Blogda Ara
1.09.2008
NİETZSCHE METİNLER
Nietzsche'nin yazdığı kitaplardan, çeşitli konu başlıkları halinde alınmış metinleri bu bölümde bulabilirsiniz.
İNSAN
Üstinsanlar tarafından kitlelere karşı bir savaş bildirimine gereksinim var! ... Yumuşak ve kadınsı yapan herşey halkın ya da kadınların ereğine hizmet eder. Evrensel oy hakkından, eş deyişle, aşağı insanların egemenliğinden yana işler. Ama karşı önlemleri almalı ve bu bütün sorunu aydınlığa ve yargının mahkemesi önüne getirmeliyiz.
Bu milli aptallıklar bitsin artık! Özellikle Avrupa ayaktakımının kollarına düşmesin: Fakirler zenginlere karşı verdikleri mücadeleye gömülmekten asla vazgeçmesin. Aksi takdirde hem halkı, hem de kültürü çürüyecektir. Çin ve Hindistan'ı sömürgeleştirdikten sonra, kendisine de egemen olacak uçsuz bucaksız Rusya ile yüzeyselliğe mahkûm olan Amerika arasında bocalayıp duracaktır! Geceden önceki son şimşek, bu kez korkusunu itiraf ederek, şöyle bağırır: Devam etmesi gerekeni zamanında kurtarın.
Oysa soylu doğan kişi tamamen güven içinde ve kendisine karşı dürüst bir şekilde yaşar, hınç dolu insan ise kendisine karşı ne dürüst, ne saf, ne de açık yüreklidir. Karanlık bir ruha sahiptir ve gizli köşeleri, gizli kapıları sever; gizli olan her şey onun hoşuna gider, çünkü güvenliğini burada bulur. Hınç dolu insanlardan oluşan ırk, herhangi bir soylu ırktan daha dikkatli olacaktır. Ayrıca dikkate o kadar fazla bir önem verecektir ki, onu var olmanın ilk koşulu olarak görecektir.
Her yıl benim için gittikçe daha da ağırlaşıyor... Hastalığın en berbat, en acı verici dönemleri bile varlığımda şu an olduğu kadar çekilmez ve umutsuz olmamışlardır. Ne olmuştur? Şimdiye kadar güven duyduğum insanlardan beni koparan gün gelmiştir. Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede yalnız kalır.
İnsan, hayvan ile 'Üstinsan' arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.
Köprüye dayanmış,
Karanlık gece ayaktaydım,
Uzaktan bir şarkı bana kadar geliyordu,
Su damlacıkları oluk oluk
Suyun titrek yüzüne akıyordu.
Gondollar, ışık, müzik.
Hepsi su üzerinde dolaşıyordu alacakaranlığa doğru.
Ruhum bir arpın ezgisi,
Kendi kendisine şarkı söylüyordu.
Alacalı bir sonsuz mutlulukla titreyen
Bir gondolcü şarkısı.
Dinliyor muydu acaba birisi onu?
Ah, buldum onu kardeşlerim! İşte, en yüce dorukta kanıyor sevinç pınarı benim için! Burda, hiçbir ayak takımının benimle birlikte içemeyeceği bir yaşam var! Akışın nerdeyse pek yoğun geliyor bana, ey haz pınarı! Doldurayım derken, sık sık yeniden boşaltıyorsun kadehi!
Mutlak yalnızlık bana gittikçe temel bir formül gibi, asıl tutkummuş gibi geliyor. Yani yapıtların en güzellerini yarattığımız anları yalnızlığa borçluyuz. Pek çok şeyi yalnızlık uğruna feda etmeyi bilmek gerekir.
Geçmişi değil de, geleceği kutlamak, geleceğin mitoloji masalını bulmak: İşte her şeyden önce önemli olan budur.
'İnsan kötüdür' diye teselli etti beni bilgelerin en bilgesi. Ah, bugün de gerçekse eğer! Çünkü kötülük insanın en iyi gücüdür. 'İnsan daha iyi ve daha kötü olmalıdır' diye öğretiyorum ben. Kötülük üstinsanın iyiliği için gereklidir. İnsanoğlunun işlediği günahlardan dolayı acı çekmek ve günahları üstlenmek, belki o küçük insanların vaizi için iyiydi. Bense büyük günaha sevinir ve onu tesellim olarak götürürüm.
Ve bir filozof hastaysa eğer, bu neredeyse felsefesine karşı bir argümandır.
Çok derin değil. -Bir meseleyi tüm derinliği ile kavrayan insanlar, ona çok ender olarak daima sadık kalırlar. Onlar derinliği aydınlığa çıkardılar: Aydınlıkta görülebilecek daha kötü şeyler vardır.
Ruhun Sahra Eczanesi. -En güçlü ilaç hangisidir? -Zafer.
Çocuk ruhlu ve üstüne üstlük Wagnerci olunduğu sürece, Wagner'in ses imparatorluğunda bir büyük toprak sahibi, bir savurganlık abidesi ve bir zengin olduğu sanılır. Fransızların Victor Hugo'da hayran kaldığı yan neyse, onda da işte o yana hayran kalınır: 'asil bir cömertlik'. Daha sonra ona ve diğerine tam aksi olan yanlarıyla hayran kalınır: Ekonominin ustası ve örneği olarak. Mütevazı bir harcamayla krallara laik bir sofra sunmakta onlarla kimse yarışamaz. -İnançlı bir mideye sahip olan Wagner hayranı, gerektiğinde ustasının kendisi sihirle sunduğu şeylerle bile doyabilir. Ama müzikte ve kitaplarda dolgunluk arayan ve salt "sunulan" sofralarla doymayan bizler, onlardan çok daha kötü durumdayız. Kısaca söylemek gerekirse. Wagner'in bize sunduğu kemikte yeterince et yok... Wagnerci "belirleyici motife" gelince... İşte bunun için damak zevkim anlayış göstermiyor. İlle de tanımlamak zorunda kalırsam, o motife ideal bir kürdan derdim veya dişlere takılan yemek artıklarını temizleme fırsatı.
Tüm yazılanlar arasında en çok bir kişinin kendi kanıyla yazdığı şeyi severim. Kanla yaz; ve göreceksin ki, kan tindir... Etrafımda cinler olsun istiyorum, çünkü ben cesurum. Hayaletleri kaçıran cesaret, kendisine cinler yaratır. -cesaret gülmek ister. Artık hislerinizi paylaşmıyorum; altımda gördüğüm şu bulut, güldüğüm şu karaltı ve ağırlık -işte budur sizin yağmur bulutunuz. Yükselmeyi arzuladığınızda yukarı bakarsınız siz. Ve ben aşağı bakarım, çünkü yükseltilmiş biriyim ben. Aranızdan hanginiz aynı anda hem gülebilir, hem yükseltilmiş olabilir? En yüksek dağa çıkan, tüm matem oyunlarına, tüm matem ciddiyetlerine güler. Cesur, tasasız, alaycı ve şiddet uygular -işte böyle istiyor bizleri bilgelik: O bir kadındır ve daima savaşçıyı sever ancak.
Remedium amoris. -O eski radikal ilaç birçok durumda hâlâ aşk derdine dermandır: Karşı aşk.
İnsanoğlu! kulak ver!
Derin geceyarısı ne der?
"Uykumu aldım ya -
"En derin düşten uyandım, derim ki ben: -
"Derindir dünya,
"Daha derin, gündüzün düşündüğünden,
"Acısı derindir asıl -
"Sevinç, yürek ağrısından da derin:
"Acı der: yıkıl!
"Oysa sonrasızlıktır istediği tüm sevinçlerin -
"Derin sonrasızlık istediği, derin"
Bilim, tüm gerçek kadınlardaki utanç duygusunun dikine gitmektedir: Kadınların derilerinin altında bakar gibi bir şey -daha da kötü hatta- eteklerinin altında bakmak ister gibi bir şey.
Kadınlar: "Erkek gibi aptal" derler. Erkekler de: "Kadın gibi korkak" derler. Kadınların aptallığı, kadınca olmayan bir şeydir.
Aptal aptal, kan ter içinde, hayvan gibi dağa tırmanıyorlar: Yolda çok güzel manzaralar olduğunu onlara söylemeyi unutmuşlar.
İnsan da ağaca benzer. Ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli yaman kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe -kötülüğe.
Ne en iyi düşmanlarımız esirgesin isteriz bizi, ne de candan yürekten sevdiklerimiz. Öyleyse doğruyu söyleyeyim size!
Savaş kardeşlerim benim! Sizi candan yürekten severim, ben öteden beri sizdenim. Ve sizin en iyi düşmanınızım. Öyleyse doğruyu söyleyeyim size!
Yüreklerinizdeki nefreti ve kıskançlığı bilirim. Nefreti ve kıskançlığı tanımayacak kadar büyük değilsinizdir. Bunlardan utanmayacak kadar büyük olun bari!
Bilgi ermişleri olmak elinizden gelmiyorsa, hiç değilse bilgi savaşçıları olun. Onlar, bu türlü ermişliğin yoldaşları ve öncüleridirler.
Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey: hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratanlar.
Yalnızlığına kaç, dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç!
Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler.
Artık el kaldırma onlara! Saygısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki.
İsterim ki ilkin kendine saygı gösterilmekle işe başlasın: Gerisi gelir artık. Böylelikle insan başkaları için yaşamaz olur artık: Onların en az bağışladıkları da budur: "Ne, işte bir adam ki kendine saygısı var, ha?"
Kendine saygı göstermek, kendine sevgi beslemekten apayrı bir şeydir; cinsel aşktaki o kör kadercilikten daha adi şey yoktur, adına Ben denen ve ikilikte sevilen nesneyi küçümsemekten daha bayağı şey yoktur: Aşkta kaderciliktir bu.
Yalnızlar arasında yalnız olan bizler -çünkü bilimin etkisiyle ancak orada olabiliriz- neredeyiz, insan için bir arkadaşı nerede bulacağız? Eskiden herkes için bir kral, bir baba, bir yargıç arıyorduk, çünkü gerçek krallardan, babalardan, yargıçlardan yoksunduk. Daha ilerde bir dost arayacağız -insanlar bağımsız, göz kamaştıran sistemler haline gelecekler, ama yalnız olacaklar. Bu durumda mitolojik içgüdü bir dost arayacaktır.
Yazgıları olan insanlar, kendilerini taşırken yazgılarını taşıyanlar, tüm kahraman hamallar ırkı. Ah! Bazen kendiliklerinden dinlenmeyi ne kadar çok isterler! Altında ezildikleri ağırlıktan onları en azından birkaç saat için kurtaracak sağlam sırtlara, güçlü yüreklere ne kadar da çok susamışlar! Ve bu susamışlık da ne kadar da boş!... Bekliyorlar, önlerinden geçen her şeyden pişmanlık duyuyorlar. Hiç kimse, onların hangi noktaya kadar beklemede olduklarını tahmin edemiyor... Sonunda çok geç de olsa şu temel sakınımı öğreniyorlar: Artık beklememek; ve ardında ikinci sakınım: Nazik, alçakgönüllü olmak, her şeye katlanmak... kısacası o güne kadar katlandıklarından biraz daha fazlasına katlanmak.
Bağımsız olmak küçük bir azınlığın işidir: Güçlülerin de ayrıcalığıdır. Haklı gibi olduğu hâlde, fakat zorlanmadan bu bağımsızlığı deneyen kimse, kesinlikle yalnız güçlü olduğunu değil, ataklık derecesine varan bir atılganlığa sahip olduğunu da gösterir. Bir labirente girer, yaşamın birlikte getirdiği tehlikeleri binle çarparak büyültür. Bunlar arasında en küçüğü, kendini herkesin seyredeceği hâle sokmak değildir. Yine bunlar arasında en küçüğü, ahlâksal bilincin içinde gizlenmiş bir canavarın neden olduğu yanılmalar, o acılar da değildir muhakkak. Böyle bir kimsenin öldüğünü varsayın! Bu, insanların öylesine anlayamayacağı bir şey olacaktır ki, ona acımayacaklar, bu olayı his dahi etmeyeceklerdir hatta. -Bu adam da geri gelemez artık, insanların acıma duygusuna doğru geri gelemez.
Asil bir soyun büyük yararı, yoksulluğa daha kolay katlanma olanağını vermesindendir.
Soylu kişi kimdir? Bugün bizim için "soyluluk" sözünün anlamı nedir? Ayak takımının hüküm sürmeye başladığı bu sıkıntılı ve kapalı gök, her şeyi donuk ve kurşun gibi yapan bu gök altında soylu adam kendini nasıl belli eder, nesinden anlaşılır? Bu soyluluğu belirten, eylemler değildir: Eylemler her zaman belirsizdir, her zaman anlaşılmaz niteliktedir. Soyluluğu belirten, "yapıtlar" da değildir: Bugün sanatçılarla bilginler arasında epey çok sayıda kişiler vardır ki bunlar, soylu olanı bulmak bakımından besledikleri derin arzuyu yapıtlarıyla açıklarlar. -Ama işte tam bu soyluluk da asil bir ruhun gereksinmelerinden bambaşkadır. -Aslında bu, bir soyluluk noktasının tehlikeli işareti, gevezece ifadesidir. Eski bir dinsel formülü yeni ve daha derin anlamda kullanarak diyelim ki burada aşamayı saptayan, onun ne olduğuna karar veren yapıtlar değil, inançtır: Bu soylu bir ruhun kendine az çok beslediği temel güvendir, aranmayan, bulunmayan, fakat yok olmasına da kesinlikle imkân olmayan bir nesnedir. -Soylu bir ruhun kendine saygısı vardır.
Modern çağın en genel belirtisi: İnsan kendi gözünde saygınlığını inanılmaz derecede kaybetmiştir.
Yaşamın uzun süre merkezi ve acıklı kahramanı olmuştur. Sonra, yaşamda hiç değilse kesin olana, bir değer taşıyana olan yakınlığını kanıtlamaya çalışarak -ahlâk kurallarının ana kurallar olduğuna inanıp insan saygınlığını ayakta tutmak isteyen bütün metafizikçilerin yaptıkları gibi -Tanrı'yı elden kaçıran kimse, bu yüzden ahlâka olan inancına daha çok sarılır.
Dostlarım, dostunuza şöyle bir yergi yöneltmişler: "Zerdüşt'e bakın! Sanki biz hayvanmışız gibi dolaşmıyor mu aramızda?"
Ama şöyle dense daha iyi olur: "Gören kişi insanlar arasında, hayvanlar arasındaymış gibi dolaşır."
İnsanın kendisi, gören kişi için nedir: al yanaklı bir hayvan.
Bu, insanın başına nasıl gelmiştir? Pek sık utanmak zorunda kalmasından değil mi?
Ey dostlarım! Şöyle der gören kişi: utan, utanç, utanç, -insanın tarihi budur!
Fakat acı çeken dostun varsa, acısına dinlenme yeri ol, sert bir yatak gibi ama, asker yatağı gibi: onun en çok böyle yararsın işine.
Ve dostun biri sana kötülük ederse, şöyle de: "Bana ettiğini sana bağışlıyorum; ama kendine ettiğini, -onu nasıl bağışlarım!"
Böyle buyurur her büyük sevgi: o bağışlamayı da, acımayı da alteder.
Kişi yüreğini sıkı tutmalı: onu bir koyverdin mi, kafanı da pek çabuk kaçırırsın!
Kötü İnsan. -"Sadece yalnız insan kötüdür!" diye bağırdı Diderot: Ve o anda Rousseau kendini ölümcül yara almış gibi hissetti. Dolayısıyla kendi kendine Diderot'un haklı olduğunu itiraf etti. Gerçekten, toplumun ve ahbaplığın içindeki her kötü eğilim, kendine, kendine o kadar sık erdemin Prokrustes masasına yatmak zorunda ki, insan rahatlıkla kötünün şehitliğinden söz edebilir. Yalnızlıkta bunların hepsi düşüp gider. Kötü insan en çok yalnızlık içinde olan insandır: hem de en iyi durumda olduğu yerdedir... ve sonuç olarak her tarafta bir tiyatro oyunu, seyircinin gözü için de en güzelidir.
İnsanın ancak kabul etmediği şeyi övmesi -tutalım ki böyle istiyoruz- hem önce, hem soylu bir nefse hâkimiyettir: Yoksa insan kendini över, ki bu da zevke aykırıdır. Bu nefse hâkimiyet sizi anlayışsızlıkla karşılaştırır kuşkusuz. İnsanın bu zeka ve ahlâk lüksünü kendine sunabilmesi için budala aydınlar arasında değil, anlaşmazlıklara yanlışların kendi ayırtılarıyla hâlâ sevindirebildikleri kimseler arasında yaşaması gerektir! Yoksa pahalıya oturur bu! "Beni övüyor, demek hak veriyor bana!" Bu eşekçe mantık, biz dünyadan el çekmişlerin yaşamımızın yarısını berbat eder, eşekleri çevremize ve dostluğumuza sokar çünkü.
"Bir gün bayağı kömür 'Niye böyle sertsin!' demiş elmasa. 'Biz seninle yakın akraba değil miyiz ki?' Niye böyle yumuşaksınız? Kardeşlerim, size soruyorum: siz benim, -kardeşlerim değil misiniz? Neden böyle yumuşak, böyle uysal, böyle verimser? Neden yüreklerinizde bunca yadsıma, bunca verinme var? Neden bakışlarınızda bunca az yargı var? Peki siz yazgı olmak, amansız kişiler olmak istemezseniz, bir gün benimle nasıl, iller açabilirsiniz? Peki sertliğiniz çakmak ve kesmek ve parça parça etmek istemezse, bir gün benimle nasıl, yaratabilirsiniz? Yaratıcılar sert olurlar da. Elinizi binyıllara basmak, balmumuna basar gibi basmak, mutluluk sayılmalı sizce, - -mutluluk, binyılların istemine yazmak, tunç üstüne yazar gibi yazmak, -tunçtan daha sert, tunçtan daha soylu. Ancak en soylu kişiler sert olur tepeden tırnağa. Şu yeni levhayı yerleştiriyorum üstünüze, kardeşlerim: sert olun!-"
Her erdemde budalalık eğilimi, her budalalıkta erdem eğilimi vardır. Rusya'da "evliya gibi aptal" derler. Yaşam, sıkılmaya vakit kalmayacak kadar, çok kısa değil midir? Hiç değilse insan cennetteki sonsuz mutluluğa inanmalı ki...
İnsanların çoğu, insanın eksik ve özel bir görünümüdür: Bir insan elde etmek için onları birbirine eklemek gerekir. Bu anlamda bütün dönemlerin, bütün halkların eksik olan bir şeyleri vardır; insanın ancak parça parça gelişmesi, belki de gelişimi için gereklidir. Aynı zamanda, söz konusu olanın aslında yalnızca sentetik insanı üretmek olduğunu ve aşağı insanların, büyük çoğunluğunun ise, tasarlanan oyunun, vardığı noktayı gösteren binlerce yıllık bir sınıra benzeyen bütün insanı herhangi bir yerde ortaya çıkarmasını sağlayacak ilk belirtiler ve hazırlık çalışmaları olduklarını bilmek gerekmez mi?
Kendinin derin olduğunu bilen kimse aydınlığa yönelir; kalabalığa derin görünmek isteyen kimse ise karanlığa yönelir. Kalabalık, dibini görmediği her şeyi derin sanır çünkü: Öyle korkaktır ve suya da öyle istemeyerek atılır ki.
Epikuros. - Evet, Epikuros'un karakterini belki hiç kimsenin hissedemeyeceği tarzda hissettiğim için; ondan öğrendiğim, onun yazdığı ve benim okuduğum her şeyde bir Eski Çağ öğle sonunun mutluluğunu tattığım için gurur duyuyorum... Bakışının beyazımsı engin denizler, güneşin aydınlattığı yarlar üzerinde dolaştığını; beri yandan da her boydan hayvanların tıpkı bu ışıkla bu bakış gibi güvenli ve sakin, onun ışığında oynaşmaya geldiklerini görüyorum. Böylesi bir mutluluk, durmadan acı çeken bir kimsenin buluşu olabilir ancak; baskısı altında yaşam denizinin durgunlaştığını gören; bu parıltılı yüzeyi, bu ince, ürpertili deriyi seyretmeye bir türlü doyamayan bir bakışın mutluluğudur bu: Zevkin böyle alçak gönüllüsü daha önce var olmamıştır hiçbir zaman.
Az ya da çok tehlikeli yaşam. - Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdivenden aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike: Topraktanız biz;... Birbirimize çarptığımız gün vay hâlimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!
Sahte Bencillik. - Çoğu insan "egoizm" hakkında ne düşünürse düşünsün, ne söylerse söylesin, yine de yaşamı boyunca egosu için hiçbir şey yapmaz, tersine, sadece çevresindekilerin kafalarında kendi hakkında oluşmuş ve onlara bildirmiş olan ego hayaleti için yapar... bunun sonucu olarak bu tür insanların hepsi şahsına ait olmayan, yarı şahsi fikirlerin ve keyfi, sanki şiirsel değerlendirmelerin sisi içinde yaşar; biri ötekinin kafasında, öteki kafa da başka kafaların içinde. Kendine sakin bir görünüm vermeyi başaran fantezilerin harika dünyası! Bu fikirler ve alışkanlıklar sisi, sardığı insanlardan hemen hemen tamamen bağımsız olarak gelişir ve yaşar. İçinde "insanlar" hakkındaki genel yargıların müthiş etkisi bulunur... kendilerine yabancı olan bütün inanırlar. Ve bu soyutlamada yapılan her değişiklik, bazı güçlülerin kararlarıyla (hükümdarlar ve filozoflar gibi) olağanüstü ölçüde ve akıldışı derecede büyük kitleleri etkiler... bütün bunlar, bu çoğunluk içinde her bireyin gerçek, kendisi için erişilebilir olan ve kendisi tarafından kurulan bir egoyu, genel, kişisel özelliği olmayan kurguya karşı koruyamayıp onu böylece yok edememesinden kaynaklanır.
insan, bir düşünür gibi düşüncenin, duygunun büyük ve kabaran dalgası içinde yaşarsa ve geceleyin düşleri dahi bu kabarışı izlerse, yaşamdan durgunluk ve sükun bekler -başkaları ise tersine, kendilerini düşünceye verdiler mi yaşamaktan yorulur, dinlenmek isterler.
Kemiklerin, et parçalarının, bağırsakların ve damar sisteminin deri ile kaplı oluşu nasıl insanın görünüşünü çekilir hâle getiriyorsa, tıpkı, onun gibi ruhun heyecanlarıyla tutkuları da hiçlikle kaplıdır: Hiçlik, ruhun derisidir.
Gerçekten yüz çevirip sözde derinliklerden hoşlanan kimseler, gerçeğin çirkin olduğu kanısındadırlar: En çirkin gerçeği bilmenin bile güzel olduğunu anlayamazlar. Sık sık ve derin derin öğrenmeye çalışan kimse sonunda -bulunması kendisine hep mutluluk veren -o büyük gerçeği hiç de çirkin bulmaz artık. Güzellik kendinde olan bir nesne var mıdır? Öğrenmeye çalışan kimsenin mutluluğu dünyanın güzelliğini arttırır, her şeyi daha güneşli hâle sokar... Bilgi, güzelliğini nesnelerin yalnız çevresine değil, o nesnelerin içine de koyar. İnsanlığın da buna tanık olmasını dileyelim.
Evreni derinliğine gözleyen kimse, insanların üstünkörülüğün ne denli akıllıca olduğunu anlar. İnsanlara gel geç, havai ve iki yüzlü olmayı öğreten, korunma iç güdüleridir. Şurada burada, filozoflarda ve sanatçılarda "katıksız şekil"e tutkulu ve aşırı bir tapınış görülür: Kimsenin kuşkusu olmasın ki, yüzeydeki bu tapınışa muhtaç olan kimse, filân ya da falan zamanda bu yüzeyin altına felâketli bir iniş yapmıştır.
Büyük eğitimci de doğa gibidir: Engelleri yığmak zorundadır: Sonradan bunları aşmak için.
En küçük olayların bile üzerinde nasıl iz bıraktıkları bilinince, bunların çizdiği yoldan ayrılmak gerekir. Ve insan bu küçük olaylardan kurtulamaz. Düşünen adamın, yaşamak istediği her nesne üzerinde hemen hemen doğru bir fikir sahibi olması gerekir.
Her büyük adamın geçmişi kapsayan bir gücü vardır. Bütün tarih onun için yeniden teraziye vurulur ve geçmişin binlerce sırrı, saklandıkları yerlerden çıkarlar... Ve onun güneşine girerler. Gelecekte tarihin ne olacağı bilinemez: Geçmiş, özü bakımından öğrenilmiş değildir belki! Geçmişi kapsayan daha çoook güce ihtiyacı var onun!
Birdenbire anlatılamaz bir incelik ve arılıkla bir nesne görünür, sesini duyurur, heyecan yaratır, benliğinizin ta derinliğine dek sarar sizi: Dinlersiniz, aramazsınız artık. Bağını sormadan üzümünü kabullenirsiniz. Bir düşünce şimşek gibi çakar, bir zorunluluk gibi kabul ettirir kendini, ifadesinin biçiminden yana hiçbir kuşku bırakmaz sizde: Tutacak başka hiçbir yolum olmadı.
Belirli bir dereceye dek akıl özgürlüğüne ulaşan kimse, yer yüzünde kendini bir yolcu gibi hissetmez, böyle bir amaç yoktur çünkü. Fakat o, dünyada tüm olup bitenleri görmek, bunun için de gözlerini açık tutmak ister. Onun için gönlünü fazlaca sıkı bağlamamalıdır, benliğinde gezip dolaşan bir şey, değişkenlikten ve geçicilikten hoşlanan bir şey bulunmalıdır.
Büyük işler başarmak isteyen kimse, karşılaştığı her insanı ya araç, ya gecikme nedeni, ya engel, ya da geçici duruş sayar. Onun soydaşlarına yapacağı soylu iyilik, ancak o lâyık olduğu yüksekliğe erişip hüküm sürmeye başladığı zaman mümkün hale girer. Sabırsızlık, sonra komedya oynamaya mahkum olduğunu bilmek (savaş dahi bir amaç gizleyen her araç gibi, bir komedyadır çünkü) onun bütün ilişkilerini bozar: Bu adam yalnızlığı, hem de bunun en zehirlisini tadar.
Sen olan şey, seni oluşturan sayısız unsurları, bu unsurların kendi aralarındaki yoğun iletişimine bağlayan etkinliğe bağlıdır. Organik varlığın yaşamını içsel olarak oluşturan şeyler, enerji, devinim, sıcaklık yayılmaları veya elementlerin aktarımlarıdır. Yaşam hiçbir zaman belirli bir noktada yer almaz; tıpkı bir akıntı veya bir tür elektrik akımı gibi, hızlı bir şekilde bir noktadan diğerine (veya çok sayıdaki noktalardan diğer noktalara) geçer. (...) Senin yaşamın bu kavranılamaz içsel akımla sınırlanmaz; yaşam aynı zamanda dışarıya akar ve yaşama doğru durmaksızın akan veya fışkıran şeye açılır. Seni oluşturan kalıcı kasırga, benzer kasırgalara çarpar ve onlarla birlikte, ölçülü bir çalkantının canlanmış geniş bir figürünü oluştururlar. Oysa senin için çalkantının canlanmış geniş bir figürünü oluştururlar. Oysa senin için yaşamak sadece sende birleşen akımlar ve ışığın kaçıcı oyunları olmayıp aynı zamanda bir varlıktan diğerine, senden benzerine veya benzerinden sana geçen sıcaklık veya dalgalarıdır (hatta beni okuduğun şu anda sana bulaşan heyecanımdır): Sözler, kitaplar, anılar, semboller, gülüşler sadece bu bulaşıcılığın, bu geçişlerin yollarıdır...
Amaç "insanlık" değil Üstinsandır.
Yalnızlığına kaç dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum. Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen, o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, deniz üstüne. Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar. Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersizdirler: bu göstericilere büyük adam der halk. Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır. Yeni değerler yaratanların çevresinde döner dünya - görünmeden döner. Oysa oyuncuların çevresinde döner halk ve şan: "dünyanın gidişi" böyledir. Ruh vardır oyuncuda; ama ruhun vicdanı pek yoktur. O hep, en çok inandırdığı şeye inanır - kendine inandırdığı.
`Bir, daima, etrafımda bir tane çok fazladır' diye konuştu yalnız yaşayan adam. 'Uzun vadede daima bir kere bir iki yapar.' 'Ben' ve 'beni' daima birbiriyle koyu bir sohbet içerisindedir: Arkadaş olmasaydı, buna nasıl dayanılırdı? Yalnız yaşayan biri için arkadaş daima üçüncü kişidir: Bu üçüncü kişi diğer ikisinin sohbetlerinin derinliklere gömülmesini önleyen mantardır. Bütün yalnızlar için çok fazla derinlikler vardır. Bir arkadaş ve onun yüksekliklerine böylesine fazla özlem duyulmasının nedeni iste budur. Başkalarına olan inancımız, kendimizde çok fazla sahip olmak istediğimiz inancımızla ihanet eder. Bir arkadaşa duyduğumuz özlem ihanet edicimizdir. Ve çoğu zaman, sevgimizle sadece kıskançlığın üzerinden atlamak isteriz. Ve çoğu zaman, saldırılara karşı hassas olduğumuzu gizlemek için saldırırız ve düşman sahibi oluruz. `En azından benim düşmanım ol!' -diye konuşur gerçek saygı. Arkadaşlık arayarak riske girmeksizin. Bir arkadaş isterseniz, onun için savaşmayı da göze almalısınız: Savaşabilmek içinse düşman olabilmelisiniz. Arkadaşınızda ki düşmana bile saygı duymalısınız. Arkadaşınızı kaybetmeksizin ona yaklaşabilir misiniz? Arkadaşınız da en iyi düşmana sahip olun. Ona karşı çıktığınız zamanlar, kalbiniz ona en yakın hissetsin. Arkadaşınızın önünde çıplak gitmeyi ister misiniz? Arkadaşınıza kendinizi olduğunuz gibi göstermek, onun için bir onur mu? Kendini gizlemeyen kişi başkalaronda kızgınlığın doğmasına neden olur: Çıplaklıktan ne kadar korkmanız gerektiği budur. Tanrı olsaydınız giysilerinizden utanabilirdiniz. Arkadaşınız için kendinizi cok fazla süsleyemezsiniz: Onun için ok olmalısınız ve Superman'e özlem duymalısınız. Arkadaşınızı uyurken hiç seyrettiniz mi -onun nasıl göründüğünü keşfetmek için? Arkadaşınızın yüzü aynı zamanda başka bir şeydir: Kaba ve mükemmel olmayan bir aynadaki kendi yüzünüz. Arkadaşınızı uyurken seyrettiniz mi hiç? Onun nasıl gorundugu sizi korkutmadi mi? Dostlarım, insan üstesinden gelinmesi gereken bir şeydir. Arkadaş tahmin etme ve sessiz kalmada mükemmel olmalıdır: Herşeyi görmek istememelisiniz. Rüyalarınız, arkadaşınızın uyanıkken ne yaptığını size söylemelidir. Merhametiniz tahmininiz olsun: Arkadaşınız merhamet istediğinde bunu ilk siz bilesiniz. Arkadaşınızın, belki de, sizde sevdiği sey iyi gören göz ve sonsuzluğun kısa bakisidir. Arkadaşınız için merhametiniz, sert bir deniz kabuğunda saklansın; onu ısırarak açmak için bir diş kırmalısınız. Böylece, o tatlılık ve zerafete sahip olur. Arkadaşınıza, temiz hava ve yalnızlık ve ekmek ve ilaç mısınız? Pek çok kimse kendi zincirlerinden kendini kurtaramaz ve, bununla birlikte kendi arkadaşını kurtarır. Siz bir köle misiniz? Öyleyse, bir arkadaş olamazsınız. Zalim misiniz? Öyleyse, pek çok arkadaşa sahipsiniz. Kadınlarda, bir köle ve bir zalim çok uzun süreden beri gizlenmektedir. Bu nedenle, kadın arkadaş olamaz: O sadece aşkı bilir. Bir kadının aşkında, bütün sevmediklerine karşı haksızlık ve körlük vardır. Kadının aydınlanmış aşkında, ışığın yani sıra ansızın gelen saldırı ve aydınlanma ve gece vardır. Kadın henüz arkadaşlık yapamaz: Kadınlar hala kedi ve kuşlardır. Veya, en iyimser tahminle, ineklerdir. Kadın henüz arkadaş olabilmeyi bilmiyor. Erkekler, sizler bana söyleyin: Hanginiz arkadaş olabilmeyi biliyorsunuz? Erkekler, ey sizlerin fakirliğiniz ve ruhunuzun cimriliği! Ben sizin arkadaşınıza verdiğiniz kadar düşmanıma veririm. Bunu yapmakla da fakirleşmem. Yoldaşlık var: Arkadaşlık da olsun! Böyle konuştu Zerdüşt.
************************************************************************
DİN-TANRI
Dünya bana bir Tanrı'nın buluşu ve rüyasıymış gibi görünüyor. Dünya canı sıkılmış bir Tanrı'nın gözleri önündeki boyalı buharlara benziyor. İyi ve Kötü, mutluluk ve acı, ve sen, ve ben, benim için bir yaratıcının gözlerinin önündeki boyalı buharlardır. Yaratıcı gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı. Acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yere çevirebilmek baş döndürücü bir mutluluktur.
Tanrı olgusunu çürütmek, aslında yalnızca soyut Tanrı'yı çürütmektir.
Gündüz gözü fener yakıp sokaklarda durmadan: Tanrı'yı arıyorum! , Tanrı yı arıyorum! diye bağıran deliden sözedildiğini duydunuz mu? Ne çok Tanrı'ya inanmayan vardı. Onun bu feryatları gülüşmelere neden oldu. Acaba bir çocuk gibi mi kayıp oldu? diye sordu birisi. Saklanıyor mu? , Bizden mi korkuyor acaba? , Göçmen mi? Sokaktaki halk birbirine bu soruları bağırarak soruyor ve gülüşüyordu. Deli kalabalığın arasında karıştı ve kendisine gülen bu insanları şöyle bir süzdü. Tanrı nereye gitti? diye bağırdı, Bunu size söyleyeceğim! diye devam etti.
Biz onu öldürdük... Siz ve ben! Biz, biz hepimiz onun katilleriyiz! İyi de bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl boşaltabildik? Karayı denize bağlayan bu zinciri çözdüğümüzde ne yapmış olduk? Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesine duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu? Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!
Biz, katiller kendi aramızda birbirimizi nasıl teselli edebiliriz? Dünyanın bugüne kadar sahip olduğu en kutsal ve en güçlü şey kanlı bıçağımızın altında can verdi. Bizi bu kandan kim temizleyecek? Hangi su, bu kanı temizleyebilir? Bu suçun cezasını nasıl ödeyeceğiz? Hangi kutsal oyunu icat etmek zorunda kalacağız? Bu eylemin büyüklüğü bizim için fazla büyük. Yalnızca ona layıkmışız gibi görünmek için, bizim Tanrı olmamız gerekmez mi? Hiçbir zaman böylesine büyük bir eylem olmamıştır ve her ne olursa olsun, bizden sonra doğabilecek olanlar bu büyük eylem yüzünden şimdiye kadar hiçbir tarihin olmadığı kadar büyük olan bir tarihe ait olacaklardır!
Günümüzde cereyan eden olayların en büyüğü Avrupa'da şimdiden kendisini duyumsamaya başladı. Şurası doğrudur ki, böylesi bir olayı kavrayabilmek için yeterli bir bilgiye sahip olanların sayısı azdır. Bu olay, insanlara bir güneşin bir daha doğmamak üzere batması, eski ve derin bir bilincin artık bir kuşkuya dönüşmesi gibi gelir...
İhtiyar dünyamız gün geçtikçe ister istemez daha karamsar, daha kuşkucu, daha yabancı ve daha eski bir görünüme bürünür. Bu büyük olayın ilk sonuçları tanımlanması güç olan yeni bir türün, ışığın, mutluluğun, rahatlamanın, sükûnetin, yüreklendirmenin ve gün doğuşunun habercisi olmuşlardır...
Böylece biz hür felsefeciler, eski Tanrı'nın öldüğünü öğrendiğimizde, yeni bir gün doğuşunun ışığıyla aydınladığımızı duyumsuyoruz: Kalbimiz büyük bir minnetle dolup taşıyor.
İşte sonunda, çok belirgin olmasa da önümüzde açılan yeni ufuklara doğru yelken açıyoruz. Bu ufuklarda hür ve tehlikelerden uzak yolculuk edebileceğiz. Deniz bize kucak açıyor. Belki de şimdiye dek böylesi engin bir deniz hiç görülmemiştir.
Ah kardeşlerim, yarattığım bu Tanrı, insan yapıtı, insan çılgınlığıydı, bütün Tanrılar gibi!
İnsanın varoluşundan hiç kimse sorumlu değildir. İnsanın şu ya da bu şekilde olmasından, onun şu ya da bu koşullarda bulunmasından hiç kimse sorumlu değildir. İnsanı yolundan saptırıp belirsiz bir amaca doğru yönlendirmek saçmalıktır. Amaç düşüncesini biz uydurduk. Aslında amaç diye bir şey yoktur.
Tanrı düşüncesi şimdiye kadar varoluşa karşı olan en büyük itiraz olmuştur. Tanrı'yı yadsıyoruz, Tanrı'nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz.
Tanrının ölümünü, büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştürmezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.
Tanrılar yalnızca korku yüzünden icat edilmiş değildir: Kudret duygusu düşsel hâle geldiği zaman, varlıklar yaratarak rahatlıyordu.
Daima daha temiz, daima daha uzak olarak düşünülen bir tanrı ile daima daha günahkâr insan arasındaki ayrılığın yarattığı gerginlik, insanlığa zorla kabul ettirilen en büyük kuvvet sınavlarından biridir. Günahkârlar için Tanrı sevgisi bir mucizedir. Yunanlılar tanrısal bilgi ile insan bilgisizliği arasında niçin böyle bir gerginlikle karşılaşmadılar? Bu iki uçurumu birleştiren köprüler, var olmayan yeni yaratıklar olsalar gerek (Melekler mi? Vahiy mi? Tanrı'nın Oğlu mu?)
Tanrı bir düşüncedir ki her doğruyu eğri hâle sokar, hareketsiz ve ayakta olan her şeyi döndürür. Nasıl? Vakit geçti mi yoksa? Her geçici şey yalan mı ki?
Bunu düşünmek kemiklere baş dönmesi, mideye de bulantı verir: Aslında bu düşünceye sara diyorum ben.
Eski Yunanlıların din duygusunda bizi şaşırtan yan, ondan dolu dizgin fışkıran o bolluk, o minnet bolluğudur: Böylece doğanın ve yaşamın karşısında duran, çok soylu bir insanlar türüdür! Daha sonra, Yunanistan'da budak saldı -Hıristiyanlık hazırlandı.
Buda'nın ölümünden sonra yüzyıllar boyu mağarada onun gölgesini gösterdiler -korkunç ve dehşet verici bir gölgeydi bu. Tanrı ölmüştür ama, insan öyle bir yaratıktır ki, daha binlerce yıl boyunca gölgesi kimi mağaralarda belki hâlâ gösterilecektir. Ya biz? Onun gölgesini de yenmek zorunda kalacağız biz.
Ancak raksedebilen bir Tanrı'ya inanabilirim ben.
Luther: "Bilge insanlar olmasaydı Tanrı'nın kendisi de var olmazdı.", demiş ve doğru demiş. Ama: "Akılsız insanlar olmasaydı Tanrı yine de var olabilirdi.", Luther bunu söylememiş işte.
Bir gün bana şöyle dedi şeytan: "Tanrının dahi kendi cehennemi vardır: bu, insana sevgisidir."
Ve şöyle dediğini işittim geçenlerde: "Tanrı öldü: insana acımasından öldü Tanrı."
Dinlerin Kaynağı Üzerine. - Bir insan nasıl olursa nesneler hakkındaki kendi fikrini vahiy olarak algılayabilir? Bu, dinlerin doğuşu ile ilgili bir sorundur. Bu tür bir olay ne zaman cereyan etmişse, orada olayın gerçekleşmesine uygun bir insan bulunmuştur. Buradaki önkoşul, o kişinin önceden vahye inanıyor olmasıdır. Artık günün birinde birden bire yeni düşüncelerini kazanır. Ve kendi büyük dünyasını ve varlığını kapsayan varsayımın mutlu edici etkisi bilincine öylesine etkileyici bir şekilde girer ki, kendini böyle bir uhrevi mutluluğun yaratıcısı olarak duyumsamaya cesaret edemez ve bunun nedenini ve yine o yeni düşüncenin nedeninin nedenini tanrısına mal eder: tanrısının vahyi olarak. Bir insan nasıl olur da böyle büyük bir mutluluğun yaratıcısı olabilir! -der kötümserin kuşkusu. Buna gizliden gizliye başka manivelalar etki eder: Örneğin insan bir düşünceyi vahiy olarak duyumsamak suretiyle kuvvetlendirir, böylelikle varsayımı ortadan kaldırır, bu düşünceyi eleştiri ve de kuşku ortamından çıkarıp kutsallaştırır. Böylelikle insan kendini her ne kadar bir organona indirgerse de, sonuçta düşüncelerimiz tanrı düşüncesi olarak galip gelir... sonunda galip kalmanın bu duygusu, o aşağılanma duygusuna karşı üstünlük kazanır. Bir başka duygu da arka planda rol alır: Eğer insan kendi ürününü kendisinin üzerine çıkarıp görünürde kendi değerini hesaba katmazsa, yine de her şeyi dengeleyen ve dengelemekten de fazlasını yapan baba sevgisinin ve baba gururunun övgüsünü alır.
Hıristiyanlığın tüm öteki dinlere olan üstünlüğü, bir söze sahip oluşudur (Ne hokkabazlık): Sevgisinden söz eder. Böylece de esinle dolu bir din olmuştur (Oysa öbür iki yaratışında Musevilik dünyaya kahramanca ve destani dinler sunmuştur). Sevgi sözünde öyle belirsiz, öyle coşturucu, anıya ve umuda öylesine hitap eden bir şey vardır ki; en geri zekâlı, en katı yürekli kimseler dahi bu sözün ışıltısıyla yine de bir şey duyarlar. En zeki kadın, en bayağı erkek bu sözü duyunca -hatta aşk tanrısı Eros onları pek avucuna almamış da olsa- tüm ömürlerinin en az bencil anlarını düşünüler. Ve ana babalarının, çocuklarının, yavuklularının sevgilerini tatmamış olan o sayısız insanlar; özellikle cinsel duyguları yücelmiş o erkeklerin hepsi Hıristiyanlıkta bir hazine bulmuşlardır.
Hıristiyanlık dünyayı çirkin ve kötü görmeye; karar verince dünya da çirkin ve kötü oldu.
İlk Hıristiyanlığın istediği biçimdeki inanç; Güneyin o kuşkucu ve özgür düşünceli insanları arasındaki Hıristiyanlığa çoğu kez ulaşan biçimdeki inanç, (o insanlar ki, ardlarında felsefe okullarının yüzyıllarca süren kavgaları vardır ve bu kavgaları içlerinde taşırken üstelik Roma İmparatorluğu'nun hoşgörülü eğitimiyle yetişmişlerdir) işte bu inanç, hiç de o hırçın ve hantal inananların inancı değildir. Nitekim bir Luther, bir Gromwell ya da kuzeyli herhangi başka bir barbar kimse, tanrılarına ve Hıristiyanlıklarına onunla bağlanmışlardır. Daha çok Pascal'ın korkunç olan inancıdır ki, aslın sürekli bir intiharına benzer. -inatçı, dokuzcanlı, kurt gibi kemirici, tek defada ve tek vuruşta öldürülemez bir akıldır o. Hıristiyan inancı daha başlangıçta bir özveridir: Her türlü özgürlüğün, her türlü gururun, her türlü düşünce bağımsızlığının feda edilişidir -ve aynı zamanda da: Kölelik, kendini küçümser -kendini sakatlamadır o.
Tanrılar yalnızca korku yüzünden icat edilmiş değildir: Kudret duygusu düşsel hâle geldiği zaman, varlıklar yaratarak rahatlıyordu.
Her kilise bir Tanrı insanın mezarı dikilmiş taştır: Onun dirilişini zorla önlemeye çalışır.
Tanrı bir düşüncedir ki her doğruyu eğri hâle sokar, hareketsiz ve ayakta olan her şeyi döndürür. Nasıl? Vakit geçti mi yoksa? Her geçici şey yalan mı ki?
Bunu düşünmek kemiklere baş dönmesi, mideye de bulantı verir: Aslında bu düşünceye sara diyorum ben.
Dindeki en derin anlaşmazlık şu: "Kötü insanların dini yoktur."
Hıristiyanlık "doğa kötüdür", diyor. Öyleyse Hıristiyanlığın doğaya aykırı bir nesne olması gerekmez mi? Yoksa o, kendi yargısına uygun olarak, kötü bir nesne olacaktı.
Dünyada, hiç olmazsa dinleri yıkmak için, yeterince din yok.
İnsan en çok kendi Tanrısı'na karşı dürüst davranamaz: Günah işlememeli.
İsa'nın Yaptığı Yanlış. - Hıristiyanlığın kurucusu, insanlara günahları kadar hiçbir şeyin acı çektirmediğini düşünüyordu. Yanlışı bu oldu: Kendini günahsız hisseden, bu noktada deneyimi eksik olan bir kimsenin yanlışı! Nitekim ruhu da olağanüstü ve hayalci bir merhametle doldu, bir kötülüğe doğru yöneldi. Fakat günahı icat etmiş olan kendi ümmeti, böylesi bir hâlden pek seyrek olarak büyük bir kötülüğe uğramışçasına acı çekiyordu. Ne var ki, Hıristiyanlar efendilerine hemen hak verme konusunda anlaştılar ve onun yaptığı yanlışı bir gerçek hâline sokarak kutsallaştırdılar.
Hıristiyanlık ve İntihar. - Hıristiyanlık, oluştuğu sırada hüküm süren büyük intihar salgınından yararlanarak onu kudretinin bir desteği gibi kullandı, yasak olmayan iki intihar tarzına izin verdi ancak. Bunları yüksek bir paye hâline soktu, en büyük umutlarla süsledi, tüm öteki intihar tarzlarına ise korkunç yasaklar koydu: Fakat din uğrunda şehit olmaya ve çile doldururken yavaş yavaş yok olmaya izin vardı.
Çok Yahudi. - Tanrı sevilmek istiyor idiyse adalet dağıtmaktan vazgeçmekle işe başlamalıydı: Bir yargıç, hoşgörür de olsa, sevgiye konu olamaz. Hıristiyanlığın kurucusu bu nokta üzerinde yeteri kadar ince duygulu olamadı; ... Yahudi'ydi çünkü.
Din Savaşı. - Din savaşı yığınların bugüne dek gerçekleştirdikleri en büyük ilerleme olmuştur: Yığınların düşünceleri saygı ile karşıladıklarını kanıtlamıştır çünkü.
İnananların Değeri. - Çarmıha gerilmiş bir zavallı bile olsa bu inanç için herkese cennet vaat eden, ona inanılmasına değer veren kimse, korkunç şüpheyle inliyor ve çarmıha gerilmenin her türünü biliyor olmalı: Yoksa kendisine inananları böyle yüksek bir fiyata satın almazdı.
Kuşkuya Günah Olarak Bakmak. - Hıristiyan çemberi kapamak için elinden geleni yaptı ve şüpheyi günah olarak ilan etti. İnsan akıl olmadan bir mucize tarafından inanca yöneltilmeli ve bundan sonra onun içinde en aydınlık ve en belirgin unsurun içindeymişçesine yüzmelidir. Bir kıyıya bakış, belki de sadece yüzmek için orada bulunulmadığı düşüncesi, anfibik doğamızın hafif bir hareketi bile... günahtır! Bununla inancı nedenlere dayandırmanın ve keza onun kökeni hakkında düşünmenin de günah olarak yasaklandığını görmek gerek. Dalgalar üzerinde kör ve sarhoş olmamız ve bir de edebi bir şarkı, dalgaların içinde ise aklın boğulmuş olması isteniyor!
Tanrı önünde ha! - Ama bu Tanrı öldü artık! Ey yüksek insanlar, bu Tanrı sizin en büyük tehlikenizdi.
Ancak o mezara gireli dirildiniz siz. Ancak şimdi geliyor büyük öğle, ancak şimdi efendi olabilir yüksek insan!
Bu sözleri anladınız mı, ey kardeşlerim? İrkiliyor musunuz ne: yüreğiniz mi sersemleşti? Uçurum mu açılıyor önünüzde? Cehennem köpeği mi havlıyor size?
Acıması, utanma nedir bilmezdi: benim en kirli köşelerime dek sokulmuştu. Bu son derece meraklı, aşırı sokulgan, aşırı acıyan Tanrı, ölmek zorundaydı.
O hep beni görüyordu: ya öc alacaktım bu tanıktan, ya da ölecektim.
Her şeyi, insanı dahi gören Tanrı, -ölmek zorundaydı! İnsan böylesi bir tanığın yaşamasına katlanamaz.
Hıristiyanlık Ölüm Döşeğinde. - Gerçekten aktif insanların içinde artık Hıristiyanlık yok ve düşünsel orta sınıfın daha ılımlı sayılabilecek büyük kısmı sadece uygulanabilir, yani tuhaf bir şekilde basitleştirilmiş bir Hıristiyanlığa inanıyor. Sevgisinde her şeyi bizim için sonunda en iyi olacak şekilde oluşturan bir tanrı; bize erdemimizi, mutluluğumuz gibi alıp veren bir tanrı; öyle ki, her şey hep yolunda ve iyi gidiyor ve yaşamdan hoşnut olmamak, hatta onu suçlamak için bir neden kalmıyor. Kısaca: Teslimiyet ve alçakgönüllülük tanrısallığa yükseltiyor... Hıristiyanlıktan arta kalan en iyi ve en canlı şey. Ne var ki, bununla Hıristiyanlığın yumuşak bir ahlakçılığa dönüştüğünü dikkate almak gerek. Hem sadece "tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük", hem iyilikseverlik ve dürüst zihniyet egemen olacak diye bir inanç arta kalmalı ki: Bu, Hıristiyanlığın can çekişmesinin kolaylaştırılmasıdır.
Hıristiyanlık ve Duygulanmalar. - Hıristiyanlıktan kaynaklanan felsefeye karşı popüler büyük bir protesto da duyulur: Eski bilgelerin aklı, insanlara duygulanımları salık vermemişti, Hıristiyanlık onu onlara geri vermek istiyor. Bu amaca yönelik olarak filozofların yorumladığı şekliyle -aklık duygulanım üzerinde galibiyeti biçiminde- erdemin ahlaksal değerinin bütününü inkâr ediyor, akıllılığı tamamen mahkum ediyor ve duygulanımları kendilerini en büyük güçle ve haşmetle dışa vurmaları için kışkırtıyor: tanrıyı sevme, tanrıdan korkma, tanrıya fanatik biçimde inanma, tanrıdan körü körüne umutlanma olarak.
Brahmanlık ile Hıristiyanlık. - Kudret duygusu reçeteler var: Bir kez bunlar kişilerin kendilerine hakim olabilmeleri için ve bu sayede çok önceden beri güç duygusu ile birlikte olanlar için var. Birinci tür insanlara Brahmanlık, ikinci tür insanlara Hıristiyanlık özen gösterdi.
"Peki ormanda ne yapıyor ermiş?" diye sordu Zerdüşt.
Ermiş cevap verdi: "Türküler düzüp söylüyorum ve bu türküleri düzerken, gülüyor, ağlıyor ve mırıldanıyorum: böyle övüyorum Tanrıyı.
Türkü söyleyerek, ağlayarak, gülerek ve mırıldanarak övüyorum benim Tanrım olan Tanrıyı. Peki sen armağan olarak bize ne getiriyorsun?"
Zerdüşt bu sözleri işitince, ermişi esenledi ve dedi: "Ne vereyim ben size! Çabucak gideyim de bir şey almayayım sizden!" -ve ayrıldılar böylece, yaşlı adamla Zerdüşt, iki çocuk gibi gülüşerek.
Ama Zerdüşt yalnız kalınca, şöyle dedi gönlüne: "Nasıl olur! Bu yaşlı ermiş, Tanrının öldüğünü daha işitmemiş ormanında."
Bir zamanlar Tanrıya karşı işlenen günah en büyük günahtı, ama Tanrı öldü, onunla birlikte öldüler o günahkârlarda.
Ve Tanrılarını, insanları çarmıha germekten başka türlü sevmeyi bilmiyorlardı!
Çarmıha gerilen İsa'ya karşı şarap tanrısı Dionysos. Çelişme burada; öldürülmelerinde hiçbir fark yok ama, anlamı ayrı: İkinci durumda yaşamın kendisi, onun sonsuz bereketliliğini, sonsuzdönüşü, acı çekmeyi, yıkılmayı, yok olma iradesini gösterir. Birinci durumda ise İsa'nın çektiği acı ve onun masumluğu, yaşam aleyhinde tanıklık eder ve onun mahkumiyetine neden olur. Anlaşılacağı üzere sorun, acının anlamındadır: Bir Hıristiyanca anlam, bir de trajik anlam. Birincisi kutsallığa; ikincisi ise büyük bir acıyı haklı göstermek için oldukça kutsal sayılacak bir varlığa yol açar.
Trajik insan ise, bu ölümlü dünyadaki en mutlu kaderi bile inkâr eder: Acizdir, yoksuldur, yaşamdan tüm biçimleri altında acı duyacak kadar biçaredir.
Çarmıhtaki Tanrı, yaşam üzerinde ağır basan bir lânetlemedir; bundan kurtulunması gerektiğini gösteren bir işarettir.
Paramparça doğranan Dionysos ise bir yaşam umududur: Sonsuza dek yeniden doğar, kendisinin yok oluşundan tekrar doğar o.
Yalvarırım kardeşlerim, dünyaya bağlı kalın; size dünyadakinden üstün umutlardan sözedenlere inanmayın! Bilerek ya da bilmeyerek, sizi zehirliyorlar onlar.
Ve diğer taraftan Hıristiyan meditasyonunun ve kavrayışının mirasçıları olmak istiyoruz...
...tüm Hıristiyanlığı bir hiper-Hıristiyanlıkla aşmak ve ondan kurtulmakla yetinmemek...
Artık Hıristiyan değiliz. Hıristiyanlığı aştık, çünkü çok uzakta değil de çok yakınında yaşadık ve özellikle çünkü Hıristiyanlığın içinden çıktık: Aynı zamanda hem daha sert hem de daha nazik olan dindarlığımız bizim bugün hâlâ Hıristiyan olmamızı engelliyor.
Eğer zevkle verirlerse inananların verdiği şöyle bir kararı kim kabul etmek istemez ki: "Bilim gerçek olamaz, çünkü tanrıyı inkâr ediyor. O halde tanrıya dayanmıyor. Bu durumda gerçek değil"... çünkü tanrı gerçektir. Yanlış, kararda değil, önkoşuldadır. Nasıl mı? Eğer aslında gerçek olmasaydı ve aslında bu ispatlansaydı? Eğer o insanların kendini beğenmişliği, iktidar hevesi, sabırsızlığı, korkusu, baştan çıkma ve dehşet kuruntusu olsaydı?
Kesin Çürütme Olarak Tarihi Çürütme. - Vaktiyle tanrının olmadığı kanıtlanmaya çalışılıyordu... bugün tanrının olduğu inancının nasıl ortaya çıkabildiği ve bu inancın neyle ağırlık ve önem kazandığı gösteriliyor. Böylece tanrının olmadığı konusunda karşı kanıta gerek kalmıyor. -Eskiden ortaya konan "tanrının varlığının kanıtları" çürütüldüğü zaman, bu çürütülenlerden daha iyi deliller bulunamaz mı diye hâlâ bir şüphe vardı. Eskiden ateistler işi kesin bir şekilde çözmeyi bilmiyorlardı.
Çok Şarklı. - Ne? İnsanları kendisine inanmaları koşuluyla seven bir tanrı ha? Bu sevgiye inanmayanlara korkunç gözlerle bakan, tehditler savuran bir Tanrı! Ne yani! Her şeye kadir bir Tanrı duygusu saklı kalmak koşuluyla bir sevgi! Onur duygusunu da, öcalma susamışlığını da altedememiş bir sevgi! Ne kadar Şark'a yaraşır şeyler bütün bunlar! "Seni seviyorsam sana ne bundan?" İşte bir söz ki bütün Hıristiyanlığı eleştirmeye yeter.
***************************
DEVLET-HALK
Hizmet ediyorum, hizmet ediyorsun, hizmet ediyoruz, işte bu 'yönetenlerin' iki yüzlü ezgisidir. Ve ilk sahibi, ilk hizmetkâr olanların vay haline.
Dürüsttürler, başkalarına karşı yumuşak başlıdırlar, kum taneleri birbirlerine karşı da dürüst ve yumuşak başlıdırlar. Kimsenin onlara bir kötülük yapmaması için, başkalarına karşı çok ince davranır ve iyilik yaparlar.
Güçten ve canlılıktan yoksun oldukları için hizmet severlerdir. Sonuç olarak 'korkaklığa' erdem derler."
Devlet mi? Bu da ne? Hadi! Kulaklarınızı açın, halkların ölümü ile ilgili sözlerimi söyleyeceğim size şimdi.
Devlet, soğuk canavarların en soğuğudur. Kılı kıpırdamadan yalan söyler; şu yalan dökülür ağzından: "Ben, Devlet, halkın kendisiyim."
Yalan! Halkları yaratıcılar yarattılar, üzerlerine bir inançlar bir sevgi astılar: Yaşama da böyle hizmet ettiler.
Fakat yıkıcılar kalabalığa tuzaklar kuruyorlar -bunun adına da Devlet diyorlar: Kalabalığın, üzerine bir kılıçla yüz arzu asıyorlar.
Halk -hâlâ nerede varsa- Devlete inanmıyor; kem göz gibi törelerle yasalara karşı işlenmiş bir günah gibi nefret ediyor ondan.
Şu işareti veriyorum size: Her halkın iyi ilke kötüyü anlatan kendi dili vardır; komşusu bu dili anlamaz. Her halk töreleriyle yasaları için kendine öz bir dil yaratmıştır. Fakat Devlet iyi ile kötüyü anlatan tüm dillerde yalan söyler; söylediği her şey yalandır -ve elindeki her şeyi çalmıştır.
Ondaki her şey sahtedir: Çaldığı dişlerle ısırır bu hain hayvan. Ondaki her şey sahtedir -sevgisi bile.
Devletin işareti olarak veriyorum size bu işareti: İyi ile kötünün dillerini birbirine karıştırır o. Gerçekten de bu işaret bir ölüm iradesi gösterir! Gerçekten de bu işaret ölüm vaizlerine bir çağrıdır.
Devlet eski Tanrı'yı yenmiş olan sizleri de anlayama çalışır kuşkusuz! Savaşmaktan bezdiniz şimdi; bezginliğiniz de yeni putun hizmetine giriyor.
Devletin bittiği yerde ancak orada gereksiz olmayan insan başlar: Gerekliğin türküsü, o tek ve eşsiz nağme orada başlar.
Devletin bittiği yerde -baksanıza kardeşlerim! Üstün insanın gökkuşağı ile köprülerini görmüyor musunuz?
Halk büyük olanı, yani yaratanı güç anlar. Ama büyük nesnelerin tüm temsilcileri, tüm komedyacıları içinde bir görüşe sahiptir.
Dünya yeni değerler bulanların çevresinde döner: -ama görünmez bir tarzda döner. Fakat komedyacının çevresinde halkla şan döner, şeref döner! Dünyanın gidişi böyle.
"Hizmet ediyorum, hizmet ediyorsun, hizmet ediyoruz" -işbaşındakiler iki yüzlülükle bu mavalı okurlar hep -ilk efendisi, ilk kölesi olanların vay haline.
Devlet de senin gibi iki yüzlü köpeğin biridir; senin gibi, o da sever dumanla ve böğürtüyle konuşmayı, -senin gibi gerçeğin karnından konuştuğuna inandırmak için.
Devlet ya da örgütlenmiş ahlâksızlık -içeride: Polis, mahkemeler, sınıflar, ticaret, aile; dışarıda: Kudret iradesi, savaş, fetih, öç alma.
Sınıf kavgasının artık geçmiş ve kişiler arasında hiyerarşi zamanının nihayet gelmiş olmasından Zerdüşt mutludur. Demokratikeşitleştirmeye karşı duyulan hınç, ancak ilk dönemdir; gerçekte Zerdüşt buna erişilmiş olmasından çok mutludur. Şimdi görevini yapabilir artık.
O zamana değin öğrettikleri ancak geleceğin egemen sınıfına hitap ediyordu. Dünyanın bu efendileri şimdi Tanrı'nın yerine geçmeli ve egemenlikleri altına aldıkları kimselerin tam güvenini kazanmalıdırlar. Ve her şeyden önce de kendi yeni kutsallıklarını, mutluluktan ve rahatlıktan vazgeçişlerini sağlamalıdır. Böylece de kendilerine değil, daha acizlere mutluluk umudunu sunmuş olurlar.
Anarşi çağına giriyoruz: -fakat bu çağ aynı zamanda en akıllı ve en özgür bireyliklerin çağıdır. Düşüncenin görülmedik gürbüzlüğü gittikçe artmaktadır. O zamana dek töre ilk ahlâkın vb... önlediği, dehanın çağıdır bu.
Anarşistlerin Ürünü Olarak Devlet. - Buyruk altına alınmış insanların ülkelerinde hâlâ yeteri kadar çağdışı ve buyruk altına alınmamış insanlar var: Şimdilerde bular hiçbir yerde olmadığından çok sosyalist kampta toplanıyorlar. Eğer bir gün bunlar yasa koyucu duruma gelirlerse, kendilerini demir zincire vurup korkunç disiplin uygulayacakları beklenebilir: -onlar kendilerini tanıyorlar! Ve bu yasaları kendilerinin koyduğunun bilinciyle onlara katlanacaklar... kudret duygusu ve bu kudretin duygusu, onlar için uğruna her şeye katlanacak taze ve çekicidir.
Avrupa, gerileme hâlinde bir âlemdir. Demokrasi, devletin gerilemiş biçimidir.
Çalışkan ırklar tembelliğe çok güç katlanırlar: İngiliz iç güdüsü çok ustaca bir iş yaparak halk yığınlarında pazar gününü kutsallaştırmıştır ve öylesine sıkıcı hâle getirmiştir ki, İngiliz farkında olmadan hafta içinde çalışmaya can atmaktadır.
Günün birinde işçiler bugün burjuvaların yaşadıkları gibi yaşayacaklar. Onların üzerinde kast yaşayacak: Belirli farkı da gereksinmelerinin yokluğu olacak; kudreti elinde tuttuğundan daha sade, daha yoksul olacak.
Kudret iradesi şu durumlarda ortaya çıkar:
a) Zulüm görenlerde, tüm kölelerde, özgürlüğü ele geçirme iradesinde; amaç, kurtuluşun elde edilmesinden ibaret görünmektedir (ya da meramımı dinsel ve ahlâksal terimlerle anlatmış olmak için: "Yalnız vicdanına karşı sorumlu olmak", "İncil'deki gibi hürlük", vb.).
b) Kudrete doğru yol alan daha güçlü ırkta, egemenlik iradesinde. Bu amaca hemencecik erişilemedimi "adalet", yani "egemen sınıfla hak eşitliği" istemekle yetinilir.
c) En güçlülerde, en zenginlerde, en yiğitlerde, en bağımsızlarda, "insanlık", "halk", İncil, gerçek, Tanrı altında: İnandırmaktan, sürüklemekten, hizmetine almaktan, daha büyük bir kudretli yığınla iç güdüsel olarak birleşip ona bir yön vermekten hoşlanılır: Kahraman, Peygamber, Hükümdar, Kurtarıcı, Önder (cinsel sevginin de yeri vardır bunda): Onun istediği, özverili bir sevecenlik, dış görünüşü altında egemen olmak, sahip olmaktır.
"İnsan" tipinin her yükselişi o zamana dek aristokratik bir toplumun eseri olmuştur - daima da öyle olacaktır...
Sınıflar ayrımından ve egemen sınıfın uyrukları ile araçları üzerindeki sürekli ve kibirli bakışından çıkan uzaklık düşüncesi olmasaydı; buyurma ile buyruk dinleme işi sürekli olarak yapılmasaydı; şu uzakta ve aşağı tutma alışkanlığı olmasaydı çok daha esrarlı olan şu öteki duygu da gelişemeyecekti: Mesafeleri ruhun içinde çoğaltma bakımından daima beslenen yeni arzu; her zaman daha yüksek, daha nadir, daha uzak, daha gergin, daha geniş hallerin gelişmesi; kısaca "insan" tipinin yükselmesi; ahlâksal bir formülü ahlâk üstü anlamda kullanarak söyleyelim, o sonsuz "kendini aşma, geçme" de olmayacaktı.
Gerçekten, aristokratik bir toplumun kökleri (dolayısıyla da "insan" tipinin yükselişinin koşulu) üzerinde insanca düşlere kapılmamak gerektir: Gerçek acıdır.
Devrim, Napoleon'u mümkün kıldı; bu da onu haklı gösterir.
Bir kölelik hâli meydana geliyor - bakalım bir de aristokrasi meydana gelsin.
Endüstriyel düşüncenin aristokratik düşünceye baskın çıktığı her yerde kadın, bir ticarethane memurunun ekonomik yasal bağımsızlığına eğilim göstermektedir: "Ticarethane memuru olarak kadın", oluşan yeni toplumun kapısında durmaktadır. Böylece yeni haklar elde ederek, "efendi" olmaya çabalayarak, bayrakları ile flamaları üzerine "ileri" sözcüğünü yazarak kadın, korkunç bir açıklıkla, ters sonuca ulaşmaktadır. Gerilemektedir o. Fransız Devrimi'ndan bu yana kadının nüfuzu, haklarının ve isteklerinin artışına göre ters orantılıdır.
Ayrı Duranlar. - Parlâmentarizm, yani beş tane politik düşünce arasından birini seçmek için verilen resmî izin, bağımsız ve kişisel görünmekten, kendi düşünceleri uğurunda savaşır görünmekten çok hoşlanan bir sürü insanın özellikle hoşuna gider. Fakat aslında sürüye tek bir düşünceyi zorla kabul ettirmek ya da beş tanesi arasında seçim yapmasına izin vermek o kadar önemli değildir; bu beş düşünceden hiçbirini paylaşmayan ve herkesten ayrı duran kişi, büyün sürüyü aleyhine çevirir her zaman.
Avrupa'daki demokratlaştırma aynı zamanda zorbaların türemesine elverişli bir ortamın istenmeksizin yaratılması demektir -zorba sözü ise her anlama, hatta en aydınca anlama dahi gelebilir.
Ulaştırma serbestliği ile aynı nitelikteki insan grupları bir araya gelip topluluklar kurabileceklerdir. Ulusların aşılması demektir bu.
Emekçi sınıfı erdemde olduğu gibi, kültürde de bizi kolayca geçebileceğini anladığı gün vah hâlimize.
Fakat bunu anlayamazsa, işte asıl o zaman vay hâlimize.
Bir efendi ahlâkı, bir de köle ahlâkı vardır.
İyi ve sağlam bir aristokrasinin esası kendini (krallığın olsun, topluluğun olsun) işlevi değil, onların anlamı, onların en yüksek kanıtı olduğunu hissetmesidir.
Kişiyi değil de, sürüyü bir erek hâline sokmak, büyük hatadır. Sürü bir araçtır, başka şey değil. Oysa şimdi yüksek bir aşama verilmek isteniyor -vahim anlaşmazlık! Bir başka hata da şu: Bizi sürü hâline sokan nesneyi, sempati duygularını, kendimizdeki en kıymetli şeylermiş gibi değerlendirmek.
Sınıflar ayrımından ve egemen sınıfın uyrukları ile araçları üzerindeki sürekli ve kibirli bakışından çıkan uzaklık düşüncesi olmasaydı; buyurma ile buyruk dinleme işi sürekli olarak yapılmasaydı; şu uzakta ve aşağı tutma alışkanlığı olmasaydı çok daha esrarlı olan şu öteki duygu da gelişemeyecekti: Mesafeleri ruhun içinde çoğaltma bakımından daima beslenen yani arzu; her zaman daha yüksek, daha nadir, daha uzak, daha gergin, daha geniş hallerin gelişmesi; kısaca "insan" tipinin yükselmesi; ahlâksal bir formülü ahlâk üstü anlamda kullanarak söyleyelim, o sonsuz "kendini aşma, geçme" de olmayacaktı.
Gerçekten, aristokratik bir toplumun kökleri (dolayısıyla da "insan" tipinin yükselişinin koşulu) üzerinde insanca düşlere kapılmamak gerektir: Gerçek acıdır.
Yeni filozof ancak egemen bir sınıfa bağlı olarak doğabilir.
Politikaya atılan bilginlere genellikle komik bir rol verilir. Bir politikanın iyi vicdanı olmak.
Mümkün Olduğunca Az Devlet! - Bütün siyasi ve ekonomik olayların hiçbiri aslında en yetenekli kafaların uğraşmasına ve uğraşmak zorunda olmasına değmez. Geçekte, tinin bu tür kullanıma olağanüstü durumdan daha kötüdür. Geri kafalara uygun iş alanları var ve öyle de kalacak ki, bu iş alanlarında, geri kafalılardan başkasının çalışmaması gerekir: Keşke makine parçalanıp dağılsa! Ancak, şimdi olduğu gibi sadece herkesin her gün bundan dolayı bilmek zorunda olduklarına inanmayıp, her bir kişinin de her an bunu için çalışmak istemesi ve bu sırada kendi işini ortada bırakması, büyük ve komik bir çılgınlıktır. "Genel güvenlik" bu fiyatla çok pahalıya ödeniyor: Ve en çılgın olanı da sevgili yüzyılımızın ispatlamaya çalıştığı gibi, insan bununla ayrıca genel güvenliğin karşıtına ortaya çıkarıyor olmasıdır: Sanki şimdiye kadar hiç ispatlanmamış gibi! Toplumu hırsızlığa karşı güvenli, ateşe dayanıklı kılmak ve her türlü alışveriş ve değişiklik için sonsuz rahatlık vermek, devleti iyi ve kötü anlamda bir tür yazgıya dönüştürmek... bunlar düşük, vasat ve büsbütün vazgeçilmez hedefler değildir; bu hedeflere ulaşmak için insanın esasen var olan en yüce araç ve gereçlerle çabalamasına gerek yoktur. -aslında bu araçların en yüce ve en nadir amaçlar için saklanması gerekirdi! Ekonominin bu denli çok konuşulduğu çağımız bir savurgandır: En değerli şey olan tini israf ediyor.
Yıkıcıdırlar, nicelere tuzak kuranlar ve buna devlet diyenler: onların üstüne bir kılıç ve yüz arzu asarlar.
Nerde daha ulus varsa, orda devlet anlaşılmaz; kem göz ve yasalara, törelere karşı işlenmiş bir günah sayılarak ondan nefret edilir.
Size şu belirtiyi veririm: her ulus kendi iyilik ve kötülük diliyle konuşur: komşu anlamaz bunu. O, dilini yasaları, töreleri içre yaratmış kendine.
Fakat devlet bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyler; ve ne söylese yalandır, -ve nesi varsa hepsi çalmadır.
Düzmedir onda her şey; çalınmış dişlerle ısırır bu ısırgan. Barsakları bile düzmedir onun.
İyilik ve kötülük dillerinin karışıklığı: devletin belirtisi olarak bu belirtiyi veririm size. Gerçek, ölüm istemini gösterir bu belirti! Gerçek, ölüm vaizleri çağırır o!
Gereğinden arta insan doğuyor: gereksizler için yaratılmıştı devlet!
Hele bakın devlet nasıl ayartıyor bu gereksizleri! Nasıl yutuyor, çiğniyor da çiğniyor onları!
(...)
Devlet derim ona, herkesin ağı içtiği yere, iyilerin ve kötülerin: devlet, herkesin kendini yitirdiği yer, iyilerin ve kötülerin: devlet, herkesin ağır ağır kendi canına kıymasına "hayat" denen yer.
Düşüncenin çok büyük gücünün bir ürünü olan makine, onu işletenlerde hemen hemen yalnız en aşağı ve düşünceden en yoksun güçleri harekete getirmektedir. Şu da var ki, o olmasaydı uyuyacak olan bir sürü güçleri ayaklandırmaktadır ama yükselmek, daha iyisini yapmaktadır. İnsanı çalışkan ve tek biçimli yapmakta, bu ise zamanla ruhta bir tepki, umutsuzca bir sıkıntı yaratmaktadır ki, bu yüzden ruh, tembelce ve değişik eğlenceler arzulamayı öğrenmektedir.
"Halk"la "aynı düşüncedekiler topluluğu"nu ayırd etmek gerek: Birincisinin hoşuna gitmek için günümüzde şarlatan olmak gerekiyor; ikincisinin hoşuna gitmek içinse en azından usta olmak isteniyor! Bu yüzyılın "deha"ları bu ayrımı anlayarak her iki alanda da büyüklük göstermişlerdir: Örneğin, Victor Hugo ile Richard Wagner'in büyük şarlatanlığı; ama bu, gerçek bir ustalıkla at başı beraberdir ve sanat konusunda en ince zevklileri bile hoşnut eder. Büyüklük noksanı da bundan doğuyor: Bu kişiler en kabaların ya da en incelerin ihtiyaçlarını giderdiklerine göre görüş değiştiriyorlar.
İçimizden kendi kendimize yaptığımız konuşmalarda başkalarının onurunu pek korumuyorsak, halk içinde pek dürüst kişiler değiliz demektir.
Elimizde kudret olmadığı sürece özgürlük isteriz. Fakat, elimizde kudret olunca üstünlük isteriz. Başarı kazanamazsak (çok âcizsek), "adalet" yani eşit bir kudret isteriz.
Soylu sınıf aslında daima barbar sınıf olagelmiştir: İlkin üstünlüğü beden gücünde değil ruh gücündeydi: Söz konusu olan, en tam insanlardı (bu ise bütün derecelerde "en tam hayvanlar"la aynı anlamdadır)
Bir demokrasi dönemi aktörü göklere çıkarıyor -Atina'da bugünkü gibi.
İnsanın evrensel ölçüde soysuzlaşması. Budala toplumcuların ülküsü olan bu "geleceğin insanı"na dek düşüş; insanın sürünün kusursuz hayvanı hizasına (ya da onların dedikleri gibi: Özgür toplumun insanına) dek inerek böyle küçülüşü; insanın eşit haklarla eşit iddialara sahip pigme-hayvanlar derecesine dek inerek böyle hayvanlaşması mümkündür kuşkusuz! Fakat bu olanağı en son neticelerine dek izleyen kimse içinden, başkalarının bilmedikleri bir tiksintinin ve belki de yeni bir görevin yükseldiğini duyar.
Parti Cesareti. - Zavallı koyunlar kılavuzlarına: "Sen hep önde git. Böylece seni takip etme cesaretini asla yitirmeyeceğiz." derler. Ama zavallı kılavuz kendi kendine düşünür: "Hep beni takip edin. Böylece size yol gösterme cesaretimi hiçbir zaman yitirmeyeceğim."
Avrupalı denen şu insan kokteyli -ki aslında epey çirkin bir halk adamıdır!- mutlaka bir giysiye ve gardrop olarak kullandığı tarihe muhtaçtır. Hiçbir giysinin de kendisine gerçekten uymadığını farkediyor tabiî ve değiştiriyor, boyuna değiştiriyor.
Şu Avrupalıları, şu sürü hayvanlarını mutlak bir efendi olarak yönetecek bir varlığın ortaya çıkması ne nimet, dayanılmaz bir baskıdan ne kurtuluş! Napoleon'un gelişinin yaptığı etki, bunun son büyük kanıtıdır.
Delilik, kişide seyrek görülen bir nesnedir: Gruplar, partiler, halklar, çağlar için ise bir kural hâlindedir.
Kolay yaşamak, istiyor musunuz? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut.
***************************
AHLAK
Üç olumlama.
Bayağı olan, üstündür ("Bayağı adam" itiraz eder). Doğaya aykırı olan, üstündür. (Dejenere itiraz eder). Orta olan, üstündür (Sürü "aşağılık"lar itiraz eder). Ahlâk tarihinde bir kudret iradesi böylece ifade edilmiş olur ki, bununla bazen köleler, bazen de orta değerdekiler, kendi işlerine gelen yargı değerlerini üstün kılmaya uğraşırlar.
Bu ölçüde, ahlâk olayı biyoloji açısından çok tehlikelidir. Ahlâk şimdiye dek -bu sözlere verilen anlam ne olursa olsun- egemenlerin ve onların özgül içgüdülerinin zararına olarak, başarılı ve güzel mizaçların zararına olarak, bağımsızlarla ayrıcalık sahiplerinin olarak gelişmiştir.
Demek ki ahlâk, üstün bir tiper ulaşmak için doğanın yaptığı çabalara karşı bir tepkidir; ahlâkın etkisi şunlardır: Yaşamın eğilimleri özellikle ahlâka aykırı görüldüğü ölçüde, yaşama karşı kuşku -(üstün değerler üstün içgüdülere aykırı görüldüğü ölçüde) saçmalık ve mantıksızlık; "üstünmizaçlar"da çatışma bilinçli hâle geldiğinden bunların soysuzlaşması ve intiharı.
Ahlâk dünyasıda yuvarlaktır! Ahlâk dünyasının da kutupları vardır! Kutupların da var olmaya hakları vardır! İş kalıyor bir başka dünyayı -ve daha bir çoklarını- keşfetmeye! Hadi bakalım, sizler de yola çıkın, filozoflar!
Gizemsel izahlar derin sanılır; doğrusu şu ki, yüzeysel bile değildir onlar.
"Doğru" deyince bu zihnimde kesinlikle yanlışın tersini değil, fakat sadece en esaslı hallerde çeşitli yanlışların birbirlerine oranladurumlarını gösteriyor...
Ahlakın kendi kendini yok etmesi hangi ölçüde hâlâ kendi gücünün kanıtıdır? Biz Avrupalılar; içimizde inançları için ölen kişilerin kanı var: Ahlakı korkunç bir biçimde ciddiye aldık: Ona feda etmeyeceğimiz hiçbir şey yoktur. Diğer taraftan entellektüel titizliğimiz bilinçlerin yarılıp açılmasına dayanmaktadır. Eski toprakları bir kez terk ettikten sonra hangi yöne gideceğimizi bilmiyoruz. Ama bu toprak bile bize, şimdi bizi uzaklarda serüvene, hâlâ keşfedilmemeş ve sömürülmemeş uzak ülkelerdoğru iten gücü vermiştir: Tercih hakkımız yok, fethedenler olmamız gerekir, çünkü artık "kalmayı" umduğumuz bir vatana sahip değiliz. Gizli bir olumlama, tüm olumsuzlamalarımızdan daha güçlü bir olumlama bizi itiyor. Gücümüzün kendisi bize, bu eski ve parçalanmış toprakta kalmamıza izin vermiyor: Çıkışı tehlikeye atıyoruz, kendimizi de tehlikeye atıyoruz, kendimizi de tehlikeye atıyoruz: Dünya hâlâ zengin ve bilinmezdir ve cılız ve zehirli hale gelmektense batmak daha iyidir. Gücümüz bizi yukarı denize, bugüne kadar tüm güneşlerin battığı noktaya doğru iter: Yeni bir dünyanın varolduğunu biliyoruz...
Dış görünüşe göre gerçeğin daha değerli olduğunu düşünmek sadece ahlâksal bir ön yargıdır; en esassız bir var sayımdır hatta. Şunu kendimize itiraf gerek: Yaşam temel olarak perspektif değerlendirmelerine ve perspektif görünüşlerine sahip olmasaydı, yaşam diye bir şey olmazdı. "Dış görünüşler âlemi" (kimi filozofların erdemli heyecanları ve hödükleriyle) tümden yokedilmeye kalkışılsaydı (bunun mümkün olduğunu varsaymak koşuluyla). "Gerçek" diye bir şey kalmazdı artık. Hatta "gerçek"le "doğru" arasında esaslı bir çelişme olduğunu var saymaya kim zorluyor bizi?
Düşünüldüğünde ne kadar çok yeni ideal mümkün olur! İşte, aşağı yukarı beş haftada bir, yabanıl ve yalnız bir gezinti sırasında, suçlu bir mutluluğun mavi saatinde yakaladığım küçük bir ideal. Yaşamı kırılgan saçma şeylerin arasında geçirmek; gerçeğe yabancı kalmak! Yarı-sanatçı, yarı-kuş veya metafizikçi; zaman zaman, bir dansçı gibi gerçeği parmak ucuyla yoklamak dışında, gerçeğe ne evet ne de hayır diyebilmek: Mutluluk güneşinin ışınlarıyla gururunun okşandığını her zaman hissetmek; neşeli olmak, acının uyardığını hissetmek, çünkü acı mutlu insanı besler; tonlarca ağır bir kafanın, yerçekimini kafasının ideali tabii ki budur.
Tüm eski ahlakın mirasçıları olmak istiyoruz, yeniden başlamamalıyız. Tüm etkinliğimiz eski biçiminin aleyhine dönen ahlaktır.
Ve insan türü zaman zaman şunu ilan etmekten hiç geri kalmamıştır: "Gülmeye asla hakkımız olmayan şeyler vardır!" Ve insanseverlerin en ileri görüşlüsü şunu ekleyecektir: "Yalnızca gülüş ve coşkulu bilgelik değil, aynı zamanda trajik olanla onun yüce akıldaşlığı da türün korunma araç ve gereksinimlerine dahildir" - Ve o halde! o halde!
Ahlak, bıkkınlıktır.
Ve tüm bunlara inanıldı! Ve ahlak adı verildi! Bu iğrençliği yok edin!
Beni anladınız! Dionysos Çarmıhtaki İsa'ya karşı...
Bugüne değin iyi ve kötü üzerine en berbat düşünceler ortaya kondu. Bu, her zaman çok tehlikeli bir şey oldu. Vicdan, iyi bir şöhret, cehennem; durumuna göre polisin bizzat kendisi önyargısızlığa izin vermiyordu ve vermiyor. İşte günümüz ahlakı üzerine, her otorite karşısında alınan tavırda olduğu gibi, düşünmemek, pek de konuşmamak gerekiyor. Burada itaat edilir! Dünya var olduğundan bu yana hiçbir otorite kendisinin eleştiri konusu yapılmasına istekli görünmemiştir. Hele ahlakı eleştirmek, ahlakı bir sorun, sorunlu bir şey olarak ele almak: Nasıl olur? Bu ahlak dışı değil miydi -şimdi değil mi?- Ama ahlak, kendisinden eleştiren elleri ve işkence aletlerini uzak tutmak için sadece her türlü korku aracına hükmetmekle kalmaz: Onun güvencesi, kullanmasını çok iyi bildiği bir tür göz boyama sanatında yatar, -nasıl "coşturacağını" bilir. Sık sık, tek bir bakışla eleştirici iradeyi felç etmeyi, hatta kendi tarafına çekmeyi başarır. Onun kendine karşı tavır almasını başardığı durumlar da var: Bunun sonucunda irade, tıpkı bir akrep gibi kendini sokar. Ahlak, ta başlangıçtan veri ikna etme sanatındaki bütün şeytanlıkları bilir. Bugün bile onun yardımına başvurmayan hiçbir konuşmacı yoktur.
Hâlâ günaha inanıyor olmak korkunçtur, aksine, binlerce kez yinelemek zorunda kalsak da yaptığımız her şey masumdur.
Yıldız Ahlâkı. - Sen ki yörüngene bağlısın, nene gerek gece, a yıldız! Zamanın içinde mutlulukla dön git! Aldırma zamanın güçlüğüne, çetinliğine! Dünyaların en uzağına gidecek ışığın: Acımak, günah olsa gerek senin için. Tek bir yasan var: Temiz olmak, duru olmak!
Bir yargının yanlışlığı bizim için bu yargıya karşı çıkma değildir; en acayip düşüncemiz de belki budur işte. Tek sorun bu yargının yaşamı hangi ölçüde sürdürdüğünü ve hatta belki de geliştirdiğini bilmektir.
Bir inancı sırf âdettir diye kabullenmeye namussuzluk, korkaklık, tembellik denir. Şu hâlde namussuzluk, korkaklık, tembellik ahlâkın önsel'i olsalar gerek.
Soylu insan, bir değerler yaratıcısıdır.
Ben Yunan ahlâkını o zamana kadarkinin en yükseği sayıyorum. Onun bedensel ifadeyi en yüksek noktaya ulaştırması da bunu kanıtlıyor bana. Fakat Yunan ahlâkı derken ben, filozoflarınkini değil de, halkın gerçek ahlâkını söylemek istiyorum.
Son olarak da, suçlu ne yaptığını gerçekten bilseydi, ancak suçlamaya ve cezalandırmaya hakkımız olduğu takdirde bağışlamaya da hakkımız olacaktı. Fakat bu hakka sahip değiliz.
Bu romantiklerin inançları yok artık. Şimdi de hiç değilse her şeyin nasıl geçip gittiğini gözlemek istiyorlar. Bunu da "sanat sanat içindir", "nesnellik" vb... diye adlandırıyorlar.
Bugünün Avrupalısının bilincini inceleyen herkes, bir manevi kıvrımdan, bir manevî kıyı bucaktan hep aynı buyruğu çıkaracaktır: Korkunun buyruğu, sürünün buyruğudur bu: "Biz istiyoruz ki bir gün artık korkulacak hiçbir şey olmasın!"
Bir gün -bugüne götüren irade ile yola Avrupa'nın her yanında "ilerleme" deniyor şimdi.
Vurun, kırın iyilerle doğruları! Ey benim kardeşlerim, anladınız mı bu sözü?
İyilere bakın! Doğrulara bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Değer verdikleri şeylerin yazılı olduğu levhayı kırandan, kırıcıdan, caniden: -ama bu, yaratıcıdır.
Tüm inançların inananlarına bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Değer verdikleri şeylerin yazılı olduğu levhayı kırandan, kırıcıdan, caniden: -ama bu, yaratıcıdır.
Ruhun artık efendi ve tanrı saymak istemediği o büyük ejder nedir? Bu ejderin adı "Yapmalısın"dır. Oysa aslanın ruhu "istiyorum" der.
"Yapmalısın," altında parıl parıl durur onun yolunda, -pullarla kaplı bir hayvan, her pulun üstünde de altından bir "Yapmalısın" parıldar.
Binlerce yıllık değerler bu pulların üstünde parıldar ve şöyle der ejderlerin en zorlusu: "Nesnelerin bütün değerleri bende parıldar.
Bütün değerler çoktan yaratılmış ve bütün yaratılmış değerlerim ben. Gerçek, "İstiyorum" diye bir şey olamayacak artık." Böyle der ejder.
Kardeşlerim, ruhta aslanın ne gereği var? Gönlü tok ve saygılı yük hayvanı neden yetmez?
Yeni değerler çoktan yaratılmış ve bütün yaratılmış değerlerim ben. Gerçek, "İstiyorum" diye bir şey olamayacak artık." Böyle der ejder.
Kardeşlerim, ruhta aslanın ne gereği var? Gönlü tok ve saygılı yük hayvanı neden yetmez?
Yeni değerler yaratmak, -aslanın dahi elinden gelmez bu: ama yeni bir yaratma için kendine özgürlük yaratmak, -işte buna yeter aslanın gücü.
Yeni bir gurur öğretti bana ben'im, insanlara öğretiyorum bunu: başımı artık göksel nesnelerin kumuna gömmeyi, yeryüzüne anlam veren, yersel bir baş olarak özgür taşımayı onu!
Yeni bir istem öğretiyorum insanlara: insanın körü körüne yürüdüğü o yolu istemeyi ve ona iyi demeyi, sayrılar ve ölenler gibi sıvışmamayı ondan!
Peki siz bana, dostlar, beğeni ve beğenme tartışılmaz mı diyorsunuz? Fakat bütün hayat beğeni ve beğenme üstüne bir tartışmadır.
-Odur insanın ereğini yaratan ve yeryüzüne anlamını, geleceğini veren: bir şeyin iyi ya da kötü olması onun yaratmasıdır.
Kardeşlerim! Bütün insan geleceği için en büyük tehlike kimlerdir? İyilerle doğrular değil mi?-
-şöyle diyenler, yüreklerinde şöyle duyanlar: "Biz iyi ile doğrunun ne olduğunu çoktan biliyoruz, hem ondan bizde var da; daha arayanlara yazıklar olsun!"
Ve kötüler ne denli zarar verirlerse versinler, iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır!
Ve dünyaya karakaçanlar ne denli zarar verirlerse versinler, iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır!
Kardeşlerim, bir zamanlar biri iyilerle doğruların yüreklerini okumuştu da, demişti: "Bunlar Ferisîdirler." Fakat onu anlamamışlardı.
İyilerle doğrudur: iyiler Ferisî olmak zorundadırlar, -ellerinden başka şey gelmez ki!
iyiler, kendi erdemini bulanı çarmıha germek zorundadırlar!
Her bilgi tedirgin vicdanın dibinde yeşermiştir şimdiye dek! Parçalayın, ey gören kişiler, parçalayın eski levhaları!
Eski bir kuruntu vardır, -buna iyi ile kötü denir. Bu kuruntunun çarkı, falcılarla yıldız yorumcuların çevresinde dönmüştür şimdiye dek.
Eskiden inanılırdı falcılarla yıldız yorumcularına; işte bunun için inanıldı ya: "Her şey yazgıdır: yapacaksın, çünkü yapmalısın!"
Derken yine güvenilmez oldu falcılarla yıldız yorumcularına; işte bunun için inanıldı ya: "Her şey özgürlüktür: yapabilirsin, çünkü istiyorsun!"
Dünyanın Ahlaksal Düzeninin Çılgınlığı. - Her suçun cezası çekilecek ya da ödenecek diye sonsuz bir gereklilik yoktur... böyle bir şeyin var olması, korkunç, küçük çapta yararlı bir çılgınlıkolmuştur... tıpkı o şekilde duyumsanan her şeyin suç olmasının bir çılgınlık olması gibi. Şeyler değil, ama şeylerle hiç ilgili olmayan fikirler insanları tahrip etti!
Ama Biz Size İnanmıyoruz! - Kendinizi zevkle insan sarrafı olarak tanıtmak istiyorsunuz, ama böyle yapmanıza izin vermeyiz! Kendinizi olduğunuzdan daha deneyimli, daha derin, daha heyecanlı, daha eksiksiz gösterdiğimizi fark etmeyelim mi? Tıpkı daha ressamın fırçasını kullanışındaki ölçüsüzlüğü hissettiğimiz gibi: Tıpkı müzisyenin giriş tarzı ile konuyu olduğundan daha yüce sunmak istediğini duyduğumuz gibi. Kendinizde tarihi yaşadınız mı, sarsıntıları, depremleri, uzun hüzünleri ve ani mutlulukları? Büyük ve küçük delilerle deli oldunuz mu? İyi insanların saçmalıklarına ve acılarına gerçekten katlandınız mı? Ve aynı şekilde en kötülerin acılarına ve mutluluk tarzlarına? Eğer öyleyse, bana ahlaktan söz et, başka şeylerden değil!
Ahlaksal Boşluk. - Günün birinde ahlaksal duyguların ve yargıların yerine neyin geçeceğini şimdi kim tarif edecek durumdadır! -Binanın temellerinin tümüyle yanlış konduğu ve tamir edilemeyeceği çok kesin şekilde anlaşılsa bile: Aklın bağlayacağı azalmadığı sürece, onun bağlayıcılığı günden güne hep azalacaktır! Yaşamın ve eylemin yasalarını yeniden inşa etmek... bu görev için fizyoloji, tıp, sosyoloji ve yalnızlık öğretisi bilimlerimiz, kendi başlarına henüz yeterli değil: Sadece onlardan yeni ideallerin (bizzat yeni idealler olmasa bile) temel taşları çıkarılabilir. Böylece zevk ve yeteneğe göre şimdilik bir varlığı ya da sonralık bir varlığı yaşarız ve bu ikisi arasındaki boşlukta mümkün olduğunca çok, kendi kralımız olmak ve küçük deney devletleri kurmak için en iyisini yaparız. Bizler deneyiz: Öyle de olmak istiyoruz!
En koyu vicdanlılığa en çok değer veren insanların ne tür olduğuna dikkat ettiniz mi? Birçok acınacak duygular içinde olduklarının bilincinde olan kendileri hakkında korkulu şeyler düşünen, başkalarından korkan ve içlerini mümkün olduğunca gizlemek isteyen insanlar... bunlar, başkalarının onlardan sert ve katı etki sayesinde alacakları (özellikle altları) vicdanlılığın sertliğiyle ve görevin katılığıyla kendi kendilerini etkilemek isterler.
Ahlaksal şeylerle ilgili duygular şimdilerde öyle karışık ki, kimi insanlar için bir ahlak, yararlılığı ise ispatlanırken, kimileri için yararlılığı ile çürütülüyor.
Bir halkın kendine sürekli öğütlenip anlattırdığı ahlaksal temel buyruklar, o halkın ana hatalarıyla ilintili olup bundan dolayı canını sıkmazlar. Ilımlılığı, soğukkanlı cesareti, makul düşünüşü ya da genelde akılcılığı sık sık yitiren Yunanlılar, Sokratçı dört erdeme kulak verirlerdi... çünkü onlara ihtiyaç duyuluyordu, ama insanın onlara karşı da çok az yeteneği vardı!
Ahlaksal yargılar baştan başa nasıl da değişti! Antik ahlaklılığın en büyük mucizelerinin, örneğin Epiktet'in, şimdi geçerli olan başkalarını düşünmenin, başkaları için yaşamanın övülmesinden haberleri hiç mi hiç yoktu; onların bizim ahlak modamıza göre, deyim yerindeyse, ahlaksız diye nitelendirilmesi gerekirdi, çünkü onlar bütün güçleriyle kendi egoları için çalışıp başkalarına merhamete karşı (özellikle başkalarının acıları ve ahlaksal suçlarıyla) koydular. Bize cevap verselerdi belki de şunu derlerdi: "Eğer siz kendinize çok sıkıcı ya da çirkin bir nesne geliyorsanız o zaman kendinizden çok başkalarını düşünün! Bunu yaparsanız iyi edersiniz!
Geleneğin Ahlaklılığı Kavramı. - İnsanoğlunun binlerce yıllık yaşam tarzı ile karşılaştırıldığında, bugünün insanları olarak biz, çok ahlaksız bir zamanda yaşıyoruz: Ahlakın gücü şaşılacak ölçüde zayıfladı ve ahlaklılık duygusu öylesine nazikleştirildi ve öylesine yükseltildi ki, onu neredeyse uçup gitmiş sayabiliriz. Bundan dolayı dünyaya geç gelen bizler için ahlak oluşumunun temel bilgilerini anlamak zor oluyor, buna rağmen onları bulursak, dilimize yapışıp kalıyor ve dışarı çıkmak istemiyorlar: Çünkü kulağa kaba tınlama veriyorlar! Ya da çünkü ahlaklılığa iftira eder gibi görünüyorlar! Örneğin şu temel ilkede olduğu gibi: Ahlaklılık törelere itaat etmekten başka birşey değildir (özellikle artık değildir), töreler ne tür olurlarsa olsunlar bu ilke değişmez; bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlak yoktur; ve gelenek yaşamı ne denli az belirlerse, ahlaklılık çemberi de o denli küçülür. Özgür insan ahlaksızdır, çünkü o her bakımdan geleneğe değil, kendisine bağlı olmak ister: "Kötü", insanoğlunun ilk zamanlarındaki bütün durumlarında "bireysel", "bağımsız", "keyfi", "alışılmamış", "öngörülmemiş", "hesaplanamaz" anlamalarına gelir. Hep bu tür durumların ölçütleriyle ölçülür: Gelenek emrettiği için değil, başka güdülerle eylemde bulunulur (örneğin kişisel çıkardan dolayı), hatta geleneğin vaktiyle oluşturduğu güdülerden dolayı da yapılır; o zaman buna ahlaksızlık denir ve yapan kişi tarafından da öyle anlaşılır: Çünkü geleneğe boyun eğildiği için yapılmamıştır. Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. -Gelenek duygusuyla korku duygusu birbirinden nerede ayrılır? O emredici yüksek bir akıldan, kavranılamayan, somut olmayan bir güçten, kişiselden daha fazla bir şey olandan korkmadır... bu korkuda batıl inanç var. -Kökende sağlığın, evliliğin, tedavi sanatının, ziraatın, savaşın, konuşmanın ve susmanın, insanların birbirleriyle ve tanrılarla olan ilişkilerinin bütün eğitim ve bakımı ahlak alanına giriyordu. Ahlak, insanın kendisini birey olarak düşünmeden, kurallara uymasını istiyordu. Başlangıçta her şey gelenekti ve onu aşmak isteyen kimse ya kanun koyucu, ya büyücü, ya da bir çeşit yarı tanrı olmak zorundaydı: Yani örfve adetler koymak zorundaydı... korkunç, hayati tehlike yaratan bir şey! -En ahlaklı olan kim? Önce yasaya en çok boyun eğen kimse: Yani bilincini sağa sola ve her küçük zaman dilimine taşıyarak hep yasaya uyacak işlere katlanan Brahman gibi biri. Sonra ona en zor durumlarda bile boyun eğen kimse. En ahlaklı olan kimse, kendini töreye en çok feda eden kimsedir. Peki en büyük özveri hangisidir? Bu sorunun yanıtlanmasından sonra birbirinden farklı çok sayıda ahlaklılık kavramları ortaya çıkmaktadır; ama hâlâ en önemli fark olarak ahlaklılığı en zor boyun eğmeden en çok boyun eğmeyi ayıran fark olmaya devam ediyor. Geleneğe en zor boyun eğmeyi ahlaklılığın bir belirtisi olarak isteyen ahlak güdüsü sizi yanıltmasın! Bireyin kendini aşması, bireye sağlayacağı yararlı sonuçlardan dolayı değil, bireysel olan bütün karşı zevklere ve çıkarlara rağmen ahlak, gelenek egemen görünsün diye talep edilir: Birey kendini feda etmelidir... geleneğe bağlı ahlaklılık bunu gerektirir. -Öte yandan Sokrates'in ayak izlerinden giden ahlakçılar gibi ahlakçılar, kendine hâkim olmayı ve yetingenliği bireyin kendi yararı için, mutluluğu için çok kişisel anahtar olarak tavsiye ederler ki, bunlar bir istisna oluşturur... ve eğer bu bize başka türlü görünürse, nedeni, onların etkisi altında yetiştirilmiş olmamızdır: Onların hepsi, töre ahlaklılığının bütün temsilcileri hiç de tavsiye etmedikleri halde, yeni bir yolda yürüyorlar... ahlaksız olarak kendilerini cemaatten ayırıyorlar ve bunlar kötünün de kötüsüdürler. Aynı şekilde, erdemli bir Romalıya "her şeyden önce kendisi için ikbal peşinde olan" her Hıristiyan... kötü olarak görünürdü. -Bir cemaatın ve dolayısıyla töresel ahlaklılığın bulunduğu her yerde, törenin çiğnenmesi halinde ceza verme görevinin her şeyden önce cemaate ait olduğu düşüncesi egemendir: İfadesi ve sınırı çok zor kavranan ve batıl inanç korkusuyla araştırılmış doğa üstü bir cezadır bu. Cemaat bireyi işlediği fiilin sonucunda yakınlarına ya da cemaate verdiği zararı tekrar düzeltmesi için zorlayabilir; işlediği fiilin sözde etkisi olarak cemaatin üzerinde tanrısal öfke bulutlarının ve hiddet fırtınalarının toplanmasına neden olduğu için kişiden bir çeşit intikam da alabilir... ama kişinin suçunu her şeyden önce kendi suçuymuş gibi duyumsar... "Eğer bu tür fiiller mümkün olmaya başladıysa, töreler gevşedi diye herkesin ruhunda feryatlar başlar." Her bireysel eylem, her bireysel düşünce şekli dehşet uyandırır; tam olarak da, en nadir, en seçkin, en köklü ruhların tarihin akışı içinde hep kötü ve tehlikeli olarak algılanmış olmaktan dolayı ne tür acılara katlandıklarını tahmin etmek mümkün değildir, hatta bunlar kendi kendilerini böyle algılıyorlardı. Töresel ahlaklılığın egemenliği altında her türlü özgünlük vicdansızlaştı; bu ana kadar en iyi kimselerin ufku, olması gerektiğinden daha da çok karardı.
En Eski Ahlak Yargıları. - Yakınımızdakibir insanın eylemleri karşısında nasıl davranırız? -Önce onun eylemlerindenbizim için ortaya ne çıktığına bakarız... onu sadece bu bakış açısından görürüz. Bu etkiyi eylemin amacı olarak değerlendiririz... ve nihayet bu tür amaçlara sahip oluşu, ona sürekli özellik olarak isnat ederiz. Ve örneğin, o andan itibaren o kimseyi "zararlı bir insan" diye niteleriz. Üçlü hata! Üçlü hatalı yaklaşımın en eskisi! Belki de hayvanların ve onların yargı gücünden devraldığımız miras! Bütün ahlakların kökenlerinin iğrenç küçük çıkarımlarda aranması gerekmez mi: "Bana zararı olan şey kötü bir şeydir (kendi halinde zarar vericidir); bana yararı olan şey iyi bir şeydir (kendi halinde iyilik yapan ve yararlıdır). Bana bir kez ya da birkaç kez zarar veren şey, kendi halinde ve kendiliğinden düşmandır; bana bir kez veya birkaç kez yararlı olan şey, kendi halinde ve kendiliğinden dosttur." O pudenda origo! Bu, bir başkasının bizimle olan acınacak, arada sırada gerçekleşen ve genellikle rastlantısal ilişkisini kendi özü olarak ortaya koyması ve bütün dünyaya karşı olduğunu ve kendisine karşı sadecebu tür münasebete yeteneği bulunduğunu, ki benzerini bir veya birçok kez biz de yaşadık, iddia etmesi değil mi? Ve bu gerçek deliliğin arkasında, iyi ve kötü bizim tepkilerimize göre ölçüldükleri için, bizim iyinin prensibi olmamız gerektiğini söyleyen bütün art düşüncelerin en mütevazısı yok mudur?
Ahlakın Değişimi. - Ahlakta sürekli bir değişme ve onu değiştirme çabası var... buna, başarıyla biten suçlar etki etmektedir. (Bunların içinde örneğin ahlaksal düşünüşteki bütün yenileştirmeler bulunur.)
Ahlaka boyun eğme, bir hükümdara boyun eğme gibi kölece ya da mağrur ya da çıkarcı ya da teslimiyetçi ya da budala bir heyecan ya da düşüncesizlik ya da umutsuzluk eylemi biçiminde olabilir. Bu tür boyun eğme aslında ahlaksal değil.
Zavallı İnsanlık! - Beyindeki kanın bir damla fazla ya da az olması, yaşamımızı tarif edilemeyecek kadar perişan ve zor hale sokabilir. Öyle ki, Prometheus'un akbabadan çektiği acıdan daha fazlasını bu bir damla kandan çekeriz. Ama insan nedenin damla olduğunu bile bilmeyip, "şeytan!" ya da "günah!" diye düşünürse, en korkunç durum işte o zaman ortaya çıkar.
Gelenek ve Güzellik. - Gelenek lehine şunlar söylenebilir: Kendisini tamamen ve bütün kalbiyle ve ta başlangıçtan beri onun emrine veren herkesin saldırı ve savunma organları, fiziksel ve ruhsal olarak... körelir: Yani gittikçe güzelleşir! Çünkü bu organların çalışması ve bu uygulamayla oluşan zihniyet, çirkin kalmayı sağlar ve çirkinleştirir. Yaşlı şebek bu yüzden genç olandan daha çirkindir ve insan en çok genç dişi şebeğe benzer. Yani en güzel şebek. -Buna göre, kadının güzelliğinin kaynağı hakkında sonuç çıkarılabilir!
Ahlaklılık ve Aptallaştırma. - Töre, eski insanların yararlı ve zararlı sanılan deneyimlerini yansıtır... ama töre (ahlaklılık) duygusu bu tür deneyimlerle değil, ahlakın eski oluşuyla, kutsallığıyla, tartışılmazlığıyla bağıntılıdır. ve bu duygu, böylelikle insanın yeni deneyimler oluşturmasına ve gelenekleri düzeltmesine karşı koyar: Yani ahlaklılık yeni ve daha iyi geleneklerin ortaya çıkmasına karşı direnir: aptallaştırır.
*****************************
FELSEFE
Bizden üstün olan bir varlığı yaratmak, doğamızda vardır. Bizi aşan şeyi yaratmak! Bu, üreme içgüdüsüdür, eylem ve yapıt verme içgüdüsüdür. Her istenç bir amacı varsaydığına göre, insan da halen varolmayan, ama varlığının sonu olan bir varlığı varsayar. İşte gerçek istenç! Aşk, yüceltme, fark edilen mükemmellik, şiddetli özlem bu amaç içinde özetlenir.
Bir imparator, hiçbir şeye fazla önem vermemek ve huzur içinde kalmak için, sürekli her şeyin değişkenliğine inanıyormuş. Değişkenliğin benim üzerimde çok başka bir etkisi var; her şey kaçıcı olduğu için her şey bana çok daha değerli görünüyor. Bana öyle geliyor ki, en değerli kötülükler, en hoş kokulu bitkiler her zaman denize atılmışlar.
Çaba göstermekle ilgili hiçbir anım yok. Yaşamımda en küçük bir mücadele izi bulamazsınız, benim yapım hiç kahramanlığa özgü değildir. Deneyimim bir şeyi "istemeyi," bu şey için tutkuyla çabalamayı, bir "amacı" hedeflemeyi veya bir arzuyu gerçekleştirmeyi hiç bilmez.
"Korkmanın unutulduğunu" göstererek kazanılmış gücün ve güvenin kanıtını vermek; güvensizlik ve kuşkuyu içgüdülerimize güvenle değiştirmek; kendi bilgeliği ve hatta saçmalığı içinde kendini sevmek ve kendi kendini onurlandırmak; biraz soytarı, biraz tanrı olmak; ne bir deri bir kemik, ne de baykuş olmak; ne karayılan...
Büyük kozmik söylem: "Ben vahşetim, ben kurnazlığım", vs., vs. Bir hatanın ve tüm acının sorumluluğunu üstlenme korkusuyla alay etmek (yaratıcının alayı). -Hiçbir zaman olunmadığı kadar acımasız olmak, vs. -kendi yapıtından tatmin olmanın en üst biçimi; bu biçimi, bıkmadan usanmadan yeniden inşa etmek için parçalar. Ölüm, acı ve yok olma üzerinde yeni bir zafer.
Karşısında hiçbir şey yapılmayan sevincin sahte bir görüntüsü vardır: Ama onu benimseyen kişi sonuçta onunla yetinmek zorundadır. Mutluluğa sığınan bizler, bir şekilde öğlene ve çılgın, aşırı bol bir güneşe gereksinimi olan bizler, maskeler içindeki bir geçit törenine, anlamı kaybettiren bir gösteriye benzer yaşamın geçip gittiğini görmek için yolun kenarına oturan bizler, korktuğumuz bir şeyin bilincine vardığımız doğru değil midir? İçimizde kolayca kırılan bir şey var. Çocuksu ve yıkıcı ellerden korkacak mıydık? Yaşamın parlaklığının, sahteliğinin, yüzeyselliğinin, parıltılı yalanının içine bu nedenle mi sığınıyoruz? Neşeli görünüyorsak, hüzünlü olduğumuz için midir? Ciddiyiz, uçurumun farkındayız -ciddi olan her şeye karşı korunmamızın nedeni bu mudur? Kendilerinde bir derinlik eksikliği keşfettiğimiz melankolik zevke sahip kişilerle içimizden alay ediyoruz -ne yazık ki onlarla alay etmekle birlikte onları kıskanıyoruz- çünkü onların hoş hüzünlerini kendimize uygun görecek kadar mutlu değiliz. Bizim hüznün gölgesine kadar kaçmamız gerekiyor: Cehennemimiz ve karanlıklarımız bize her zaman çok yakındır. Korktuğumuz bir şeyi biliyoruz ve onunla baş başa kalmak istemiyoruz; ağırlığı karşısında titrediğimiz, adı fısıldadığında rengimizi attıran bir inancımız var -buna inanmayanları mutlu sanıyoruz. Hüzünlü gösterilerden kaçıyoruz, acı çeken kişinin yakınmalarına kulaklarımızı tıkıyoruz; dayanıklı olmayı bilmezsek merhametten paramparça oluruz. Bize, yiğitçe uygulayacağımız alaycı bir tasasızlık kalıyor! Buzullar üzerinden geçen soluk, serinlet bizi! Artık hiçbir şeye canla başla sarılmayacağız, en üst tanrısallık ve kurtarıcı için maske seçiyoruz.
"Bak" diye sürdürdüm konuşmamı, "şu âna bak! Geçitten, Ândan, sonrasız bir yol uzanıyor geriye doğru: bir sonrasızlık var arkamızda."
Her yürüyebilen, bu yolu daha önce yürümüş olmalı değil midir? Her olabilen, daha önce olmuş değil midir?
Peki her şey daha önce de var idiyse: bu âna ne dersin, cüce? Bu geçit dahi, -önceden var olmuş olmalı değil midir?
Ver her şey birbirine öyle bir bağlı ki, bu ân, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla, kendini de çekmekte, -öyle değil mi?
Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu bir daha yürümelidir ileri doğru!-
Peki ayışığında sürünen şu yavaş örümcek, peki ayışığının kendisi, peki geçitte fısıldaşan, sonrasız şeyler konuşan senle ben, -hepimiz daha önce de var olmuş olmalı değil miyiz?
-ve dönmeli ve önümüzdeki öbür yolda, o uzun, korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?
Böyle konuştum, gittikçe yavaş konuştum: çünkü kendi düşüncelerimden ve ard düşüncelerimden korkuyordum. Derken, bir köpek uluması işittim yakında.
Daha önce de böyle bir köpek uluması işitmiş miydim? Düşüncelerim geriye doğru koşuyordu. Evet! Çocukken, -en uzak çocukluğumda:
-böyle bir köpek uluması işitmiştim o zamanlar.
Tüm sürprizlere karşı kendini iyi savunduğu ve güçlendiği için artık kendi kendine yeten bu egemen kafadan siperlerini ve gizemini istiyorsunuz ve bununla birlikte aldatılmış meraklılar olarak, onun mülkünü çevreleyen yaldızlı parmaklılar arasından merak içinde göz ucuyla bakıyorsunuz: Çünkü bilinmez ve belirsiz bir koku alaylı alaylı yüzünüze üfleniyor ve gizli zevk ve bahçelerdeki bir şeyi gözler önüne seriyor.
İnsanın sağladığı böyle bir yazgının formülü isteniyor mu? Bu formül, benim Zerdüşt'ümün içinde bulunur:
Kötünün ve iyinin içinde yaratıcı olmak isteyen kişi, önce yıkıcı olmalı ve değerleri yok etmelidir.
Böylece, en büyük kötülük, en büyük iyiliğin bir parçası olur, ancak, en büyük iyilik yaratıcıdır.
Ben, şimdiye kadar hiç kimsenin olmadığı kadar korkunç bir insanım, ama bu benim en iyiliksever insan olamayacağım anlamına gelmez.
Yıkımın verdiği mutluluğu tanıyorum. Bu mutluluk benin yıkım gücüme uygundur. Her iki durumda da olumluluk ile olumsuzluğu ayırt edemeyen Dionysos yapıma boyun eğiyorum.
Güçler dünyası hiçbir azalmaya uğramaz. Çünkü zamanın sonsuzluğu içinde güçsüzleşir ve yok olup gider. Güçler dünyası hiçbir duraksamaya izin vermez. Çünkü bu durumda duraksama aynı zamanın saatini hareketsiz kılar. O zaman güçler dünyası hiçbir zaman denge noktasına ulaşamaz. Güçler dünyasının dinlenmeye zamanı yoktur. Gücü ve hareketi her an aynı büyüklüktedir. Dünyanın ulaştığı durum ne olursa olsun, güç dünyasının bu duruma ulaşmış olması gerekir. Bu bir kez değil sayısız kez yinelenmelidir. Böylece, şu an yaşadığımız an birçok kez ulaşılmış olan bir andır.
İnsan, tüm yaşamın durmadan döndürülen bir kum saatidir. Bu saatin içeriği sonsuz kez, zamanın uzun bir dakika aralığı dolana dek akar durur. O zaman, acılarının ve sevinçlerinin her birini, arkadaşlarını ve düşmanlarını, umutlarını ve hatalarını en küçük bir ot parçasını ve en küçük güneş ışığını ve her şeyin tamamını bulacaksın. Senin küçük bir parçası olduğun bu halka ömür boyu parlayacaktır. İnsanlık tarihinin birbirlerini izleyen dönemlerinin her birisinde, yalnız olan bir insan için, daha sonra herkes ortak bir güçlü düşüncesinin ortaya çıkacağı bir saat vardır: Her şeyin Sonsuz Dönüş ü düşüncesi: Her seferinde insanlık için öğle vakti olacak.
Büyük bir düşünceyle baş başa kalmak dayanılmaz bir şeydir. Bu düşünceyi iletebileceğim ve bu düşünceden dolayı ölmeyecek insanları arıyor ve çağırıyorum.
Konuşman gerekecek zamana hazırlanıyorsun. Bazen yazmaktan utandığın gibi, belki o zaman da konuşmaktan utanırsın, belki de hâlâ kendini yorumlaman gerekli olacak, belki de eylemlerin ve çekimserliklerin iletişimine girmen için hiçbir şekilde yeterli olmayacak! Öyle bir kültür dönemine gelecek ki çok uygun kaçmayacak: Bu durumda artık okunmuş olmaktan utanç duymayacaksın: Buna karşın şimdi seni yazar olarak değerlendiren herkes seni kırıyor; ve yazıların nedeniyle seni öven kimse bir sezgi eksikliği gösteriyor, seninle kendi arasına bir çukur kazıyor; seni bu şekilde yücelttiğini zannederken ne kadar küçüldüğünü keşfedemiyor. Şimdiki insanların okuduklarızamanki ruh durumlarını biliyorum: Ne yazık! Çalışmayı istemek ve böyle bir durumu yaratmak için sıkıntıya girmek.
Felsefeyi tehlikeli hale getireceğiz, felsefi bilgiyi değiştireceğiz, yaşam için bir tehlikeli olan bir felsefeyi öğreteceğiz: Yaşama bundan daha iyi nasıl hizmet edebiliriz? Bir fikir insanlığane kadar pahalıya malolursa, o kadar değerlidir. "Tanrı", "Vatan", "Özgürlük" fikirleri için kendini kurban etmekten çekinmiyorsa, tüm tarih bu tür kurban etmeleri çevreleyen dumandan ibaretse, "Tanrı", "Vatan", "Özgürlük" gibi bu popüler kavramlar karşısında "felsefe" kavramının üstünlüğü, felsefenin onlardan daha pahalıya mal olması, onlarınkinden daha büyük kıyımları gerektirmesi dışında nasıl kanıtlanabilir?
Düşünürlerin en derini yazgıları çevrimsel yollar izleyenler değildir: Devasa bir evreni olduğu gibi kendi içini de gören ve samanyollarını kendi içinde taşıyan kişi tüm samanyollarının ne kadar düzensiz olduğunu da bilir; bu samanyolları da kaosa ve varlığın labirentine kadar götürür.
Uzaktan. - Bu dağ bu bölgeye yüksekten bakıyor, ona olanca sevimliliğiyle özelliğini de o veriyor: Bunu kendimize yüz kez söyledikten sonra: "Madem ki bölgeye bu sevimliliğini o veriyor, kendisi de bu dolayların en sevimli nesnesi olmak gerek", biçiminde bir sanıya kapılacak kadar delilik ve minnet gösterip dağa tırmanıyoruz ve düş kırıklığına uğruyoruz. Dağın yamaçlarından, bizi çevreleyen görüntü ile gözlerimizin önüne serilen görüntüden, o büyülü hâl yok oluveriyor birden. Kimi iyilikler gibi, kimi büyüklerin de belirli bir uzaklıktan -ve burası çok önemli- hiçbir zaman yukarıdan değil de aşağıdan görülmeleri gerektiğini, ancak böylelikle etki yaratacaklarını unutmuştuk çünkü. Belki sen de çevrede birtakım adamlar tanırsın, bunlar kişiliklerini çekilir, sevimli ve güçlü bulmak için kendilerine belirli bir uzaklıktan bakabilirler ancak; kendilerini tanımaları, verilecek öğüt değildir onlara.
Sanatın ahlâksal etkisi üzerine Platon'un sorduğu büyük soruya çağımızın yanıt vermeye ne hakkı var? Hatta sanata sahip olsak bile! -sanatın etkisini, herhangi bir etkisini nerede görüyoruz?
Kitapların çoğunun kendisi için pek yüzeysel hâl aldığı bir insan, geçmişteki birkaç nadir kişinin bildiklerini... yazmayacak kadar düşünce derinliğine sahip olduklarını hâlâ inanan insan.
O zamana dek organik yaşamın mekanikçi olsun, tinsel olsun, her iki açıklaması da başarısızlığa uğramıştır. Bu son nokta üzerinden ayak diriyorum. Düşünce, sanıldığından daha yüzeyseldir. Organizmanın rejimi o tarzda yapılmıştır ki mekanik âlem de, düşünce âlemi de onun için ancak simgesel bir açıklama hizmeti görürler.
Yaşamak Nedir? - Yaşamak mı?... Ölmek isteyeni boyuna kendinden uzaklaştırmaktır bu. Yaşamak mı?... Benliğimizde, hatta başka yerde yaşlanıp güçsüzleşen her şeye karşı zalim olmak, amansız olmaktır bu. Şu halde yaşamak... Ölenlere, yaşlılara ve zavallılara acımamak mıdır? Durup dinlenmeden öldürmek midir?... Yaşlı peygamber İsa: "Hiç adam öldürmeyeceksin", demişti oysa.
Deliliğin Değeri. - Geçen yüzyılın gidişine benzer birkaç bin yıl daha geçti mi, insanoğlunun her yaptığında en büyük bilgelik görülecek: Fakat bilgelikbütün değerine de yitirecek. O zaman da bilge olmak gerekecek kuşkusuz; fakat bu, öylesine aşağılık, öylesine bayağı bir nesne olacak ki, azıcık yüksekçe zevk sahibi bir kimse bir babalık görecek bu zorunlukta. Gerçeğin ve bilimin zorbalığı nasıl ki yalanın değerini arttırabilirse, tıpkı onun gibi, bilgeliğin zorbalığı da bir çeşit yeni ruh soyluluğunun doğmasına yol açabilecektir. O zaman soylu olmak, kafadan yana sakat olmak anlamına gelecektir belki.
Vicdan Azabına Karşı. - Düşünen adam kendi yaptıklarında, şu ya da bu konu için kendine ışık tutacak araştırmalarla soruşturmaları görür: Başarıyla başarısızlık onun için birer yanıttır herşeyden önce. Fakat bir başarısızlık yüzünden öfkelenmek, ya da daha kötüsü, bu yüzden vicdan azabı, pişmanlık duymak... Emirle iş gören ve sayın efendileri memnun olmadı mı sopa yemeyi göze alan kimselere bırakır o bunu.
Belki beş altı tane akıllı adam fiziğin, dünyanın bir açıklanması değil de bir yorumlanması, dünyanın sokulması demek olduğunu anlamış bulunuyorlar (izninizle bizim fikrimizdir bu). Fakat fizik, duyulara olan inanca dayandığı ölçüde, değeri daha da artar ve çok uzun zaman da daha değerli sayılacaktır. Bu arada, bir açıklama da sayılacaktır. Gözlerle parmaklar fizikten yanadır, gözle ve elle yakalanabilir o. Bu ise gerçekten aşağılık zevklere sahip olan çağımızı büyüler, kandırır, inandırır.
"Bilgi kuramı"ndan ibaret kalan felsefe, gerçekte o çağın çekingen bir öğretisinden, bir ılım (itidal) öğretisinden başka şey değildir artık: Kapının eşiğinde duran ve içeriye girme hakkını kendinden esirgeyen bir felsefe -en son kertesine inmiş, bir son, bir can çekişme, hâline, acınacak hâle gelmiş bir felsefedir bu. Şu hâlde, nasıl olur da böyle bir felsefe... hüküm sürebilir.
İnsan kendini kendi yaptığı yanlışlarla eğitmiştir: Önce kendi kişiliğini yarım yamalak görebilmiştir ancak; sonra da hayalî yetenekler yakıştırmıştır kendine; üçüncü olarak doğa ve hayvanlarla sahte ilişkiler kurduğunu hissetmiştir; dördüncü olarak boyuna yeni yeni iyilik kuralları yaratmış, bunların her birini belirli bir süre için ölümsüz ve mutlak saymıştır; öyle ki, bu değerlendirme ile soylu hâle gelen şu ya da bu içgüdü yahut şu ya da bu durum, birbiri ardınca ön plâna geçmiştir. Bu dört yanlışın etkisini bilmezlikten gelmek insanlığı, insancıllığı ve "insanlık haysiyeti"ni yok etmek olur.
Sonsuzluğun Ufkunda. - Karadan ayrıldık, gemiye bindik! Arkamızdaki köprüyü yıktık, daha iyisini yaptık hatta: Karayı yıktık. Şimdi de, küçük gemi, ayağını denk al! İki yanında okyanus var; her zaman kükremiyor, orası doğru; yüzeyi ipektenmiş gibi, altın yaldızlıymış gibi serilip yayılıyor bazen; iyilik dolu bir düşleyiş bu sanki. Ama vakti saati gelince onun sonsuzluk kadar korkunç olmadığını anlayacaksın. Vah zavallı kuşcağız, özgür sanıyordun kendini, şimdiyse bu kafesin parmaklıklarına çarpıyorsun! Karada sanki daha çok özgürlük varmış gibi onun özlemine tutulursan vay hâline şimdi, "kara"da yok artık!
Kaçınılmaz. - Ne isterseniz yapın: Kim sizi istemiyorsa, yaşantılarınızda sizi küçültecek bir neden bulur! Bilginin ve kalbin en derin dönüşümlerini yaşayıp, iyileşen insan gibi acılı bir gülümsemeyle özgürlüğe ve sessiz aydınlığa çık: -Ama birisi mutlaka söyleyecek: "Bu kişi hastalığını bir gerekçe olarak kabul ediyor, güçsüzlüğünü herkesin güçsüzlüğü için bir kanıt olarak kabul ediyor; hasta olacak kadar kibirlidir, böylece acı çekenin tadını çıkardığı duygu üstünlüğünü hisseder." -Ve birisinin kendi zincirlerini havaya uçurduğunu ve bu sırada ağır yaralandığını varsayalım: O zaman bir başkası alay ederek onu gösterecektir. "Beceriksizliği amma da büyük!" diyecek; "böyle bir şey, ancak zincirlerine alışan ve onları parçalayacak kadar deli olan birisinin başına gelir!"
Sağırlık Üzerine. - Eskiden herkes kendine bir ün sağlamak isterdi: şimdi bu yetmiyor artık, panayır yeri genişledi; malını bağıra bağıra satmak gerek. Sonuç şu ki en iyi gırtlak sahipleri seslerini daha yükseltiyorlar ve en iyi mallar kısık sesler tarafından sunuluyor bize; günümüzde bağırtısız, kısık, sessiz deha kalmadı artık. Bir düşünür için kötü dönem: İki gürültü arasında muhtaç olduğu sessizliği bulmayı ve kendisi sağır olana dek sağır rolü yapmayı öğrenmesi gerek. Bunu başarmadıkça sabırsızlıktan, baş ağrısından ölme tehlikesinden kurtulamaz.
Yukarlara çıkmak istiyorsanız, kendi bacaklarınızı kullanmalısınız! Kendinizi taşıtmayasınız; yabancıların sırtına, yabancıların kafasına binmeyesiniz!
Atamı mı bindin? Ereğine mi gidiyorsun doludizgin? Peki dostum! Ama topal ayağın at üstünde!
Ereğine vardığında, attan indiğinde: tam kendi yüksekliğindeyken, ey yüksek insan, -işte o zaman sendeleyeceksin sen!
Yazık ki insanın, arzusunun okunu insan üstüne artık atamayacağı zamanlar yaklaştı; yayındaki kirişin artık titreşmeyi unutacağı zamanlar artık yaklaştı.
Sizlere söylüyorum: Dünyaya bir yıldız getirebilmek için insanın benliğinde hâlâ kaos olması gerek. Sizlere söylüyorum, hâlâ kaos var benliğinizde.
Sürülerini büyük bir istekle, bağıra çağıra sürerlerdi köprülerinin üstünden; sanki geleceğe bir tek köprü varmış gibi! Gerçek, bu çobanlar dahi sürüdendiler!
Küçük ruhları ve geniş canları vardı bu çobanların: ama kardeşlerim, en geniş canların bile ne küçük ülkeler oldukları görülmüştür şimdiye dek!
Kandan işaretler yazalardı yürüdükleri yola, ve delilikleri onlara gerçeğin en kötü tanığıdır, kan, en duru öğretiyi ağılar, onu kuruntuya ve yürek kinine çevirir.
Diyelim ki biri, öğretisi uğruna ateşten geçti, -neyi gösterir bu! Gerçek, kendi öğretisi kendi yangınından çıksa yeğdir!
Bu eşitlik vaizleriyle karşılaştırılmak, onların yerine konmak istemem ben. Çünkü doğruluk şöyle der bana: "İnsanlar eşit değildirler."
Eşit olmamalıdırlar da! Başka türlü konuşursam, Üstinsana sevgim nerde kalır benim?
Peki size bana dostlar, beğeni ve beğenme tartışılmaz mı diyorsunuz? Fakat bütün hayat beğeni ve beğenme üstüne bir tartışmadır!
Doğru olmak -az kimsenin elinden gelir bu! Elinden gelen, olmak istemez! Ama bu, iyilerin, başkalarına göre, daha az elinden gelir!
Ah bu iyiler! -İnsanlar doğruyu söylemezler hiçbir zaman; bu türlü iyi olmak, ruhun bir hastalığıdır.
Ey kardeşlerim, ben ki size: Düşeni itmek gerek! diyorum, zalim miyim ben?
Bütün bunlar, bütün bu gün, bütün bunlar düşüyor, bütün bunlar kokuşuyor: Kim tutmak ister bunu! Ama ben -ben itmek istiyorum üstelik!
Kayaları uçurumlara yuvarlamaktaki zevki bilir misiniz?
-Bugünün insanları: Bakın nasıl da yuvarlanıyorlar uçurumlarıma!
Daha iyi çalgıçlar için bir "prelüd"üm ben, ey kardeşlerim! Bir örnek alıp bana uyun!
Birisine uçmayı öğretemediniz mi, daha çabuk düşmeyi öğretin ona!
Yaptıklarımız hiçbir zaman anlaşılmaz, sadece övülür ya da yerilir.
Gözlere sahipolmak için iç güdülerimizle eylemlerimizi sert bir biçimde yaşamalıyız -kendimizi geçici olarak yaşantıya bırakmalıyız, sonra bakışlarımızı geçici olarak onun üstüne dikmeliyiz.
Geleceğin ışığını günün birinde yakacak olan kimse, tıpkı ağır bir fırtına bulutu gibi, uzun zaman dağın yamacına asılı kalmalı!
Bir nesne ne denli yüksek olursa başarıya o denli az ulaşır. Sizler, bugünün üstün insanları, hepiniz de birer başarısız kişi değil misiniz?
O zamana dek yeryüzünde en büyük günah ne oldu? "Şu ölümlü dünyada gülenlerin vay hâline" diyenlerin sözü değil mi? uzaklaşın bütün bu yobazların yolundan! Bunların ayakları hantal, yürekleri ağırdır: -Raksetmesini bilmezler. Dünya nasıl hafif gelebilir onlara?"
Hangi şeyden özgür? Ne önemi var bunun Zerdüşt için! Işıklı gözün şunu demeli bana: Hangi şey için özgür?
Sözler ağır yaratıklar için değil midir? Sözler hafif yaratıklar için yalan değil midir? Şarkı söyle! Konuşma artık!
Bak, bu zehirli örümceğin mağarasıdır. Örümceğin kendisini görmek ister misin? İşte asılı ağı: dokun da titresin. İşte, kendi isteğiyle geliyor: hoşgeldin, örümcek! Üçgenin ve simgen kara kara duruyor sırtında, ben senin gönlündekini de bilirim. Öc var senin gönlünde; ısırdığın yer kara kabuk bağlar, zehirin gönle başdönmesi verir öcüyle. Böyle sesleniyorum size benzetme diliyle, ey gönle baş dönmesi verenler, ey eşitlik vaizleri. Siz zehirli örümceklersiniz bence, gizli gizli kin besleyenlersiniz! Ama ben sizin saklandığınız yerleri yakında ışığa çıkaracağım.
*************************************
'HASTA' Nietzsche Ve Deccal
Hem fiziksel hem de ruhsal olarak hep bozuktur sağlığı. Hemen hemen tüm hayatı boyunca dayanılmaz baş ağrıları ve mide problemleri ile yaşar. Daha çocukluk yıllarında bile görülen kötücül bir psikolojiye sahiptir...
Basel Ünversitesi'nde Filoloji profesörü iken, 1879'da sağlık sorunları sebebiyle istifasını verir. Aslında tek sebep bozuk sağlığı da değildir; Nietzsche gittikçe filolojiden kopmaya ve felsefeye yönelmiştir. Hatta ' Basel'de profesör olmayı, tanrı olmaya elbette yeğ tutardım, ama evrenin yaratımını yarıda bırakmak cesaretini göremedim kendimde' demiştir.
Hayatında en saygı duyduğu kişi olan ünlü kompozitör Richard Wagner'le yaşadığı sorunlar ve gittikçe uzaklaşmaları onu çok etkiler.
Sonra bir aşk felaketi gelir...
Yumuşak bir kış iklimine sahip olan kaplıca ve ılıcalara yaptığı sürekli seyahatleri sırasında Nietzsche, arkadaşı Paul Ree aracılığıyla yirmi bir yaşındaki Rus kızı Lou Salomé ile tanışır. Ree ve Nietzsche onunla (beraberce, bazen de onunla tek başına) yürüyüşlere çıkar ve kafasına felsefi inançlarıyla doldurmaya çalışırlardı. Lou, Ree ve Nietzsche bir zaman sonra, günümüzde düşünülmesi pek mümkün olmayan üçlü bir ilişki içine girerler. Günümüzde düşünülmesi zor, çünkü cinsel açıdan bu denli saf olabilecek kimseler kalmadı. Önceleri üçü de kendilerini felsefeye adamak ve bir ménage á trois işletmek isterler. Ardından Ree ve Nietzsche (birbirlerinden habersiz) Lou'ya aşık olduklarını fark eder ve evlenme teklifinde bulunmaya karar verirler. Ne yazık ki Nietzsche gülünesi bir hatada bulunarak, Ree'ye onun adına Lou ile konuşması ricasında bulunur.
Luzern'de bir fotoğraf atölyesinde çekilen bir resim, bu üç insandan hangisinin mevcut durumuna hakim olduğunu gösteren en açık kanıttır: İki duygusal olarak bâkir adam (38 ve 33 yaşlarında) bir at arabasına bağlıdırlar; arabanın içindeyse yirmi bir yaşında olan gerçek bakire oturur ve kırbacını sallar.
Sonunda üçü de bu trajikomik aşk ilişkisinin artık ayakta tutulamayacağını anlarlar ve ayrılırlar.
Böyle Buyurdu Zerdüşt- belki de tüm zamanların en derin eseri- bu dönemde yazılır ama hiç ilgi görmez, sadece 45 adet satılır ki bunların çoğunluğu da Nietzsche'nin arkadaşları tarafından satın alınmıştır.
Hem fiziksel, hem de ruhsal sağlığı gittiçe bozulmaktadır... -Zerdüşt'ün tumturaklı ve sisli havası tekrar su yüzüne çıkar, üstelik bu defa çok büyük boyutlarda: Cinnet olarak.
DELİLİK KRİZİ VE SON GÜNLERİ
3 OCAK 1989...
Bir gezgin hayatı yaşayan Nietzsche, Torino'dadır. Delilik krizi o gün gelir. Nietzsche Torino'da bir cadde üzerinde yürürken birden fenalaşarak yığılır. Düşerken feryatlarla, az önce kırbaç yemiş bir fayton atının boynuna sarılır. İşin ironik tarafı, Nietzsche'yi en çok etkileyen kişilerden olan Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sının baş karakteri Raskolnikov'un da kitapta ağlayarak bir atın boynuna sarılıyor olmasıdır. Nietzsche bu kadar etkilenmiş midir acaba? Nietzsche oteline götürülür. Oradan Cosima Wagner'e (-Seni seviyorum Ariadne-), İtalya Kralına (-Sevgili Umberto'm... tüm antisemitistleri vurdurtacağım-.) ve Jacob Burckhard'a (ki burada -Diyonisos- diye imza atar) kartpostallar gönderir. Burckhardt olup bitenleri anlar ve Nietzsche'nin bir arkadaşına haber verir. O da gidip onu Torino'dan alır.
Önce Basel'de, ardından da Jena'da kliniğe yatırılır.
Nietzsche bunama geçiriyordu ve bir daha sağlığına kavuşamayacaktı. Durumu günümüzde dahi iyileştirilemez olurdu: Aşırı çalışma, yalnızlık ve çektiği acılardı bundan sorumlu olan, ama en çok da ona bulaşan frengi. Bu hastalık, -beyin felcine- neden olan üçüncü evresine ulaşmıştı. Jena'daki kliniğe yerleşmesinden kısa süre sonra annesinin refakatına verilir. Nietzsche artık kendi halinde uysal biriydi ve zamanının çoğunu kasılıp kalır bir durumda geçiriyordu. Düşüncelerinin berraklaştığı bazı anlarda geçmiş hayatıyla ilgili şeyler hatırlıyor gibiydi. Bir gün birisi ona bir kitap uzattığında şöyle dedi: -Ben de iyi kitaplar yazmadım mı?-
Nietzsche'nin son günleri aslında 10 senelik bir zamanı kapsar. Çünkü 1890'dan öldüğü yıl olan 1900'e kadar bilinçsiz ve kaskatı bir halde yatar.
1897'de annesini kaybettiğinde, bunun bile bilincinde değildir. Bu yıldan itibaren ölene kadar kendisine belki de en son bakması gereken kişi olan kız kardeşi Elizabeth bakar...
Nietzsche, doğasını çok doğru kehanetlerle tanımladığı yirminci yüzyılın başına kadar hayatta kaldı. O kocaman bıyıklı, üzünç verici, bezgin ifadeli ve kim olduğunu artık bilmeyen adam, 25 Ağustos 1900'de öldü.
Hiç bir zaman alman olduğunu kabul etmeyen, almanları lanetleyen ve damarlarında Polonya kanı dolaştığını iddia eden bu ilginç adam bir kaç on yıl sonra alman nazilerin ilham kaynağı olacağını nereden bilebilirdi? Daha da ironik olanı, hayatı boyunca kanına 'tanrının' hiç bulaşmamaış olduğunu söyleyen ve bununla gurur duyan Nietzsche'nin papaz olan babasının yanına gömülmesidir...
DECCAL / HRİSTİYANLIĞA LANET VE SANSÜR
Sansür...
Nietzsche, on yıl boyunca bilinçsiz olarak yatarken, eserlerinin kardeşi Elizabeth ve yakın dostu (!) Peter Gast tarafından sansürlendiğini ve tahrip edildiğini tabi ki bilmiyordu.
Öncelikle bir yahudi düşmanı olan kardeşi Elizabeth onun yayınlanmamış yazıları üzerinde oynar ve onlara Yahudi düşmanlığı yansıtan ve kendisini öven unsurlar katan eklemeler yapar. (Üzerine eklentiler yapılan bu yazılar -Güç İstemi- adıyla yayınlanır. Ancak Nietzsche uzmanı Walter Kaufmann daha sonraları Elisabeth Förster-Nietzsche'nin yaptığı o saçma eklentileri ayırt etmeyi başarır ve bizlere Nietzsche'nin belki de en ilginç ve anlamlı kitabını gerçek tarafıyla sunar.)
Ama asıl ironi Nietzsche'nin Deccal üst ve Hristiyanlığa Lanet alt başlığıyla yazdığı ( Der Antichrist- Fluch auf das Christantumn) kitapta yaşanır. Daha kendisi bilinçsiz bir şekilde yatarken kitap Peter Gast tarafından sansürlenmeye başlar.
Deccal, Niezsche'nin delirmeden hemen önce bitirdiği son eseridir, 1989'da tamamnmıştır ancak sansürlü olarak ancak 1895'te yayımlanır. Başlığı ise çok komiktir: 'Hristanlık için bir eleştiri denemesi'... Sonra yap boz haline getirilen eser Güç İstemi adlı kitabın ilk bölümü gibi sunulur, Deccal'in önsözü bu kitabın önsözü haline sokulur; Hristiyanlığa Lanet alt başlığı, Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi olarak değiştirilir. Sonra ikinci bir başlık sayfasıyla yeniden 'Bir Eleştiri Denemesi' alt başlığıyla verilir.
Sonra ki basımlarda da kah öyle kah böyle bu başlıklar sürüp gider. Tabi ki inanan kulaklara ters gelecek bütün cümlelerin sansürü ile...
1890'da karanlığa gömülen Nietzsche'nin tüm bu karalamalar ve sansürler, pardon, 'düzeltme'ler yapılrken hayatta olması çok ironiktir.
En acısı ise, kitabın 'Hristiyanlığa Lanet' altbaşlığı ve sansürsüz olarak basılması için tam 72 sene beklenmiş olmasıdır. Kitap sansürsüz olarak ancak 1961'de basılır...
'Bununla mahkum ediyor, yargımı bildiriyorum. MAHKUM ediyorum hristiyanlığı; ona şimdiye dek bir kişinin ağzından çıkan en büyük şuçu yöneltiyorum: O benim için yozlukların en yükseğidir. Kilise yozluğu bulaştırmadık hiç bir şey bırakmamıştır. Her değeri bir değersizlik, her hakikati bir yalan, her dürüstlüğü bir ruh alçaklıı haline sokmuştur. O felaketlerle yaşar; kendini sonsuz yapmak için hayali zorluklar yaratmıştır. Günah denen yalan, günah solucanı örneğin: bununla zenginleştirdi (!) kilise insanlığı! 'Ruhların tanrı önünde eşitliği', bu kalpazanlık, bu perde, bütün toplum düzeninin batış ilkesi haline gelen bu kavram bir hristiyan dinamitidir. Kilisenin biricik etkinliği asalaklıktır. Kutsanmışlık idealiyle her kanı, her sevgiyi, her yaşam umudunu emip yutmak, her gerçekliği değilleme istemi olarak öte dünyalar, cennet, cehennem; şimdiye kadar kurulmuş en yeraltı komplonun nişanesi olarak haç. Bunlarla kurtardı(!) kilise insanlığı.
Hristiyanlığı mahkum eden bu iddianameyi bütün duvarlara yazacağım. Hristiyanlık diyorum, tek büyük günah, tek büyük lanet, tek büyük içsel yozluk, hiç bir aracın yeterince zehirli, gizli, küçük gelmediği tek büyük intikam içgüdüsüdür, - diyorum ki, tek silinmez utanç lekesidir insanlığın...'
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder