumamıştım, –Büyük ödevlerle düşüp kalkmanın bir tek yolu
vardır bence, o da oyundur; büyüklüğün belirtisidir bu, ana koşullarından biridir. En küçük
zorlama, asık bir yüz, ses tonunda en ufak bir sertleşme, hepsi birer itirazdır bir kimsenin
kişiliğine; yapıtı içinse haydi haydi öyledir!... Sinir diye bir şey olmamalı adamda...
19
Yalnızlıktan acı çekmek de bir itirazdır, –ben kendim hep “çokluk”dan acı çektim... Akıl
almaz derecede erkenden, daha yedi yaşımda, hiçbir insanca sözün bana ulaşmayacağını
biliyordum; bu yüzden üzüldüğümü gören var mı hiç? Bugün bile herkese her zamanki gönül
alıcı davranıyorum, en aşağı olanlara bile değer veriyorum; bunda bir damla olsun kendini
beğenmişlik, gizli bir küçümseme yok. Küçümsediğim kimse farkeder bunu: Yalnızca orada
oluşum bile, damarlarında kötü kan akanları öfkelendirir... Bir insanın büyüklüğünü belli eden
bence amor fati’dir; insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte, sonsuza dek başka türlü
istememesidir. Zorunluluğu yalnızca katlanmak, hele onu gizlemek yetmez –her türlü
ülkücülük zorunluluğa karşı bir aldatmacadır–, iş onu sevmekte...
NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM
I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce,
anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü
yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi
insan öldükten sonra doğar. –Günün birinde, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları,
öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belkide Zerdüşt'ün yorumlanması için ayrıca
kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak
eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin
doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi
karıştırmamalıyım bunun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşılaşmadım
yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna
karşılık sürüyle arık derilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline
alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım ayakkabılarını –
çizmeleriniyse haydi haydi– çıkarıyordur... Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün
tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması
gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş"
insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu
duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim
hiç? Benim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersindedir, –ben "non legor, non legar"
(Okunmuyorum, okunmayacağım. Başyapıtı "İstem ve Tasarım Olarak Dünya" neden sonra
satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle "legor legar" –okunuyorum, okunacağım–
demişti) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerindeki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi
küçümsüyorum sanılmasın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baştanbaşayazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi
niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse
okumuyormuş böylesini. –Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya'da değil de İsviçre'de
çıktı. Dr. V. Widmann'ın (İsviçreli yazar. "Bund" dergisi yöneticilerinden.) "Bund" dergisinde,
"İyi ve Kötünün Ötesinde" üzerine "Nietzsche'nin Tehlikeli Kitabı" başlığıyla çıkan yazısı ve
gene "Bund"da Bay Karl Spitteler'in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü –1919–) genel olarak
yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin
doruklarını olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş
alıştırması" olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr.
Widmann'a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim yürekliliği
alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir
tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç
bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek".
Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. –Şu da var ki, hiç kimse
20
birşeyden –kitaplar da giriyor bunun içine– zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Birşey
bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim:
Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun,
fırsatı çıkmayacak yaşantılardan, –bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda
kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan yerde, birşey
yoktur da... Benim karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte.
Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni; tam
karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar
yerimi bırakmadılar. –"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanların ve öbür
"nihilist"lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler
yıkıcısı Zerdüşt'in ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle
Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün
"ülküsel" örneği olarak, yarı "ermiş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük
baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden
olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile
seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını
fısıldadımsa, hiç inanamadı kulaklarına. –Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan
yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden,
o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı –ki "İyi ve KötününÖtesinde" idi– işlenen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söylemezdim bu
konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" –yabancı okuyucularım bilmezler, bir
Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum –
evet o gazete, bütün ciddiliğiyle, kitabımı "çağın belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi
olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...
II
Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, –hepsi de
seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek
dehalar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da,
Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi
Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe
sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem
herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyve satan
yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu
mu, böyle olmalı işte... Polonyalılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı
bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü
beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek,
Alman gibi duymak, –elimden herşey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl
söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlamışım,
–yani saçmalık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces et finesses" (Tüm
atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, –bu deyim Monsieur Taine'indir–.
Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç
tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprit'den katışmıştır... Başka türlü yapamam. Tanrı
yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik
denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar
benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da
sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca
anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal'ım (antichristos) ben...
21
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi
nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe
üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir
seçkinliktir, –Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki
bu, onu kendi haketmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana benziyorsa,
gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı
yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum.
Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, –uykularını bile
kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, –
onlar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince
parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim
bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye birşey olmamalı
insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe
bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç
gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın.
Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve
her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak
istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bunu
başardığım için kutlarlar beni, –hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O
hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını
bilemezler bu kitaplarla, –dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı
"ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş hayvanlar da –yalnız Almanlar bunlar,
hoş görün– demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir...
Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü
"féminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız
bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için,
insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi
bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca
kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim
sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız
kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, –ve her kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç
denizlere açılmışsa bir kez, –sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler,
ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
–Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu
kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim burada. Bir durumu, bir
duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, –budur deyişin
anlamı. İç durumlarının o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı,
şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu
gerçekten bildiren, imler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar
takınmayan –bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi– her deyiş iyidir.
Bu konuda hiç şaşmaz benim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkücülük
yalnız, "kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için
dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini
22
açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle
dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! –Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne
dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş,
bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolususaçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta
ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir, genel olarak dille neler
yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç
dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümlelerle büyük deyişi ben
buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la,
şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi
filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucununilk edineceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler –herkes derken, bunun içinde
orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da
bulunduğunu ayrıca söylemek gerekmez–, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortayaçıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu inancı;
oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka birşey değildir... Ne
bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer
mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin
ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi...
İnsanlığın "Kirke"si, (Odysseus'un yoldaşlarını domuz yapan büyücü kadın.) yani töre, bütün
Psikoloji'yi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saçmalığa, sevginin
"çıkar gözetmez" birşey olması gerektiğine varıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir
dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa.
Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vızgelir onlara...
Sırası gelmişken, şu kadın ulusunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu
(Hem erkeklik hem dişilik vardı Dionysos'da). Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ("Das ewig
Weibliche" –Goethe, 2. Faust, son sahne.) ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz
kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni
severler. –Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın
dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları (Eski Yunan'da kendilerini Dionysos'a adayan, onun
gizlerini kutlayan kadınlar.) iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan biryırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile
dinlemez, yıkar geçer. Kadın erkekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir
çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tümünün mayasında bir
fizyolojik bozukluk vardır. –hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar
için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Gerçek kadın dediğin
var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç
tartışmasız onundur zaten doğal olarak. –Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek
bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin
öldüresiye kinidir birbirlerine. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim yanıtı
biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir
aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların
gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde
nedendir, bir taktirdir yalnızca. Kendilerini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın",
"ülkücü kadın" diye yükseltmekte, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun
için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy
23
verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir;
kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kötüsünden bir tür
"ülkücülük"vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik
İbsen'de olduğu gibi, –bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı
ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayışım üstüne hiç şüphesiz
kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk
derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkücülüğün karşısına
çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne vaaz vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya
kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramıyla lekeleme,
yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, –yaşamın Kutsal Tinine karşı günahın ta
kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötünün Ötesinde'den üzerinde
düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, –şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak
istenen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük
Bilinmeyen'de, bulunçlarıno sınayıcı tanrısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı
ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; her
sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi
değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha
gönülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kalabalığını, kendini
beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğreten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni
bir istek tattıran, –derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini...
Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere duraklamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten;
bulanık, kalın buzun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün
yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gömülü yatan her altın kırıntısını bulmak
için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır
oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, kendisi daha zengin, yenilenmiş, sanki
üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince,
daha kolay kırılır, belki daha kırılmış, ama daha adı bile olmayan umutlarla dolu, yeni
istemlerle, akıntılarla dolu, yeni direnişlerle, ters akıntılarla dolu..."
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
I
Tragedya'nın Doğuşu'na (1872) karşı insaflı olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. Bu
kitap başarısız yanıyla, örneğin Wagner'ciliği bir yükseliş belirtisi sayıp ona yararı
dokunmasıyla yaptı etkisini, giderek büyüledi. Bir dönüm noktası oldu Wagner'in yaşamında
da: Ancak ondan sonradır ki Wagner adına büyük umutlar bağladılar. Bugün bile, hem de
bazen tam Parsifal'in ortasında, bana yüklendikleri oluyor: O akımın ekin değeri böylesine
yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. –Bu yazının çok kez "Musiki Ruhundan Tragedya'nın
Yeniden Doğuşu" adıyla anıldığını duydum; onda yalnız Wagner'in sanatını, ne yapmak
istediğini, ödevini ilk olarak dile getirişimi gördüler, –yazının asıl değerli yanını gözden
kaçırdılar bu arada. "Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir başlık
olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl
yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak... Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser
olmadıklarının kanıtıdır: Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı. –az
buçuk çekimserlikle ele alındığında Tragedya'nın Doğuşu iyice çağdışı görünür: Wörth
24
savaşının (Prusya'nın Fransa'ya karşı yengisi –6 Ağustos 1870–) top sesleri arasında
yazılmaya başlandığı, kimsenin aklının kıyısından geçmezdi. Metz surları dibinde, o soğuk
eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık görevimi yaparken, bu soruları düşünüyordum;
kitabın 50 yıl önce yazılmış olması daha bir akla yakın gelebilir. Siyasayla ilgisi yoktur –
bugünkü deyimiyle "Almanlık dışı"dır–, tiksindirici bir Hegel kokusu yayılır ondan;
Schopenhauer'in mortocu kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak. Bir "düşün" –
Dionysosca ve Apollonca karşıtlığı– metafizik alanına aktarılıyor burada; tarihin kendisi bu
"düşün"ün gelişmesi olarak sayılıyor; bu karşı savların tragedya'da birleşimi: Şimdiye dek hiç
ilişkileri olmayan şeylerin bu gözle bakılınca, birdenbire karşı karşıya gelmeleri, birbirleriyle
aydınlanmaları, kavranmaları... Örneğin opera ve devrim... Bu kitabın başlıca iki yeniliğinden
biri, Yunanlılarda Dionysosca olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak
çözümlenmesi, bütün Yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi. Öbürü de
Sokratesciliğin anlaşılması: Sokrates'i Yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp
tanımak ilk kez. "Akılcılık", içgüdüye karşıt. Herşey pahasına "akılcılık": Tehlikeli, yaşamı
yıkıcı bir güç. Kitapta Hıristiyanlık üstüne derin, düşmanca bir susku baştanbaşa; çünkü o ne
Apollonca, ne de Dionysoscadır; Tragedya'nın Doğuşu'nda tanınan biricik değerlerin, estetik
değerlerin hepsini yadsır: En aşırı anlamıyla nihilist'dir. Hıristiyanlık; oysa Dionysos
simgesiyle, olumlamanın en son sınırına ulaşırız. Kitabın bir yerinde papazlara "yeraltında
yaşayan kötü, düzenci cüceler soyu" diye dokunduruluyor...
II
Eşine az rastlanır bir başlangıçtır bu. En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik
simgeyi bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben
olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki
şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık
kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir
yenilikti bilgi tarihinde. Bu iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı
üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! İlk olarak ben gördüm gerçek karşıtlığı:
Bir yanda, yaşama karşı alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri Hıristiyanlık,
Schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan Platon Felsefesi, ülkücülüğün bütünü);
öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama
bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi
varsa hepsine... Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın "evet" deyiş
yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca
oğrulayıp destekleridir. Varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir şeyden geçilemez.
Hıristiyanların ve öbür nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar, décadence içgüdüsünün
bağrına bastığı, basabildiği herşeyden ölçülmez derecede daha yüksek bir yer tutar değerler
sırasında. Yürek ister bunu kavramak için; bunun da koşulu güç fazlasıdır. Çünkü yüreklilik
nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa, güç de tıpkı onun gibi büyüklüğü ölçüsünde doğruya
yaklaşır. Zayıflar için, zayıflıklarının verdiği esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü"
nasıl bir zorunluluksa, güçlüler için de böyledir bilmek, gerçeğe "evet" demek... Bilip
bilmemek elinde değildir zayıfların: Yalansız edemez décadent dediğin, onun yaşamda kalma
koşullarından biridir bu. –"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte
kendini de bulan kimse, artık Platon'u, Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez,
kokusunu alır ordaki çürümenin...
III
25
"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne
ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız
sorunlarıyla bile yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin
mutluluğuna varan o yaşama istemi, –buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragikozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü. Ürküden, acımadan kurtulmak için
değil, zorlu bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan arınmak için değil, –Aristotales bunu yanlış
anlamıştı böyle,– tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi sevincine varmak, onun ta
kendisi olmak için, o sevinç ki yoketmenin sevinci de girer içine..." Bu anlamda kendimi ilk
tragik feylosof, yani kötümser feylosofun taban tabana karşıtı saymaya hakkım var. Dionysos
olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik
bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan
felsefesinden bile boşuna aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun
yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun,
yokedişin olumlanması –ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır–, karşıtlıklara,
savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: Şimdiye dek
düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. "Bengi dönüş" öğretisi,
yani sınır tanımadan, sonsuza dek herşeyin durmadan yokolup yeniden doğması, Zerdüşt'ün
bu öğretisi daha o zamandan Herakleitosca da öğretilmiş olabilirdi. Hiç değilse,
Herakleitos'un ana düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan Stoa'da bunun izlerine
rastlanır.
IV
Uçsuz bucaksız bir umut sesleniyor bu yazıdan. Aslında, musikinin Dionysosca bir
geleceğinden umudu kesmem için hiçbir neden yok. Yüzyıl sonrasına bir göz atalım,
varsayalım ki doğanın, insanın iki bin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla
sonuçlanmıştır. O zaman yaşamdan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek
bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da, soysuzlaşmış, salaklaşmış herşeyin
acımadan yokedilmesi işini ele alacaklar ve Dionysosca durumun yeniden doğacağı o yaşam
bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. Tragik bir çağ muştuluyorum: İnsanlık en
amansız, ama en zorunlu savaşları bir kez ardında bırakıp, acı çekmeksizin unuttuğu an,
yaşama evet deyişin en yüksek sanatı, tragedya yeni baştan doğacaktır. Bir psikolog ayrıca
şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında
Wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum
birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bir
kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise –bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü
bir kanıt– "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep
kendimden söz açmışımdır; Wagner adının geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya
da Zerdüşt adını koyabilirsiniz. Dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi
derincesine ve Wagner gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de
sezinlemişti bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı. Bunun gibi, "Bayreuth düşüncesi" de,
okuyucularım için hiç de bilmece sayılmayacak birşeye dönüşmüştü: En seçkin insanların en
büyük ödevlere kendilerini adadıkları o büyük öğle'ye, –belki de günün birinde
yaşayabileceğim bir şenliğin görüm'üne... İlk sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir:
Yedinci sayfada sözü edilen bakış, gerçek Zerdüşt bakışıdır; Wagner, Bayreuth, o Alman
küçüklüğü, bayalığı, hepsi bir buluttur; üzerinde geleceğin sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır.
Psikolojik bakımdan da, kendi yaradılışımın ana çizgileri hep bir arada bulunuşu, hiç kimsede
görülmemiş bir güç istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan, etkinlik istemine
hiç zarar vermeyen o sınırsız öğrenme gücü. Bu kitapta herşey geleceği, Yunan ekinin
kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene bağlayacak karşı İskender'lerin
26
zorunluluğu... Tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir dinleyin hele; evrensel, tarihsel
bir tondur bu; yazı baştanbaşa dunlarla doludur. Olup olabilecek en alışılmamış "nesnellik"ti
benimkisi: Kim olduğumu olanca kesinlikle biliyor, ama bunu herhangi bir rastlantılık
gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu.
Zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişçesine, bir kez olsun yanılıp şaşmadan
betimliyorum; Zerdüşt denen olay'a, insanlığın o korkunç arınması, kutsanması edimine
gelince, hiç bir zaman s. 41-44 arasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemez bu.
ÇAĞDIŞI YAZILAR
I
Çağdışı yazıların dördü de ("David Strauss", "Yaşam İçin Tarihin Yararı ve Zararı
Üzerine", "Eğitici Olarak Schopenhauer", "Richard Wagner Bayreuth'da".) savaşçı mı
savaşçıdır. Bunlar "başımda kavak yelleri esmediğini", kılıcımı çekmekten hoşlandığımı,
belki de bileğimin pek sağı solu olmadığını kanıtlar. İlk saldırı (1873) daha o zaman bile hiç
acımaksızın yukardan baktığım Alman ekininden yana birşey kanıtladığını, hele onun
böylelikle Fransa'yı yenmiş olduğunu sanmaktan daha beter bir yanılma olamazdı... Çağdışı
yazılarımın ikincisi (1874) bilim düzenimizin gidişindeki tehlikeyi, yaşamı kemiren, ağulayan
yanı açığa vurur: Bu insanca anlamını yitirmiş çarklar, bu mekanizma, işçinin bu
"kişiliksizleşme"si, "iş bölümü"nün sözde verimliliği, bunlardan hasta düşmüştür yaşam.
Amaç, yani ekin, elden çıkmıştır, –araç, yani çağdaş bilim düzeni, yabancılaşmıştır... Bu
incelemede, çağımızın böylesine kurumlandığı "tarihsel anlayış" ilk kez bir hastalık, bir örnek
çöküş belirtisi olarak tanınıyor. –Üçüncü ve dördüncü Çağdışı yazılarda, daha yüksek bir ekin
kavramına dikkati çekmek için, bencilliğin, kendini sıkıya sokmanın en aşırı iki örneği
konuyor ortaya, olabildiğince çağdışı iki örnek, çevrelerinde "Alman devleti", "ekin",
"Hıristiyanlık", "Bismarck", "başarı" denen herşeye karşı yüce bir küçümseme duyuyor ikisi
de, –Schopenhauer ve Wagner ya da tek sözcükle, Nietzsche...
II
Bu dört yağınmadan ilki olağanüstü bir başarı kazandı. Kopardığı gürültü her
bakımdan duyulmaya değerdi. Üstün gelmiş bir ulusun yarasına parmak basmıştım, –
kazandıkları yengi bir ekin olayı değildi, tersine bambaşka birşeydi belki de... Yalnız David
Strauss'un eski dostlarından değil, her yandan yanıt yağdı; onu kendinden hoşnut, dar kafalıAlman aydını örneği olarak, kısacası "Eski ve Yeni İnanç Üstüne" adlı birahane İncil'inin
yazarı olarak gülünç düşürmüştüm (dar kafalı aydın sözü benim yazımdan geçmiştir dilimize).
Kutsal hayvanlarını, Strauss'larını (Strauss "devekuşu" demektir.) gülünç bulmakla,
Würtemberg'li ve Suab olarak derinden gocundurduğum bu eski dostlar öyle açık yüreklilikle
ve kabaca yanıt verdiler ki, bundan daha iyisini doğrusu isteyemezdim; Prusyalıların tepkisi
daha bir akıllıca oldu, –ne de olsa "Prusya mavisi" vardı kanlarında. Çiğliğin daniskasını bir
Leipzig gazetesi, o adı çıkmış "Grenzboten" yaptı; gazaba gelen Basellileri zor zaptettim.
Yüzde yüz benim yanımı tutan –çeşit çeşit, kimi zaman da hiç anlaşılmaz nedenlerden–
yalnızca birkaç yaşlı bay oldu. Örneğin, Göttinden'den Ewald (–1803/1875– Alman
doğubilimcisi –müsteşrik–), Strauss'a karşı yağılamam öldürücü olmuş demeye getirdi. Ya da
eski Hegel'cilerden Bruno Bauer (–1809/1882– Alman tanrıbilimci.), ki o yazıdan sonra en
dikkatli okuyucularımdan biri olmuştu. Yaşamının son günlerinde, yitmiş "ekin" kavramı
üstüne kimden bilgi edinebileceğini göstermek için, örneğin Prusyalı tarihçi Bay von
Treitschke'ye (–1834/1896– Alman tarihçisi.) benim yazılarımı salık vermeyi severdi. Bizim
yazı ve yazarı üstüne en çok önemseyerek ve uzun uzadıya konuşan, feylosof Baader'in (–
27
1765/1841– Alman feylosofu ve tanrıbilimcisi.) eski bir öğrencisi, Würzburg'da Profesör
Hoffman (–1806/1873– Alman tanrıbilimcisi.) adında biri oldu. Yazımdan benim için büyük
bir gelecek okuyordu, –tanrısızlık konusunda bir bunluk yaratacak en son sözü söyleyecektim;
ona göre tanrısızlığın en kökten, en amansız temsilcisi bendim. Beni Schopenhauer'e çeken
şey de buydu. –Ama hepsinin içinde en çok okunanı, herkese en acı koyanı, aslında öylesine
yumuşak huylu Karl Hillebrand'ın (–1829/1884– Alman tarihçisi ve gazetecisi.), eli kalem
tutan o sonuncusu insan Alman'ın olağanüstü sert ve yürekli savunuşu oldu. Yazısı
"Augsburger Zeitung"da çıkmıştı; bugün biraz daha yumuşatılmış biçimiyle toplu yazıları
arasında okunabilir. Burada benim yazı bir olay, bir dönüm noktası, ayılıp kendine geliş, çok
hayırlı bir belirti olarak, düşünce işlerinde Alman ağırlığının ve tutkusunun yeniden doğuşu
olarak gösteriliyordu. Hillebrand yazının biçimini, olgun beğenisini, kişiyle konuyu
ayırmaktaki şaşmaz ölçülüğünü öve öve bitiremiyordu:Onu Almanca yazılmış en iyi tartışma
yazısı olarak niteliyordu; o tartışma sanatı ki, Almanlar için tehlikelidir ve hiç salık verilmez.
Beni yüzde yüz onaylıyor, Almanya'da dilin bayağılaşması üstüne söylemeyi göze
aldıklarımdan da ileri gidiyor (–bugün özleştirmecilik oynuyorlar, bir tek cümle bile
kuramıyorlar artık–) ulusun "başta gelen yazarları"na karşı aynı küçümsemeyi duyuyor ve
benim "bir ulusun hem de sevgililerini suçlu sandalyesine oturtmadaki üstün yürekliliğime"
olan hayranlığını söyleyerek bitiriyordu... Bu yazının yaşamımda paha biçilmez etkileri oldu.
Bugüne dek hiç kimse benimle hır çıkarmaya kalkmadı. Almanya'da bana karşı susuyorlar,
ürkek ve çekingen davranıyorlar: Bugün, hele "Alman devleti"nde, kimsenin göze alamadığı,
sınırsız bir söz özgürlüğünden yararlandım yıllardır. "Kılıcım gölgesindedir" benim
cennetim... Aslında Stendhal'in bir ilkesini uygulamıştım: Yüksek bir topluluğa girerken, işe
bir düello'yla başlamayı salık verir o. Nasıl da seçmiştim düşmanımı! İlk Alman özgür
düşünürü!... Bana bugüne dek o Avrupalı, Amerikalı "libres penseurs" (Özgür düşünür.)
ulusundan daha uzak, daha yabancı olan hiçbir şey bilmiyorum. O "çağdaş ülküler"e inanan,
uslanmaz kuşbeyinlilerle, soytarılarla aramdaki uçurum, düşmanlarıyla aramda olandan çok
daha derindir. Onlar da bir yol tutturmuş, insanlığı kendilerine göre "düzeltmek" isterler;
benim kim olduğumu, ne istediğimi bir bilseler, amansız bir savaş açarlardı bana karşı, –topu
da "ülküler" inanır daha... İlk töresizci'yim ben...
III
Schopenhauer ve Wagner adlarını taşıyan Çağdışı yazıların, bu iki psikolojiyi
anlamakta, ondan da geçtim, bu sorun'un yalnızca ortaya konmasında pek işe yaradıklarını
ileri sürecek değilim, –bunun dışında kalan şeyler de var elbette. Örneğin, Wagner'in
yaradılışındaki ana öğeyi, o tiyatro oyuncusu yeteneğini daha o zamandan sezivermiştim;
kullandığı araçlar olsun, niyetleri olsun, hepsi bunun zorunlu sonuçlarıydı. Aslına bakarsanız,
bu yazılarda yapmak istediğim psikoloji değil, bambaşka birşeydi: Eşine rastlanmamış bir
eğitim sorunu, insanı çelik gibi yapacak, yepyeni bir "kendini sıkıya koyma", "kendini
savunma" kavramı, büyüklüğe, evrensel, tarihsel ödevlere götüren bir yol, –bunlar dile
gelmek istiyordu ilk kez. Sözün kısası, insan birşeyi anlatabilmek, elinde birkaç deyim, im,
söyleme yolu daha çok bulundurmak için önüne çıkan fırsattan nasıl yararlanırsa, ben de buiki ünlü, ama daha hiç mi hiç belirlenmemiş örneğe öylece yapışıverdim. Üçüncü yazının 7.
bölümünde hepten korkunç bir uzgörüyle değinilmiştir buna. Bunun gibi, Platon da
Sokrates'den bir im dili olarak yararlanmıştı. –Bu yazıların tanık olduğu o hayli geride kalmış
durumları şimdi göz önüne getirdiğimde, aslında yalnız kendimden söz açmış olduğumu
saklayamam. "Wagner Bayreuth'da" yazısı kendi geleceğimin bir düşüdür; "Eğitici Olarak
Schopenhauer"de ise, benliğimin en iç öyküsü, oluşması yazılıdır. En başta da içtiğim and!...
Bugün neyim ben, nerelerde yaşıyorum –artık sözlerle değil yalnız yıldırımlarla konuştuğum
yükseklerde–, o zamanlar nasıl da uzaktım bunlardan! Ama ülkeyi gördüm; yol, deniz, tehlike
28
ve başarı üstüne bir an olsun yanılmadım! Söz verirken ne büyük durgunluktur o; yalnız sözde
kalmayacak bir geleceğe doğru o ne mutlu bakıştır! Derinden, içten yaşanmıştır burada her
söz; acı çeken, nerdeyse kanayan sözcükler eksik değildir. Ama hepsinin üstünden büyük bir
özgürlük yeli esip geçer; itiraz gibi gelmez yaranın kendisi bile. Benim feylosoftan anladığım
şey, o yakınında ne varsa hepsinin tehlikede olduğu korkunç dinamit, benim feylosof
kavramımla –yüksek öğretimdeki "geviş getirenler"i, öbür felsefe öğretmenlerini bir yana
bırakın– koskoca Kant'ın bile içine girdiği feylosof kavramı arasıdaki uçurum, o yazı bunların
hepsi üstüne paha biçilmez şeyler öğretir; ama burada sözü edilen "Eğiti Olarak
Schopenhauer" değilmiş de, onun tam karşıtı, "Eğitici Olarak Nietzsche" imiş, ne çıkar. –O
zamanlar benim zanaatımın bilginlik olduğu, benim de bu işin belki ehli olduğum göz önüne
alınırsa, bu yazıda bilginlerin psikolojisi üstüne birdenbire çıkıveren o acı eleştirmeyi pek de
önemsiz saymamalıdır: Bendeki ayrı oluş bilincini, benim için ödev nedir, yalnızca araç,
arada eğlence, katkı nedir, bunu hiç şaşmadan ayırdettiğimi gösterir o parça. Tek birşey
olabilmek, tek birşeye varabilmek için, çok yerde, çok şey olmak, bu bendeki sağduyudur. Bir
süre için de bilgin olmam gerekiyordu.
İNSANCA, PEK İNSANCA
iki ekiyle birlikte
I
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur
kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan
kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği,
"sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız!"... İnsanı
ben daha iyi tanırım... Burada "özgür düşünür" sözü bir tek anlama gelir: Özgürlüğüne
kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, tınlayışı baştanbaşa
değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden
gelme bir tür tinsellik sanki derinde bir tutku akıntısına karşı direnmektedir. Bundan dolayıdır
ki, kitabın 1878 yılındaki zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire'in 100. ölüm
yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam taşır. Çünkü Voltaire, kendinden sonra
yazanların tersine, bir grand seigneur'dü (Soylu yüce kişi.) düşünce alanında, tam benim de
olduğum gibi. Kendi yazılarımdan birinin üzerinde Voltaire adı, –bir ilerlemeydi bu...
kendime doğru... Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe bucağı, yeraltı
zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış bilen, katı yürekli bir düşünce görülür burada.
Elimde alevi hiç de "titremeyen" bir çırağı ("Fackel, çırağı" ve "fackeln, –ışık hk.) titremek"
sözcükleri üstüne bir oyun.), keskin bir ışıkla ülkünün yeraltı ülkesi'ni aydınlattım. Savaş bu,
ama barutsuz ve dumansız; ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp coşma, ne de kırık kol,
bacak, –başka türlüsü gene "ülkücülük" olurdu. Yanılgıları irer birer, hiç acele etmeden buz
üstüne koyuyorum; ülküleri çürütmüyorum, donduruyorum... Örneğin, şuracıkta "deha"
donuyor; az ilerde, köşe başında "ermiş" donuyor, o "kanış" dedikleri; "acıma" da az buz
soğumuyor hani, –"kendiliğinde şey" donuyor ne yana baksan...
II
Bu kitabın başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak yapıldığı haftalara rastlar; orada
çevremi kuşatan herşeye karşı duyduğum derin bir yabancılık, çıkış noktalarından biridir
onun. O zamanlar üzerime ne çeşit görünümler üşüştüğünü bilen, günün birinde Bayreuth'da
uyanınca nasıl olduğumu kestirebilir. Sanki düş görüyordum... Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi
tanımaz olmuştum, az kalsın Wagner'i bile tanıyamayacaktım. Anılarımı bir bir yokluyordum,
29
boşuna. Tribschen, –uzakta bir mutluluk adası: En ufak bir benzerlik yok. O unutulmaz temel
atma günleri (Bayreuth Festival evinin temel atma töreni –22 Mayıs 1872–), kutlamada
bulunan küçük, seçkin topluluk, o anlamak için davul zurna istemeyenler: En ufak benzerlik
yok. Ne olmuştu ki? –Wagner'i Almanca'ya çevirmişlerdi! Wagner'i avucumun içine almıştı
Wagner'ci!– Alman sanatı! Alman ustası! Alman birası!... Ama bizler, Wagner sanatının ne
çeşit incelmiş sanatçılara, nasıl uluslarlarüstü bir beğeniye yöneldiğini bilenler, Wagner'i
böyle Alman "erdemleri"yle süslü püslü görünce çileden çıkmıştık. –Sanırım, Wagner'ciyi
tanıyorum; onların ardarda üç kuşağını görmüşümdür. Wagner'i Hegel'le karıştıran rahmetli
Brendel'den (–1811/1868–: Alman musiki yazarı.), Bayreuth Blätter'in (Bayreuth'da çıkan,
Wagner'in düşüncelerini savunan bir gazete.) Wagner'i kendi kendisiyle karıştıran
"ülkücü"lerine varıncaya dek; o "ince duygulu"lar Wagner konusunda bir içlerini döktüler,
neler neler söylemediler. Bir krallık veriyorum akıllıca bir tek söz için! (A horse! A horse! My
kingdom a horse! –Bir at! Bir at! Bir krallık veriyorum bir at için!– Shakespeare, King
Richard III, V. sahne.) Gerçekten de, insanın saçlarını diken diken edecek bir topluluk! Nohl
(–1831/1885– Alman musiki araştırıcısı.), Pohl (–1826/1896– Alman musiki yazarı.), Kohl
(Lahana.), her türlü incelik, falan filan! Her çeşit ucube vardır aralarında, Yahudi düşmanına
varıncaya dek. –Zavallı Wagner! Buralara da mı düşecekti! Domuzlar arasına düşseydi bari!
Ama Almanların içine düşmek! En sonunda yapılacak bir iş kalıyor: Gelecek kuşakları
aydınlatmak için, gerçek bir Bayreuth'lunun içine saman doldurmalı, daha da iyisi onu ispirto
içinde saklamalı –eksik olan esprit'tir (Nietzsche "spiritus" sözcüğünü iki ayrı anlamda
–"ispirto" ve "esprit"– kullanarak bir oyun yapıyor.) çünkü–, altına da şunu yazmalı: Alman
"devlet"i kurulurken göz önünde tutulan "düşünce" buydu işte... Neyse, bu gürültü patırtı
arasında ansızın birkaç haftalığına oradan ayrıldım; pek hoş bir Parisli hanım beni avutmaya
çalışmıştı, ama fayda etmedi. Bunun kaçınılmaz birşey olduğu anlamında bir tel çekerek özür
diledim Wagner'den. Böhmerwald ormanları içine gömülmüş bir yerde, Klingenbrunn'da,
derin melankolimi, Almanlara karşı küçümseyişimi bir hastalık gibi içimde taşıyarak
dolaşıyor, arasıra cep defterime "Sapan Demiri" genel başlığı altında bir cümle karalıyordum:
belki daha İnsanca, Pek İnsanca'da bile görülebileceği gibi, keskin psikolojik gözlemlerdi her
biri.
III
O sıra benim içimde açığa çıkıp kesinleşen şey, Wagner'le bozuşma falan değildi, –
içgüdümün toptan sapıttığını farkettim; tek tek yanılgılarım, Wagner olsun, Basel'de
profesörlük olsun, hepsi bunun belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü
üstüme. Toparlanıp ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Bir an içinde, o güne dek
vaktimi nasıl boşu boşuna harcadığım, ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe
yaramaz, nasıl gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu yanlış
alçakgönüllülüğümden utandım... Geride bıraktığım on yıl içinde düşüncemin beslenmesi
hepten durmuştu; işe yarar yeni hiçbir şey öğrenmemiş, bilgiçliğin toz tutmuş eski püsküyle
uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına unutmuştum. İlkçağ şiirinin ölçüleri, ayakları içinde
büyük bir titizlikle, kör köstebek gibi sürünmek, –buralara düşmüştüm artık! Acıyarak
bakıyordum kendime, açlıktan bir deri bir kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir tek şey
yoktu gerçek adına; "ülküler"se beş para etmiyordu! İçimi yakıcı bir susuzluk sarmıştı bayağı:
Gerçekten, o gün bu gün fizyoloji tıp ve doğa bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım, –
asıl tarihsel incelemelere bile, ancak ödevim beni zorla sürüklediği zaman döndüm. İlk o
zaman, iç güdüye aykırı olarak, insanı çekip bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir
etkinlikle, o "meslek" dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine geçecek,
Wagner sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma gereksinmesi arasındaki ilişkiyi de
sezdim. Çevreme yakından bakınca, bu tehlike başlarında olan çok sayıda genç gördüm:
30
Doğaya aykırı bir iş, bir ikincisini getirir ardından, hiç şaşmaz bu. Daha açık söyleyeyim,
Almanya'da, "Alman devleti" içinde çok kimse erkenden seçip karar verir, bir daha da bu
yükü üzerinden atamaz, altında çürür gider; bunun kurtuluşu yoktur... İşte böyleleri afyon
ister gibi Wagner'i isterler, –orada bir an olsun kendilerini unuturlar, kendilerinden sıyrılırlar...
Bir an da ne söz, beş altı saatliğine!
IV
O zaman içgüdüm, razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi onlarla bir tutmanın
daha da uzun sürmesine karşı kıyasıya cephe aldı. Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm,
sonra da o "ödev duygusu" denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan "çıkar
gözetmezlik" tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara, hastalığa, yoksulluğa katlanmak
bence yeğdi. Babamdan geçme o kötü kalıt –ki aslında bir erken ölüm anıklığıydı– işte o sıra
ve tam zamanında öyle bir imdadıma yetişti ki, ne denli hayran olsam azdır buna. Beni
bozuşmaya, hatır gönül kırmaya, göze batacak davranışlara bırakmaksızın, yavaşça çekip
kurtardı hastalık. Kimsenin bana karşı iyi duygularında bir azalma olmadı, artma bile oldu
tersine. Ayrıca hastalık, alışkanlıklarımı tümüyle kökünden değiştirme hakkını verdi bana;
unutmama izin verdi, buyurdu bunu. Gene onun bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek,
beklemek, sabretmek, kısaca düşünmek zorunluluğu... Gözlerimin durumu yetti tek başına,
her türlü kitap kemiriciliğe, açıkça filolojiye paydos ettim: "kitap"tan kurtulmuştum, yıllarca
hiçbir şey okumadım artık, –şimdiye dek kendime yaptığım en büyük iyilik bu oldu!– sürekli
olarak başka benlikleri dinlemekten –başka nedir ki okumak?– iyice dibe gömülmüş, sesi
soluğu kesilmiş o en derin benliğim yavaş yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama
sonra yeniden konuşmaya başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı günlerinde kendimden
duyduğum mutluluğu başka zaman duymadım hiç. Bu "kendime dönüş"ün benim için ne
anlama geldiğini anlayabilmek için, "Tan Kızıllığı"na ya da "Gezgin ve Gölgesi"ne bir göz
atmak yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu! Gerisi kendiliğinden geldi.
V
İnsanca, Pek İnsanca, bana dışardan bulaşmış her türlü "yüksek yutturmaca"ya,
"ülkücülüğe", "ince duygular"a, kadınca başka ne varsa hepsine hemen son vermek için kendi
kendime koyduğum sıkı düzenin bu anıtı, ana hatlarıyla Sorrento'da yazıldı: tamamlanıp son
biçimi alması ise, Sorrento'dakinden çok daha elverişsiz koşullar altında Basel'de geçirdiğimkışa rastlar. Aslında, o sıra Basel Üniversitesi'nde okuyan ve bana pek yakından bağlı olan
Bay Peter Gast'tır bu kitabın sorumlusu. Ben başım gözüm sarılı ve acılar içinde
yazdırıyordum: O bir yandan yazıyor, bir yandan düzeltiyordu, –asıl yazar oydu, ben yalnız
neden'iydim kitabın. Sonunda ağır hasta birinin derin şaşkınlığı içinde, kitabı basılmış olarak
elime alınca, Bayreuth'a da iki nüsha gönderdim. Rastlantının pek anlamlı, eşsiz bir oyunuyla,
aynı anda Parsifal metinin güzel bir nüshası geldi bana; üzerinde Wagner'in şu armağanı
vardı: "Değerli dostu Friedrich Nietzsche'ye, Richard Wagner'den, –Kiliseler Danışmanı"? İki
kitabın bu çatışmasında uğursuz bir çınlama duyar gibi olmuştum. Kılıç şakırtısını andırıyor
muydu bu?... Hiç değilse biz ikimiz böylece duyduk bunu: İkimiz de sustuk çünkü, –O
sıralardaydı ki, Bayreuther Blätter'in ilk sayısı çıktı. Neyin tam zamanıydı, anladım hemen. –
İnanılmaz şey! Wagner sofu olmuştu...
VI
31
O sıralar (1876) kendimi nasıl görüyordum, büyük, tarihsel ödevimi nasıl olağanüstü
bir yanılmazlıkla kavramıştım, başından sonuna dek bunun tanığıdır kitap; ama özellikle bir
bölümü çok keskin dile getirir bunu. Yalnız, bana özgü kurnazlığımla, gene "ben"
sözcüğünden kaçınmış ve bu kez Schopenhauer'e ya da Wagner'e değil, seçkin Dr. Paul Ree'ye
(–1849/1901– Yazar, Nietzsche'nin dostu. Törel değerlerin kaynağı ve oluşumu üstüne
düşünceleriyle Nietzsche'yi etkilemiştir.) dünya tarihine geçecek bir ün bağışlamıştım, –
bereket versin ki, o kendisi bu konuda faka basmayacak kadar anlayışlıydı... Başkaları öyle
anlayışlı olmadılar. Okurlarım arasında umudu kestiklerimi, örneğin tam bir Alman
profesörünü şundan tanırım: Salt bu parçaya bakıp, koskoca kitabı bir çeşit yüksek "reealism"
olarak yorumlayacaklarını sanırlar... Gerçekte o bölüm dostumun dört beş cümlesiyle
çelişmekteydi; bu konuda "Töre'nin Soykütüğü" önsözüne başvurabilir. –İşte sözü geçen
bölüm: Çağımızın en gözü pek, en katı yürekli düşünürlerinden biri, "Törel Duyuşların
Kaynağı Üstüne" adlı kitabın yazarı (lisez: [... diye okuyunuz.] Nietzsche, ilk töresizci) insan
edimlerinin o keskin, derine inen çözümlenmesi sonucu hangi ilkeye varmıştı? "Törel insan
anlaşılır dünyaya doğal insandan daha yakın değildir, –anlaşılır dünya yoktur çünkü..." Bu
cümle tarihsel bilginin (lisez: Tüm değerlerin yenilenişi) çekici altında sertleşip keskinleşerek,
ilerde belki bir gün –1890!– insanlığın "metafizik gereksinmesi"nin köküne vurulacak balta
olabilir, –insanlığın yararına mı, yoksa yıkımına mı, kimse bilmez bunu... Ama ne olursa
olsun, çok önemli sonuçlar doğurabilecek, hem verimli, hem korkunç, tüm büyük doğrular
gibi o çifte yüzüyle dünyaya bakam bir cümle...
TAN KIZILLIĞI
töre'nin bir önyargı oluşu üstüne düşünceler
I
Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları duyulduğundan değil;
terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki insanın burun delikleri biraz duyar
olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi: Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç
de öyle değildir; etki bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan
bu kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan herşeye karşı
bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek olumsuz sözcüğe, bir tek
saldırıya, kötülüğe rastlayamazsınız; güneşte yatar o, tostoparlak, mutlu, kayalar arasında
güneşlenen bir deniz hayvanı gibi. O deniz hayvanı da benim ayrıca: Kitabın hemen her
cümlesi, Cenova yakınındaki o birbiri içine girmiş kayalıklar arasında tasarlanmış, ele
geçirilmiştir; orada denizle başbaşaydık, gizli birşeyler vardı aramızda. şimdi bile, bu kitap ne
zaman elime geçse, hemen her cümlesi derinlerden benzersiz birşeyler çekip çıkaran bir olta
ucu oluverir: Bütün derisi belli belirsiz titreyip ürperir anılarla. Hani ondaki de az sanat
değildir, o uçarcasına, sessizce geçen şeyleri, tanrısal kertenkeleler dediğim o kaçıcı anları
yakalamak... Gerçi zavallı kertenkeleleri hemencecik şişleyiveren o genç Yunan tanrısının
(Hermes.) kan dökücülüğüyle değil, ama gene de sivri birşeyle, kalemin ucuyla... "Daha
ışımamış nice tan kızıllıkları vardır" –bu Hind yazıtını (Rig veda II. 28. 9.) koydum kitabımın
girişine. Yeniden bir günün, –ah ardarda günlerin, sayısız yeni günlerle dolu bir dünyanın–
başlayacağı o yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar nerede arıyor? Tüm değerlerin
yenilenişinde, tüm törel değerlerden kopmakta, o güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş,
kargınmış herşeye "evet" demekte, güvenmekte. Bu olumlayan kitap, ışığını, sevgisini,
sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce bir hak ve öncelik veriyor.
Töreye saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca... "Ya da" diye bitiyor kitap, –biricik
kitap bu, "Ya da" ile biten...
32
II
Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye
bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez
toptan ortaya koyacağı o ânı, o büyük öğle'yi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu
sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir;
tersine, o yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en
kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim
için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü.
Aslında herşeyin en iyi ellerde yürütüldüğüne, tek bir kitabın, Kutsal Kitap'ın bize insan
yazgısını yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek
gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekçi bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam
tersinin –o acınacak durumun– doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde
kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin, öç güdücülerin, o "ermiş" dedikleri, dünyaya kara
çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu yönettikleri inancı su yüzüne çıksın istemiyorlar.
Rahiplerin (o kılık değiştirmiş rahipler, yani feylosoflar da buraya giriyor) yalnız belli bir
cemaat içinde değil, hepten dizginleri ele geçirdiklerinin, décadence töresiyle bitiş isteminin
gerçek töre sayıldığının en şaşmaz belirtisi, çıkar gözetmezliğe verilen yüzde yüz değer ve
bencilliğe her yerde duyulan düşmanlıktır. Bu konuda benden başka türlü düşüneni mikrop
bulaşmışlardan sayıyorum... Herkes benden başka türlü düşünüyor ne yazık ki... Bir
fizyologun bu değer karşıtlığı üstüne hiç şüphesi yoktur. Örgenlik içinde en önemsiz bir parça,
kendini korumayı, güç bütünlemesini, "bencilliğini" hiç şaşmadan yürütmekte az da olsa bir
kusur işledi mi, örgenliğin bütünü yozlaşıverir. Fizyolog kesilip atılmasını ister yozlaşan
parçanın; onunla dayanışma diye birşey tanımaz; hele ona acımayı hiç mi hiç geçirmez
aklından. Ama tam budur rahibin istediği, bütünün, insanlığın yozlaşmasıdır: Bu yüzdendir ki
saklayıp korur yozlaşan parçayı, bunun karşılığı olarak da hükmeder ona... O yalancı
kavramların, "ruh", "tin" "özgür istem", "tanrı" gibi, törede kullanılan kavramların anlamı,
insanlığı fizyolojik olarak yıkmak değil de nedir?... Kendimizi korumayı, bedenin, yani
yaşamın gücünü arttırmayı önemsemekten bizi alıkoyuyorlarsa, kansızlığı bir ülkü, bedeni
küçümsemeyi "ruhun kurtuluşu" sayıyorlarsa, bunlar décadence'a götüren yoldur değil de
nedir? –Dengeyi yitiriş, doğal içgüdülere karşı direniş, kısacası "çıkar gözetmeyiş", –töre
buydu şimdiye dek... Tan Kızıllığı ile ilk kez o bencil olmayan töreye savaş açtım.
ŞEN BİLİM
La Gaya Scienza
I
Olumlayan bir kitaptır "Tan Kızıllığı", derinliğine derin, ama yumuşak ve aydınlık.
Gaya Scienza da öyledir, hem de sapına dek: Hemen her cümlesinde derin düşünceyle kabına
33
sığmazlık kardeşçe elele verirler. Yaşadığım en eşsiz ocak ayına –ki bu kitap baştanbaşa onun
armağanıdır– minnetimi belirten bir şiir, bilimin şenliği hangi derinliklerden kopup geliyor,
bunu yeterince açığa vurur:
Ey sen ki elinde alevden mızrak,
Paramparça ettin ruhumun buzlarını,
Denize akıyor şimdi çağıldayarak,
Bulmaya en yüce umutlarını:
Hergün daha aydınlık, daha bir diri
Ve özgür, o sevecen zorlayışla, bak–
Övüyor sunduğun mucizeleri,
Ey güzeller güzeli Ocak!
Dördüncü kitabın bitiminde, Zerdüşt'ün ilk sözlerinin o elmas güzellikleriyle ışıldadığını
gören ya da üçüncü kitabın sonunda, bir yazgının tüm çağlar için ilk kez dile geldiği o
granitten yontulmuş cümleleri okuyan kimse, buradaki "en yüce umutlar" nedir, artık şüphe
edebilir mi? Çoğunluğu Sicilya'da yazılan Yasa Tanımaz Prens'in Türküleri, doğrudan
doğruya Provence ekinindeki (12. ve 13. yüzyıllarda, özellikle güney Fransa'da, kuzey
İtalya'da ve Sicilya'da gelişen saray ekini.) "gaya scienza" kavramını, o türkücü, şövalye ve
özgür düşünür bileşimini anımsatır; o erken doğmuş, eşsiz Provence uygarlığını, kendindensonra gelen ne idüğü belirsiz uygarlıklardan ayırdeden de bu bileşimdir. Özellikle, "Mistral'e"
başlığını taşıyan sonuncu türkü, töre'nin üzerinden sıçrayıp geçen o coşmuş dans havasını,
sapına dek bir Provence işidir.
ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ
herkes için, kimse için bir kitap
I
Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi-dönüş
düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı ağustosuna rastlar: Bir kağıt
parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: "İnsan ve Zamanın 600 ayak ötesinde". O gün
Silvaplana gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi
yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana. –O
tarihten birkaç ay gerilere gittiğimde, bir önbelirti olarak, beğenilerimin, özellikle musikide
birdenbire ta derinden değişiverdiğini görüyorum. Zerdüşt'ü belki de baştanbaşa musikiden
sayabiliriz, –şurası açık ki yepyeni bir kulak istiyordu onun için. Vicenza yakınlarındaki bir
küçük dağ kaplıcasında, Recoaro'da geçirdiğimiz 1881 baharı, maestro'm ve dostum Peter
Gast– benim gibi "yeniden doğmuş"lardandı o da. –ve ben farkettik ki, musiki denilen Anka
kuşu her zamankinden daha bir hafif, daha bir ışıldayan kanatlarla dolanıyordu üstümüzde. O
günden bu yana, 1883 şubatında birdenbire inanılmaz koşullar altında yaptığım doğuma dek
geçen süreyi –önsözde birkaç cümlesini aktardığım son bölüm, tam Richard Wagner'in
Venedik'te öldüğü kutsal saat bitirilmiştir– evet, o süreyi hesapladığımda, gebeliğimin 18 ay
sürdüğü anlaşılır. Tıpatıp bu sayının çıkması, benim bir dişi fil olduğum düşüncesini getirir
insanın aklına, –Buda'cıların aklına hiç değilse,– Yakında eşsiz birşey geleceğinin yüzlerce
belirtisini taşıyan Gaya Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda;
dördüncü kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi vardır. –Karışık koro ve
orkestra için yazılmış "Yaşama Övgü" de gene bu zaman rastlar; partisyonu iki yıl önce
Leipzig'de E. W. Fritzsch yayınevinde çıkmıştır. O yıl, içinde olduğum durumun, o sonuna
dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim şeyle dolup taştığım durumun hiç de yabana
atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. –Sözleri
34
(üzerinde duruyorum, çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda) benim değildir; o sıralar
dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou von Salomé'nin (Roman, öykü ve deneme
yazarı.) şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen
kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük
var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı: "Artık bana verecek mutluluğun
kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha". Burasında benim musikim de büyüktür belki (La
-klarneti'nin sonuncu notası do diyez değil, do olacak. Baskı yanlışı.) –Ertesi kışı Cenova
yakınında, Chiavari ile Portofino arasına sokulan o sevimli, sessiz Rapollo koyunda geçirdim.
Sağlık durumum hiç de parlak değildi; kış soğuktu, son derece yağmurluydu. Kaldığım küçük
han denizin hemen üzerindeydi, öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne
varsa hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani gerçekten bir
diyeceği olan şeyin "her ne olursa olsun" ortaya çıkacağını kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç
koşullar içinde ortaya çıktı Zerdüşt'üm. –Öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim yolda,
çamlıklar içinden geçerek güneye doğru çıkıyordum; göz alabildiğine denizi görüyordumayağımın altında. Öğleden sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita koyunu ta
Portofino'nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu yerler, bu görünüşler,
İmparator Üçüncü Friedrich'in oralara olan büyük sevgisi yüzünden daha bir değerliydi benim
gözümde. 1886 güzünde yolum gene o kıyılara düştüğünde, bu küçük, unutulmuş mutluluk
ülkesine onun da son gelişiydi. –Bu iki yol boyunca Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu
kafamda; en başta Zerdüşt'ün kendisi, kişiliği doğdu: Daha doğrusu çullandı üstüme...
II
Bu kişiliği anlamak için, insan onun çıktığı fizyolojik koşulları, yani benim büyük
sağlık dediğim şeyi iyice kavramış olmalıdır. Bu kavramı Gaya Scienza'da, beşinci kitabın son
bölümünde yaptığımdan daha iyi, daha kişisel bir biçimde açıklayamam. Orada şöyle deniyor:
"Biz yeniler, adsızlar, kötü anlaşılanlar, biz henüz karanlık bir geleceğin erken doğmuş
çocukları, yeni amaçlar için yeni yollar gerek bize, yeni bir sağlık gerek, şimdiye dek
olanlardan daha güçlü, daha açıkgöz, daha dayanıklı, daha atak, daha keyifli bir sağlık. Her
kim bugüne dek gelen değerlerin, dileklerin çevresini baştanbaşa dolaşıp görmek, bu ülküsel
"Akdeniz"in kıyılarında yelken açmak için can atıyorsa, her kim ülkeler bulan, ele geçiren
birinin, bir sanatçının, bir ermişin, bir yasa koyucusunun, bir bilgenin, bir bilginin, bir
sofunun, eski çağda herşeyden el etek çekmiş tanrısal birinin neler duyduğunu içinde yaşayıp
bilmek istiyorsa, ona en başta büyük sağlık gereklidir.– bu da yetmez tek başına, insan onu her
gün yeni baştan elde etmelidir, çünkü ondan her an geçilir, geçilmelidir de... Şimdi bizler,
bunca zaman yollarda olanlar, biz bir ülkü arayan Argonaut'lar, (Argo adlı gemiyle Kolehis'e,
altın yapağı ele geçirmeye giden Yunan yiğitleri: İason, Herakles, Orpheus vb...) belki
gerektiğinden de çok gözüpek olanlar, gemileri batanlar, bunca şeye uğrayanlar, ama
dediğimiz gibi, hoş görüldüğünden de çok sağlam olanlar, sağlamlığı bir tehlike olanlar,
sağlamoğlu sağlamlar, –bize öyle geliyor ki, bunların bedeli olarak önümüzde insan ayağı
değmemiş, bir ülke var, daha kimse aşmamış sınırlarını, ülkü'nün bilinen ülkelerinden, tüm
köşe bucağından çok ötelerde, güzel, yabancı, çözülmemiş, korkunç ve tanrısal şeylerle dolu
bir dünya ki, bilgiye, ele geçirmeye susuzluğumuzdan duramaz olduk artık –ah bundan böyle
bizi hiçbir şey doyuramaz!... Bizler ki böyle bir geleceği sezmişiz, buluncumuz, kafamız
böyle bir açlıkla kıvranıyor, bugünkü insanla yetinebilir miyiz hiç? Ne yapsak boşuna,
elimizde değil: Onun en değerli amaçlarına, umutlarına bakarken gülmemek için zor
tutuyoruz kendimizi, belki de artık hiç bakmıyoruz bile... Başka bir ülküdür önümüzde koşan,
şaşırtıcı, sınayıcı, tehlikeli bir ülkü; kimseyi ayartmak istemiyoruz ona, çünkü kimseye bu
hakkı kolay kolay tanımıyoruz: Şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz, tanrısal bilinen herşeyle
bir çocuk gibi, yani bilmeksizin oyun oynayan, ağzına dek güç ve bereket dolu bir düşüncenin
35
ülküsü; ulusların haklı olarak değer bildiği en yüce şeyleri olsa olsa bir tehlike, çökme,
alçalma ya da en azından bir dinlenme, körlük, arada sırada kendini unutma sayan birinin
ülküsü, ki çoğu zaman insanlık dışı gözükecektir, örneğin şimdiye dek yeryüzünde
önemsenen herşeyin, gösterişli duruşların, sözlerin, seslerin, bakışların, töre'nin, büyük
ödevlerin yanıbaşında durup da, elinde olmadan onları herşeyiyle alaya aldığında, –ama
büyük önemseyiş asıl onunla başlayacak, asıl soru imi onunla konacak, ruhun yazgısı
değişecek, saatin yelkovanı ilerleyerek, tragedya başlayacak..."
III
O güçlü çağlarda ozanların esin dedikleri şey nedir, ondokuzuncu yüzyıl sonunda bunu
açıkça bilen var mı? Yoksa, ben anlatayım. –İçimizde azıcık boş inan olmaya görsün,
insanüstü güçlerin cisimlenmesi, yalnızca onların sözcüsü, aracısı olduğunuza inanmaktan
kendinizi alamazsınız. İnsanı en derinden sarsan, altüst eden birşeyin birdenbire anlatılmaz bir
doğruluk ve incelikle görülür, duyulur olması anlamına gelen "vahiy" sözcüğü var ya, bu
olaya tıpatıp uyar işte. İnsan aramaksızın duyar, kimden geldiğini sormaksızın alır; bir şimşek
gibi çakar düşünce, zorunlulukla, en son biçimi içinde, –benim için seçme diye birşey yoktu
hiç. Bir kendinden geçmedir, korkunç gerilimi zaman olur gözyaşlarıyla boşanır; yürürken
elinizde olmadan bir hızlanır, bir yavaşlarsınız; hiç kendinizde değilsinizdir, ama tepeden
tırnağa geçirdiğiniz o ince ürpertiler sağnağını apaçık duyarsınız; bir derin mutluluktur, en
büyük acılar, en korkunç şey orada karşıt etki yapmaz, tersine gerekli duyulur, istenir, bu ışık
bulluğunda zorunlu bir renktir o da; biçimlerle dolu engin uzayları kaplayan bir ritim
bağlantıları sezişi, –ki uzunluk, geniş dalgalı bir ritim gereksinmesi neredeyse esin gücünün
bir ölçüsüdür, onun baskısını, gerilimini bir anlamda gidermektir... Hiçbir şey elinizde
değildir, gene de bir özgürlük duygusu, bir saltlık, bir güç, bir tanrısallık fırtınası içindeymiş
gibi olup biter hepsi... İmgenin, benzetinin artık size bağlı olmayışı işin ilginç yanıdır, imge
nedir, benzeti nedir, hiçbirini bilmez olursunuz. Herşey elinizin altındadır, en doğru, en yalın
deyim. Zerdüşt'ün bir sözüyle söyleyelim, şeyler sanki kendilerinden gelirler, kendilerini
sunarlar benzeti olarak (–"Herşey senin konuşmanı okşamaya geliyor burda, yüzüne gülüyor
senin: Çünkü senin sırtına binip, her doğruya koşturuyorsun. Burada tüm varlığın sözleri, söz
hazineleri sana açılıveriyor; burada tüm varlık söz olmak istiyor, senden konuşmayı öğrenmek
istiyor tüm oluş–"). İşte esin konusunda benim yaşadığım bu. "Benimki de böyleydi"
diyebilecek birisi bulmak için, hiç şüphe yok, binlerce yıl gerilere gitmeli insan.
IV
Sonra, hasta düşüp birkaç hafta Cenova'da yattım. Arkasından bir yaşlı bahar geçirdim
Roma'da; yaşamı olduğu gibi kabullenmiştim, –kolay iş değildi bu. İstemeden düştüğüm,
Zerdüşt ozanı için yeryüzünün bu en yakışık almaz yeri canımdan bezdirmişti beni aslında.
Kaçıp kurtulmak, Roma'nın karşıtına, Roma'ya düşmanlıktan kurulmuş olan Aquila'ya gitmek
istedim; ben de günün birinde yakın akrabalarımdan birinin, tam gerektiği gibi bir tanrısız ve
kilise düşmanının, Hohenstaufen'lerden o büyük imparator İkinci Friedrich'in (Sicilya kralı,
1220'den sonra da Kutsal Roma Cermen İmparatoru. Papa'lara karşı savaşmış, afaroz
edilmişti.) anısına böyle bir yer kuracağım. Ama talihsizlik yakamı bırakmıyordu: Gene
Roma'ya döndüm. Hıristiyanlık düşmanı bir semt aramaktan usanarak, sonunda Piazza
36
Barberini'ye (Roma'da bir alan. Palazzo del Quirinale: İtalya kralının oturduğu saray.) fit
oldum. Korkarım bir seferinde kötü kokulardan elimden geldiğince kurtulmak düşüncesiyle,
bir feylesof için sessiz bir odaları olup olmadığını Palazzo del Quirinale'de bile sordum. –Adı
geçen piazza'ya bakan yüksek bir odada oturuyordum, Roma ayağımın altındaydı; aşağılardan
çeşmelerin şırıltısı duyuluyordu. Bugüne dek yazılmış en yapayalnız türkü, Gece Türküsü, işte
orada yazıldı; o sıralar bir karasevdalı ezgiyle bozmuştum, anlatılır şey değildi; bir debağlaması vardı, hep şu sözlerle duyuyordum: "Ölümsüz olmaktan ölmüş"... Yazın, Zerdüşt
düşüncesinin kafamda ilk olarak şimşek gibi çaktığı o kutsal yere (Sils Maria) dönünce, ikinci
bölümü buldum. On gün yetti. Ne birinci bölüm, ne de üçüncü ve sonuncusu (Zerdüşt
başlangıçta 3 bölüm olarak yayımlanmıştı. Dördüncü bölüm sonradan eklenmedir.), hiçbiri
daha uzun sürmedi. Ertesi kış, yaşamımda ilk kez parıldayan sessiz, mutlu Nice göğü altında
üçüncü bölümü buldum, –Ve işim bitti. Hepsi bir yıl bile sürmedi. Nice çevresinde
yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır benim gözümde.
"Eski ve Yeni Levhalar üstüne" adını taşıyan can alıcı bölüm, istasyondan kayalar içine
kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza'ya çıkarken yazıldı, –yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas
çevikliği de o denli artıyor bende. Beden coşmuştur: "Ruh"u karıştırmayalım işin içine... Çok
zaman beni dans ederken görebilirdiniz; yorgunluk nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim,
yedi sekiz saat dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, –bundan daha dinç, daha
sabırlı olamazdım.
V
Bu onar günlük çalışmaları bir yana bırakırsak, Zerdüşt'ü yazdığım yıllar, özellikle
ondan sonrası benzersiz bunalım yılları oldu. Pahalıya malolur ölümsüzlük: Karşılığı olarak
birçok kez ölür daha yaşarken insan. –Büyük işin öç alması dediğim birşey vardır: Her büyük
iş, yapıt olsun, edim olsun, bir kez tamamlandı mı, o an yapıcısına karşı oluverir. O zaten bu
işi yaptığı için güçten düşmüştür–, artık yapıtına katlanamaz olur, onun yüzüne bakamaz.
Geçmişinde böyle kimsenin istemeyi bile düşünemeyeceği birşey, insanlık yazgısının
düğümlediği birşey bulmak ve bunun yükünü taşımak şimdi!... Ezer insanı bu... Büyük işin öç
alması! –İnsanın çevresinde duyduğu o ürkünç sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir. Yedi kattır
yalnızlığın derisi; birşey işlemez içine. İnsanlara yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın: Gene bir
ıssızlık, gene bir tek bakış yok karşılık veren. Olsa olsa bir başkaldırma. Herbirinde başka
türlü olmak üzere, bana yakın herkeste gördüm bu başkaldırmayı; sanırım, karşıdakini en çok
yaralayan şey, aramızda bir ayrım olduğunu birdenbire sezdirmektir, –saygı duymadan
yaşayamayan soylu yaradılışlara pek az rastlanır. –Bir üçüncüsü de, küçük sokmalara karşı
aşırı duyarlığıdır derinin, tüm küçük şeylere karşı bir çeşit çaresizliktir. Bunun nedeni de,
bence her yaratıcı edimin, varımızı yoğumuzu, bütün benliğimizi koyduğumuz her edimin
savunma güçlerinde gerektirdiği o korkunç tüketimdir. Küçük savunma yetenekleri ortadan
kalkmıştır sanki: Güç bütünlemesi yapamazlar artık. –Çekinmeden şunu da söyleyeyim, insan
daha kötü sindirim yapar, yerinden kımıldamak istemez, soğuğa karşı dayanıklılığı azalır,
güvensiz olur, –çoğu zaman nedenler üzerinde bir yanılmadır güvensizlik, –Bir sefer, bu
halimle, bir inek sürüsünün yaklaştığını, sürüyü daha görmeden, içimde yumuşak, insanca
düşüncelerin doğmasından anlamıştım: Kanı sıcaktır onların...
VI
Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir
güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. "Dionysosca" kavramım en yüksek uygulanışını
buldu burada; onunla ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan
şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde
37
bir an bile soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt'ün yanında yalnızca bir inanandır, doğruyu kendi
yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı değildir. Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün
eline su bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur ya, daha birşey değildir bunlar, hiçbiri bu
yapıtın apayrı yerini, içinde yaşadığı gökmavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu
söylemeye hakkı vardır Zerdüşt'ün: "Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal sınırlar; gitgide
azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara, –sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal
dağlardan." Tüm büyük kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de
Zerdüşt'ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız. Bir sonsuz merdivendir O'nun üzerinde inip
çıktığı; herkesten daha ötesini görmüş, daha ötesini istemiş, daha ötesini başarmıştır. Gelmiş
geçmiş bu en olumlu düşüncenin her sözü gene de bir karşı durmadır; tüm karşıtlıkları içinde
toplamış, onlardan yepyeni, tek birşey yapmıştır. İnsan yaradılışının en yüksek ve en aşağı
güçleri, en tatlı, en delice, en korkunç olan şey o bir tek çeşmeden ölümsüz bir güvenle akar.
Yükseklik nedir, derinlik nedir, hiçbiri bilinmezdi Zerdüşt'ten önce; hele doğru hiç bilinmezdi.
Doğrunun bu vahyinde bir tek yer yok ki, öncüleri bulunsun, en büyüklerden biri önceden
sezmiş olsun. Ne bilgelik, ne ruhların derinliğine iniş, ne de konuşma sanatı diye birşey vardı
Zerdüşt'ten önce: En tanıdık, en günlük olan şey burada hiç duyulmamış nesnelerden söz
ediyor. Tutkusundan tir tir titriyor deyiş; uzdillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar
savruluyor daha önce bilinmeyen geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü yanında,
şimdiye dek bilinen en büyük, en güçlü simgecilik bir çocuk oyuncağı kalır. –Zerdüşt nasıl daherkese iniyor, nasıl da biliyor gönül almayı! Üstelik hasımlarına, papazlara nasıl okşarcasına
dokunuyor, onlarla birlikte acı çekiyor!– İnsan burada her an aşılmaktadır, "üstinsan" kavramı
en büyük gerçek olmuştur burada, –şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de
sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır. Bu mutlu sessizlik, bu tüy gibi ayaklar, bir an eksik
olmayan bu hayınlık, bu kabına sığmazlık, Zerdüşt'ün kişiliğini yapan başka ne varsa, hiçbiri
büyüklüğün ayrılmaz parçası olarak düşünülmemiştir daha önce. Zerdüşt kendini işte bu
yüzden, böyle geniş uzaylarda yaşayıp, en çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en
yüksek varoluş biçimi saymaktadır; kendisinin bunu nasıl tanımladığını duyunca, onu başka
birşeye benzetmekten vazgeçer artık insan.
–en uzun merdiveni olan ruh, en derine inebilen, en geniş, en büyük ruh, kendi içinde
en çok dolanıp gezebilen, yolunu en çok şaşırabilen,
o en zorunlu olan, seve seve atılan rastlantının içine, o varolan ruh, oluşu isteyen,
varlıklı ruh, istemeyi ve açlığı isteyen,–
kendi kendinden kaçan, en geniş çevrelerde yakalayan kendini,
en bilge ruh, kulağına çılgınlığın en tatlı şeyler fısıldadığı,
kendini en çok seven, içinde tüm şeylerin ileriye ve geriye aktığı, alçaldığı, kabardığı–
Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. –Başka bir düşünüş yolu da oraya götürür
bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur: Şimdiye dek evet denen herşeye,
duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen kimse, nasıl gene de yadsıyan bir
düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl
gene böyle hafif, böylesine az yersel oluyor –bir dansçıdır Zerdüşt–; gerçeği en katı
yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o "uçurum gibi derin" düşünceyi düşünen kimse, nasıl
oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, –tam tersine evrensel olumlayışın, "o
sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta kendisidir... "Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu
kutsayan evet-deyişi"... İşte gene vardık Dionysos'a.
VII
–Kendi kendine kalınca hangi dili konuşur böyle bir tin? Dithyrambos dilini. Bulucusu
benim dithyrambos'un. Zerdüşt'ün gün doğadan önce kendi kendisiyle nasıl konuştuğunu bir
dinleyin: Bu zümrütten mutluluğu, bu tanrısal sevecenliği şakıyan dil yoktur benden önce.
38
Böyle bir Dionysos'un en derin yası bile gene dithyrambos olur; önek olarak Gece Türküsü'nü
veriyorum, –ışık ve güç bolluğu yüzünden, güneş gibi yaratılmış olmak yüzünden sevmeyişin
o ölümsüz yakınmasını.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir
çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Yeni yeni uyanıyor sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin
türküsüdür.
Dinmeyen, dinme bilmez birşey var içimde, ses olmak istiyor. İçimde sevgiye
susamışlık var, sevginin dilini konuşuyor kendisi.
Işığım ben: Gece olaydım keşke! Ama budur işte benim yalnızlığım, çepeçevre ışıkla
sarılmış olmam.
Ah, karanlık olaydım, gece olaydım! Nasıl emerdim ışığın memelerinden!
Üstelik kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar, ateşböcekleri göğün! O ışıktan
armağanlarınızla mutlu olurdum.
Ama öz ışığımla yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan alevleri.
Bilmiyorum almadaki mutluluk nedir; çoğu zaman bana öyle geldi ki, çalmak daha da
büyük mutluluktur almaktan.
Budur benim yoksulluğum, elim durup dinlemeden bağışlıyor; budur çekemediğim,
bekleyen gözler görüyorum hep, özleyişin aydınlanmış gecelerini.
Vay, bağışlayanların mutsuzluğu, vay! Güneşimin kararması! Vay susamaya susamış
olmak! Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!
Gerçi benden alıyorlar: Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha? Bir uçurum vardır
vermekle almak arasında, –ve en küçük uçurumdur en zor kapanan.
Bir açlık büyüyor güzelliğimden: Aydınlattıklarıma acı vermek istiyorum, soymak
istiyorum birşey bağışladıklarımı– hayınlığa böylesine susamışım ben.
Doluluğum böyle bir öç kuruyor, böyle bir kalleşlik sızıyor yalnızlığımdan.
Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan bezdi erdemim!
Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır; hep dağıtan kimsenin elleri,
yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.
Gözüm yaşarmıyor artık yalvaranın utanması önünde; sertleşen elim artık duymuyor o
dolu ellerin titreyişini.
Gözümde o yaş damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş? Vay, yapayalnızlığı
tüm bağışlayanların! Vay, tüm ışıldayanların suskusu!
Issız uzayda nice güneş dönüyor: Karanlık ne varsa, hepsine konuşuyorlar ışıklarıyla –
yalnız bana susuyorlar.
Işıyanlara karşı budur düşmanlığı ışığın: Acımadan gider kendi yoluna.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk– böyle döner her güneş.
Bir kasırga gibi döner güneşler yörüngeleri üzerinde.
Amansız istemlerine uyup giderler: Budur soğukluğu onların.
Yalnız sizler, ey karanlık, ey gecesel olanlar, siz ısınırsınız onların ışığında! Yalnız siz
susuzluğunuzu dindirirsiniz, emersiniz ışığın memelerinden!
Ah, dört bir yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim! Ah, içimde susuzluk
var, sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor.
Gecedir: Neden böyle ışığım ben! Geceye susamışlık! Yalnızlık!
Gecedir: Bir pınar gibi kaynıyor içimden isteğim, –konuşmak istiyorum.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir
çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Şimdi uyanıyor işte sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin
türküsüdür.–
39
VIII
Böyle birşey ne yazılmış, ne duyulmuş, ne de çekilmiştir: Bir tanrı, bir Dionysos
çekebilir bu acıyı. Bu "ışık içinde güneş yalnızlığı" dithyrambos'una verilecek yanıt Ariadne
(Minos'un kızı. Theseus Minotauros'u öldürmek üzere labirent'e onun ipliğiyle inmemiş.
Sonra birlikte kaçmışlar; ama Theseus Ariadne'yi Naksos adasında yapayalnız bırakıp gitmiş.
Neyse ki Dionysos gelmiş de, kızı kendine eş olarak almış...) olurdu... Ama Ariadne kimdir,
benden başka bilen mi var!... Bu tür bilmecelerin çözümünü bulamadı hiç kimse; burada bir
bilmece olduğunu gördüklerinden de şüpheliyim. –Zerdüşt bir seferinde, ödevini –ki benim de
ödevimdir– öyle bir kesinlikle belirtmiştir ki, yanlış anlayamaz artık hiç kimse:
Geçmiştekileri de temize çıkarmaya, kurtarmaya dek varan bir olumlayıştır bu.
İnsanlar arasında, geleceğin kırık parçaları arasında gibi dolaşıyorum: O gördüğüm
geleceğin.
Derdim günüm bu benim, kırık parça, bilmece, ürkünç rastlantı olan herşeyi toplamak,
tek birşey yaratmak.
Nasıl katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici, rastlantının kurtarıcısı
olmasaydı insan?
Tüm geçmişi kurtarmak, "böyleydi" denilen herşeyi yeni baştan yaratmak "ben böyle
isterdim" diye, –benim için bu olurdu ancak kurtuluş.
Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için "insan" ancak
ne olabilir, bunu anlatıyor, –bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç, –insandan o büyük
tiksinmeyi de yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu
bekleyen çirkin bir taştır.
Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak: Bu büyük
yorgunluk benden ırak olsun hep!
Bilip tanırken bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca;
benim bilgim bir çocuk gibi arıksa, onda doğurtma istemi olduğu içindir.
Bu istem tanrıdan, tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar...
varolsaydı?
Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma isteğim; taşı
böyle arar çekiç de.
Bilseniz, nasıl bir yontu taşta benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde,
en çirkininde mi uyumalıydı böyle!
Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden taşa. Yongalar
savruluyor: Varsın savrulsun!
Onu tamamlayacağım; bir gölge geldi göründü çünkü bana, –tüm şeylerin en eşsizi, en
tüy gibisi göründü bana bir kez!
Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne... tanrılardan!..
Bu koşuklar dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de belirtmek isterim:
Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan tad, Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca
koşullardandır. "Sert olun" buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük kesinlikle biliş,
gerçek belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.–
İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE
gelecekteki bir felsefeye giriş
I
Bundan sonraki yıllar bana düşecek ödev, artık olabildiğince kesin belirlenmişti.
Ödevimin olumlayan bölümünü bitirmiştim; sıra sözle ve eylemle hayır diyen yarısına
gelmişti: Şimdiye dek süregelen değerlerin yenilenmesine, büyük savaşa, son karar gününün
40
eriştirilmesine. Bu arada ağırdan çevreme bakıyor, kendime yakın bulduklarımı, güçlerine
dayanarak yok etme işinde bana yardımcı olabilecekleri arıyordum. –O gün bu gün, bir oltadır
yazılarımın her biri: Kim bilir belki de herkesten ustayımdır olta atmakta?... Hiçbir şey
vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu....
II
Çağcıllığın eleştirilmesidir bu kitabın (1886) özü, çağcıl bilimlerin, çağcıl sanatların
eleştirilmesidir; çağcıl siyasa bile girer bunun içine, –arada bunların tam karşıtı, olabildiğince
az çağcıl bir örnek, soylu, olumlayıcı bir örnek de verilmektedir. Bu sonuncu yönden, kitap
bir gentilhomme'lar (Soylu kişi.) okuludur ve bu kavram hiç bu denli kökten, özlü anlamda
alınmamıştır. Ona yalnızca dayanmak için bile, insanda yürek olmalı, korku nedir
öğrenmemiş olmalı insan... Çağımızın övündüğü nesi varsa, hepsi de bu örnekle bir çelişme
olarak, nerdeyse görgü kıtlığı olarak duyulmaktadır, örneğin şu ünlü "nesnellik", şu "herkesin
acısını paylaşmak", şu yabancı beğeniye kul köle olan, petits faits (Küçük olgular.) önünde
yerlere kapanan "tarihsel anlayış", şu "bilimsellik", –Bu kitabın Zerdüşt'ü hemen izlediği
düşünülürse, nasıl bir perhiz düzeninden doğduğu belki anlaşılır. Korkunç bir zorlamayla
uzağa bakmaya alışıp şımarmış göz –Çardan da uzak görüşlüdür Zerdüşt– burada en
yakınları, çağı, çevremizdekini görmeye zorlanmıştır. Kitabın tüm parçalarında, özellikle
biçiminde, Zerdüşt'ü olanaklı kılan içgüdülerden isteyerek bir uzlaşma göze çarpar. Biçimde,
niyette, susma sanatında bir inceliş ön plana geçmiştir; psikolojibile bile sertlikle, katı
yüreklilikle kullanılmıştır, –bir tek gönül alıcı söz yoktur koca kitapta.. Hepsi dinlemedir
bunların: İnsan öyle Zerdüşt gibi avuç dolusu iyilik saçtıktan sonra, kim bilir nasıl bir
dinlenme zorunludur ona... Tanrıbilimci ağzıyla konuşursak –iyi dinleyin, her zaman
tanrıbilimci gibi konuşmam, –günlük işini bitirince yılan kılığında Bilgi Ağacının altında
yatan, tanrının kendisiydi. Tanrılığın yorgunluğunu böyle çıkardı... Pek güzel yapmıştı
herşeyi. Tanrının yedi günde bir aylaklığıdır şeytan, başkası değil...
TÖRE'NİN SOYKÜTÜĞÜ
bir tartışma yazısı
I
Bu soykütüğü üç incelemeden kurulmuştur; hepsi de şaşırtma sanatı, amacı ve anlatımı
bakımından şimdiye dek yazılanlardın en ürküncüdür. Bilindiği gibi, Dionysos karanlıklar
tanrısıdır hem de. Herbirinde yanıltmayı amaçlayan, soğuk, bilimsel, giderek alaycı, bile bile
gösterişçi, bile bile oyalayan bir başlangıç. Gitgide tedirginlik artar; tek tük şimşekler; hiç
hoşa gitmeyecek doğrular duyulur uzaklardan boğuk gürlemelerle, –sonunda bir tempo
41
feroce'ye (Yabanıl tempo.) varılır, korkunç bir gerilimle ileri atılır herşey. Herbirinin
bitiminde, hepten ürkünç patlamalarla yeni bir doğru belirir kalın bulutlar arasından. –İlk
incelemedeki doğru Hıristiyanlığın psikolojisidir: Hıristiyanlık hınç duygusundan, o ruhdan
doğmuştur, sanıldığı gibi "Kutsal Ruh"dan değil, –bir karşı devinimdir aslında, soylu
değerlerin egemenliğine karşı büyük bir ayaklanmadır. İkinci incelemede bulunç'un psikolojisi
var: Sanıldığı gibi "insanın içindeki tanrı sesi" değil, –dışa doğru boşalamayınca gerilere
yönelen kan dökme iç güdüsü. Kan dökücülük ilk kez burada, ekinin en eski, en zorunlu
temellerinden biri olarak aydınlığa çıkarılıyor. Şu sorunun yanıtını veriyor üçüncü inceleme:
Çilecilik, rahiplik ülküsü, aslında zararlı mı zararlı bir ülkü, bir bitiş istemi, bir décadence
ülküsü iken, nasıl olup da böylesine sınırsız bir güç kazanmıştır? Yanıt: Sanıldığı gibi, tanrı
papazların arkasında olduğu için değil, yalnızca faute de mieux (Daha iyisi olmadığı için,
yokluktan.), –şimdiye dek biricik ülkü o olduğu için, yarışanı olmadığı için. "Çünkü hiçbir
şey istememektense, hiçliği istemeyi yeğ tutar insan"... Herşeyden önce, Zerdüşt'e gelinceye
dek bir karşı ülkü eksikti.– Beni anladınız. Bir psikologun tüm değerleri yenileme işi için
başlıca üç hazırlığı. –Rahibin psikolojisi ilk olarak bu kitapta bulunur.
PUTLARIN BATIŞI
nasıl felsefe yapılır çekiçle
I
Yüzelli sayfa bile tutmaz bu yazı; sesi şen ve uğursuz tınlar, gülen bir cindir, –öyle
kısa zamanda yazılmıştır ki, kaç günde olduğunu söylemeye utanırım. Öbür kitaplardan
apayrıdır o: Daha özlüsü, daha bağımsızı, daha yıkıcısı, daha... hayını yazılmamıştır hiç.
Gözlerimin önünde herşeyin nasıl başaşağı durduğunu şöyle kabataslak anlayabilmek için, bu
kitabı okumaya girişmelidir. Başlığındaki put sözcüğü, şimdiye dek "doğru" dedikleri şeydir
düpedüz. Putların Batışı, açıkçası: Eski doğruların sonu geldi.
II
Bir tek gerçek, bir tek ülkü yoktur ki, bu yazıda değinilmiş olmasın (–değinmek:
Amma da saygılı, edebli bir söz!...) Ölümsüz putlar değil burada yalnız, en gençleri,
dolayısıyla yanlışlıktan en çok beli bükülmüş olanları da. Örneğin "çağcıl düşünceler".
Ağaçlar arasında büyük bir yeldir esen; yemişler-doğrular-dökülmektedir her yanda. Pek
bereketli bir güzün har vurup harman savurmasıdır bu: Doğrulara çarpıp sendeler insan;
üstüne basıp ezer kimini de, –öylesine sebildirler... İnsanın eline aldıklarına gelince, artık
aralarında şüpheli birşey yoktur, kesinlemedir hepsi. "Doğru"nun mihenk taşını ilk ben
tutuyorum elimde, ben karar verebilirim ancak. Sanki içimde ikinci bir bilinç büyüyüp
gelişmiş; sanki "istem", şimdiye dek üzerinde aşağıya yuvarlandığı bayırı aydınlatmak
istercesine bir ışık yakmış içimde... Bayır, –doğruya giden yol koymuşlardı bunun adını... O
"karanlık çaba" (Ein guter Mensch in seinem dunklem Drange –ist sich des reschten Weges
wohl bewusst [İyi insan o karanlık çaba içinde –Bilir doğru yolun ne olduğunu]. –Goethe, 1.
Faust, Gökyüzünde önoyun.) denen şeye artık paydos; doğru yolun en az farkında olan, o iyi
insanın kendisiydi... Şaka bir yana, doğru yolu, yokuş yukarı giden yolu benden önce kimse
bilmiyordu: Etkin üstüne umutlar, ödevler, oraya götürecek yollar ancak benimle başladı yeni
baştan –ben onların muştucusuyum... Bir yazgıyım işte bu yüzden de.–
42
III
Söz konusu yapıtı bitirir bitirmez, bir gün bile geçirmeden hemen o dev ödevime,
değerleri yenileme işine giriştim; hiçbir şeye benzemeyen yüce bir gurur içindeyim, her an
ölümsüzlüğümü kesin olarak biliyor ve tunç levhalara bir yazgı şaşmazlığıyla birbiri ardınca
imleri kazıyordum. 3 Eylül 1888'de önsöz yazıldı: Sabahleyin, onu yazdıktan sonra açık
havaya çıktığımda, ober-Engadin'in bana gösterdiği en güzel gün vardı karşımda, –dupduru,
alev alev renkler içinde, tüm karşıtlıkları, güneyle buz arasındaki tüm geçişleri bir araya
getiren bir gün. –Ancak 20 eylülde ayrılabildim Sils-Maria'dan; seller alıkoymuştu beni,
sonunda tek konuğu ben kalmıştım o eşsiz yerin, –minnetimin karşılığı olarak ölümsüz bir ad
bağışlayacağım oraya. Olaylarla dolu bir yolculuktan sonra, üstelik gece geç vakit vardığım
seller basmış Como'da bir de ölüm tehlikesi atlatarak, 21. günü öğleden sonra benim
denenmiş yerime, bundan böyle kalacağım Torino'ya indim. İlkbaharda oturduğum aynı evi,
Via Carlo Alberto 6, III'de, Vittorio Emanuele'nin (–1820/1878– İtalya kralı, İtalyan birliğinin
kurucusu.) doğduğu o koca palazzo Carignano'nun karşısında, piazza Carlo Alberto'ya ve
daha uzaklarda tepeliklere bakan evi tuttum gene. Bir an bile duraklayıp oyalanmadan, hemen
çalışmaya oturdu: Yapıtın dörtte biri kalmıştı daha tamamlanacak. 30 eylül günü büyük yengi;
yedinci gün; bir tanrının gezinişi Po kıyısında. Aynı gün "Putların Batışı"na önsözü de
yazdım; bu kitabın provalarının düzeltmek benim için dinlenme oldu eylül ayında. –Ben böyle
bir güz yaşamadım hiç, yeryüzünde böyle birşey olabileceğini sanmazdım; sonsuza dek
uzanan bir Claude Lorraine (–1600/1682– Fransız manzara ressamı.), her günü aynı ölçüsüz
yetkinlikte.
WAGNER OLAYI
bir çalgıcı sorunu
I
Bu yazının hakkını verebilmek için, insan musikinin yazgısını kanayan bir yara gibi
içinde duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda?
Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un flütü
değil, bir décadence musikisi olmasından... Ama insan musikinin davasını öz davası gibi,
kendi çektiği acırlarmış gibi duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı derecede
yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak, kendi kendisiyle de
kızmadan alay etmek –ridendo dicere severum; verum dicere (Ridendo dicere severum: Acı
doğruyu gülerek söylemek; verum dicere: doğruyu söylemek.) her türlü sertliği haklı gösterse
bile– insanlığın ta kendisidir. İstesem, eski bir topçu olarak, Wagner'e karşı ağır bataryalarımı
da sürebilirdim; bundan şüpheniz olmasın. –Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi kendime
sakladım,– Wagner'i severdim. Hem benim ödevimin anlamına, tuttuğum yola uygun düşeni,
daha seçkin, "bilinmeyen" birine saldırmaktır– musikinin o Cagliostro'suna (–1743/1795–
İtalyan soylusu, ünlü serüvenci, dolandırıcı.) varıncaya dek, maskesini düşüreceğim daha nice
"bilinmeyen"ler var–, daha da önemlisi, düşünce işlerinde gitgide uyuklaşan, içgüdüde
yoksullaşan, gitgide dürüstleşen Alman ulusuna saldırmaktır: Karşıtlarla besleniyorlar artık,
ne bulurlarsa yiyorlar, ister "inanç" olsun, ister "bilimsel düşünce", ister "Hıristiyanca sevgi
olsun, ister Yahudi düşmanlığı, ister güç istemi (devlet olma istemi), ister évangile des
humbles (Küçük insanların İncil'i.), hepsini yutuyorlar mide fesadına uğramaksızın, hem de
öyle bir iştahla ki, insanın kıskanası geliyor... Karşıtlar arasında bu ne yan tutmazlık, bu ne
midesizlik, "çıkar gözetmezlik"! Alman damağının bu haktanırlığı, herşeye eşit haklar
tanıması, herşeyden bir tad alması!.. Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar... Almanya'ya son
gidişimde, Alman beğenisini Wagner'le Saeckingen borazancısına (–Doğrusu: Soekkingen
borazancısı– Scheffel'in Almanya'da pek tanınmış bir şiiri.) eşit haklar tanımaya uğraşır
43
buldum; Leipzig'de en gerçek, en Alman-sözcüğün eski anlamında Alman, yoksa o yalnızca
yurttaşlardan değil– musikicilerden birinin, usta Heinrich Schütz'ün onuruna bir Liszt derneği
kurduklarını gözlerimle gördüm; o sinsi (Liszt ve List –hile, düzen– üzerine bir sözcük
oyunu.) kilise musikisini geliştirip yaymaktı amaç... Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar...
II
Ama burada kabalaşmaktan ve Almanların yüzüne karşı bir kaç acı gerçeği
söylemekten kimse alıkoyamaz beni: Ben de söylemesem kim söyleyecek! –Onların tarih
konularındaki sıkılmazlıklarından söz açacağım. Alman tarihçilerinde ekinin gidişini,
değerlerini görmek için gerekli o büyük bakış'ın hepten yitip gitmesi, topunun birden siyasa
(ya da kilise) soytarıları olması değil yalnız: O büyük bakışı aforoz edenler de kendileridir.
İnsanın yalnızca "Alman" olması, o "ırk"tan olması yeter, tarih konusunda değer diye,
değersizlik diye ne varsa hepsi üstüne son sözü söyleyebilir, kesinlikle belirtir onları...
"Alman" olmak bir kanıttır, "Almanya, Almanya, herşeyin üstünde" bir ilkedir, tarihteki "törel
dünya düzeni"dir Cermenler: Roma imparatorluğu karşısında özgürlüğü ayakta tutanlar, on
sekizinci yüzyıl karşısında töre'yi, "kesin buyruğu" yeniden diriltenler... Alman devletine özgü
bir tarih yazıcılığı vardır; korkarım, Yahudi düşmanına özgü olanı vardır bir de, –ayrıca saray
tarih yazıcılığı vardır ve Bay von Treitsschke'nin yüzü kızarmaz hiç... Geçenlerde ahmakça
bir yargı, neyse ki bu arada rahmetlik olan Suab estetikçisi Vischer'in (–1807/1887– Alman
ozanı, estetikçisi.) bir cümlesi tüm Alman gazetelerinde bir boy gözüktü, her Alman'ın evet
demesi gereken bir "doğru"ydu bu: "Uyanış çağı ile Yenileme (Reformation) çağı, ancak ikisi
bir arada bir bütün yaparlar, –estetik yeniden doğuş ve törel yeniden doğuş." Böyle cümleleri
duyunca sabrım taşıyor; Almanların yüzüne tüm kabahatlerini birer birer vurmak geliyor
içimden, bir görev duyuyorum bunu giderek. Dört yüz yıldır ekine karşı işlenen tüm büyük
cürümlerin sorumlusu onlardır!... Nedeni de hiç değişmez, o iliklerine dek işlemiş gerçek
korkusu –ki doğrudan korkudur aynı zamanda–, o içgüdü edindikleri ikiyüzlülük,
"ülkücülük"... Büyük çağların sonuncusu, Uyanış çağı Almanlar yüzünden anlamını yitirdi, o
hasadı yapamadı Avrupa, hem de tam daha yüksek bir değerler düzeni, soylu, yaşamı
olumlayan, geleceğin güvencesi olan değerler, karşı değerlerin yuvalandıkları yerde, oralarda
oturanların içgüdülerine işleyinceye dek üstün gelmişken! Luther, o tanrının belası keşiş,
kiliseyi ve –bin kez beteri– Hıristiyanlığı, tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı...
Hıristiyanlığı, yaşama isteminin din kılığına girmiş yadsınmasını!... Luther, bu akıl almaz
keşiş, "akıl almazlığı" yüzünden kiliseye saldırdı ve –dolayısıyla– onu ayağa kaldırdı
yeniden... Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar, oyunlar düzseler yeridir... Luther ve
"törel yeniden doğuş"! Tüm psikolojinin canı cehenneme! Hiç şüphe yok, ülkücüdür
Almanlar.– İnsanlık iki sefer korkunç bir yüreklilikle kendini aşarak özü sözü bir, anlamı
belli, yüzde yüz bilimsel bir düşünce düzenine vardığında, Almanlar eski "ülkü"ye giden
dolambaçlı yollar, doğruyla "ülkü" arasında bir uzlaşma bulmayı başardılar; bilimi
yadsımalarını, yalanlarını bir kitabına uydurdular aslında. Leibniz ve Kant, –düşünce
dürüstlüğü alanında Avrupa'ya en büyük iki köstek! En sonunda, iki décadence yüzyılı
arasındaki köprü üzerinde, yeryüzünü yönetmek amacıyla Avrupa'yı birleştirebilecek güçte,
deha ve istem dolu bir force majeure (Üstün güç.) belirdiğinde, Almanlar "özgürlük
savaşları"yla Napoleon'un varoluşundaki mucizelik anlamdan yoksun bıraktılar Avrupa'yı; ne
olmuşsa, bugün ne varsa onların suçudur hep; hastalıkların, saçmalıkların ekine en zararlı
olanı, ulusalcılık, Avrupa'yı hasta eden bu névrose nationale (Ulusal sinirce –nevroz–.),
Avrupa'da artık sürüp gidecek bu küçük devletler, bu küçük siyasa: Anlamından,
sağduyusundan yoksun bıraktılar Avrupa'yı– onu bir çıkmaza soktular. –Buradan çıkacak bir
yol bilen var mı benden başka?... Ulusları yeniden birbirine bağlayacak büyüklükte bir ödev?.
44
III
Hepsi bir yana, kuşkumu neden açığa vurmayayım? Almanlar benim durumumda da,
bu dev yazgıdan bir fare doğurtmak için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar. Adlarını
kötüye çıkardılar benim yüzümden şimdiye dek; ilerde de adam olacaklarından şüpheliyim. –
Ah, burada kötü bir falcı olmayı nasıl isterdim!... Benim doğal okuyucularım, dinleyicilerim
daha şimdiden Ruslar, İskandinavlar ve Fransızlardır, –gitgide artacak mı onların sayısı? –
Almanlar bilgi tarihine baştanbaşa şüpheli adlarla geçmişlerdir; "bilmeyerek olmuş"
kalpazanlar çıkarmışlardır yalnız (bu deyim Kant'la Leibniz'e olduğu gibi, Fichte'ye,
Schelling'e, Schopenhauer'e, Hegel'e, Schleiermacher'e [–1768/1834– Alman tanrıbilimcisi ve
feylosofu. Schleiermacher Almanca'da "tül, peçe vb... yapan" anlamına gelmektedir.
Nietzsche sözcüğün bu anlamıyla oynuyor.] de uygundur: perdeleyicidir hepsi de, başka
birşey değil): Düşünce tarihindeki ilk dürüst düşünürün doğruyu dört bin yıllık kalpazanlıktan
ötürü yargılayan düşünürün, kendileriyle yanyana Alman düşüncesine sokulması şerefini
hiçbir zaman elde etmemeli onlar. "Alman düşüncesi" ağır havadır benim için: Psikoloji
konusunda artık içgüdü olmuş pisliklerini her sözleriyle, her davranışlarıyla açığa vururlar;
bunun yakınında zor soluk alırım. On yedinci yüzyılda Fransızların geçtiği o amansız öz
sınavından geçmemişlerdir hiç, –bir Larochefoucauld, bir Descartes, en önde gelen
Almanlardan yüz kez daha dürüsttürler, –Almanlardan bugüne dek bir tek psikolog
çıkmamıştır. Ama psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği ya da pisliği için... İnsan daha
temiz bile değilken, derinliği nasıl olur? Kadın gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, –
yoktur da ondan: Hepsi bu. Ama sığ bile olmaya yetmez bunların hepsi. –Almanya'da derin
dedikleri şey, demin sözünü ettiğim o kendi kendine karşı içgüdü pisliğinden başka birşey
değildir: Kendi kendilerini bir türlü oldukları gibi görmek istemezler. Yoksa "Alman"
sözcüğünü bu psikolojik sapıtmaya uluslararası bir karşılık olarak önersem mi? –Örneğin bu
anda Alman İmparatoru, Afrika'daki köleleri kurtarmayı kendine bir Hıristiyanlık ödevi"
sayıyor: Biz, öbür Avrupalılar buna düpedüz "Almanlık" deriz aramızda... Derinliği olan bir
tek kitap çıkmış mıdır Almanlardan? Bir kitapta derin olan nedir, onlarda bu kavram bile
yoktur. Kant'ı derin sayan bilginlere rastladım; korkarım, Prusya sarayında Bay von
Treitschke'yi derin sayıyorlar. Alman profesörleriyle şu da geldi başıma: Bir yeri gelip de,
Stendhal'i derin psikolog olarak övdüğümde, bana hecelettiler adını.
IV
–Neden sonuna dek gitmeyeyim? Baştan herşey açık olsun isterim. Göz koyduğum
şeylerden biri de Almanların en üstün hor görücüsü olmaktır. Alman kişiliğine karşı
güvensizliğimi daha yirmi altı yaşımda dile getirdim (Üçüncü çağdışı yazı, 6. bölüm), –
Almanlar çekilmez şeylerdir benim için. Tüm içgüdülerime aykırı gelen bir tür insan
düşündüğümde, ortaya hep bir Alman çıkar. Bir insanın "ciğerini okurken", en önce baktığım
şey, onda uzaklık duygusu olup olmadığı, insanla insan arasında kat, değer, sıra ayrımı
gözetip gözetmediği, seçip seçmediğidir: Bununla gentilhomme'dur insanoğlu, başka türlü, ne
ederse etsin, o geniş yürekli, yumuşak başlı ayaktakımı içindedir yeri. Ama ayaktakımıdır
Almanlar, ah öylesine aşağılamış olur kişi: Aynı düzeye indirir Alman... Birkaç sanatçıyla, en
başta da Richard Wagner'le alışverişimi bir yana bırakırsam, tek iyi saat geçirmişimdir
Almanlarla... Diyelim ki binyılların en derin düşünürü Almanlar içinden çıktı; Kapitol'ün
kurtarıcıları (Kazlar. Galyalıların Kapitol'e yaptıkları bir gece saldırısında, kazların bağırması
üzerine nöbetçiler uyanmış, saldırı da püskürtülmüştür.) cinsinden biri, kendi çirkin ruhunun
da en az o denli önemi olduğunu sanıverdi... Bu ırka dayanamıyorum; kişi onların içinde hep
kötü çevrededir, ayrımları sezecek parmak yoktur onlarda, –ne yazık bir ayrımın ben de! –
45
ayaklarında incelik yoktur, yürümesini bile beceremezler... Zaten ayak ne gezer Almanlarda;
bacakları vardır onların yalnız... Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler,
ama bayalığın son perdesidir bu, –yalnızca birer Alman olmalarından bile utanmazlar... Her
konuşmaya karışırlar, son söz kendilerindedir sanırlar; korkarım benim üstüme bile son sözü
söylemişlerdir... Yaşamım baştanbaşa bu cümlelerin en kesin kanıtıdır. Orada bana karşı
düşünceli, ince bir davranışın izini aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu,
ama Almanlardan hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı yumuşak davranırım,
iyiliğini isterim herkesin, –ayrı gayrı gözetmemeye hakkım vardır benim–: Ama gözlerimin
açık olmasına da engel değildir bu. Kimseyi ayrı tutmam, hele dostlarımı hiç mi hiç, –umarım
onlara karşı insanca davranmama bir zararı dokunamamıştır bunun! Dört beş şey vardır,
kendime hep onur sorunu yapmışımdır.– Gene de şurası doğru ki, yıllardan beri elime geçen
hemen her mektubu bir sinizm olarak duydum: Benim iyiliğimi istemek, bana karşı herhangi
bir düşmanlıktan çok daha sinikcedir... Dostlarımın teker teker yüzlerine söylerim, hiçbirisi
benim herhangi bir yazımı okuyup inceleme zahmetine katlanmamıştır: İçlerinde ne yazılı
olduğunu bile bilmediklerini en küçük belirtiden çıkarırım hemen. Hele Zerdüşt'üme gelince,
dostlarımdan hangisi onda hoş görülmeyen, ama neyse ki hepten zararsız bir kendini
beğenmişlikten daha çoğunu buldu... Tam on yıl: Almanya'da hiç kimse benim adımı, o içine
gömüldüğü anlamsız suskuya karşı savunmayı kendine dert edinmedi. Bu iş için yeterince
yürekli olan, burnu koku alabilen, sözde dostlarıma karşı öfkeye kapılan, ilk kez bir yabancı,
bir Danimarkalı oldu... Psikologluğunu böylelikle bir kez daha gösteren Dr. Georg Drandes'in
(–1842/1927– Danimarkalı yazın tarihçisi, eleştirmeci.) geçen bahar Kopenhag'da verdiği
gibisinden dersler, hangi Alman üniversitesinde olacak şeydir?– Ben kendi payıma hiç
bunların acısını çekmedim; beni yaralamaz zorunlu olan, amor fati benim yaradılışımın
özüdür. Ama bu benim alayı, hem de evrensel alayı sevmediğimi göstermez. İşte bu yüzden,
değerleri yenileyişin o yakıp yıkıcı, yeryüzünü sarsıntıya boğacak yıldırımdan iki yıl kadar
önce, "Wagner Olayı"nı dünyaya uğurladım; Almanlar benim üstüme bir kez daha yanılıp,
adlarını bengi, ölümsüz kılsınlar diye' Anca vakit var buna! –İstediğim oldu mu?– Hem de en
alâ sı, bay Cermenler! Hayranlıklarımı sunarım sizlere...
46
NEDEN BİR YAZGIYIM BEN
I
Başıma geleceği biliyorum. Bir gün korkunç birşeyin anısıyla birlikte söylenecek
benim adım, –yeryüzünde eşi görülmemiş bir bunluğun, en derin bulunç çatışmasının , o güne
dek inanılmış, istenmiş, kutsallaştırılmış ne varsa, hepsine karşı yöneltilecek bir son sözün
anısıyla. İnsan değilim ben, dinamitim. Bütün bunlara karşın, din kurucularını adırır bir yanım
yok, –dinler ayaktakımı işidir; dindar birine dokununca, ardından ellerimi yıkamam gerektir.
“İnananlar” istemiyorum; kendi kendime inanmak için bile biraz çokça hayınım sanıyorum;
yığınlara değil benim konuşmam... Günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye ödüm
kopuyor: Anlıyorsunuz ya, bu kitabı önceden çıkarıyorum ki, ilerde benim adıma ahmaklıklar
yapmasınlar. Ermiş olmak istemem, soytarı olayım daha iyi... Belki öyleyimdir de. Buna
karşın, daha doğrusu, daha doğrusu karşın değil –ermişlerden daha iyi dolandırıcı gelmemiştir
çünkü, –doğrular çıkıyor benim ağzımdan. Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek
yalana doğru dediler çünkü. –Tüm değerlerin yenilenmesi: İnsanlığın en yüce bir kendine
geliş eylemine –ki bende cisim bulmuş, deha olmuştur– taktığım ad budur işte. Talihim böyle
istiyor, ilk namuslu insan ben olmalıyım, binlerce yıllık yalan dolana karşı durmalıyım
kendimi... Yalanın yalan olduğunu duyup... koklamakla, doğruyu ilk bulan ben oldum... Burun
deliklerimdedir benim dehâm. Şimdiye dek hiç kimse benim durduğum gibi karşı durmamıştır
ya, gene de yadsıyan bir kafanın tam tersiyim ben. Şimdiye dek eşi gelmemiş bir
muştucuyum; şimdiye dek kavramı bile olmayan, öylesine yüksek ödevler biliyorum; ancak
benimle birlikte umut bağlanıyor gene. Böylece, zorunlu olarak yıkım getirici bir adamım
ben. Çünkü doğru binlerce yıllık yalanla kavgaya tutuşunca, kimsenin aklından bile
geçirmediği depremler, sarsıntılar göreceğiz; dağ, koyak birbirine karışacak. Siyasa kavramı o
gün bir düşünceler savaşı içinde hepten yitip gidecek; eski toplumun tüm siyasal kurumları
havaya uçacak, –çünkü yalan üstüne kurulmuş topu da. Yeryüzünde ilk benimle başladı büyük
siyasa.
II
İnsan kılığına girmiş böyle bir yazgı nasıl mı dile getirilir? –Zerdüşt’ümde bulursunuz.
Her kim iyi ve kötü’de yaratıcı olmak ister, en önce bir yokedici olmalı, değerleri
parçalamalıdır.
En yüksek kötülük böylece en yüksek iyiliğe girer: Bunun da adına yaratıcılık denir.
Gelmiş geçmiş insanların rahatça en korkuncuyum ben; hem de en çok iyilik edeni
olmayacağım anlamına gelmez bu. Yoketme gücümle orantılı olarak varmışım yoketmenin
tadına, –her ikisinde de, yıkmayı olumlamadan ayrı tutmayan Dionysosca yaradılışıma
uyuyorum. İlk töresizciyim ben: En üstün yokediciyim böylelikle de.–
III
Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana;
sormalıydılar: çünkü o İranlının tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam
tersidir. İyi ile kötü arasındaki kavganın, dünyanın gidişini sağlayan asıl çark olduğunu
Zerdüşt görmüştü ilk, –töre’nin gerçek güç, neden, amaç olarak metafizik alana aktarılması
47
onun işidir. Ama zaten içinde saklıdır bu sorunun yanıtı. Zerdüşt bu en belalı yanılgıyı, töreyi
yaratmıştı: Onu ilk tanıyan da kendisi olmalı dolayısıyla. Burada her düşünürden daha çok ve
uzun görgüsü olması değil yalnız –tarih baştanbaşa o “törel dünya düzeni” dedikleri ilkenin
deneysel çürütülmesidir–, daha da önemlisi, tüm düşünürlerin en dürüstüdür Zerdüşt. Onun
öğretisinde –ve yalnız orada, dürüstlük en yüksek erdemdir, yani gerçek önünde tabanları
yağlayan “ülkücü” korkaklığının karşıtıdır; Zerdüşt öbür düşünürlerin topundan daha
yüreklidir. Doğruyu söylemek ve iyi ok atmak, budur Pers erdemi. –Bilmem anlıyor
musunuz?... Töre’nin, dürüst olduğu için, kendi kendini yenmesi, törecinin ise tam karşıtına –
yani buna- dönüşmesi... Budur benim ağzımda Zerdüşt adının anlamı.
IV
Aslında iki yadsıma girer töresizci sözcüğünün içine. Bir yandan, şimdiye dek en
yüksek sayılan bir insan türünü, iyileri, iyilik isteyenleri, iyilik yapanları yadsıyorum; öte
yandan, gerçek töre diye geçerli ve egemen olan bir töreyi, décadence töresini, daha somut
deyimiyle Hıristiyan töresini yadsıyorum. Bu ikinci yadsımayı daha önemlisi olarak saymakla
yanılmış olmam; çünkü toptan düşünülünce, iyiliğe, iyilikseverliğe verilen aşırı değer, zaten
décadence’ın sonucu, bir güçsüzlük belirtisi, gelişip serpilen, olumlayan yaşamla bir
uzlaşmazlık olarak görünüyor bana: Olumlamak için yadsımak ve yoketmek gerektir. –İlk
olarak iyi insanın psikolojisi üzerinde duracağım. Bir insan türüne değer biçmek için, onun
sürüp gitmesi nelere maloluyor, bunu hesaplamalıdır, –varoluş koşullarını bilmelidir onun.
İyilerin varoluş koşulu ile yalandır: Başka bir deyimle, gerçeğin aslında ne türlü olduğunu her
ne pahasına olursa olsun görmek istememektir; oysa gerçek hep iyiliksever içgüdüleri
gerektirecek, hele o beceriksiz, iyi ellerin ikide bir kendi işine karışmasına göz yumacak
cinsten değildir: Genel olarak her türlü tehlike durumunu bir itiraz, ortadan kaldırılması
gereken birşey saymak , eşsiz bir bönlüktür: Bir yıkım, korkunç bir aptallıktır, –insanın
yoksullara acıdığı için kötü havayı ortadan kaldırmak istemesi gibi aptalca nerdeyse...
Bütünün büyük tutumluluğu içinde, gerçeğin (tutkularda, isteklerde, güç isteminde) her türlü
korkunçluğu, küçük mutluluğun her türlüsünden ölçülmez derecede daha zorunludur; bu
sonuncusu içgüdü aldatmacasıyla gerektirildiğinden, ona herhangi bir yaşam hakkı tanımak
için, üstelik hoş görür olmalı insan. Baştanbaşa tarih boyunca iyimserliğin, o homines optimi
doğurtmasının ölçülere sığmayan ürkünç sonuçlarını kanıtlamak için büyük bir fırsat geçecek
elime. İyimserin de kötümser kadar décadent, belki daha bile zararlı olduğunu ilk kavrayan
Zerdüşt şöyle diyor: Doğruyu söylemez hiç iyi insanlar. Yanlış kıyılar, yanlış güvenlikler
öğretti iyiler size; iyilerin yalanları içinde doğdunuz, oralara sığındınız. Herşey ta köküne
dek yalana boğuldu, eğretildi iyilerin eliyle. Bereket versin, dünya yalnızca o koyun sürüsüne
daracık bir mutluluk sağlayacak içgüdüler göz önüne alınarak kurulmamıştır; herkesin de “iyi
insan”, sürüde koyun, mavi gözlü, iyiliksever, “ince duygulu”, –ya da Bay Herbert Spencer’in
dilediği üzre, özgeci olmasını istemek, varlığın büyük yanını almak, insanlığı iğdiş etmek,
saçmasapan bir oyun derekesine indirmek olurdu. –Ve bunu yapmaya da kalktılar!... Buydu
işte töre dedikleri... Zerdüşt iyilere bu anlamda kimi zaman “sonuncu insanlar”, kimi zaman
da “sonun başlangıcı” der; herşeyden önce de, onları en zararlı insan türü sayar, çünkü hem
doğrunun, hem de geleceğin sırtından sürdürürler yaşamalarını.
İyiler. –bir şey yaratamaz onlar, sonun başlangıcıdırlar hep– yeni levhalar üstüne yeni
değerler yazanı çarmıha gererler, geleceği kurban ederler kendileri için, tüm insan geleceğini
çarmıha gererler! İyiler–onlar sonun başlangıcıydılar hep...
Bu dünyaya kara çalanların ne denli zararı dokunsa da, zararların en zararlısıdır
iyilerin zararları.
48
V
Zerdüşt iyinin ilk psikologu, –dolayısıyla– kötünün de dostudur. Décadence türü insan
en yüksek değer katına yükseltilmişse, bu yalnızca onun karşıt türünün, güçlü, yaşaması kesin
insan türünün zararına olmuştur. Sürü hayvanı en arık erdemin ışığı içinde parıldıyorsa, o
zaman ayrık insan değerce aşağılanmış, kötü sayrılmış olmalıdır. Yalancılık her ne pahasına
olursa olsun, kendi görüş biçimini anlatmak için “doğru” sözcüğüne göz koymuşsa, asıl doğru
kişiyi en kötü adlar altında bulabiliriz yeniden. Zerdüşt bu konuda hiç şüphe bırakmıyor:
Söylediğine göre, insanoğlu onu ürküye salmışsa, iyileri, “en iyileri” tanıdığı içinmiş bu
düpedüz; bu tiksinmeden doğmuş onun kanatları, “o uzak geleceklere süzülmesi için” –açıkça
söylüyor, onun insan örneği, göreli bir üstinsan örneği, tam da iyilere oranla insanüstüdür;
iyiler ve doğrular onun üstinsan’ına şeytan derlerdi...
Siz, gözümün rastladığı en yüksek insanlar, budur benim sizden kuşkum ve içimden
gülüşüm: Benim üstinsanıma korkarım siz... şeytan derdiniz!
Ruhunuz büyüklüğe öylesine yabancı ki, üstinsan korkunç gelirdi size iyiliği içinde...
Zerdüşt’ün ne yapmak istediğini kavramak için, başka yerden değil, buradan
başlamalıdır işe: Onun tasarladığı türdün insan, gerçeği olduğu gibi tasarlar: Buna yetecek
güçtedir, –ona yabancılaşmış, ondan kopmamıştır; onun ta kendisidir, en korkunç, en sorunsal
yanını da içinde taşır, –ve ancak böylelikle büyük olabilir insan...
VI
–Ama töresizci sözcüğünü başka bir anlamda da kendime bir arma, bir onur simgesi
yaptım; beni insanlığın geri kalanından seçip ayıran bu adımla övünüyorum. Şimdiye dek hiç
kimse Hıristiyan töresini kendinden aşağı duymamıştır: Bunun için bir yükseklik, bir uzak
görüşlülük, hiç duyulmamış, baş döndürücü bir psikolojik derinlik gerekliydi. Hıristiyan
töresi bugüne dek tüm düşünürlerin Kirke’siydi, –onun hizmetindeydi hepsi de.– Bu tür
ülkünün, dünyada kara çalmanın o ağulu soluğu sızan mağaralara benden önce var mı inen?
Benden önce feylosofların arasında “yüksek dolandırıcı”, “ülkücü” değil de, onların tam tersi,
psikolog olan biri var mıydı hiç? Psikoloji diye bir şey yoktu benden önce. –Burada ilk olmak
bir kargıştır belki de; ama kesin olarak bir yazgıdır. Çünkü küçümseyenlerin de ilki olur
insan... İnsandan tiksinmedir benim tehlikem...
VII
Anladınız mı beni? –Geri kalan insanlıkla aramdaki sınırı çizen, bana ayrı bir yer
veren şey, Hıristiyan töresini bulmuş olmamdır. Bu yüzden, teker teker herkese meydan
okuma anlamını taşıyan bir sözcük gerekiyordu bana. Bu konuda gözünü daha önce açmamış
olmak, bence insanlığın en büyük yüz karası, en büyük kabahatidir; içgüdü olmuş bir kendini
aldatma, hiçbir olayı, nedenselliği, gerçeği görmemeyi kafaya koymak, yanlığa karşı gözleri
kör olmak, cürmün daniskasıdır; yaşama karşı işlenmiş bir cürümdür... Bin yıllar, uluslar –en
eskileri de, en yenileri de–, feylosoflar ve kocakarılar, –tarihin dört beş ânı dışında, ki ben
altıncısıyım–, hepsi bu konuda birbirlerine pek yaraşırlar. Hıristiyan bugüne dek “törel
yaratık”dı, benzersiz bir antikaydı, –ve “törel yaratık” olarak da, insanlığı en hor gören
kimsenin bile aklından geçirmeyeceği kadar saçma, yalancı, boş gururlu, düşüncesiz ve
kendine zararlıydı. Hıristiyan töresi, yalan isteminin en hayınca biçimi, insanlığın gerçek
Kirke’si: Onu doğru yoldan çıkaran. Bunu gördüğümde tüylerimi diken diken eden şey,
yanılgının kendisi değil, onun üstün gelmesiyle açığa çıkmış o düşünce alanındaki binlerce
yıllık “iyi niyet”, kendini sıkıya sokma, yol yordam bilme, yüreklilik eksikliği değil, –ama
49
doğa eksikliği, o hepten gülünç olgu, doğaya aykırılığın töre adıyla en yüksek saygıları
görmesi, yasa, kesin buyruk olarak insanlığın tepesine asılmış olması!.. Bu ölçüde yanılmak,
hem de kişi olarak, ulus olarak değil, insanlık olarak!.. Yaşamın en başta gelen içgüdülerini
küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir “ruh” bir “tin” uydurmaları; yaşamın
temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey olarak duymayı öğretmeleri; serpilip gelişmek için en
derinden zorunlu olan şeyi, o katı bencilliği –sözcüğün kendisi bile kara çalıcı– kötülük ilkesi
saymaları; tersine, çöküşün, içgüdü çelişmesinin örnek belirtilerinde, “çıkar gözetmezlik”te,
denge yitiminde, “kişiliksizleşme”de, “yakınını sevmek”te (–yakınıma düşkünlükte) daha
yüksek değerleri –ne daha yükseği! –gerçek değerleri görmeleri!.. Ne! İnsanlığın kendi de
décadence içinde mi? Hep öyle miydi? –Şurası kesin ki, ona yalnız décadence içinde mi? Hep
öyle miydi? –Şurası kesin ki, ona yalnız décadence değerleri en en yüksek değerler olarak
öğretildi. Bencil olmayan töre en üstün anlamda bir çöküş töresidir; “Sizler de çöküp
gitmelisiniz”, –yalnız buyruk olsa gene iyi!.. Şimdiye dek öğretilen biricik töre, bencil
olmayan töre, bir bitme istemini açığa vurur, derinden derine yadsır yaşamı. Burada bir tek
açıp kapı kalıyor, o da katına yükselen Hıristiyan töresinde kendilerini başa geçirecek yolu
sezen o asalak insan türünün, papazların yozlaşmış olması... Gerçekten, benim görüşüm de
bu: İnsanlığın öğretmenleri, önderleri –ki topu da tanrıbilimciydi– décadent’dılar hem de; tüm
değerlerin yaşama düşman değerlere dönüştürülmesi işte bu yüzden, töre işte bu yüzden...
Töre’nin tanımı: Töre, décadent’ların özel tepkisi, –yaşamdan öç alma ard düşüncesiyle ve
bunu başararak–. Bu tanıma önem veriyorum.
VIII
–Anladınız mı beni? Beş yıl önce Zerdüşt’ün ağzından söylemediğim bir tek söz yok
demin söylediklerim içinde. –Hıristiyan töresinin açığa çıkarılması eşine rastlanmaz bir
olaydır, gerçek bir yıkımdır. Kim bu konuyu aydınlatmışsa, bir force majeure, bir
alınyazısıdır, insanlık tarihini ikiye böler: Ondan önce yaşayanlar, ondan sonra yaşayanlar...
Doğrunun yıldırımı, şimdiye dek en yüksekte olan şeyin üzerine düştü tam: Orda neyin yanıp
kül olduğunu kavrayan kimse, elinde avucunda daha birşeyler kalmış mı, bir de ona bakmalı.
Bugüne dek “doğru” dedikleri ne varsa, yalanın en zararlı, en kalleş, en sinsi biçimi olarak
açığa çıkarılmıştır; o kutsal “sözde neden”, insanlığı “düzeltmek”, aslında yaşamın iliğini,
kanını emecek bir hile olarak, töre bir vampirlik olarak ortaya çıkarılmıştır. Töre’nin ne
olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış olduğunu bulan, onunla birlikte,
insanların inandığı, inanmış olduğu tüm değerlerin değersizliğini de bulmuş demektir;
insanlığın en çok saygı gören, giderek ermişler katına yükseltilen örneklerinde, artık saygıya
değer hiçbir yan bulmaz, en uğursuz cinsinden sakat doğmuşlar olarak görür onları:
Uğursuzdular, büyüler çünkü... “Tanrı” kavramı, yaşama bir karşıt kavram olarak uydurulmuş,
yaşama zararlı, ağulu, kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi o kavramda bir ürkünçbirlik olmuştur! “Öte yan”, “gerçek dünya” kavramları, bedeni hor görmek, onu hasta –ermiş–
yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa, beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara
bakma, temizlik, hava vb. hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için
uydurulmuş! Sağlık yerine “ruhun selâmeti”, yani tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi
arasında gidip gelen bir folie circulaire “Günah” kavramı o kendinden ayrılmaz işkence
aracıyla, “özgür istem” kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği
bizde ikinci bir yaradılış yapmak için uydurulmuş! “Çıkar gözetmezlik” ve “kendini yadsıma”
kavramları yoluyla, o asıl décadence belirtisi, zararlı olana doğru eğilim, kendine yarayanı
artık bulamaz olmak kendi kendini yıkmak, gerçek değerin ta kendisi, “ödev”, “ermişlik”
insandaki “tanrısal yan” katına yükseltilmiş! Son olarak –en korkuncu da bu– iyi insan
kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi kendinden acı çekenlerin, yokolması
gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, –ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin,
50
olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği doğrulayan insanın karşısına bir ülkü çıkarılmış, –ona
kötü denmiş bundan böyle... Töre diye inanmışlar bunlara da!
Ecrasez I’nfâme!–
IX
–Anladınız mı beni? –Çarmıhtakine karşı Dionysos...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder