Blogda Ara
1.09.2008
NİETZSCHE ESERLERİ
Nietzsche'nin hayattayken yayımladığı kitaplar yanında öldükten sonra kız kardeşi Elizabeth Forster tarafından gözden geçirilip yamımlanan kitapları şunlardır:
...· Trajedinin Doğuşu (1870-1871)
...· Birinci Zamansız Düşünceler: David Strauss'a Karşı (1873)
...· Dördüncü Zamansız Düşünceler: Richard Wagner Bayreuth'de.
...· İnsanca, Pek İnsanca I. Cilt (1876-1877)
...· İnsanca, Pek İnsanca II. Cilt (1878)
...· Tan Vakti (1881)
...· Sevinçli Bilim (1882)
...· Gezgin ve Gölgesi (1879)
...· Böyle Buyurdu Zerdüşt (1883-1885)
...· İyinin ve Kötünün Ötesinde (1885-1886)
...· Ahlakın SOykütüğü Üstüne (1887)
...· Homeros ve Klasik Dilbilimi (1869)
...· Empedokles (1870)
...· Schopenhauer'ci Felsefe ve Uygarlığı (1873-1876)
...· Yunan Trajedisi Döneminde Felsefe (1874-1875)
...· Zerdüşt Şiirine Eklemeler (1883-1886)
...· Plan, Proje ve Sistemler (1887-1888)
...· Gücün İradesi (1888)
Bu bölümü "Ecco Homo"da yazdığı kitaplarının değerlendirmelerini aynen geçirerek oluşturdum. Ve aralarına da kitaplarından önemli gördüğüm bazı pasajları da ekleyerek sizlere sunuyorum.
NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM
Birisi ben, öbürü de yazılarım. -Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. -Günün birinde, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belkide Zerdüşt'ün yorumlanması için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşılaşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık derilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım ayakkabılarını -çizmeleriniyse haydi haydi- çıkarıyordur... Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim hiç? Benim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersindedir, -ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım. Başyapıtı "İstem ve Tasarım Olarak Dünya" neden sonra satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle "legor legar" -okunuyorum, okunacağım- demişti) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerindeki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. -Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya'da değil de İsviçre'de çıktı. Dr. V. Widmann'ın (İsviçreli yazar. "Bund" dergisi yöneticilerinden.) "Bund" dergisinde, "İyi ve Kötünün Ötesinde" üzerine "Nietzsche'nin Tehlikeli Kitabı" başlığıyla çıkan yazısı ve gene "Bund"da Bay Karl Spitteler'in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü -1919-) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruklarını olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş alıştırması" olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. -Şu da var ki, hiç kimse birşeyden -kitaplar da giriyor bunun içine- zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Birşey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşantılardan, -bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan yerde, birşey yoktur da... Benim karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bırakmadılar. -"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanların ve öbür "nihilist"lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'in ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "ermiş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulaklarına. -Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı -ki "İyi ve Kötünün Ötesinde" idi- işlenen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" -yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum -evet o gazete, bütün ciddiliğiyle, kitabımı "çağın belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...
-II-
Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, -hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyva satan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonyalılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, -elimden herşey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlamışım, -yani saçmalık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces et finesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te^bile herkesi şaşırtmış, -bu deyim Monsieur Taine'indir-. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprit'den katışmıştır... Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. -Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla -yalnız Yunanca değil- deccal'ım (antichristos) ben...
-III-
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, -Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana benziyorsa, gerçekten çoşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, -uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, -onlar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye birşey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, -hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarınıbilemezler bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş hayvanlar da -yalnız Almanlar bunlar, hoş görün- demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü "féminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, -ve her kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, -sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
-Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan...
-IV-
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim burada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, -budur deyişin anlamı. İç durumlarının o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu gerçekten bildiren, imler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan -bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi- her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz benim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkücülük yalnız, "kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! -Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümlelerle büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
-V-
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucunun ilk edineceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler -herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söylemek gerekmez-, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka birşey değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, (Odysseus'un yoldaşlarını domuz yapan büyücü kadın.) yani töre, bütün Psikoloji'yi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saçmalığa, sevginin "çıkar gözetmez" birşey olması gerektiğine varıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vızgelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın ulusunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu (Hem erkeklik hem dişilik vardı Dionysos'da). Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ("Das ewig Weibliche" -Goethe, 2. Faust, son sahne.) ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler. -Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları (Eski Yunan'da kendilerini Dionysos'a adayan, onun gizlerini kutlayan kadınlar.) iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın erkekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tümünün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır. -hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Gerçek kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onundur zaten doğal olarak. -Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye kinidir birbirlerine. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim yanıtı biliyormusunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktirdir yalnızca. Kendilerini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın", "ülkücü kadın" diye yükseltmekte, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kötüsünden bir tür "ülkücülük"vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gibi, -bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayışım üstüne hiç şüphesiz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkücülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne vaaz vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramıyla lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, -yaşamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
-VI-
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötünün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, -şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak istenen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçlarıno sınayıcı tanrısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha gönülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kalabalığını, kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğreten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek tattıran, -derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere duraklamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın buzun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gömülü yatan her altın kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, kendisi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır, belki daha kırılmış, ama daha adı bile olmayan umutlarla dolu, yeni istemlerle, akıntılarla dolu, yeni direnişlerle, ters akıntılarla dolu..."
Kaynak: Ecco Homo
*************************************************
ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ - herkes için, kimse için bir kitap
Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi-dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı ağustosuna rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: "İnsan ve Zamanın 600 ayak ötesinde". O gün Silvaplana gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana. -O tarihten birkaç ay gerilere gittiğimde, bir önbelirti olarak, beğenilerimin, özellikle musikide birdenbire ta derinden değişiverdiğini görüyorum. Zerdüşt'ü belki de baştanbaşa musikiden sayabiliriz, -şurası açık ki yepyeni bir kulak istiyordu onun için. Vicenza yakınlarındaki bir küçük dağ kaplıcasında, Recoaro'da geçirdiğimiz 1881 baharı, maestro'm ve dostum Peter Gast- benim gibi "yeniden doğmuş"lardandı o da. -ve ben farkettik ki, musiki denilen Anka kuşu her zamankinden daha bir hafif, daha bir ışıldayan kanatlarla dolanıyordu üstümüzde. O günden bu yana, 1883 şubatında birdenbire inanılmaz koşullar altında yaptığım doğuma dek geçen süreyi -önsözde birkaç cümlesini aktardığım son bölüm, tam Richard Wagner'in Venedik'te öldüğü kutsal saat bitirilmiştir- evet, o süreyi hesapladığımda, gebeliğimin 18 ay sürdüğü anlaşılır. Tıpatıp bu sayının çıkması, benim bir dişi fil olduğum düşüncesini getirir insanın aklına, -Buda'cıların aklına hiç değilse,- Yakında eşsiz birşey geleceğinin yüzlerce belirtisini taşıyan Gaya Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda; dördüncü kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi vardır. -Karışık koro ve orkestra için yazılmış "Yaşama Övgü" de gene bu zaman rastlar; partisyonu iki yıl önce Leipzig'de E. W. Fritzsch yayınevinde çıkmıştır. O yıl, içinde olduğum durumun, o sonuna dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim şeyle dolup taştığım durumun hiç de yabana atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. -Sözleri (üzerinde duruyorum, çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda) benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou von Salomé'nin (Roman, öykü ve deneme yazarı.) şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı: "Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha". Burasında benim musikim de büyüktür belki (La -klarneti'nin sonuncu notası do diyez değil, do olacak. Baskı yanlışı.) -Ertesi kışı Cenova yakınında, Chiavari ile Portofino arasına sokulan o sevimli, sessiz Rapollo koyunda geçirdim. Sağlık durumum hiç de parlak değildi; kış soğuktu, son derece yağmurluydu. Kaldığım küçük han denizin hemen üzerindeydi, öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne varsa hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani gerçekten bir diyeceği olan şeyin "her ne olursa olsun" ortaya çıkacağını kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç koşullar içinde ortaya çıktı Zerdüşt'üm. -Öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim yolda, çamlıklar içinden geçerek güneye doğru çıkıyordum; göz alabildiğine denizi görüyordum ayağımın altında. Öğleden sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita koyunu ta Portofino'nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu yerler, bu görünüşler, İmparator Üçüncü Friedrich'in oralara olan büyük sevgisi yüzünden daha bir değerliydi benim gözümde. 1886 güzünde yolum gene o kıyılara düştüğünde, bu küçük, unutulmuş mutluluk ülkesine onun da son gelişiydi. -Bu iki yol boyunca Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu kafamda; en başta Zerdüşt'ün kendisi, kişiliği doğdu: Daha doğrusu çullandı üstüme...
"Ben size Üstinsanı öğretiyorum. İnsan altedilmesi gereken bir şeydir. Onu altetmek için ne yaptınız?
(...)
İnsana göre maymun nedir? Gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle olacaktır Üstinsana göre: gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. Solucandan insana dek yol aldınız ve sizde çok şey daha solucandır. Maymundunuz bir zamanlar ve şimdi bile insan, her maymundan daha maymundur.
(...)
Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın, ve inanmayın size dünyaötesi umutlardan söz açanlara! Ağı saçanlardır onlar, bilerek bilmiyerek.
(...)
Bir zamanlar Tanrıya karşı işlenen günah en büyük günahtı, ama Tanrı öldü, onunla birlikte öldüler o günahkârlar da.
(...)
Ama siz de, kardeşlerim, söyleyin bana: gövdeniz, canınız için ne diyor? Canınız, yoksulluk ve kirlilik ve acınacak rahatlık değil mi? Evet, kirli bir ırmağı içine alması ve bozulmadan kalması için deniz olmalı kişi. Bakın, size Üstinsanı öğretiyorum: o, işte bu denizdir, onda batabilir sizin büyük horgörmeniz."
Zerdüşt - Öndeyiş
-II-
Bu kişiliği anlamak için, insan onun çıktığı fizyolojik koşulları, yani benim büyük sağlık dediğim şeyi iyice kavramış olmalıdır. Bu kavramı Gaya Scienza'da, beşinci kitabın son bölümünde yaptığımdan daha iyi, daha kişisel bir biçimde açıklayamam. Orada şöyle deniyor: "Biz yeniler, adsızlar, kötü anlaşılanlar, biz henüz karanlık bir geleceğin erken doğmuş çocukları, yeni amaçlar için yeni yollar gerek bize, yeni bir sağlık gerek, şimdiye dek olanlardan daha güçlü, daha açıkgöz, daha dayanıklı, daha atak, daha keyifli bir sağlık. Her kim bugüne dek gelen değerlerin, dileklerin çevresini baştanbaşa dolaşıp görmek, bu ülküsel "Akdeniz"in kıyılarında yelken açmak için can atıyorsa, her kim ülkeler bulan, ele geçiren birinin, bir sanatçının, bir ermişin, bir yasa koyucusunun, bir bilgenin, bir bilginin, bir sofunun, eski çağda herşeyden el etek çekmiş tanrısal birinin neler duyduğunu içinde yaşayıp bilmek istiyorsa, ona en başta büyük sağlık gereklidir.- bu da yetmez tek başına, insan onu her gün yeni baştan elde etmelidir, çünkü ondan her an geçilir, geçilmelidir de... Şimdi bizler, bunca zaman yollarda olanlar, biz bir ülkü arayan Argonaut'lar, (Argo adlı gemiyle Kolehis'e, altın yapağı ele geçirmeye giden Yunan yiğitleri: İason, Herakles, Orpheus vb...) belki gerektiğinden de çok gözüpek olanlar, gemileri batanlar, bunca şeye uğrayanlar, ama dediğimiz gibi, hoş görüldüğünden de çok sağlam olanlar, sağlamlığı bir tehlike olanlar, sağlamoğlu sağlamlar, -bize öyle geliyor ki, bunların bedeli olarak önümüzde insan ayağı değmemiş, bir ülke var, daha kimse aşmamış sınırlarını, ülkü'nün bilinen ülkelerinden, tüm köşe bucağından çok ötelerde, güzel, yabancı, çözülmemiş, korkunç ve tanrısal şeylerle dolu bir dünya ki, bilgiye, ele geçirmeye susuzluğumuzdan duramaz olduk artık -ah bundan böyle bizi hiçbir şey doyuramaz!... Bizler ki böyle bir geleceği sezmişiz, buluncumuz, kafamız böyle bir açlıkla kıvranıyor, bugünkü insanla yetinebilir miyiz hiç? Ne yapsak boşuna, elimizde değil: Onun en değerli amaçlarına, umutlarına bakarken gülmemek için zor tutuyoruz kendimizi, belki de artık hiç bakmıyoruz bile... Başka bir ülküdür önümüzde koşan, şaşırtıcı, sınayıcı, tehlikeli bir ülkü; kimseyi ayartmak istemiyoruz ona, çünkü kimseye bu hakkı kolay kolay tanımıyoruz: Şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz, tanrısal bilinen herşeyle bir çocuk gibi, yani bilmeksizin oyun oynayan, ağzına dek güç ve bereket dolu bir düşüncenin ülküsü; ulusların haklı olarak değer bildiği en yüce şeyleri olsa olsa bir tehlike, çökme, alçalma ya da en azından bir dinlenme, körlük, arada sırada kendini unutma sayan birinin ülküsü, ki çoğu zaman insanlık dışı gözükecektir, örneğin şimdiye dek yeryüzünde önemsenen herşeyin, gösterişli duruşların, sözlerin, seslerin, bakışların, töre'nin, büyük ödevlerin yanıbaşında durup da, elinde olmadan onları herşeyiyle alaya aldığında, -ama büyük önemseyiş asıl onunla başlayacak, asıl soru imi onunla konacak, ruhun yazgısı değişecek, saatin yelkovanı ilerleyerek, tragedya başlayacak..."
"İnsan , hayvanla Üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, -uçurum üstünde bir ip. Korkulu bir geçiş, korkulu bir yolculuk, korkulu bir geri bakış, korkulu bir ürperiş ve duraklayış. İnsanda büyük olan, onun köprü olmasıdır, erek değil: insanda sevilebilecek olan, onun karşıya geçiş ve batış olmasıdır. Ben yaşamasını bilmeyenleri severim, meğerki batmasını bileler; çünkü bunlardır karşıya geçenler.
(...)
Ben, bilmek için yaşayan ve bir gün Üstinsan yaşasın diye bilmek isteyeni severim. Böyle ister o kendi batışını.
(...)
Ben, bir sürü erdem istemeyeni severim. Bir tek erdem, iki erdemden daha erdemdir, çünkü yazgının asıldığı daha zorlu düğümdür o.
(...)
Ben, insanların üstünde asılı o kara buluttan tek tek düşen ağır damlalar gibi olan herkesi severim: onlar şimşeğin gelişini haber verirler ve haberci olarak yok olurlar. Bakın, ben şimşeğin habercisiyim ve buluttan düşen bir damlayım: oysa şimşek, Üstinsandır."
Zerdüşt - Öndeyiş
-III-
O güçlü çağlarda ozanların esin dedikleri şey nedir, ondokuzuncu yüzyıl sonunda bunu açıkça bilen var mı? Yoksa, ben anlatayım. -İçimizde azıcık boş inan olmaya görsün, insanüstü güçlerin cisimlenmesi, yalnızca onların sözcüsü, aracısı olduğunuza inanmaktan kendinizi alamazsınız. İnsanı en derinden sarsan, altüst eden birşeyin birdenbire anlatılmaz bir doğruluk ve incelikle görülür, duyulur olması anlamına gelen "vahiy" sözcüğü var ya, bu olaya tıpatıp uyar işte. İnsan aramaksızın duyar, kimden geldiğini sormaksızın alır; bir şimşek gibi çakar düşünce, zorunlulukla, en son biçimi içinde, -benim için seçme diye birşey yoktu hiç. Bir kendinden geçmedir, korkunç gerilimi zaman olur gözyaşlarıyla boşanır; yürürken elinizde olmadan bir hızlanır, bir yavaşlarsınız; hiç kendinizde değilsinizdir, ama tepeden tırnağa geçirdiğiniz o ince ürpertiler sağnağını apaçık duyarsınız; bir derin mutluluktur, en büyük acılar, en korkunç şey orada karşıt etki yapmaz, tersine gerekli duyulur, istenir, bu ışık bulluğunda zorunlu bir renktir o da; biçimlerle dolu engin uzayları kaplayan bir ritim bağlantıları sezişi, -ki uzunluk, geniş dalgalı bir ritim gereksinmesi neredeyse esin gücünün bir ölçüsüdür, onun baskısını, gerilimini bir anlamda gidermektir... Hiçbir şey elinizde değildir, gene de bir özgürlük duygusu, bir saltlık, bir güç, bir tanrısallıkfırtınası içindeymiş gibi olup biter hepsi... İmgenin, benzetinin artık size bağlı olmayışı işin ilginç yanıdır, imge nedir, benzeti nedir, hiçbirini bilmez olursunuz. Herşey elinizin altındadır, en doğru, en yalın deyim. Zerdüşt'ün bir sözüyle söyleyelim, şeyler sanki kendilerinden gelirler, kendilerini sunarlar benzeti olarak (-"Herşey senin konuşmanı okşamaya geliyor burda, yüzüne gülüyor senin: Çünkü senin sırtına binip, her doğruya koşturuyorsun. Burada tüm varlığın sözleri, söz hazineleri sana açılıveriyor; burada tüm varlık söz olmak istiyor, senden konuşmayı öğrenmek istiyor tüm oluş-"). İşte esin konusunda benim yaşadığım bu. "Benimki de böyleydi" diyebilecek birisi bulmak için, hiç şüphe yok, binlerce yıl gerilere gitmeli insan.
"Yazık! İnsanın, özlem okunu insandan öte salamayacağı ve yayının, vınlamayı unutacağı zaman geliyor! Size diyorum: hora tepen bir yıldız doğurabilmek için, kişinin içinde kargaşa olmalı daha. Size diyorum: daha var sizde bu kargaşa. Yazık! İnsanın artık yıldız doğuramayacağı zaman geliyor. Yazık! En horgörülesi adamın, kendini artık horgöremeyenin zamanı geliyor. Bakın! Size son insanı gösteriyorum. "Sevgi nedir? Yaratma nedir? Özlem nedir? Yıldız nedir?" -böyle sorar da son insan, göz kırpar. Yeryüzü artık küçülmüştür ve üstünde, her şeyi küçülten son insan sıçramaktadır. Toprak piresi gibidir o, kökü kurutulamaz: son insan, en uzun ömürlüdür.
(...)
Ama Zerdüşt üzüldü ve gönlüne dedi: "Beni anlamıyorlar: ben bu kulaklara göre ağız değilim. Anlaşılan pek fazla kalmışım dağlarda, pek fazla dinlemişim dereleri ve ağaçları: şimdi keçi çobanlarına söz söyler gibi konuşuyorum onlarla. Durgun gönlüm ve duru, sabahleyin dağlar gibi tıpkı. Oysa beni soğuk sanıyorlar ve korkunç şakalar yapan alaycının biri. Ve işte bana bakıyorlar ve gülüyorlar: ve gülerken benden nefret ediyorlar. Gülüşleri buz gibi."
(...)
İyilere ve doğrulara bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: -oysa o yaratıcıdır. Bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: -oysa o, yaratıcıdır.
(...)
Varacağım ereğime, ben kendi yolumu yürüyorum; duraklayanların ve geride kalanların üzerinden atlayacağım. Benim ilerleyişim, onların batışı olsun böylece!"
Zerdüşt - Öndeyiş
-IV-
Sonra, hasta düşüp birkaç hafta Cenova'da yattım. Arkasından bir yaşlı bahar geçirdim Roma'da; yaşamı olduğu gibi kabullenmiştim, -kolay iş değildi bu. İstemeden düştüğüm, Zerdüşt ozanı için yeryüzünün bu en yakışık almaz yeri canımdan bezdirmişti beni aslında. Kaçıp kurtulmak, Roma'nın karşıtına, Roma'ya düşmanlıktan kurulmuş olan Aquila'ya gitmek istedim; ben de günün birinde yakın akrabalarımdan birinin, tam gerektiği gibi bir tanrısız ve kilise düşmanının, Hohenstaufen'lerden o büyük imparator İkinci Friedrich'in (Sicilya kralı, 1220'den sonra da Kutsal Roma Cermen İmparatoru. Papa'lara karşı savaşmış, afaroz edilmişti.) anısına böyle bir yer kuracağım. Ama talihsizlik yakamı bırakmıyordu: Gene Roma'ya döndüm. Hıristiyanlık düşmanı bir semt aramaktan usanarak, sonunda Piazza Barberini'ye (Roma'da bir alan. Palazzo del Quirinale: İtalya kralının oturduğu saray.) fit oldum. Korkarım bir seferinde kötü kokulardan elimden geldiğince kurtulmak düşüncesiyle, bir feylesof için sessiz bir odaları olup olmadığını Palazzo del Quirinale'de bile sordum. -Adı geçen piazza'ya bakan yüksek bir odada oturuyordum, Roma ayağımın altındaydı; aşağılardan çeşmelerin şırıltısı duyuluyordu. Bugüne dek yazılmış en yapayalnız türkü, Gece Türküsü, işte orada yazıldı; o sıralar bir karasevdalı ezgiyle bozmuştum, anlatılır şey değildi; bir de bağlaması vardı, hep şu sözlerle duyuyordum: "Ölümsüz olmaktan ölmüş"... Yazın, Zerdüşt düşüncesinin kafamda ilk olarak şimşek gibi çaktığı o kutsal yere (Sils Maria) dönünce, ikinci bölümü buldum. On gün yetti. Ne birinci bölüm, ne de üçüncü ve sonuncusu (Zerdüşt başlangıçta 3 bölüm olarak yayımlanmıştı. Dördüncü bölüm sonradan eklenmedir.), hiçbiri daha uzun sürmedi. Ertesi kış, yaşamımda ilk kez parıldayan sessiz, mutlu Nice göğü altında üçüncü bölümü buldum, -Ve işim bitti. Hepsi bir yıl bile sürmedi. Nice çevresinde yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır benim gözümde. "Eski ve Yeni Levhalar üstüne" adını taşıyan can alıcı bölüm, istasyondan kayalar içine kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza'ya çıkarken yazıldı, -yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas çevikliği de o denli artıyor bende. Beden coşmuştur: "Ruh"u karıştırmayalım işin içine... Çok zaman beni dans ederken görebilirdiniz; yorgunluk nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim, yedi sekiz saat dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, -bundan daha dinç, daha sabırlı olamazdım.
"Düş gibi gelirdi bana dünya ve bir Tanrının masalı gibi; hoşnutsuz Tanrının gözleri önünde renkli dumanlar. İyi ve kötü, sevinç ve acı, ben ve sen, -yaratıcı gözler önündeki renkli dumanlar gibi gelirdi bana. Yaratıcı kendinden uzağa bakmak istedi, -bunun üzerine dünyayı yarattı.
(...)
Yeni bir gurur öğretti bana ben'im, insanlara öğretiyorum bunu: başımı artık göksel nesnelerin kumuna gömmeyi, yeryüzüne anlam veren, yersel bir baş olarak özgür taşımayı onu!
(...)
Onlar hep geriye, karanlık çağlara doğru bakarlar: o zamanlar, doğrusu, başkaydı kuruntu ve inanç; usun çılgınlığı tanrıcalık, ve kuşku günahtı. Pek iyi bilirim o tanrıca kişileri: kendilerine inanılsın ve kuşku günah olsun isterler. Pek iyi bilirim kendilerinin en çok neye inandıklarını da.
(...)
Siz bence, kardeşlerim, sağ gövdenin sesini dinleseniz: daha dürüst ve duru bir sestir o.
(...)
İnsan altedilmesi gereken bir şeydir: bundan ötürü seveceksin erdemlerini -: çünkü onlar yüzünden yok olacaksın.-
Zerdüşt - I. Bölüm
-V-
Bu onar günlük çalışmaları bir yana bırakırsak, Zerdüşt'ü yazdığım yıllar, özellikle ondan sonrası benzersiz bunalım yılları oldu. Pahalıya malolur ölümsüzlük: Karşılığı olarak birçok kez ölür daha yaşarken insan. -Büyük işin öç alması dediğim birşey vardır: Her büyük iş, yapıt olsun, edim olsun, bir kez tamamlandı mı, o an yapıcısına karşı oluverir. O zaten bu işi yaptığı için güçten düşmüştür-, artık yapıtına katlanamaz olur, onun yüzüne bakamaz. Geçmişinde böyle kimsenin istemeyi bile düşünemeyeceği birşey, insanlık yazgısının düğümlediği birşey bulmak ve bunun yükünü taşımak şimdi!... Ezer insanı bu... Büyük işin öç alması! -İnsanın çevresinde duyduğu o ürkünç sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir. Yedi kattır yalnızlığın derisi; birşey işlemez içine. İnsanlara yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın: Gene bir ıssızlık, gene bir tek bakış yok karşılık veren. Olsa olsa bir başkaldırma. Herbirinde başka türlü olmak üzere, bana yakın herkeste gördüm bu başkaldırmayı; sanırım, karşıdakini en çok yaralayan şey, aramızda bir ayrım olduğunu birdenbire sezdirmektir, -saygı duymadan yaşayamayan soylu yaradılışlara pek az rastlanır. -Bir üçüncüsü de, küçük sokmalara karşı aşırı duyarlığıdır derinin, tüm küçük şeylere karşı bir çeşit çaresizliktir. Bunun nedeni de, bence her yaratıcı edimin, varımızı yoğumuzu, bütün benliğimizi koyduğumuz her edimin savunma güçlerinde gerektirdiği o korkunç tüketimdir. Küçük savunma yetenekleri ortadan kalkmıştır sanki: Güç bütünlemesi yapamazlar artık. -Çekinmeden şunu da söyleyeyim, insan daha kötü sindirim yapar, yerinden kımıldamak istemez, soğuğa karşı dayanıklılığı azalır, güvensiz olur, -çoğu zaman nedenler üzerinde bir yanılmadır güvensizlik, -Bir sefer, bu halimle, bir inek sürüsünün yaklaştığını, sürüyü daha görmeden, içimde yumuşak, insanca düşüncelerin doğmasından anlamıştım: Kanı sıcaktır onların...
"Ben ırmak kıyısında bir parmaklığım: tutunabilen tutunsun bana! Fakat koltuk değneğiniz değilim ben.
(...)
Bütün yazılmış şeyler içinde yalnız, kanla yazılmış olanıseverim. Kanla yaz: göreceksin ki kan, ruhtur.
(...)
Okuru tanıyan, artık başka bir şey yapmaz okur için. Bir okurlar yüzyılı daha geçsin, -ruhun kendisi de kokuşacaktır.
(...)
Bir zamanlar ruh, Tanrıydı; derken insanlaştı; şimdiyse, yığınlaşıyor bile. Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister.
(...)
Siz yükselmek isteyince, yukarı bakarsınız. Bense aşağı bakarım, çünkü yükselmişim. Sizden kim aynı zamanda güler ve yükselmiş olur? En yüce dağlara çıkan, güler bütün acıklı oyunlara ve acıklı ağırbaşlılığa.
(...)
Bana diyorsunuz: "Hayata katlanmak güçtür." Yoksa ne işe yarardı sabahki gururunuz, akşamki yerinmeniz? Hayata katlanmak güçtür: siz de çıtkırıldım olmayın öyle! Hepimiz bulunmaz eşekler ve kancık eşekleriz. Üzerinde bir damla çiğ var diye titreyen gül tomurcuğuyla ortak nemiz var bizim?
(...)
Ben ancak hora tepmeyi bilen bir Tanrıya inanırdım.
Zerdüşt - I. Bölüm
-VI-
Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. "Dionysosca" kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada; onunla ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde bir an bile soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt'ün yanında yalnızca bir inanandır, doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı değildir. Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur ya, daha birşey değildir bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı yerini, içinde yaşadığı gökmavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu söylemeye hakkı vardır Zerdüşt'ün: "Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal sınırlar; gitgide azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara, -sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal dağlardan." Tüm büyük kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de Zerdüşt'ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız. Bir sonsuz merdivendir O'nun üzerinde inip çıktığı; herkesten daha ötesini görmüş, daha ötesini istemiş, daha ötesini başarmıştır. Gelmiş geçmiş bu en olumlu düşüncenin her sözü gene de bir karşı durmadır; tüm karşıtlıkları içinde toplamış, onlardan yepyeni, tek birşey yapmıştır. İnsan yaradılışının en yüksek ve en aşağı güçleri, en tatlı, en delice, en korkunç olan şey o bir tek çeşmeden ölümsüz bir güvenle akar. Yükseklik nedir, derinlik nedir, hiçbiri bilinmezdi Zerdüşt'ten önce; hele doğru hiç bilinmezdi. Doğrunun bu vahyinde bir tek yer yok ki, öncüleri bulunsun, en büyüklerden biri önceden sezmiş olsun. Ne bilgelik, ne ruhların derinliğine iniş, ne de konuşma sanatı diye birşey vardı Zerdüşt'ten önce: En tanıdık, en günlük olan şey burada hiç duyulmamış nesnelerden söz ediyor. Tutkusundan tir tir titriyor deyiş; uzdillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar savruluyor daha önce bilinmeyen geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü yanında, şimdiye dek bilinen en büyük, en güçlü simgecilik bir çocuk oyuncağı kalır. -Zerdüşt nasıl da herkese iniyor, nasıl da biliyor gönül almayı! Üstelik hasımlarına, papazlara nasıl okşarcasına dokunuyor, onlarla birlikte acı çekiyor!- İnsan burada her an aşılmaktadır, "üstinsan" kavramı en büyük gerçek olmuştur burada, -şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır. Bu mutlu sessizlik, bu tüy gibi ayaklar, bir an eksik olmayan bu hayınlık, bu kabına sığmazlık, Zerdüşt'ün kişiliğini yapan başka ne varsa, hiçbiri büyüklüğün ayrılmaz parçası olarak düşünülmemiştir daha önce. Zerdüşt kendini işte bu yüzden, böyle geniş uzaylarda yaşayıp, en çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en yüksek varoluş biçimi saymaktadır; kendisinin bunu nasıl tanımladığını duyunca, onu başka birşeye benzetmekten vazgeçer artık insan.
-en uzun merdiveni olan ruh, en derine inebilen, en geniş, en büyük ruh, kendi içinde en çok dolanıp gezebilen, yolunu en çok şaşırabilen,
o en zorunlu olan, seve seve atılan rastlantının içine, o varolan ruh, oluşu isteyen, varlıklı ruh, istemeyi ve açlığı isteyen,-
Kendi kendinden kaçan, en geniş çevrelerde yakalayan kendini,
en bilge ruh, kulağına çılgınlığın en tatlı şeyler fısıldadığı,
kendini en çok seven, içinde tüm şeylerin ileriye ve geriye aktığı, alçaldığı, kabardığı-
Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. -Başka bir düşünüş yolu da oraya götürür bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur: Şimdiye dek evet denen herşeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen kimse, nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle hafif, böylesine az yersel oluyor -bir dansçıdır Zerdüşt-; gerçeği en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o "uçurum gibi derin" düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, -tam tersine evrensel olumlayışın, "o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta kendisidir... "Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu kutsayan evet-deyişi"... İşte gene vardık Dionysos'a.
"İnsan da ağaca benzer. Ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli yaşam kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe -kötülüğe.
(...)
'Sonrasız Hayat'la baştan çıkıp çekilsinler bu hayattan.
(...)
Bilgi ermişleri olmak elinizden gelmiyorsa, hiç değilse bilgi savaşçıları olun. Onlar, bu türlü ermişliğin yoldaşları ve öncüleridir.
(...)
Devlet mi? O da ne? Peki! Şimdi bana kulak verin, size ulusların ölümünden söz açacağım. Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o; ve ağsından şu yalan sürüne sürüne çıkar: "Ben, devlet -ulusum ben." Yalan! Yaratıcılardı ulusları yaratnalr ve onların üstüne bir inanç ve bir sevgi asanlar: böylece hayata hizmet ettiler.
(...)
'Yeryüzünde benden büyüğü yoktur: düzenleyen parmağıyım ben Tanrının' -böyle böğürür o canavar.
(...)
Orada, devletin bittiği yerde, orada başlar gereksiz olmayan insan: orada başlar gerekli kişilerin türküsü, o eşsiz, o benzersiz ezgi. Oraya, devletin bittiği yere, -oraya bak, kardeşim! Görmüyor musun gökkuşağını ve köprülerini Üstinsanın?-
(...)
Sen yumuşak ve doğru olduğun için, dersin: "Suçsuzdur onlar küçükj varlıkları içre." Fakat onların dar gönülleri düşünür: "Suçludur bütün büyük varlıklar."
Zerdüşt - I. Bölüm
-VII-
-Kendi kendine kalınca hangi dili konuşur böyle bir tin? Dithyrambos dilini. Bulucusu benim dithyrambos'un. Zerdüşt'ün gün doğadan önce kendi kendisiyle nasıl konuştuğunu bir dinleyin: Bu zümrütten mutluluğu, bu tanrısal sevecenliği şakıyan dil yoktur benden önce. Böyle bir Dionysos'un en derin yası bile gene dithyrambos olur; önek olarak Gece Türküsü'nü veriyorum, -ışık ve güç bolluğu yüzünden, güneş gibi yaratılmış olmak yüzünden sevmeyişin o ölümsüz yakınmasını.
...Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
...Gecedir: Yeni yeni uyanıyor sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.
...Dinmeyen, dinme bilmez birşey var içimde, ses olmak istiyor. İçimde sevgiye susamışlık var, sevginin dilini konuşuyor kendisi.
...Işığım ben: Gece olaydım keşke! Ama budur işte benim yalnızlığım, çepeçevre ışıkla sarılmış olmam.
Ah, karanlık olaydım, gece olaydım! Nasıl emerdim ışığın memelerinden!
Üstelik kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar, ateşböcekleri göğün! O ışıktan armağanlarınızla mutlu olurdum.
Ama öz ışığımla yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan alevleri.
Bilmiyorum almadaki mutluluk nedir; çoğu zaman bana öyle geldi ki, çalmak daha da büyük mutluluktur almaktan.
Budur benim yoksulluğum, elim durup dinlemeden bağışlıyor; budur çekemediğim, bekleyen gözler görüyorum hep, özleyişin aydınlanmış gecelerini.
Vay, bağışlayanların mutsuzluğu, vay! Güneşimin kararması! Vay susamaya susamış olmak! Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!
Gerçi benden alıyorlar: Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha? Bir uçurum vardır vermekle almak arasında, -ve en küçük uçurumdur en zor kapanan.
Bir açlık büyüyor güzelliğimden: Aydınlattıklarıma acı vermek istiyorum, soymak istiyorum birşey bağışladıklarımı- hayınlığa böylesine susamışım ben.
Doluluğum böyle bir öç kuruyor, böyle bir kalleşlik sızıyor yalnızlığımdan.
Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan bezdi erdemim!
Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır; hep dağıtan kimsenin elleri, yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.
Gözüm yaşarmıyor artık yalvaranın utanması önünde; sertleşen elim artık duymuyor o dolu ellerin titreyişini.
Gözümde o yaş damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş? Vay, yapayalnızlığı tüm bağışlayanların! Vay, tüm ışıldayanların suskusu!
Issız uzayda nice güneş dönüyor: Karanlık ne varsa, hepsine konuşuyorlar ışıklarıyla -yalnız bana susuyorlar.
Işıyanlara karşı budur düşmanlığı ışığın: Acımadan gider kendi yoluna.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk- böyle döner her güneş.
Bir kasırga gibi döner güneşler yörüngeleri üzerinde.
Amansız istemlerine uyup giderler: Budur soğukluğu onların.
Yalnız sizler, ey karanlık, ey gecesel olanlar, siz ısınırsınız onların ışığında! Yalnız siz susuzluğunuzu dindirirsiniz, emersiniz ışığın memelerinden!
Ah, dört bir yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim! Ah, içimde susuzluk var, sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor.
...Gecedir: Neden böyle ışığım ben! Geceye susamışlık! Yalnızlık!
...Gecedir: Bir pınar gibi kaynıyor içimden isteğim, -konuşmak istiyorum.
...Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
...Gecedir: Şimdi uyanıyor işte sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.-
Şunlar kendilerini tutarlar, doğru: fakat yaptıkları her şeyden, şehvet denen kancık it kıskanç sırıtır.
(...)
Kendisinden bir parça et esirgenince, bir parça ruh dilenmeyi nasıl da bilir bu şehvet iti!
(...)
Pek uzun bir süre köleyle zorba gizlenmiştir kadınlarda. Bu yüzden kadın, daha dostluğa yeterli değildir: o yalnız sevgiyi bilir.
(...)
Kadın daha dostluğa yeterli değildir: kadınlar daha kedi ve kuşturlar. Ya da, olsa olsa, inek.
(...)
Övülesidir, güç saydıkları şey; pek gerekli ve güç olana iyi derler, en büyük sıkıntıdan kurtaranı, eşsiz ve en güç olanı, kutsal diye överler.
(...)
Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini; önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki!
(...)
Kadın kimden nefret eder en çok? -Demir şöyle demiş mıknatısa: "En çok senden nefret ederim, çünkü sen çekersin, ama kendine doğru sürükleyemezsin." Erkeğin mutluluğu: "İstiyorum." Kadının mutluluğu: "İstiyor."
(...)
"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!"
(...)
"Ejderin yılan ağısından öldüğü nerde görülmüş?" dedi, "Geri al şu ağını! Sen bunu bana armağan edecek kadar zengin değilsin."
(...) Ahlâk yıkıcısı, derler bana iyilerle doğrular: benim öyküm ahlâka aykırıdır. Ama, düşmanınız olursa, kötülüğüne iyilikle karşılık vermeyin: onu utandırır da ondan. Yalnız, size iyilik ettiğini gösterin ona.
(...)
Ve ceza, saldırgan için aynı zamanda bir hak ve şeref olmazsa, cezanız eksik olsun!
Zerdüşt - I. Bölüm
-VIII-
Böyle birşey ne yazılmış, ne duyulmuş, ne de çekilmiştir: Bir tanrı, bir Dionysos çekebilir bu acıyı. Bu "ışık içinde güneş yalnızlığı" dithyrambos'una verilecek yanıt Ariadne (Minos'un kızı. Theseus Minotauros'u öldürmek üzere labirent'e onun ipliğiyle inmemiş. Sonra birlikte kaçmışlar; ama Theseus Ariadne'yi Naksos adasında yapayalnız bırakıp gitmiş. Neyse ki Dionysos gelmiş de, kızı kendine eş olarak almış...) olurdu... Ama Ariadne kimdir, benden başka bilen mi var!... Bu tür bilmecelerin çözümünü bulamadı hiç kimse; burada bir bilmece olduğunu gördüklerinden de şüpheliyim. -Zerdüşt bir seferinde, ödevini -ki benim de ödevimdir- öyle bir kesinlikle belirtmiştir ki, yanlış anlayamaz artık hiç kimse: Geçmiştekileri de temize çıkarmaya, kurtarmaya dek varan bir olumlayıştır bu.
İnsanlar arasında, geleceğin kırık parçaları arasında gibi dolaşıyorum: O gördüğüm geleceğin.
Derdim günüm bu benim, kırık parça, bilmece, ürkünç rastlantı olan herşeyi toplamak, tek birşey yaratmak.
Nasıl katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici, rastlantının kurtarıcısı olmasaydı insan?
Tüm geçmişi kurtarmak, "böyleydi" denilen herşeyi yeni baştan yaratmak "ben böyle isterdim" diye, -benim için bu olurdu ancak kurtuluş.
Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için "insan" ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, -bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç, -insandan o büyük tiksinmeyi de yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu bekleyen çirkin bir taştır.
Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak: Bu büyük yorgunluk benden ırak olsun hep!
Bilip tanırken bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca; benim bilgim bir çocuk gibi arıksa, onda doğurtma istemi olduğu içindir.
Bu istem tanrıdan, tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar... varolsaydı?
Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma isteğim; taşı böyle arar çekiç de.
Bilseniz, nasıl bir yontu taşta benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde, en çirkininde mi uyumalıydı böyle!
Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun!
Onu tamamlayacağım; bir gölge geldi göründü çünkü bana, -tüm şeylerin en eşsizi, en tüy gibisi göründü bana bir kez!
Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne... tanrılardan!..
Bu koşuklar dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de belirtmek isterim: Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan tad, Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır. "Sert olun" buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük kesinlikle biliş, gerçek belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.-
Kaynak: Ecco Homo
*************************************************
Bir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine: ama bu taş dibe inecek olursa, deyin bana, kim çıkarabilir? Yalnızı incitmekten sakının! Ama incitecek olursanız, eh, artık öldürün de!
(...)
Kendinizden öte seveceksiniz bir gün! Onun için önce sevmeyi öğrenin. Sevginizin acı kadehini işte bu yüzden içmek zorunda kaldınız. En iyi sevginin kadehinde dahi acılık vardır, Üstinsana özlemi böyle uyarır sevgi, böyle uyarır sende susuzluğu, ey yaratıcı!
(...)
Vaktinde öl! Vaktinde öl: bunu öğretir Zerdüşt. Elbette hiç bir zaman vaktinde yaşamayan, nasıl vaktinde ölsün? Keşke hiç doğmasaydı!
(...)
Siz ey bugünün yalnızları, ey çekilenler, siz ilerde bir ulus olacaksınız: sizden, kendini seçmiş kişilerden bir ulus doğacak: -bu ulustan da, Üstinsan.
(...)
Artık beni yitirmenizi ve kendinizi bulmanızı istiyorum, ancak hepiniz beni yadsıdığınız zaman döneceğim size. Gerçek, o zaman başka bir gözle arayacağım yitik kişilerimi, kardeşlerim, o zaman başka bir sevgiyle seveceğim sizi.
(...)
Şudur büyük öğle: insan, hayvanla Üstinsan arasındaki yolunun ortasındadır ve akşam yolunu en büyük umudu olarak kutlamaktadır: Çünkü bu, yeni bir sabah yoludur.
(...)
"Öldü bütün tanrılar. Üstinsanın yaşamasını istiyoruz artık." -O büyük öğlede son arzumuz bu ola!
Zerdüşt - I. Bölüm
*********************************
ŞEN BİLİM - La Gaya Scienza
Olumlayan bir kitaptır "Tan Kızıllığı", derinliğine derin, ama yumuşak ve aydınlık. Gaya Scienza da öyledir, hem de sapına dek: Hemen her cümlesinde derin düşünceyle kabına sığmazlık kardeşçe elele verirler. Yaşadığım en eşsiz ocak ayına -ki bu kitap baştanbaşa onun armağanıdır- minnetimi belirten bir şiir, bilimin şenliği hangi derinliklerden kopup geliyor, bunu yeterince açığa vurur:
Ey sen ki elinde alevden mızrak,
Paramparça ettin ruhumun buzlarını,
Denize akıyor şimdi çağıldayarak,
Bulmaya en yüce umutlarını:
Hergün daha aydınlık, daha bir diri
Ve özgür, o sevecen zorlayışla, bak-
Övüyor sunduğun mucizeleri,
Ey güzeller güzeli Ocak!
Dördüncü kitabın bitiminde, Zerdüşt'ün ilk sözlerinin o elmas güzellikleriyle ışıldadığını gören ya da üçüncü kitabın sonunda, bir yazgının tüm çağlar için ilk kez dile geldiği o granitten yontulmuş cümleleri okuyan kimse, buradaki "en yüce umutlar" nedir, artık şüphe edebilir mi? Çoğunluğu Sicilya'da yazılan Yasa Tanımaz Prens'in Türküleri, doğrudan doğruya Provence ekinindeki (12. ve 13. yüzyıllarda, özellikle güney Fransa'da, kuzey İtalya'da ve Sicilya'da gelişen saray ekini.) "gaya scienza" kavramını, o türkücü, şövalye ve özgür düşünür bileşimini anımsatır; o erken doğmuş, eşsiz Provence uygarlığını, kendinden sonra gelen ne idüğü belirsiz uygarlıklardan ayırdeden de bu bileşimdir. Özellikle, "Mistral'e" başlığını taşıyan sonuncu türkü, töre'nin üzerinden sıçrayıp geçen o coşmuş dans havasını, sapına dek bir Provence işidir.
Kaynak: Ecco Homo
Bu dalga, sanki bir şeye ulaşmak söz konusuymuş gibi açgözlülükle yaklaşıyor! Yarın en gizli kıvrımlarının içine korkunç bir çabuklukla yayılıyor! Sanki birisini uyarmak istiyor gibi; burada sanki gizli bir şey, değerli, çok değerli bir şey varmış gibi. Ve şimdi, biraz daha yavaşça, hâlâ heyecandan beöbeyaz olarak geri dönüyor. Düş kırıklığına uğramış bir havaya mı bürünüyor? Ama, birincisinden daha açgözlü ve daha vahşi başka bir dalga şimdiden yaklaşıyor ve bu dalganın ruhu da gizemle dolu, hazineler arama arzusuyla dopdolu görünüyor. Dalgalar bu şekilde yaşıyorlar, istence sahip olan bizler de böyle yaşıyoruz! Bunun hakkında daha fazla bir şey söylemeyeceğim.
-Nasıl? Benden kuşkulanıyor musunuz? Bana kızıyor musunuz, güzel canavarlar? Gizinizi ortaya çıkarmamdan mı korkuyorsunuz? Öyle olsun! Kızınız, yeşilimtrak ve tehlikeli olan bedenlerinizi yapbildiğiniz kadar yukarı çıkarınız, benimle güneş arasına bir duvar örünüz -şimdiki gibi! Gerçekte, dünyadan geriye yeşil bir alacakaranlıktan ve yeşil şimşeklerden başaka hiçbir şey kalmıyor. İstediğiniz gibi hareket edin azgınlar, zevkten ve kötülükten bağırın -veya yeniden dalınız, çukurun dibine zümrütlerinizi boşaltın, yosundan ve köpükten, sınırsız beyaz dantellerinizi fırlatın. Her şeyi benimsiyorum, çünkü tüm bunlar size çok yakışıyor ve size sonsuzminnet duyuyorum: Size nasıl ihanet edebiliyorum, sizin hangi tür olduğunuzu biliyorum! Siz ve ben aynı türdeniz! Siz ve ben aynı gizi taşıyoruz!
Herakleitos gibi. - Yer yüzünün bütün mutluluğu savaştadır, dostlarım, savaşta. Evet, dost olmak için barut dumanı gereklidir! Dostlar üç hâlde birleşirler: Yoksulluk karşısında kardeş olurlar; düşman karşısında eşit olurlar; ölüm karşısında da... özgür olurlar!
Az ya da çok tehlikeli yaşam. - Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdiven aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar seert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike: Topraktanız biz;... Birbirimize çarptığımız gün vay hâlimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!
Şen Bilim
****************
TANKIZILLIĞI - töre'nin bir önyargı oluşu üstüne düşünceler
Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi: Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan bu kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan herşeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya, kötülüğe ratslayamazsınız; güneşte yatar o, tostoparlak, mutlu, kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi. O deniz hayvanı da benim ayrıca: Kitabın hemen her cümlesi, Cenova yakınındaki o birbiri içine girmiş kayalıklar arasında tasarlanmış, ele geçirilmiştir; orada denizle başbaşaydık, gizli birşeyler vardı aramızda. şimdi bile, bu kitap ne zaman elime geçse, hemen her cümlesi derinlerden benzersiz birşeyler çekip çıkaran bir olta ucu oluverir: Bütün derisi belli belirsiz titreyip ürperir ürperir anılarla. Hani ondaki de az sanat değildir, o uçarcasına, sessizce geçen şeyleri, tanrısal kertenkeleler dediğim o kaçıcı anları yakalamak... Gerçi zavallı kertenkeleleri hemencecik şişleyiveren o genç Yunan tanrısının (Hermes.) kan dökücülüğüyle değil, ama gene de sivri birşeyle, kalemin ucuyla... "Daha ışımamış nice tan kızıllıkları vardır" -bu Hind yazıtını (Rig veda II. 28. 9.) koydum kitabımın girişine. Yeniden bir günün, -ah ardarda günlerin, sayısız yeni günlerle dolu bir dünyanın- başlayacağı o yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar nerede arıyor? Tüm değerlerin yenilenişinde, tüm törel değerlerden kopmakta, o güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş, kargınmış herşeye "evet" demekte, güvenmekte. Bu olumlayan kitap, ışığını, sevgisini, sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce bir hak ve öncelik veriyor. Töreye saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca... "Ya da" diye bitiyor kitap, -biricik kitap bu, "Ya da" ile biten...
"Kuralın Yerine Getirilmesi". - Bir ahlaksal kurala uymanın, söz verilen ve beklenilen başka bir sonuç ortaya çıkarması, ahlaklıya vaat edilen mutluluk değil de, beklenilenin terine dert ve sefalet getirmesi durumunda, vicdanlı ve korkak kimselere hep, "uygulamada bir şey gözden kaçırılmışdı" demek kalır. En kötü durumda, derin acı çeken ve azilen insanlık şu kararı bile verecektir: "Kuralın iyi uygulanması mümkün değil, biz tümden zayıf ve günahkârız ve temelde ahlaklılık kuralına uyma yeteneğimiz yoktur. Ahlaksal kurallar ve vaatler bizden çok daha iyi olanlar için konulmuş."
Tan Kızıllığı
-II-
Ödevim, insanlığn en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan ortaya koyacağı o ânı, o büyük öğle'yi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü. Aslında herşeyin en iyi ellerde yürütüldüğüne, tek bir kitabın, Kutsal Kitap'ın bize insan yazgısını yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekci bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam tersinin -o acınacak durumun- doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin, öç güdücülerin, o "ermiş" dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu yönettikleri inancı su yüzüne çıksın istemiyorlar. Rahiplerin (o kılık değiştirmiş rahipler, yani feylosoflar da buraya giriyor) yalnız belli bir cemaat içinde değil, hepten dizginleri ele geçirdiklerinin, décadence töresiyle bitiş isteminin gerçek töre sayıldığının en şaşmaz belirtisi, çıkar gözetmezliğe verilen yüzde yüz değer ve bencilliğe her yerde duyulan düşmanlıktır. Bu konuda benden başka türlü düşüneni mikrop bulaşmışlardan sayıyorum... Herkles benden başka türlü düşünüyor ne yazıkki... Bir fizyologun bu değer karşıtlığı üstüne hiç şüphesi yoktur. Örgenlik içinde en önemsiz bir parça, kendini korumayı, güç bütünlemesini, "bencilliğini" hiç şaşmadan yürütmekte az da olsa bir kusur işledi mi, örgenliğin bütünü yozlaşıverir. Fizyolog kesilip atılmasını ister yozlaşan parçanın; onunla dayanışma diye birşey tanımaz; hele ona acımayı hiç mi hiç geçirmez aklından. Ama tam budur rahibin istediği, bütünün, insanlığın yozlaşmasıdır: Bu yüzdendir ki saklayıp korur yozlaşan parçayı, bunun karşılığı olarak da hükmeder ona... O yalancı kavramların, "ruh", "tin" "özgür istem", "tanrı" gibi, törede kullanılan kavramların anlamı, insanlığı fizyolojik olarak yıkmak değil de nedir?... Kendimizi korumayı, bedenin, yani yaşamın gücünü arttırmayı önemsemekten bizi alıkoyuyorlarsa, kansızlığı bnir ülkü, bedeni küçümsemeyi "ruhun kurtuluşu" sayıyorlarsa, bunlar décadence'a götüren yoldur değil de nedir? -Dengeyi yitiriş, doğal içgüdülere karşı karşı direniş, kısacası "çıkar gözetmeyiş", -töre buydu şimdiye dek... Tan Kızıllığı ile ilk kez o bencil olmayan töreye savaş açtım.
Kaynak: Ecco Homo
Geleneğin Ahlaklılığı Kavramı. - İnsanoğlunun binlerce yıllık yaşam tarzı ile karşılaştırıldığında, bugünün insanları olarak biz, çok ahlaksız bir zamanda yaşıyoruz: Ahlakın gücü şaşılacak ölçüde zayıfladı ve ahlaklılık duygusu öylesine nazikleştirildi ve öylesine yükseltildi ki, onu neredeyse uçup gitmiş sayabiliriz. Bundan dolayı dünyaya geç gelen bizler için ahlak oluşumunun temel bilgilerini anlamak zor oluyor, buna rağmen onları bulursak, dilimize yapışıp kalıyor ve dışarı çıkmak istemiyorlar: Çünkü kulağa kaba tınlama veriyorlar! Ya da çünkü ahlaklılığa iftira eder gibi görünüyorlar! Örneğin şu temel ilkede olduğu gibi: Ahlaklılık törelere itaat etmekten başka birşey değildir (özellikle artık değildir), töreler ne tür olurlarsa olsunlar bu ilke değişmez; bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlak yoktur; ve gelenek yaşamı ne denli az belirlerse, ahlaklılık çemberi de o denli küçülür. Özgür insan ahlaksızdır, çünkü o her bakımdan geleneğe değil, kendisine bağlı olmak ister: "Kötü", insanoğlunun ilk zamanlarındaki bütün durumlarında "bireysel", "bağımsız", "keyfi", "alışılmamış", "öngörülmemiş", "hesaplanamaz" anlamalrına gelir. Hep bu tür durumların ölçütleriyle ölçülür: Gelenek emrettiği için değil, başka güdülerle eylemde bulunulur (örneğin kişisel çıkardan dolayı), hatta geleneğin vaktiyle oluşturduğu güdülerden dolayı da yapılır; o zaman buna ahlaksızlık denir ve yapan kişi tarafından da öyle anlaşılır: Çünkü geleneğe boyun eğildiği için yapılmamıştır. Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. -Gelenek duygusuyla korku duygusu birbirinden nerede ayrılır? O emredici yüksek bir akıldan, kavranılamayan, somut olmayan bir güçten, kişiselden daha fazla bir şey olandan korkmadır... bu korkuda batıl inanç var. -Kökende sağlığın, evliliğin, tedavi sanatının, ziraatın, savaşın, konuşmanın ve susmanın, insanların birbirleriyle ve tanrılarla olan ilişkilerinin bütün eğitim ve bakımı ahlak alanına giriyordu. Ahlak, insanın kendisini birey olarak düşünmeden, kurallara uymasını istiyordu. Başlangıçta her şey gelenekti ve onu aşmak isteyen kimse ya kanun koyucu, ya büyücü, ya da bir çeşit yarı tanrı olmak zorundaydı: Yani öfr ve adetler koymak zorundaydı... korkunç, hayati tehlike yaratan bir şey! -En ahlaklı olan kim? Önce yasaya en çok boyun eğen kimse: Yani bilincini sağa sola ve her küçük zaman dilimine taşıyarak hep yasaya uyacak işlere katlanan Brahman gibi biri. Sonra ona en zor durumlarda bile boyun eğen kimse. En ahlaklı olan kimse, kendini töreye en çok feda eden kimsedir. Peki en büyük özveri hangisidir? Bu sorunun yanıtlanmasından sonra birbirinden farklı çok sayıda ahlaklılık kavramları ortaya çıkmaktadır; ama hâlâ en önemli fark olarak ahlaklılığı en zor boyun eğmeden en çok boyun eğmeyi ayıran fark olmaya devam ediyor. Geleneğe en zor boyun eğmeyi ahlaklılığın bir belirtisi olarak isteyen ahlak güdüsü sizi yanıltmasın! Bireyin kendini aşması, bireye sağlayacağı yararlı sonuçlardan dolayı değil, bireysel olan bütün karşı zevklere ve çıkarlara rağmen ahlak, gelenek egemen görünsün diye talep edilir: Birey kendini feda etmelidir... geleneğe bağlı ahlaklılık bunu gerektirir. -Öte yandan Sokrates'in ayak izlerinden giden ahlakçılar gibi ahlakçılar, kendine hâkim olmayı ve yetingenliği bireyin kendi yararı için, mutluluğu için çok kişisel anahtar olarak tavsiye ederler ki, bunlar bir istisna oluşturur... ve eğer bu bize başka türlü görünürse, nedeni, onların etkisi altında yetiştirikmiş olmamızdır: Onların hepsi, töre ahlaklılığının bütün temsilcileri hiç de tavsiye etmedikleri halde, yeni bir yolda yürüyorlar... ahlaksız olarak kendilerini cemaatten ayırıyorlar ve bunlar kötünün de kötüsüdüler. Aynı şekilde, erdemli bir Romalıya "her şeyden önce kendisi için ikbal peşinde olan" her Hıristiyan... kötü olarak görünürdü. -Bir cemaatın ve dolayısıyla töresel ahlaklılığın bulunduğu her yerde, törenin çiğnenmesi halinde ceza verme görevinin her şeyden önce cemaate ait olduğu düşüncesi egemendir: İfadesi ve sınırı çok zor kavranan ve batıl inanç korkusuyla araştırılmış doğa üstü bir cezadır bu. Cemaat bireyi işlediği fiilin sonucunda yakınlarına ya da cemmate verdiği zararı tekrar düzeltmesi için zorlayabilir; işlediği fiilin sözde etkisi olarak cemaatin üzerinde tanrısal öfke bulutlarının ve hiddet fırtınalarının toplanmasına neden olduğu için kişiden bir çeşit intikam da alabilir... ama kişinin suçunu her şeyden önce kendi suçuymuş gibi duyumsar... "Eğer bu tür fiiller mümkün olmaya başladıysa, töreler gevşedi diye herkesin ruhunda feryatlar başlar." Her bireysel eylem, her bireysel düşünce şekli dehşet uyandırır; tam olarak da, en nadir, en seçkin, en köklü ruhların tarihin akışı içinde hep kötü ve tehlikeli olarak algılanmış olmaktan dolayı ne tür acılara katlandıklarını tahmin etmek mümkün değildir, hatta bunlar kendi kendilerini böyle algılıyorlardı. Töresel ahlaklılığın egemenliği altında her türlü özgünlük vicdansızlaştı; bu ana kadar en iyi kimselerin ufku, olması gerektiğinden daha da çok karardı.
Tan Kızıllığı
************************
İNSANCA, PEK İNSANCA - iki ekiyle birlikte
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, "sizin ülküler gördüğünüz gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız!"... İnsanı ben daha iyi tanırım... Burada "özgür düşünür" sözü bir tek anlama gelir: Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, tınlayışı baştanbaşa değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik sanki derinde bir tutku akıntısına karşı direnmektedir. Bundan dolayıdır ki, kitabın 1878 yılındaki zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire'in 100. ölüm yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam taşır. Çünkü Voltaire, kendinden sonra yazanların tersine, bir grand seigneur'dü (Soylu yüce kişi.) düşünce alanında, tam benim de olduğum gibi. Kendi yazılarımdan birinin üzerinde Voltaire adı, -bir ilerlemeydi bu... kendime doğru... Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe bucağı, yeraltı zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış bilen, katı yüreklü bir düşünce görülür burada. Elimde alevi hiç de "titremeyen" bir çırağı ("Fackel, çırağı" ve "fackeln, -ışık hk.) titremek" sözcükleri üstüne bir oyun.), keskin bir ışıkla ülkünün yeraltı ülkesi'ni aydınlattım. Savaş bu, ama barutsuz ve dumansız; ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp çoşma, ne de kırık kol, bacak, -başka türlüsü gene "ülkücülük" olurdu. Yanılgıları irer birer, hiç acele etmeden buz üstüne koyuyorum; ülküleri çürütmüyorum, donduruyorum... Örneğin, şuracıkta "deha" donuyor; az ilerde, köşe başında "ermiş" donuyor, o "kanış" dedikleri; "acıma" da az buz soğumuyor hani, -"kendiliğinde şey" donuyor ne yana baksan...
-II-
Bu kitabın başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak yapıldığı haftalara rastlar; orada çevremi kuşatan herşeye karşı duyduğum derin bir yabancılık, çıkış noktalarından biridir onun. O zamanlar üzerime ne çeşit görünümler üşüştüğünü bilen, günün birinde Bayreuth'da uyanınca nasıl olduğumu kestirebilir. Sanki düş görüyordum... Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi tanımaz olmuştum, az kalsın Wagner'i bile tanıyamayacaktım. Anılarımı bir bir yokluyordum, boşuna. Tribschen, -uzakta bir mutluluk adası: En ufak bir benzerlik yok. O unutulmaz temel atma günleri (Bayreuth Festival evinin temel atma töreni -22 Mayıs 1872-), kutlamada bulunan küçük, seçkin topluluk, o anlamak için davul zurna istemeyenler: En ufak benzerlik yok. Ne olmuştu ki? -Wagner'i Almanca'ya çevirmişlerdi! Wagner'i avucumun içine almıştı Wagner'ci!- Alman sanatı! Alman ustası! Alman birası!... Ama bizler, Wagner sanatının ne çeşit incelmiş sanatçılara, nasıl uluslarlarüstü bir beğeniye yöneldiğini bilenler, Wagner'i böyle Alman "erdemleri"yle süslü püslü görünce çileden çıkmıştık. -Sanırım, Wagner'ciyi tanıyorum; onların ardarda üç kuşağını görmüşümdür. Wagner'i Hegel'le karıştıran rahmetli Brendel'den (-1811/1868-: Alman musiki yazarı.), Bayreuth Blätter'in (Bayreuth'da çıkan, Wagner'in düşüncelerini savunan bir gazete.) Wagner'i kendi kendisiyle karıştıran "ülkücü"lerine varıncaya dek; o "ince duygulu"lar Wagner konusunda bir içlerini döktüler, neler neler söylemediler. Bir krallık veriyorum akıllıca bir tek söz için! (A horse! A horse! My kingdom a horse! -Bir at! Bir at! Bir krallık veriyorum bir at için!- Shakespeare, King Richard III, V. sahne.) Gerçekten de, insanın saçlarını diken diken edecek bir topluluk! Nohl (-1831/1885- Alman musiki araştırıcısı.), Pohl (-1826/1896- Alman musiki yazarı.), Kohl (Lahana.), her türlü incelik, falan filan! Her çeşit ucube vardır aralarında, Yahudi düşmanına varıncaya dek. -Zavallı Wagner! Buralara da mı düşecekti! Domuzlar arasına düşseydi bari! Ama Almanların içine düşmek! En sonunda yapılacak bir iş kalıyor: Gelecek kuşakları aydınlatmak için, gerçek bir Bayreuth'lunun içine saman doldurmalı, daha da iyisi onu ispirto içinde saklamalı -eksik olan esprit'tir (Nietzsche "spiritus" sözcüğünü iki ayrı anlamda -"ispirto" ve "esprit"- kullanarak bir oyun yapıyor.) çünkü-, altına da şunu yazmalı: Alman "devlet"i kurulurken göz önünde tutulan "düşünce" buydu işte... Neyse, bu gürültü patırtı arasında ansızın birkaç haftalığına oradan ayrıldım; pek hoş bir Parisli hanım beni avutmaya çalışmıştı, ama fayda etmedi. Bunun kaçınılmaz birşey olduğu anlamında bir tel çekerek özür diledim Wagner'den. Böhmerwald ormanları içine gömülmüş bir yerde, Klingenbrunn'da, derin melankolimi, Almanlara karşı küçümseyişimi bir hastalık gibi içimde taşıyarak dolaşıyor, arasıra cep defterime "Sapan Demiri" genel başlığı altında bir cümle karalıyordum: belki daha İnsaca, Pek İnsanca'da bile görülebileceği gibi, keskin psikolojik gözlemlerdi her biri.
-III-
O sıra benim içimde açğa çıkıp kesinleşen şey, Wagner'le bozuşma falan değildi, -içgüdümün toptan sapıttığını farkettim; tek tek yagılgılarım, Wagner olsun, Basel'de profesörlük olsun, hepsi bunun belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü üstüme. Toparlanıp ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Bir an içinde, o güne dek vaktimi nasıl boşu boşuna harcadığım, ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe yaramaz, nasıl gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu yanlış alçakgönüllülüğümden utandım... Geride bıraktığım on yıl içinde düşüncemin beslenmesi hepten durmuştu; işe yarar yeni hiçbir şey öğrenmemiş, bilgiçliğin toz tutmuş eski püsküyle uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına unutmuştum. İlkçağ şiirinin ölçüleri, ayakları içinde büyük bir titizlikle, kör köstebek gibi sürünmek, -buralara düşmüştüm artık! Acıyarak bakıyordum kendime, açlıktan bir deri bir kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir tek şey yoktu gerçek adına; "ülküler"se beş para etmiyordu! İçimi yakıcı bir susuzluk sarmıştı bayağı: Gerçekten, o gün bu gün fizyoloji tıp ve doğa bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım, -asıl tarihsel incelemelere bile, ancak ödevim beni zorla sürüklediği zaman döndüm. İlk o zaman, iç güdüye aykırı olarak, insanı çekip bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir etkinlikle, o "meslek" dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine geçecek, Wagner sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma gereksinmesi arasındaki ilişkiyi de sezdim. Çevreme yakından bakınca, bu tehlike başlarında olan çok sayıda genç gördüm: Doğaya aykırı bir iş, bir ikincisini getirir ardından, hiç şaşmaz bu. Daha açık söyleyeyim, Almanya'da, "Alman devleti" içinde çok kimse erkenden seçip karar verir, bir daha da bu yükü üzerinden atamaz, altında çürür gider; bunun kurtuluşu yoktur... İşte böyleleri afyon ister gibi Wagner'i isterler, -orada bir an olsun kendilerini unuturlar, kendilerinden sıyrılırlar... Bir an da ne söz, beş altı saatliğine!
-IV-
O zaman içgüdüm, razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi onlarla bir tutmanın daha da uzun sürmesine karşı kıyasıya cephe aldı. Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm, sonra da o "ödev duygusu" denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan "çıkar gözetmezlik" tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara, hastalığa, yoksulluğa katlanmak bence yeğdi. Babamdan geçme o kötü kalıt -ki aslında bir erken ölüm anıklığıydı- işte o sıra ve tam zamanında öyle bir imdadıma yetişti ki, ne denli hayran olsam azdır buna. Beni bozuşmaya, hatır gönül kırmaya, göze batacak davranışlara nırakmaksızın, yavaşça çekip kurtardı hastalık. Kimsenin bana karşı iyi duygularında bir azalma olmadı, artma bile oldu tersine. Ayrıca hastalık, alışkanlılarımı tümüyle kökünden değiştirme hakını verdi bana; unutmama izin verdi, buyurdu bunu. Gene onun bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek, beklemek, sabretmek, kısaca düşünmek zorunluluğu... Gözlerimin durumu yetti tek başına, her türlü kitap kemiriciliğe, açıkca filolojiye paydos ettim: "kitap"tan kurtulmuştum, yıllarca hiçbir şey okumadım artık, -şimdiye dek kendime yaptığım en büyük iyilik bu oldu!- sürekli olarak başka benlikleri dinlemekten -başka nedir ki okumak?- iyice dibe gömülmüş, sesi soluğu kesilmiş o en derin benliğim yavaş yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama sonra yeniden konuşmaya başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı günlerinde kendimden duyduğum mutluluğu başka zaman duymadım hiç. Bu "kendime dönüş"ün benim için ne anlama geldiğini anlayabilmek için, "Tan Kızıllığı"na ya da "Gezgin ve Gölgesi"ne bir göz atmak yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu! Gerisi kendiliğinden geldi.
-V-
İnsanca, Pek İnsanca, bana dışardan bulaşmış her türlü "yüksek yutturmaca"ya, "ülkücülüğe", "ince duygular"a, kadınca başka ne varsa hepsine hemen son vermek için kendi kendime koyduğum sıkı düzenin bu anıtı, ana hatlarıyla Sorrento'da yazıldı: tamamlanıp son biçimi alması ise, Sorrento'dakinden çok daha elverişsiz koşullar altında Basel'de geçirdiğim kışa rastlar. Aslında, o sıra Basel Üniversitesi'nde okuyan ve bana pek yakından bağlı olan Bay Peter Gast'tır bu kitabın sorumlusu. Ben başım gözüm sarılı ve acılar içinde yazdırıyordum: O bir yandan yazıyor, bir yandan düzeltiyordu, -asıl yazar oydu, ben yalnız neden'iydim kitabın. Sonunda ağır hasta birinin derin şaşkınlığı içinde, kitabı basılmış olarak elime alınca, Bayreuth'a da iki nüsha gönderdim. Rastlatının pek anlamlı, eşsiz bir oyunuyla, aynı anda Parsifal metinin güzel bir nüshası geldi bana; üzerinde Wagner'in şu armağanı vardı: "Değerli dostu Friedrich Nietzsche'ye, Richard Wagner'den, -Kiliseler Danışmanı"? İki kitabın bu çatışmasında uğursuz bir çınlama duyar gibi olmuştum. Kılıç şakırtısını andırıyor muydu bu?... Hiç değilse biz ikimiz böylece duyduk bunu: İkimiz de sustuk çünkü, -O sıralardaydı ki, Bayreuther Blätter'in ilk sayısı çıktı. Neyin tam zamanıydı, anladım hemen. -İnanılmaz şey! Wagner sofu olmuştu...
-VI-
O sıralar (1876) kendimi nasıl görüyordum, büyük, tarihsel ödevimi nasıl olağanüstü bir yanılmazlıkla kavramıştım, başından sonuna dek bunun tanığıdır kitap; ama özellikle bir bölümü çok keskin dile getirir bunu. Yalnız, bana özgü kurnazlığımla, gene "ben" sözcüğünden kaçınmış ve bu kez Schopenhauer'e ya da Wagner'e değil, seçkin Dr. Paul Ree'ye (-1849/1901- Yazar, Nietzsche'nin dostu. Törel değerlerin kaynağı ve oluşumu üstüne düşünceleriyle Nietzsche'yi etkilemiştir.) dünya tarihine geçecek bir ün bağışlamıştım, -bereket versin ki, o kendisi bu konuda faka basmayacak kadar anlayışlıydı... Başkaları öyle anlayışlı olmadılar. Okurlarım arasında umudu kestiklerimi, örneğin tam bir Alman profesörünü şundan tanırım: Salt bu parçaya bakıp, koskoca kitabı bir çeşit yüksek "reealism" olarak yorumlayacaklarını sanırlar... Gerçekte o bölüm dostumun dört beş cümlesiyle çelişmekteydi; bu konuda "Töre'nin Soykütüğü" önsözüne başvurabilir. -İşte sözü geçen bölüm: Çağımızın en gözü pek, en katı yüreklü düşünürlerinden biri, "Törel Duyuşların Kaynağı Üstüne" adlı kitabın yazarı (lisez: [... diye okuyunuz.] Nietzsche, ilk töresizci) insan edimlerinin o keskin, derine inen çözümlenmesi sonucu hangi ilkeye varmıştı? "Törel insan anlaşılır dünyaya doğal insandan daha yakın değildir, -anlaşılır dünya yoktur çünkü..." Bu cümle tarihsel bilginin (lisez: Tüm değerlerin yenilenişi) çekici altında sertleşip keskinleşerek, ilerde belki bir gün -1890!- insanlığın "metafizik gereksinmesi"nin köküne vurulacak balta olabilir, -insanlığın yararına mı, yoksa yıkımına mı, kimse bilmez bunu... Ama ne olursa olsun, çok önemli sonuçlar doğurabilecek, hem verimli, hem korkunç, tüm büyük doğrular gibi o çifte yüzüyle dünyaya bakam bir cümle...
Kaynak: Ecco Homo
İnançlar hakikat düşmanları olarak, yalanlardan daha tehlikelidir.
(...)
Hoşlanmadığımız bir düşünceyi öne sürdüğü zaman bir düşünürü daha sert eleştiririz.
(...)
Oysa, bizi pohpohladığında onu daha sert eleştirmek uygun olacaktır. (...)
Sahip olunması zorunlu tek şey var: Ya yaradılıştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanatlar tarafından inceltilmiş bir ruh...
(...)
Tüm idealistler, hizmet ettikleri davaların her şeyden önce dünyanın tüm öteki davalarından üstün olduğunu düşünürler. Kendi davalarının biraz olsun başarılı olması için, bu davanın tüm öteki insan girişimlerine gerekli olan aynı pis kokulu gübreye açıkca ihtiyacı olduğuna inanmak da istemezler.
(...)
Bir kez yürünmüş bir yola düşenlerin sayısı çoktur, hedefe ulaşan az...
(...)
Küçücük bağışlarla büyük mutluluklar kazanmak büyüklüğün bir ayrıcalığıdır.
(...) İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan soylu davranır. (...) Acıların bölüşülmesi değil, sevinçlerin bölüşülmesidir dostluğu yaratan...
(...)
Bir şeyden hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu, bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır.
(...)
Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür.
(...)
Hakikatin temsilcisinin en az olduğu zaman, onu dile getirmenin tehlikeli olduğu zaman değil, can sıkıcı olduğu zamandır.
(...)
Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki...
İnsanca, Pek İnsanca
*************************************
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
Tragedya'nın Doğuşu'na (1872) karşı insaflı olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. Bu kitap başarısız yanıyla, örneğin Wagner'ciliği bir yükseliş belirtisi sayıp ona yararı dokunmasıyla yaptı etkisini, giderek büyüledi. Bir dönüm noktası oldu Wagner'in yaşamında da: Ancak ondan sonradır ki Wagner adına büyük umutlar bağladılar. Bugün bile, hem de bazen tam Parsifal'in ortasında, bana yüklendikleri oluyor: O akımın ekin değeri böylesine yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. -Bu yazının çok kez "Musiki Ruhundan Tragedya'nın Yeniden Doğuşu" adıyla anıldığını duydum; onda yalnız Wagner'in sanatını, ne yapmak istediğini, ödevini ilk olarak dile getirişimi gördüler, -yazının asıl değerli yanını gözden kaçırdılar bu arada. "Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak... Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser olmadıklarının kanıtıdır: Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı. -az buçuk çekimserlikle ele alındığında Tragedya'nın Doğuşu iyice çağdışı görünür: Wörth savaşının (Prusya'nın Fransa'ya karşı yengisi -6 Ağustos 1870-) top sesleri arasında yazılmaya başlandığı, kimsenin aklının kıyısından geçmezdi. Metz surları dibinde, o soğuk eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık görevimi yaparken, bu soruları düşünüyordum; kitabın 50 yıl önce yazılmış olması daha bir akla yakın gelebilir. Siyasayla ilgisi yoktur -bugünkü deyimiyle "Almanlık dışı"dır-, tiksindirici bir Hegel kokusu yayılır ondan; Schopenhauer'in mortocu kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak. Bir "düşün" -Dionysosca ve Apollonca karşıtlığı- metafizik alanına aktarılıyor burada; tarihin kendisi bu "düşün"ün gelişmesi olarak sayılıyor; bu karşı savların tragedya'da birleşimi: Şimdiye dek hiç ilişkileri olmayan şeylerin bu gözle bakılınca, birdenbire karşı karşıya gelmeleri, birbirleriyle aydınlanmaları, kavranmaları... Örneğin opera ve devrim... Bu kitabın başlıca iki yeniliğinden biri, Yunanlılarda Dionysosca olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün Yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi. Öbürü de Sokratesciliğin anlaşılması: Sokrates'i Yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp tanımak ilk kez. "Akılcılık", içgüdüye karşıt. Herşey pahasına "akılcılık": Tehlikeli, yaşamı yıkıcı bir güç. Kitapta Hıristiyanlık üstüne derin, düşmanca bir susku baştanbaşa; çünkü o ne Apollonca, ne de Dionysoscadır; Tragedya'nın Doğuşu'nda tanınan biricik değerlerin, estetik değerlerin hepsini yadsır: En aşırı anlamıyla nihilist'dir. Hıristiyanlık; oysa Dionysos simgesiyle, olumlamanın en son sınırına ulaşırız. Kitabın bir yerinde papazlara "yeraltında yaşayan kötü, düzenci cüceler soyu" diye dokunduruluyor...
-II-
Eşine az rastlanır bir başlangıçtır bu. En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, -böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. Bu iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! İlk olarak ben gördüm gerçek karşıtlığı: Bir yanda, yaşama karşı alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri Hıristiyanlık, Schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan Platon Felsefesi, ülkücülüğün bütünü); öbür yandadoluluktan, dolup taşmaktan doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine... Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın "evet" deyiş yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca oğrulayıp destekleridir. Varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir şeyden geçilemez. Hıristiyanların ve öbür nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar, décadence içgüdüsünün bağrına bastığı, basabildiği herşeyden ölçülmez derecede daha yüksek bir yer tutar değerler sırasında. Yürek ister bunu kavramak için; bunun da koşulu güç fazlasıdır. Çünkü yüreklilik nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa, güç de tıpkı onun gibi büyüklüğü ölçüsünde doğruya yaklaşır. Zayıflar için, zayıflıklarının verdiği esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü" nasıl bir zorunluluksa, güçlüler için de böyledir bilmek, gerçeğe "evet" demek... Bilip bilmemek elinde değildir zayıfların: Yalansız edemez décadent dediğin, onun yaşamda kalma koşullarından biridir bu. -"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u, Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...
-III-
"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi, -buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragik ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü. Ürküden, acımadan kurtulmak için değil, zorlu bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan arınmak için değil, -Aristotales bunu yanlış anlamıştı böyle,- tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi sevincine varmak, onun ta kendisi olmak için, o sevinç ki yoketmenin sevinci de girer içine..." Bu anlamda kendimi ilk tragik feylosof, yani kötümser feylosofun taban tabana karşıtı saymaya hakkım var. Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile boşuna aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun, yokedişin olumlanması -ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır-, karşıtlıklara, savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. "Bengi dönüş" öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek herşeyin durmadan yokolup yeniden doğması, Zerdüşt'ün bu öğretisi daha o zamandan Herakleitosca da öğretilmiş olabilirdi. Hiç değilse, Herakleitos'un ana düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan Stoa'da bunun izlerine rastlanır.
-IV-
Uçsuz bucaksız bir umut sesleniyor bu yazıdan. Aslında, musikinin Dionysosca bir geleceğinden umudu kesmem için hiçbir neden yok. Yüzyıl sonrasına bir göz atalım, varsayalım ki doğanın, insanın iki bin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla sonuçlanmıştır. O zaman yaşamdan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da, soysuzlaşmış, salaklaşmış herşeyin acımadan yokedilmesi işini ele alacaklar ve Dionysosca durumun yeniden doğacağı o yaşam bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. Tragik bir çağ muştuluyorum: İnsanlık en amansız, ama en zorunlu savaşları bir kez ardında bırakıp, acı çekmeksizin unuttuğu an, yaşama evet deyişin en yüksek sanatı, tragedya yeni baştan doğacaktır. Bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bier kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise -bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü bir kanıt- "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; Wagner adının geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt adını koyabilirsiniz. Dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı. Bunun gibi, "Bayreuth düşüncesi" de, okuyucularım için hiç de bilmece sayılmayacak birşeye dönüşmüştü: En seçkin insanların en büyük ödevlere kendilerini adadıkları o büyük öğle'ye, -belki de günün birinde yaşayabileceğim bir şenliğin görüm'üne... İlk sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir: Yedinci sayfada sözü edilen bakış, gerçek Zerdüşt bakışıdır; Wagner, Bayreuth, o Alman küçüklüğü, bayalığı, hepsi bir buluttur; üzerinde geleceğin sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır. Psikolojik bakımdan da, kendi yaradılışımın ana çizgileri hep bir arada bulnuşu, hiç kimsede görülmemiş bir güç istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan, etkinlik istemine hiç zarar vermeyen o sınırsız öğrenme gücü. Bu kitapta herşey geleceği, Yunan ekinin kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene bağlayacak karşı İskender'lerin zorunluluğu... Tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir dinleyin hele; evrensel, tarihsel bir tondur bu; yazı baştanbaşa dunlarla doludur. Olup olabilecek en alışılmamış "nesnellik"ti benimkisi: Kim olduğumu olanca kesinlikle biliyor, ama bunu herhangi bir rastlantılık gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu. Zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişcesine, bir kez olsun yuanılıp şaşmadan betimliyorum; Zerdüşt denen olay'a, insanlığın o korkunç arınması, kutsanması edimine gelince, hiç bir zaman s. 41-44 aarasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemz bu.
Kaynak: Ecco Homo
**************************
ÇAĞDIŞI YAZILAR
Çağdışı yazıların dördü de ("David Strauss", "Yaşam İçin Tarihin Yararı ve Zararı Üzerine", "Eğitici Olarak Schopenhauer", "Richard Wagner Bayreuth'da".) savaşçı mı savaşçıdır. Bunlar "başımda kavak yelleri esmediğini", kılıcımı çekmekten hoşlandığımı, belki de bileğimin pek sağı solu olmadığını kanıtlar. İlk saldırı (1873) daha o zaman bile hiç acımaksızın yukardan baktığım Alman ekininden yana birşey kanıtladığını, hele onun böylelikle Fransa'yı yenmiş olduğunu sanmaktan daha beter bir yanılma olamazdı... Çağdışı yazılarımın ikincisi (1874) bilim düzenimizin gidişindeki tehlikeyi, yaşamı kemiren, ağulayan yanı açığa vurur: Bu insanca anlamını yitirmiş çarklar, bu mekanizma, işçinin bu "kişiliksizleşme"si, "iş bölümü"nün sözde verimliliği, bunlardan hasta düşmüştür yaşam. Amaç, yani ekin, elden çıkmıştır, -araç, yani çağdaş bilim düzeni, yabancılaşmıştır... Bu incelemede, çağımızın böylesine kurumlandığı "tarihsel anlayış" ilk kez bir hastalık, bir örnek çöküş belirtisi olarak tanınıyor. -Üçüncü ve dördüncü Çağdışı yazılarda, daha yüksek bir ekin kavramına dikkati çekmek için, bencilliğin, kendini sıkıya sokmanın en aşırı iki örneği konuyor ortaya, olabildiğince çağdışı iki örnek, çevrelerinde "Alman devleti", "ekin", "Hıristiyanlık", "Bismarck", "başarı" denen herşeye karşı yüce bir küçümseme duyuyor ikisi de, -Schopenhauer ve Wagner ya da tek sözcükle, Nietzsche...
-II-
Bu dört yağınmadan ilki olağanüstü bir başarı kazandı. Kopardığı gürültü her bakımdan duyulmaya değerdi. Üstün gelmiş bir ulusun yarasına parmak basmıştım, -kazandıkları yengi bir ekin olayı değildi, tersine bambaşka birşeydi belki de... Yalnız David Strauss'un eski dostlarından değil, her yandan yanıt yağdı; onu kendinden hoşnut, dar kafalı Alman aydını örneği olarak, kısacası "Eski ve Yeni İnanç Üstüne" adlı birahane İncil'inin yazarı olarak gülünç düşürmüştüm (dar kafalı aydın sözü benim yazımdan geçmiştir dilimize). Kutsal hayvanlarını, Strauss'larını (Strauss "devekuşu" demektir.) gülünç bulmakla, Würtemberg'li ve Suab olarak derinden gocundurduğum bu eski dostlar öyle açık yüreklilikle ve kabaca yanıt verdiler ki, bundan daha iyisini doğrusu isteyemezdim; Prusyalıların tepkisi daha bir akıllıca oldu, -ne de olsa "Prusya mavisi" vardı kanlarında. Çiğliğin daniskasını bir Leipzig gazetesi, o adı çıkmış "Grenzboten" yaptı; gazaba gelen Basellileri zor zappettim. Yüzde yüz benim yanımı tutan -çeşit çeşit, kimi zaman da hiç anlaşılmaz nedenlerden- yalnızca birkaç yaşlı bay oldu. Örneğin, Göttinden'den Ewald (-1803/1875- Alman doğubilimcisi -müsteşrik-), Strauss'a karşı yağılamam öldürücü olmuş demeye getirdi. Ya da eski Hegel'cilerden Bruno Bauer (-1809/1882- Alman tanrıbilimci.), ki o yazıdan sonra en dikkatli okuyucularımdan biri olmuştu. Yaşamının son günlerinde, yitmiş "ekin" kavramı üstüne kimden bilgi edinebileceğini göstermek için, örneğin Prusyalı tarihçi Bay von Treitschke'ye (-1834/1896- Alman tarihçisi.) benim yazılarımı salık vermeyi severdi. Bizim yazı ve yazarı üstüne en çok önemseyerek ve uzun uzadıya konuşan, feylosof Baader'in (-1765/1841- Alman feylosofu ve tanrıbilimcisi.) eski bir öğrencisi, Würzburg'da Profesör Hoffman (-1806/1873- Alman tanrıbilimcisi.) adında biri oldu. Yazımdan benim için büyük bir gelecek okuyordu, -tanrısızlık konusunda bir bunluk yaratacak en son sözü söyleyecektim; ona göre tanrısızlığınen kökten, en amansız temsilcisi bendim. Beni Schopenhauer'e çeken şey de buydu. -Ama hepsinin içinde en çok okunanı, herkese en acı koyanı, aslında öylesine yumuşak huylu Karl Hillebrand'ın (-1829/1884- Alman tarihçisi ve gazetecisi.), eli kalem tutan o sonuncusu insan Alman'ın olağanüstü sert ve yürekli savunuşu oldu. Yazısı "Augsburger Zeitung"da çıkmıştı; bugün biraz daha yumuşatılmış biçimiyle toplu yazıları arasında okunabilir. Burada benim yazı bir olay, bir dönüm noktası, ayılıp kendine geliş, çok hayırlı bir belirti olarak, düşünce işlerinde Alman ağırlığının ve tutkusunun yeniden doğuşu olarak gösteriliyordu. Hillebrand yazının biçimini, olgun beğenisini, kişiyle konuyu ayırmaktaki şaşmaz ölçülüğünü öve öve bitiremiyordu:Onu Almanca yazılmış en iyi tartışma yazısı olarak niteliyordu; o tartışma sanatı ki, Almanlar için tehlikelidir ve hiç salık verilmez. Beni yüzde yüz onaylıyor, Almanya'da dilin bayağılaşması üstüne söylemeyi göze aldıklarımdan da ileri gidiyor (-bugün özleştirmecilik oynuyorlar, bir tek cümle bile kuramıyorlar artık-) ulusun "başta gelen yazarları"na karşı aynı küçümsemeyi duyuyor ve benim "bir ulusun hem de sevgililerini suçlu sandalyesine oturtmadaki üstün yürekliliğime" olan hayranlığını söyleyerek bitiriyordu... Bu yazının yaşamımda paha biçilmez etkileri oldu. Bugüne dek hiç kimse benimle hır çıkarmaya kalkmadı. Almanya'da bana karşı susuyorlar, ürkek ve çekingen davranıyorlar: Bugün, hele "Alman devleti"nde, kimsenin göze alamadığı, sınırsız bir söz özgürlüğünden yararlandım yıllardır. "Kılıcım gölgesindedir" benim cennetim... Aslında Stendhal'in bir ilkesini uygulamıştım: Yüksek bir topluluğa girerken, işe bir düello'yla başlamayı salık verir o. Nasıl da seçmiştim düşmanımı! İlk Alman özgür düşünürü!... Bana bugüne dek o Avrupalı, Amerikalı "libres penseurs" (Özgür düşünür.) ulusundan daha uzak, daha yabancı olan hiçbir şey bilmiyorum. O "çağdaş ülküler"e inanan, uslanmaz kuşbeyinlilerle, soytarılarla aramdaki uçurum, düşmanlarıyla aramda olandan çok daha derindir. Onlar da bir yol tutturmuş, insanlığı kendilerine göre "düzeltmek" isterler; benim kim olduğumu, ne istediğimi bir bilseler, amansız bir savaş açarlardı bana karşı, -topu da "ülküler" inanır daha... İlk töresizci'yim ben...
-III-
Schopenhauer ve Wagner adlarını taşıyan Çağdışı yazıların, bu iki psikolojiyi anlamakta, ondan da geçtim, bu sorun'un yalnızca ortaya konmasında pek işe yaradıklarını ileri sürecek değilim, -bunun dışında kalan şeyler de var elbette. Örneğin, Wagner'in yaradılışındaki ana öğeyi, o tiyatro oyuncusu yeteneğini daha o zamandan sezivermiştim; kullandığı araçlar olsun, niyetleri olsun, hepsi bunun zorunlu sonuçlarıydı. Aslına bakarsanız, bu yazılarda yapmak istediğim psikoloji değil, bambaşka birşeydi: Eşine rastlanmamış bir eğitim sorunu, insanı çelik gibi yapacak, yepyeni bir "kendini sıkıya koyma", "kendini savunma" kavramı, büyüklüğe, evrensel, tarihsel ödevlere götüren bir yol, -bunlar dile gelmek istiyordu ilk kez. Sözün kısası, insan birşeyi anlatabilmek, elinde birkaç deyim, im, söyleme yolu daha çok bulundurmak için önüne çıkan fırsattan nasıl yararlanırsa, ben de bu iki ünlü, ama daha hiç mi hiç belirlenmemiş örneğe öylece yapışıverdim. Üçüncü yazının 7. bölümünde hepten korkunç bir uzgörüyle değinilmiştir buna. Bunun gibi, Platon da Sokrates'den bir im dili olarak yararlanmıştı. -Bu yazıların tanık olduğu o hayli geride kalmış durumları şimdi göz önüne getirdiğimde, aslında yalnız kendimden söz açmış olduğumu saklayamam. "Wagner Bayreuth'da" yazısı kendi geleceğimin bir düşüdür; "Eğitici Olarak Schopenhauer"de ise, benliğimin en iç öyküsü, oluşması yazılıdır. En başta da içtiğim and!... Bugün neyim ben, nerelerde yaşıyorum -artık sözlerle değil yalnız yıldırımlarla konuştuğum yükseklerde-, o zamanlar nasıl da uzaktım bunlardan! Ama ülkeyi gördüm; yol, deniz, tehlike ve başarı üstüne bir an olsun yanılmadım! Söz verirken ne büyük durgunluktur o; yalnız sözde kalmayacak bir geleceğe doğru o ne mutlu bakıştır! Derinden, içten yaşanmıştır burada her söz; acı çeken, nerdeyse kanayan sözcükler eksik değildir. Ama hepsinin üstünden büyük bir özgürlük yeli esip geçer; itiraz gibi gelmez yaranın kendisi bile. Benim feylosoftan anladığım şey, o yakınında ne varsa hepsinin tehlikede olduğu korkunç dinamit, benim feylosof kavramımla -yüksek öğretimdeki "geviş getirenler"i, öbür felsefe öğretmenlerini bir yana bırakın- koskoca Kant'ın bile içine girdiği feylosof kavramı arasıdaki uçurum, o yazı bunların hepsi üstüne paha biçilmez şeyler öğretir; ama burada sözü edilen "Eğiti Olarak Schopenhauer" değilmiş de, onun tam karşıtı, "Eğitici Olarak Nietzsche" imiş, ne çıkar. -O zamanlar benim zanaatımın bilginlik olduğu, benim de bu işin belki ehli olduğum göz önüne alınırsa, bu yazıda bilginlerin psikolojisi üstüne birdenbire çıkıveren o acı eleştirmeyi pek de önemsiz saymamalıdır: Bendeki ayrı oluş bilincini, benim için ödev nedir, yalnızca araç, arada eğlence, katkı nedir, bunu hiç şaşmadan ayırdettiğimi gösterir o parça. Tek birşey olabilmek, tek birşeye varabilmek için, çok yerde, çok şey olmak, bu bendeki sağduyudur. Bir süre için de bilgin olmam gerekiyordu.
Kaynak: Ecco Homo
****************************
İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE - gelecekteki bir felsefeye giriş
Bundan sonraki yıllar bana düşecek ödev, artık olabildiğince kesin belirlenmişti. Ödevimin olumlayan bölümünü bitirmiştim; sıra sözle ve eylemle hayır diyen yarısına gelmişti: Şimdiye dek süregelen değerlerin yenilenmesine, büyük savaşa, son karar gününün eriştirilmesine. Bu arada ağırdan çevreme bakıyor, kendime yakın bulduklarımı, güçlerine dayanarak yok etme işinde bana yardımcı olabilecekleri arıyordum. -O gün bu gün, bir oltadır yazılarımın her biri: Kim bilir belki de herkesten ustayımdır olta atmakta?... Hiçbir şey vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu....
"Aslında ahlaki olgular yoktur, sadece olguların ahlaki yorumu diye bir şey vardır..."
İyi ve Kötünün Ötesinde
-II-
Çağcıllığın eleştirilmesidir bu kitabın (1886) özü, çağcıl bilimlerin, çağcıl sanatların eleştirilmesidir; çağcıl siyasa bile girer bunun içine, -arada bunların tam karşıtı, olabildiğince az çağcıl bir örnek, soylu, olumlayıcı bir örnek de verilmektedir. Bu sonuncu yönden, kitap bir gentilhomme'lar (Soylu kişi.) okuludur ve bu kavram hiç bu denli kökten, özlü anlamda alınmamıştır. Ona yalnızca dayanmak için bile, insanda yürek olmalı, korku nedir öğrenmemiş olmalı insan... Çağımızın övündüğü nesi varsa, hepsi de bu örnekle bir çelişme olarak, nerdeyse görgü kıtlığı olarak duyulmaktadır, örneğin şu ünlü "nesnellik", şu "herkesin acısını paylaşmak", şu yabancı beğeniye kul köle olan, petits faits (Küçük olgular.) önünde yerlere kapanan "tarihsel anlayış", şu "bilimsellik", -Bu kitabın Zerdüşt'ü hemen izlediği düşünülürse, nasıl bir perhiz düzeninden doğduğu belki anlaşılır. Korkunç bir zorlamayla uzağa bakmaya alışıp şımarmış göz -Çardan da uzak görüşlüdür Zerdüşt- burada en yakınları, çağı, çevremizdekini görmeye zorlanmıştır. Kitabın tüm parçalarında, özellikle biçiminde, Zerdüşt'ü olanaklı kılan içgüdülerden isteyerek bir uzlaşma göze çarpar. Biçimde, niyette, susma sanatında bir inceliş ön plana geçmiştir; psikolojibile bile sertlikle, katı yüreklilikle kullanılmıştır, -bir tek gönül alıcı söz yoktur koca kitapta.. Hepsi dinlemedir bunların: İnsan öyle Zerdüşt gibi avuç dolusu iyilik saçtıktan sonra, kim bilir nasıl bir dinlenme zorunludur ona... Tanrıbilimci ağzıyla konuşursak -iyi dinleyin, her zaman tanrıbilimci gibi konuşmam, -günlük işini bitirince yılan kılığında Bilgi Ağacının altında yatan, tanrının kendisiydi. Tanrılığın yorgunluğunu böyle çıkardı... Pek güzel yapmıştı herşeyi. Tanrının yedi günde bir aylaklığıdır şeytan, başkası değil...
Kaynak: Ecco Homo
*******************
PUTLARIN BATIŞI- nasıl felsefe yapılır çekiçle
Yüzelli sayfa bile tutmaz bu yazı; sesi şen ve uğursuz tınlar, gülen bir cindir, -öyle kısa zamanda yazılmıştır ki, kaç günde olduğunu söylemeye utanırım. Öbür kitaplardan apayrıdır o: Daha özlüsü, daha bağımsızı, daha yıkıcısı, daha... hayını yazılmamıştır hiç. Gözlerimin önünde herşeyin nasıl başaşağı durduğunu şöyle kabataslak anlayabilmek için, bu kitabı okumaya girişmelidir. Başlığındaki put sözcüğü, şimdiye dek "doğru" dedikleri şeydir düpedüz. Putların Batışı, açıkçası: Eski doğruların sonu geldi.
-II-
Bir tek gerçek, bir tek ülkü yoktur ki, bu yazıda değinilmiş olmasın (-değinmek: Amma da saygılı, edebli bir söz!...) Ölümsüz putlar değil burada yalnız, en gençleri, dolayısıyla yanlışlıktan en çok beli bükülmüş olanları da. Örneğin "çağcıl düşünceler". Ağaçlar arasında büyük bir yeldir esen; yemişler-doğrular-dökülmektedir her yanda. Pek bereketli bir güzün har vurup harman savurmasıdır bu: Doğrulara çarpıp sendeler insan; üstüne basıp ezer kimini de, -öylesine sebildirler... İnsanın eline aldıklarına gelince, artık aralarında şüphelibirşey yoktur, kesinlemedir hepsi. "Doğru"nun mihenk taşını ilk ben tutuyorum elimde, ben karar verebilirim ancak. Sanki içimde ikinci bir bilinç büyüyüp gelişmiş; sanki "istem", şimdiye dek üzerinde aşağıya yuvarlandığı bayırı aydınlatmak istercesine bir ışık yakmış içimde... Bayır, -doğruya giden yol koymuşlardı bunun adını... O "karanlık çaba" (Ein guter Mensch in seinem dunklem Drange -ist sich des reschten Weges wohl bewusst [İyi insan o karanlık çaba içinde -Bilir doğru yolun ne olduğunu]. -Goethe, 1. Faust, Gökyüzünde önoyun.) denen şeye artık paydos; doğru yolun en az farkında olan, o iyi insanın kendisiydi... Şaka bir yana, doğru yolu, yokuş yukarı giden yolu benden önce kimse bilmiyordu: Etkin üstüne umutlar, ödevler, oraya götürecek yollar ancak benimle başladı yeni baştan -ben onların muştucusuyum... Bir yazgıyım işte bu yüzden de.-
-III-
Söz konusu yapıtı bitirir bitirmez, bir gün bile geçirmeden hemen o dev ödevime, değerleri yenileme işine giriştim; hiçbir şeye benzemeyen yüce bir gurur içindeyim, her an ölümsüzlüğümü kesin olarak biliyor ve tunç levhalara bir yazgı şaşmazlığıyla birbiri ardınca imleri kazıyordum. 3 Eylül 1888'de önsöz yazıldı: Sabahleyin, onu yazdıktan sonra açık havaya çıktığımda, ober-Engadin'in bana gösterdiği en güzel gün vardı karşımda, -dupduru, alev alev renkler içinde, tüm karşıtlıkları, güneyle buz arasındaki tüm geçişleri bir araya getiren bir gün. -Ancak 20 eylülde ayrılabildim Sils-Maria'dan; seller alıkoymuştu beni, sonunda tek konuğu ben kalmıştım o eşsiz yerin, -minnetimin karşılığı olarak ölümsüz bir ad bağışlayacağım oraya. Olaylarla dolu bir yolculuktan sonra, üstelik gece geç vakit vardığım seller basmış Como'da bir de ölüm tehlikesi atlatarak, 21. günü öğleden sonra benim denenmiş yerime, bundan böyle kalacağım Torino'ya indim. İlkbaharda oturduğum aynı evi, Via Carlo Alberto 6, III'de, Vittorio Emanuele'nin (-1820/1878- İtalya kralı, İtalyan birliğinin kurucusu.) doğduğu o koca palazzo Carignano'nun karşısında, piazza Carlo Alberto'ya ve daha uzaklarda tepeliklere bakan evi tuttum gene. Bir an bile duraklayıp oyalanmadan, hemen çalışmaya oturdu: Yapıtın dörtte biri kalmıştı daha tamamlanacak. 30 eylül günü büyük yengi; yedinci gün; bir tanrının gezinişi Po kıyısında. Aynı gün "Putların Batışı"na önsözü de yazdım; bu kitabın provalarının düzeltmek benim için dinlenme oldu eylül ayında. -Ben böyle bir güz yaşamadım hiç, yeryüzünde böyle birşey olabileceğini sanmazdım; sonsuza dek uzanan bir Claude Lorraine (-1600/1682- Fransız manzara ressamı.), her günü aynı ölçüsüz yetkinlikte.
Kaynak: Ecco Homo
"Wagner'in müziğini ruh coşkusunun gücü olarak yorumladım. Yanlış yorumladığım görünüyor, görünen başka bir şey daha ise, Wagner ve Schopenhauer'i ne ile bu kadar renklendirdiğimdir... Onları renklendiren benim. Ben, kendim onları yücelttim... Her sanat, her felsefeci gelişmekte ya da gerilemekte olan bir yaşamın ilaçları ve kışkırtıcısı olarak algılanmalıdır. Bunlar, her zaman acıları ve acı çekenleri tasarlar. Ama acı çekenler iki türlüdür... Birinci türdekiler, yaşamın kendilerine sunduğu bolluktan yakınan, coşku sanatı ve aynı zamanda yaşamın trajik görüntüsünü isteyen acı çekenler... İkinci türdekiler ise, yoksunluktan acı çekerler, sanattan ve felsefeciden huzur, sükut, dingin bir deniz (kuşkusuz burada Goethe hedef alınmıştır) ya da sarhoşluk, kargaşa, uyuşukluk isterler. Her iki tarafın da gereksinimlerini Wagner, Schopenahuer kadar iyi bir şekilde giderir. Her ikisi de yaşamı yadsır, onu suçlar ve bu yüzden onlar çok uzağımdadırlar."
Putların Batışı
*******************
TÖRE'NİN SOYKÜTÜĞÜ - bir tartışma yazısı
-I-
Bu soykütüğü üç incelemeden kurulmuştur; hepsi de şaşırtma sanatı, amacı ve anlatımı bakımından şimdiye dek yazılanlardın en ürküncüdür. Bilindiği gibi, Dionysos karanlıklar tanrısıdır hem de. Herbirinde yanıltmayı amaçlayan, soğuk, bilimsel, giderek alaycı, bile bile gösterişçi, bile bile oyalayan bir başlangıç. Gitgide tedirginlik artar; tek tük şimşekler; hiç hoşa gitmeyecek doğrular duyulur uzaklardan boğuk gürlemelerle, -sonunda bir tempo feroce'ye (Yabanıl tempo.) varılır, korkunç bir gerilimle ileri atılır herşey. Herbirinin bitiminde, hepten ürkünç patlamalrla yeni bir doğru belirir kalın bulutlar arasından. -İlk incelemedeki doğru Hıristiyanlığın psikolojisidir: Hıristiyanlık hınç duygusundan, o ruhdan doğmuştur, sanıldığı gibi "Kutsal Ruh"dan değil, -bir karşı devinimdir aslında, soylu değerlerin egemenliğine karşı büyük bir ayaklanmadır. İkinci incelemede bulunç'un psikolojisi var: Sanıldığı gibi "insanın içindeki tanrı sesi" değil, -dışa doğru boşalamayınca gerilere yönelen kan dökme iç güdüsü. Kan dökücülük ilk kez burada, ekinin en eski, en zorunlu temellerinden biri olarak aydınlığa çıkarılıyor. Şu sorunun yanıtını veriyor üçüncü inceleme: Çilecilik, rahiplik ülküsü, aslında zararlı mı zararlı bir ülkü, bir bitiş istemi, bir décadence ülküsü iken, nasıl olup da böylesine sınırsız bir güç kazanmıştır? Yanıt: Sanıldığı gibi, tanrı papazların arkasında olduğu için değil, yalnızca faute de mieux (Daha iyisi olmadığı için, yokluktan.), -şimdiye dek biricik ülkü o olduğu için, yarışanı olmadığı için. "Çünkü hiçbir şey istememektense, hiçliği istemeyi yeğ tutar insan"... Herşeyden önce, Zerdüşt'e gelinceye dek bir karşı ülkü eksikti.- Beni anladınız. Bir psikologun tüm değerleri yenileme işi için başlıca üç hazırlığı. -Rahibin psikolojisi ilk olarak bu kitapta bulunur.
Kaynak: Ecco Homo
*****************************
WAGNER OLAYI - bir çalgıcı sorunu
-I-
Bu yazının hakkını verebilmek için, insan musikinin yazgısını kanayan bir yara gibi içinde duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un flütü değil, bir décadence musikisi olmasından... Ama insan musikinin davasını öz davası gibi, kendi çektiği acırlarmış gibi duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı derecede yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak, kendi kendisiyle de kızmadan alay etmek -ridendo dicere severum; verum dicere (Ridendo dicere severum: Acı doğruyu gülerek söylemek; verum dicere: doğruyu söylemek.) her türlü sertliği haklı gösterse bile- insanlığın ta kendisidir. İstesem, eski bir topçu olarak, Wagner'e karşı ağır bataryalarımı da sürebilirdim; bundan şüpheniz olmasın. -Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi kendime sakladım,- Wagner'i severdim. Hem benim ödevimin anlamına, tuttuğum yola uygun düşeni, daha seçkin, "bilinmeyen" birine saldırmaktır- musikinin o Cagliostro'suna (-1743/1795- İtalyan soylusu, ünlü serüvenci, dolandırıcı.) varıncaya dek, maskesini düşüreceğim daha nice "bilinmeyen"ler var-, daha da önemlisi, düşünce işlerinde gitgide uyuklaşan, içgüdüde yoksullaşan, gitgide dürüstleşen Alman ulusuna saldırmaktır: Karşıtlarla besleniyorlar artık, ne bulurlarsa yiyorlar, ister "inanç" olsun, ister "bilimsel düşünce", ister "Hıristiyanca sevgi olsun, ister Yahudi düşmanlığı, ister güç istemi (devlet olma istemi), ister évangile des humbles (Küçük insanların İncil'i.), hepsini yutuyorlar mide fesadına uğramaksızın, hem de öyle bir iştahla ki, insanın kıskanası geliyor... Karşıtlar arasında bu ne yan tutmazlık, bu ne midesizlik, "çıkar gözetmezlik"! Alman damağının bu haktanırlığı, herşeye eşit haklar tanıması, herşeyden bir tad alması!.. Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar... Almanya'ya son gidişimde, Alman beğenisini Wagner'le Saeckingen borazancısına (-Doğrusu: Soekkingen borazancısı- Scheffel'in Almanya'da pek tanınmış bir şiiri.) eşit haklar tanımaya uğraşır buldum; Leipzig'de en gerçek, en Alman-sözcüğün eski anlamında Alman, yoksa o yalnızca yurttaşlardan değil- musikicilerden birinin, usta Heinrich Schütz'ün onuruna bir Liszt derneği kurduklarını gözlerimle gördüm; o sinsi (Liszt ve List -hile, düzen- üzerine bir sözcük oyunu.) kilise musikisini geliştirip yaymaktı amaç... Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar...
"Ben Wagner gibiyim, şimdiki zamanın insanıyla -gerilemekte olan-, tüm diğer insanlarla benim aramdaki tek fark benim bu gerilemeyi anlamam ve buna karşı kendimi korumamdır."
Wagner Olayı
-II-
Ama burada kabalaşmaktan ve Almanların yüzüne karşı bir kaç acı gerçeği söylemekten kimse alıkoyamaz beni: Ben de söylemesem kim söyleyecek! -Onların tarih konularındaki sıkılmazlıklarından söz açacağım. Alman tarihçilerinde ekinin gidişini, değerlerini görmek için gerekli o büyük bakış'ın hepten yitip gitmesi, topunun birden siyasa (ya da kilise) soytarıları olması değil yalnız: O büyük bakışı aforoz edenler de kendileridir. İnsanın yalnızca "Alman" olması, o "ırk"tan olması yeter, tarih konusunda değer diye, değersizlik diye ne varsa hepsi üstüne son sözü söyleyebilir, kesinlikle belirtir onları... "Alman" olmak bir kanıttır, "Almanya, Almanya, herşeyin üstünde" bir ilkedir, tarihteki "törel dünya düzeni"dir Cermenler: Roma imparatorluğu karşısında özgürlüğü ayakta tutanlar, on sekizinci yüzyıl karşısında töre'yi, "kesin buyruğu" yeniden diriltenler... Alman devletine özgü bir tarih yazıcılığı vardır; korkarım, Yahudi düşmanına özgü olanı vardır bir de, -ayrıca saray tarih yazıcılığı vardır ve Bay von Treitsschke'nin yüzü kızarmaz hiç... Geçenlerde ahmakça bir yargı, neyse ki bu arada rahmetlik olan Suab estetikçisi Vischer'in (-1807/1887- Alman ozanı, estetikçisi.) bir cümlesi tüm Alman gazetelerinde bir boy gözüktü, her Alman'ın evet demesi gereken bir "doğru"ydu bu: "Uyanış çağı ile Yenileme (Reformation) çağı, ancak ikisi bir arada bir bütün yaparlar, -estetik yeniden doğuş ve törel yeniden doğuş." Böyle cümleleri duyunca sabrım taşıyor; Almanların yüzüne tüm kabahatlerini birer birer vurmak geliyor içimden, bir görev duyuyorum bunu giderek. Dört yüz yıldır ekine karşı işlenen tüm büyük cürümlerin sorumlusu onlardır!... Nedeni de hiç değişmez, o iliklerine dek işlemiş gerçek korkusu -ki doğrudan korkudur aynı zamanda-, o içgüdü edindikleri ikiyüzlülük, "ülkücülük"... Büyük çağların sonuncusu, Uyanış çağı Almanlar yüzünden anlamını yitirdi, o hasadı yapamadı Avrupa, hem de tam daha yüksek bir değerler düzeni, soylu, yaşamı olumlayan, geleceğin güvencesi olan değerler, karşı değerlerin yuvalandıkları yerde, oralarda oturanların içgüdülerine işleyinceye dek üstün gelmişken! Luther, o tanrının belası keşiş, kiliseyi ve -bin kez beteri- Hıristiyanlığı, tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı... Hıristiyanlığı, yaşama isteminin din kılığına girmiş yadsınmasını!... Luther, bu akıl almaz keşiş, "akıl almazlığı" yüzünden kiliseye saldırdı ve -dolayısıyla- onu ayağa kaldırdı yeniden... Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar, oyunlar düzseler yeridir... Luther ve "törel yeniden doğuş"! Tüm psikolojinin canı cehenneme! Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar.- İnsanlık iki sefer korkunç bir yüreklilikle kendini aşarak özü sözü bir, anlamı belli, yüzde yüz bilimsel bir düşünce düzenine vardığında, Almanlar eski "ülkü"ye giden dolambaçlı yollar, doğruyla "ülkü" arasında bir uzlaşma bulmayı başardılar; bilimi yadsımalarını, yalanlarını bir kitabına uydurdular aslında. Leibniz ve Kant, -düşünce dürüstlüğü alanında Avrupa'ya en büyük iki köstek! En sonunda, iki décadence yüzyılı arasındaki köprü üzerinde, yeryüzünü yönetmek amacıyla Avrupa'yı birleştirebilecek güçte, deha ve istem dolu bir force majeure (Üstün güç.) belirdiğinde, Almanlar "özgürlük savaşları"yla Napoleon'un varoluşundaki mucizelik anlamdan yoksun bıraktılar Avrupa'yı; ne olmuşsa, bugün ne varsa onların suçudur hep; hastalıkların, saçmalıkların ekine en zararlı olanı, ulusalcılık, Avrupa'yı hasta eden bu névrose nationale (Ulusal sinirce -nevroz-.), Avrupa'da artık sürüp gidecek bu küçük devletler, bu küçük siyasa: Anlamından, sağduyusundan yoksun bıraktılar Avrupa'yı- onu bir çıkmaza soktular. -Buradan çıkacak bir yol bilen var mı benden başka?... Ulusları yeniden birbirine bağlayacak büyüklükte bir ödev?.
"Başkalarından daha fazla derin görüşü olanlar tarihçi olurlar: Bu, doğrunun doğru olamayacağı izlenimi vermelidir. Cümle, Talma tarafından söylenmiştir. Komedyenin psikolojisini içerdiği gibi, aynı zamanda ahlakını da içerir. Wagner'in müziği asla doğru değildir. Ama doğru olarak görünür, böylece her şey yoluna girer."
Wagner Olayı
-III-
Hepsi bir yana, kuşkumu neden açığa vurmayayım? Almanlar benim durumumda da, bu dev yazgıdan bir fare doğurtmak için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar. Adlarını kötüye çıkardılar benim yüzümden şimdiye dek; ilerde de adam olacaklarından şüpheliyim. -Ah, burada kötü bir falcı olmayı nasıl isterdim!... Benim doğal okuyucularım, dinleyicilerim daha şimdiden Ruslar, İskandinavlar ve Fransızlardır, -gitgide artacak mı onların sayısı? -Almanlar bilgi tarihine baştanbaşa şüpheli adlarla geçmişlerdir; "bilmeyerek olmuş" kalpazanlar çıkarmışlardır yalnız (bu deyim Kant'la Leibniz'e olduğu gibi, Fichte'ye, Schelling'e, Schopenhauer'e, Hegel'e, Schleiermacher'e [-1768/1834- Alman tanrıbilimcisi ve feylosofu. Schleiermacher Almanca'da "tül, peçe vb... yapan" anlamına gelmektedir. Nietzsche sözcüğün bu anlamıyla oynuyor.] de uygundur: perdeleyicidir hepsi de, başka birşey değil): Düşünce tarihindeki ilk dürüst düşünürün doğruyu dört bin yıllık kalpazanlıktan ötürü yargılayan düşünürün, kendileriyle yanyana Alman düşüncesine sokulması şerefini hiçbir zaman elde etmemeli onlar. "Alman düşüncesi" ağır havadır benim için: Psikoloji konusunda artık içgüdü olmuş pisliklerini her sözleriyle, her davranışlarıyla açığa vururlar; bunun yakınında zor soluk alırım. On yedinci yüzyılda Fransızların geçtiği o amansız öz sınavından geçmemişlerdir hiç, -bir Larochefoucauld, bir Descartes, en önde gelen Almanlardan yüz kez daha dürüsttürler, -Almanlardan bugüne dek bir tek psikolog çıkmamıştır. Ama psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği ya da pisliği için... İnsan daha temiz bile değilken, derinliği nasıl olur? Kadın gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, -yoktur da ondan: Hepsi bu. Ama sığ bile olmaya yetmez bunların hepsi. -Almanya'da derin dedikleri şey, demin sözünü ettiğim o kendi kendine karşı içgüdü pisliğinden başka birşey değildir: Kendi kendilerini bir türlü oldukları gibi görmek istemezler. Yoksa "Alman" sözcüğünü bu psikolojik sapıtmaya uluslararası bir karşılık olarak önersem mi? -Örneğin bu anda Alman İmparatoru, Afrika'daki köleleri kurtarmayı kendine bir Hıristiyanlık ödevi" sayıyor: Biz, öbür Avrupalılar buna düpedüz "Almanlık" deriz aramızda... Derinliği olan bir tek kitap çıkmış mıdır Almanlardan? Bir kitapta derin olan nedir, onlarda bu kavram bile yoktur. Kant'ı derin sayan bilginlere rastladım; korkarım, Prusya sarayında Bay von Treitschke'yi derin sayıyorlar. Alman profesörleriyle şu da geldi başıma: Bir yeri gelip de, Stendhal'i derin psikolog olarak övdüğümde, bana hecelettiler adını.
"Mutlak yalnızlık bana gittikçe temel bir formül gibi, asıl tutkummuş gibi geliyor. Yani yapıtların en güzellerini yarattığımız anları yalnızlığa borçluyuz. Pek çok şeyi yalnızlık uğruna feda etmeyi bilmek gerekir."
Wagner Olayı
-IV-
-Neden sonuna dek gitmeyeyim? Baştan herşey açık olsun isterim. Göz koyduğum şeylerden biri de Almanların en üstün hor görücüsü olmaktır. Alman kişiliğine karşı güvensizliğimi daha yirmi altı yaşımda dile getirdim (Üçüncü çağdışı yazı, 6. bölüm), -Almanlar çekilmez şeylerdir benim için. Tüm içgüdülerime aykırı gelen bir tür insan düşündüğümde, ortaya hep bir Alman çıkar. Bir insanın "ciğerini okurken", en önce baktığım şey, onda uzaklık duygusu olup olmadığı, insanla insan arasında kat, değer, sıra ayrımı gözetip gözetmediği, seçip seçmediğidir: Bununla gentilhomme'dur insanoğlu, başka türlü, ne ederse etsin, o geniş yürekli, yumuşak başlı ayaktakımı içindedir yeri. Ama ayaktakımıdır Almanlar, ah öylesine aşağılamış olur kişi: Aynı düzeye indirir Alman... Birkaç sanatçıyla, en başta da Richard Wagner'le alışverişimi bir yana bırakırsam, tek iyi saat geçirmişimdir Almanlarla... Diyelim ki binyılların en derin düşünürü Almanlar içinden çıktı; Kapitol'ün kurtarıcıları (Kazlar. Galyalıların Kapitol'e yaptıkları bir gece saldırısında, kazların bağırması üzerine nöbetçiler uyanmış, saldırı da püskürtülmüştür.) cinsinden biri, kendi çirkin ruhunun da en az o denli önemi olduğunu sanıverdi... Bu ırka dayanamıyorum; kişi onların içinde hep kötü çevrededir, ayrımları sezecek parmak yoktur onlarda, -ne yazık bir ayrımın ben de! -ayaklarında incelik yoktur, yürümesini bile beceremezler... Zaten ayak ne gezer Almanlarda; bacakları vardır onların yalnız... Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler, ama bayalığın son perdesidir bu, -yalnızca birer Alman olmalarından bile utanmazlar... Her konuşmaya karışırlar, son söz kendilerindedir sanırlar; korkarım benim üstüme bile son sözü söylemişlerdir... Yaşamım baştanbaşa bu cümlelerin en kesin kanıtıdır. Orada bana karşı düşünceli, ince bir davranışın izini aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu, ama Almanlardan hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı yumuşak davranırım, iyiliğini isterim herkesin, -ayrı gayrı gözetmemeye hakkım vardır benim-: Ama gözlerimin açık olmasına da engel değildir bu. Kimseyi ayrı tutmam, hele dostlarımı hiç mi hiç, -umarım onlara karşı insanca davranmama bir zararı dokunamamıştır bunun! Dört beş şey vardır, kendime hep onur sorunu yapmışımdır.- Gene de şurası doğru ki, yıllardan yıllardan beri elime geçen hemen her mektubu bir sinizm olarak duydum: Benim iyiliğimi istemek, bana karşı herhangi bir düşmanlıktan çok daha sinikcedir... Dostlarımın teker teker yüzlerine söylerim, hiçbirisi benim herhangi bir yazımı okuyup inceleme zahmetine katlanmamıştır: İçlerinde ne yazılı olduğunu bile bilmediklerini en küçük belirtiden çıkarırım hemen. Hele Zerdüşt'üme gelince, dostlarımdan hangisi onda hoş görülmeyen, ama neyse ki hepten zararsız bir kendini beğenmişlikten daha çoğunu buldu... Tam on yıl: Almanya'da hiç kimse benim adımı, o içine gömüldüğü anlamsız suskuya karşı savunmayı kendine dert edinmedi. Bu iş için yeterince yürekli olan, burnu koku alabilen, sözde dostlarıma karşı öfkeye kapılan, ilk kez bir yabancı, bir Danimarkalı oldu... Psikologluğunu böylelikle bir kez daha gösteren Dr. Georg Drandes'in (-1842/1927- Danimarkalı yazın tarihçisi, eleştirmeci.) geçen bahar Kopenhag'da verdiği gibisinden dersler, hangi Alman üniversitesinde olacak şeydir?- Ben kendi payıma hiç bunların acısını çekmedim; beni yaralamaz zorunlu olan, amor fati benim yaradılışımın özüdür. Ama bu benim alayı, hem de evrensel alayı sevmediğimi göstermez. İşte bu yüzden, değerleri yenileyişin o yakıp yıkıcı, yeryüzünü sarsıntıya boğacak yıldırımdan iki yıl kadar önce, "Wagner Olayı"nı dünyaya uğurladım; Almanlar benim üstüme bir kez daha yanılıp, adlarını bengi, ölümsüz kılsınlar diye' Anca vakit var buna! -İstediğim oldu mu?- Hem de en alâ sı, bay Cermenler! Hayranlıklarımı sunarım sizlere..
Kaynak: Ecco Homo
Çocuk ruhlu ve üstüne üstlük Wagnerci olunduğu sürece, Wagner'in ses imparatorluğunda bir büyük toprak sahibi, bir savurganlık abidesi ve bir zengin olduğu sanılır. Fransızların Victor Hugo'da hayran kaldığı yan neyse, onda da işte o yana hayran kalınır: 'asil bir cömertlik.' Daha sonra ona ve diğerine tam aksi olan yanlarıyla hayran kalınır: Ekonominin ustası ve örneği olarak. Mütevazi bir harcamayla krallara laik bir sofra sumakta onlarla kimse yarışamaz. -İnançlı bir mideye sahip olan Wagner hayranı, gerektiğinde ustasının kendisine sihirle sunduğu şeylerle bile doyabilir. Ama müzikte ve kitaplarda dolgunluk arayan ve salt "sunulan" sofralarla doymayan bizler, onlardan çok daha kötü durumdayız. Kısaca söylemek gerekirse: Wagner'in bize sunduğu kemikte yeterince et yok... Wagnerci 'belirleyici motife' gelince... İşte bunun için damak zevkim anlayış gösteremiyor. İlle de tanımlamak zorunda kalırsam, o motife ideal bir kürdan derdim veya dişlere takılan yemek artıklarını temizleme fırsatı.
Wagner Olayı
**********************************
Friedrich Nietzche -- Kutup Yıldızı
Bu kitap en azlarındır. Belki de onlardan hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt'ümü anlayanlar olacaklar : kendimi, daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlar ile nasıl karıştırabilirdim ki? Ancak öbürgündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar.
Kişinin beni anlamasının, hem de zorunlukla anlamasının koşulları, —bunları pek iyi bilirim. Benim yalnızca içtenliğime, tutkuma dayanabilmek için, düşünsel konularda katılık kertesinde dürüst olması gerekir kişinin. Dağlarda yaşamaya, alışkın olması gerekir— çağın siyasetinin ve halkların çıkarcılıklarının sefil gevezeliğini kendi altında görmeğe. Aldırmaz olmuş olması gerekir, hiç sormaması gerekir, doğruluk yararlı mıdır diye, bir kötü kader olup çıkar mı diye... Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana yüreklilik; labirente önceden-belirlenmişlik. Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Ve yüce üslubun iktisat istemi: gücünü, heyecanlanmalarını derli-toplu tutmak... Kendi kendine saygı; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük...
İşte! Bunlardır benim okurlarım ancak, benim sahici okurlarım, benim önceden belirlenmiş okurlarım: geri kalan neye yarar ki —geri kalan, insanlıktır yalnızca.— Kişinin, gücüyle, ruhunun yüksekliğiyle, insanlığa tepeden bakması gerekir —hor görüşüyle...
Friedrich Nietzsche
****************************
GEZGİN ile GÖLGESİ
[Fredrich Nietzsche]
GÖLGE :
Çoktandır dinlemedim konuşmanı, bir kolaylık vermek isterdim sana konuşasın diye.
GEZGİN:
Biri konuşuyor – nerededir? Kimdir? Öyle yakın ki bana, dersin benim konuşan; oysa cılız çıkıyor sesi benimkinden.
GÖLGE:
(Bir süre sonra) Sevinmiyor musun bir konuşma yolu bulduğuna?
GEZGİN:
İnanmadığım Tanrıya da, bütün varlıklara da ant olsun ki gölgemdir konuşan; duyuyorum konuşmasını, inanmıyorum yalnız.
GÖLGE:
Bırakalım artık bunu, uzun boylu düşünmeyelim; bir saat içinde olmuş, ne varsa.
GEZGİN:
Ben de öyle düşünmüştüm. Pisa’da bir ormandayken; ilkin iki sonra beş deve gördüğümde.
GÖLGE:
Bir kesmeye görsün usumuz sesini, ne de sevgili saygılı oluruz birbirimize karşı, ne de iyi; sıkmayacağız birbirimizi böylesine konuşmayla; başkalarının da sıkmayacağız canını, bizce anlaşılmaz olsa bile sözü. Bir iki söz edildiğinde, çokluk, yeterli karşılığın ölçüsü bilinmez olur. En iyi kuraldır bu, başkası ile konuşmaya daldığımda. En bilge olan bile bir kez aldanmaya; üç kez aptallığa düşer uzun boylu bir konuşmada.
GEZGİN:
Doğrusu, sözünü bu açıkça söyleyişin, bir yaltaklanış değil.
GÖLGE:
Yaltaklanmam mı gerekir?
GEZGİN:
Ben, insanın gölgesini onun kendini beğenmişliği sanırdım, yoksa “yaltaklanmam mı gerekir” diye sorulmazdı böyle.
GÖLGE:
İnsanda çoktandır tanıdığım kendini beğenmişlik, konuşayım mı konuşmayayım mı diye sormaz, konuşur boyuna.
GEZGİN:
Anlıyorum iyice, sana karşı ne denli kaba davrandığımı, ey sevgili gölgem: daha bir tek söz bile söylemedim, ne çok seviniyorum bilsen, seni uluorta görmeden dinleyeceğime. Bileceksin gölgeyi sevdiğimi, ışığı sevdiğim gibi, böylece yüzün güzelliğini, söylevin açıklığını, niteliğin sağlamlığını, iyiliğini koyuyor ortaya, bu yüzden ışık gibi gereklidir gölge de. Birbirinin atışanı, yarışanı değil onlar. El ele vermiş, sıkı fıkı gönüldeştiler çokluk; bir çekilmeye görsün ışık, yayılır gelir ardından gölge.
GÖLGE:
Tiksinirim yalnızlıktan, senin geceden tiksindiğin gibi; insanları severim ben, onlar ışığın çocuklarıdır; kıvanırım aydınlıktan dolayı, onun gözünün içindedir kişilerin öğrendiği, bulduğu, tükenmeyen öğrenişler, buluşlar. Ben’im bütün nesnelerin gösterdiği gölge, bilginin ışığı üstüne düştüğünde.
GEZGİN:
Anladığımı sanıyorum seni, bir gölge gibi koydun ortaya kendini. Sen haklısın gene de. İyi arkadaşlar, ister burada olsun ister orada, bir üçüncüsü için bilmece olması gereken karanlık bir sözü birbiriyle anlaşmanın belirtisi olarak sunarlar. İyi arkadaşlarız biz de. Bu yüzdendir önsöylevin yeterliliği. Baskı yapıyor içime senin karşılık verebileceğin iki yüz soru; zaman da çok kısa doğrusu. Nereye baksak bu konuda, nesnelerin bütünüyle bir hız, bir barış güveni içinde bir araya geldiklerini görürüz.
GÖLGE:
Öyle, gene de gölgeler daha ürkektir insanlardan; bildiremeyeceksin kimseye burada ne konuştuğumuzu.
GEZGİN:
Ne denli konuştuğumuzu mu? Tanrı korusun beni uzun uzadıya yazılı, sıkıcı konuşmalardan. Platon, örümcek gibi ağ örmekten daha az sevinç duyaydı, daha çok tadını çıkaracaktı okuyucular. Gerçeklik içinde yazıya görüş çizgileriyle yapılmış bir tablo gibidir. Ne varsa ya kısa ya da uzundur onda. Üzerinde anlaştığımız konuyu bildirebilir miyim dersin?
GÖLGE:
Yeniden öğrenecek el gün, senin bu konudaki görüşlerini; kıvanç duyuyorum bundan. Düşünülmeyecek senin gölgeninkiler.
GEZGİN:
Ey arkadaş, yanılıyorsun belki de. Görüşlerim için de benden gölge algılanmıştır şimdiye dek.
GÖLGE:
Işıktan çok gölge mi? Olabilir mi?
GEZGİN:
Ağırbaşlı ol! Sevgili maskara! Ağırbaşlılık ister benim ilk sorum, evet…
* * *
1 / BİLGİ AĞACI ÜSTÜNE – Gerçeklik değildir olabilirlik gene de: Özgür gibi görünmek de özgürlük değildir hani, gene de bu iki umutsuzluk yüzünden değiştirilemez bilgi ağacı yaşamınki ile.
2 / EVRENİN USU – Sonsuz bir akıllılığın bütünü (toplamı) değil evren, bu yüzden bizim kavradığımız her parça evren akla uygun değildi, öyle gösterilemez de. Evren iyiden iyiye bilgece, akla uygun değilse hep, öteki evren de değil besbelli. Burada yargı, küçük önermeden büyük önermeye (a minori ad majus), bölümden bütüne (a parte at totum) doğru geçerlidir bir bakıma.
3 / “BAŞLANGIÇTA VARDI” – Ortaya çıkışı ululamak – gerçeküstü bir tomurcuktur bu, tarihin incelemesinde yeniden ortaya konur, düşünce konusu yapılır: bütün nesnelerin en olgunu, en özlüsü Başlangıçta vardı diye…
4 / DİLGEREKSİNİŞİ İLE GERÇEKLİK – İkiyüzlüce bir aşağılanması vardır, kişilerin en çok önem verdiği bütün nesnelerin; en yakın olan nesnelerin. “Yaşamak için” deniyor, -kargışlanası bir yalan bu, hani çocuk doğurmada cinsel birleşmeden alınan tadın özel bir amacı vardır diyen yalan gibi. Yoksa kimse değer vermezmiş, “en önemli nesnelere” duyulan yüce saygıya. Papazlar, metafizikçiler bu konularda böylesine olağanüstü iki yüzlüce bir dili gereksemeye alıştırmış bizi; şu küçümsenen en yakın nesneler gibi bu pek önemli olayları önemseyen sezgi tutum değiştirmemiş gene de. Bu katmerli ikiyüzlülüğün acı sonu süreklidir; bu pek gerekli olaylar, sözgelişi yemek, oturmak, giyinip kuşanmak, gidiş geliş, durgun olarak kavranamayan, genel bir düşünmenin, değiştirmenin konusu olamaz; insan bunları çoğu kez aşağılık sayar; aydınca, sanatçıya yaraşan ağırbaşlılığını uzak tutar bunlardan… Öyle ki burada alışkanlık, açık saçıklık; şu düşünülmeyen, toy sayılan gençlik üzerinde kolay bir başarı sağladı: öte yandan bizim ruhla gövdenin yasalarına karşı olan sürekli suçlarımız, topumuzu birden, daha genç olanı da daha yaşlı olanı da utanç verici bir bağlılığa, bir bağımsız olmamaya doğru götürüyor, -gerçekte benim düşündüğüm; öğretmenlerden, doktorlardan, ruh kaygılarından doğan, bütün toplum üzerinde baskısını gösteren bağlılıktır.
6 / TOPRAK GEVŞEKLİĞİ İLE ANA NEDENİ – Yaşamları boyunca yumurta yediğinden pek uzun, ağzının tadına pek düşkün kişiler, çevreye bir bakıverince hemen ve sık sık görülürler. Bilmezler karınlarında bir fırtınanın kopacağını, en iyi kokuların soğuk, açık bir havada daha güçlü koktuğunu. Bizim tat alma duygumuz, ağzın her yerinde bir değildir. Yıkım getirir mideye, güzel güzel söyleşip gülünerek yenen her yemek. Bu örneklerle açığa vurulan gözlem duygusu eksikliğinin kıvanç verecek bir yönü yoktur, bu pek gerekli olayların birçoklarınca kötü sayıldığı, onlara pek kulak asılmadığı çok kez söylenebilir. Bir ilgisizlik midir bu? –Şu da söylenebilir: bu eksiklik yüzünden bireylerin gövde gerçekliği, ruh gevşekliği, başka bir yöne çevrilmiştir. Yaşam biçiminin düzene konmasında, gidiş geliş zamanında, seçiminde, uğraşıda, boş zamanlarda, buyruk vermede, eş olmada, doğa sezgisinde, sanat sezgisinde, en çok gündelik olanda, bilmemenin, keskin bir gözü olmamanın,daha doğrusu bize neyin yıkım, neyin kazanç getireceğini öğrenmek gereğinin bilinmesini isteyen yok. Bu, birçokları için, yeryüzünün “yıkım çayırında” neler yaptığı anlamına gelir. Her yerde olduğu gibi burada da, kişinin gerçekte bir tür akılsızlık içinde bulunduğu söyleniyor: çok kez, us yeterlidir. Çok yeterlidir de, şu küçük, gerekli olaylar yüzünden yanlış yöne çevrilmiş, yapmacıklara yöneltilmiş, saptırılmıştır. Papazlar, öğretmenler, her türden ülkücülerin, kaba sabaların, seçkinlerin egemenlik isteği, bir çocuğa söylev çeker, o da bambaşka bir sonuca varır, şöyle ki: ruhun sağlığı için devlete çalışmayı, bilim isteğini, ya da ün kazanma, mülk edinme için araç olarak bütün insanlık uğruna yapılan çalışmayı, bilim isteğini, ya da ün kazanma, mülk edinme için araç olarak bütün insanlık uğruna yapılan çalışmaları ortaya koymalı; bu sırada birey gerekseyişini, günün yirmidört saati içindeki irili ufaklı gereçlerini az da olsa küçümsemeli, ya da küçümsenecek düzeyde görmeli. Sokrates bütün gücüyle insanlığın bu kendini beğenmiş yetişkinliğine karşı insanın elinden tutulması için direndi; Homeros’un bir sözü ile bütün kaygıların, düşüncelerin gerçek yöresi, bütünü içinde şunu ansımayı sevdi: “Beni evde iyi ya da kötü ile karşılaştıran nedir?” Böyle diyordu o…
7 / İKİ AVUNTU ARACI – İlkçağ sonunun ruh eğitimcisi Epiküros’un olağanüstü bir görüşü vardı, örneği bugün bile az bulunur doğrusu; ona göre ruh esenliği için son dışadönük kuramcı sorunlarından iyice çözülmek gerekir. “Tanrı korkusu”ndan doğan acıyı çektirecek sözleri söylemek yetiyor: “Tanrılar varsa bize acı çektirmezler.” – Artık bu son soru üzerine, gerçekten, Tanrı var mıdır sorusu verimsiz, tartışılmaya değmezdir. Oysa şu durum daha yararlı, daha güçlüdür: gidip başkasının önünde durarak onu anlamak, daha yumuşak yürekli, daha iyiliksever yapmak. O kimse kalkar bize bunun karşıtını, Tanrıların acı çektirdiğini, yoksulun ne denli bir yanılmaya, bir dikenli çalılığa düşmek zorunda kaldığını göstermeye çalışır; oysa bu, yeterince inceliği, insancılığı elinde bulundurması gereken söylevcinin kurnazlığı değildir; bu oyunda o, kendi esirgeyiciliğini gizlemek için bunu kendiliğinden yapar. Sonunda bir başkası her yargıya karşı güçlü bir tiksinme duyar, kendi özel savına karşı kanıt getirir, ondan soğur, salt bir tanrıtanımazınkine benzeyen inancı ile ilerler boyuna: “Ne ilişkisi var benimle Tanrı’nın, götür onları şeytan.” Yarı fiziksel, yarı töresel bir varsayımın duyguyu kararttığı başka durumlarda ise bu varsayımı yeniden koymaz ortaya; açıkça şöyle bakabileceğini söyler: bu özel görünümü açıklamak için ikinci bir varsayım daha vardır, belki başka türlü de davranılabilir. Sözgelişi çağımızda şu ruh gölgesini benimsemek için iç acılarının kaynağı üstüne olan varsayımların çokluğu yeter de artar bile. Bu gölge biricik, görünebilen, yüzlerce yönlü, çoğunsanmış varsayımlar üstüne olan düşünceden çıkıyor kolayca. Kim yıkımlara, böyle kötülük eden, sayrı olduğunu sanana, olmakta olana bir avuntu vermek istese Epiküros’un birçok soruya uygulanan şu iki büyüleyici tutumunu anımsayabilir; en yalınç biçimde bile şöyle söylemelisiniz: ilkin, öyle davranmalı ki bizi ilgilendiren bulunmasın; ikincileyin, böyle olabilen başka türlü de olabilir…
8 / GECE İÇİNDE – Birden bastırdı gece, değişti en yakınımızda nesneler sütüne olan duyumlarımız bile. Yasak yollardan dolanı gelen yeldir bu, bir fısıltı tutturmuş, aradığı varmış gibi, kızgındır aradığını bulamadığından, bir lamba ışığıdır bu; bulanık, kızıl aydınlığı ile bakar yorgun argın; gece isteksiz diretir durur, uyanır, yerinde durmaz insanoğlu. Uyuyanların soluk alış verişleridir bunlar; boyuna dönüp duran bir kaygıyı ezgi kılığında fısıldayan, bunların görünür uyumudur –biz duymuyoruz onu, uyuyanların sıkışık yüreği iner çıkar sessiz; soluk kesilip de gelince ölüm sessizliği: “Dinlen biraz, sen yoksul, sen acı çekmiş ruh!” deriz– her yaşayana, böyle baskı altında yaşadığından, ilksiz sonsuz bir dinlenme dileriz, gece inandırıyor ölüme. –İnsanlar güneşten yoksun kalınca ay ışığıyla, yağla geceye karşı savaştığında, felsefe örtecekmiş üstlerine örtüsünü! Artık çok iyi anlıyor insan, ruhsal varlığının bir yarı karanlıkta, yaşamının bu güneşten yoksunlukla ne denli kuşatıldığını, örtüldüğünü.
9 / İSTENÇ ÖZGÜRLÜĞÜ ÖĞRETİSİNİN VAROLDUĞU YER – Birinin üzerinde tutkularının biçiminden gelen gereklilik durur, ötekinin üzerinde ise dinlenme, esleklik alışkanlığı, üçüncünün üzerinde mantıksal olan bilgi (Gewissen), dördüncüde de tutku, taşkın bir günün tadını çıkarma isteği bulunur. İşte onların sımsıkı bağlandığı istenç özgürlüğü bu dört konudan çıkarılıyor: ipekböceği de istenç özgürlüğünü örmeye koyulmuş sanırsın, durum budur işte. Nereden geliyor bu? Bütün kişilerin kendilerince yaşam duygusunun en büyük olduğu yerde en çok özgür olmaya çalışacakları apaçıktır. Öyleyse söylendiği gibi bir bakıma tutkuda, görevde, bilgide, günün tadını çıkarma isteğinde olan da budur: İnsan tekinin güçlü olduğu nesne içinde kendini dipdiri duyduğudur; insan istemeyerek de olsa boyuna düşünür, gerekli mi özgürlüğünün bir ilkesi diye. İnsan; bağımlılığı, ussuzluğu, bağımsızlığı, yaşama duygusunu birlikte bulunan gerekli ilkeler diye düşünür. Burada insanın toplumsal–siyasal çevrede yaptığı bir deneme, yanlış olarak bütün gerçek ötesi alanlara aktarılıyor: oradadır güçlü adam, sevinçle acının dipdiri duygusu, umudun yüksekliği, isteyişin yüceliği, tiksinmenin kudreti; beylerle bağımsızların buyruğu altında oradadır. Evet oradadır bunlar; kullar, tutsaklar, baskı buyruk altında ussuzca yaşarken. İstenç özgürlüğü öğretisi, egemen durumların bir buluşudur.
10 / YENİ BAĞIMLILIK YOK ARTIK – Çoktandır sezmemişsek neden dolayı bağımlı olduğumuzu, kendimizi bağımsız sayarız: yanlış bir yargı, kişinin ne denli kendini beğenmiş, beylik isteğine kapılmış olduğunu gösteriyor. Burada, kendini bütün durumlardan bağımsız sayıyor; onun acısını çekiyor; alışkanlık yüzünden yaşıyor, yoksa bir yitirse bu bağımsızlığı, duygunun karşıtını da birden sezecek; bunu bir tasarı olarak benimsemek, göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçekten bunun bir karşıtı olsaydı, başka bir deyimle, çok ilkel bir bağımsızlık içinde yaşasaydı, orada bağımlılığın doğurduğu baskı alışkanlığını sezer de bağımsız olmak için çabalar mıydı? Ancak yeni bağımlılıklar içinde acı çekerdi doğrusu: buna “istenç özgürlüğü” demez, bir tek yeni bağımlılık da duymazdı o gün.
GEZGİN ile GÖLGESİ
Fredrich NIETZSCHE
Broy Yayınevi
Haziran 1998, 4. Basım, Sf. 5-13
--------------------------------------------------------------------------------
33 / ÖÇ ALMANIN ÖĞELERİ – “Öç alma” sözü çok acele söylenmiş bir sözdür: görünüşe göre, bir kavramın, bir duyuşun kökü olarak ondan kaçınılmazmış gibi hani. Bu yüzden, gene o nesneyi bulmak için boyuna uğraşıp durulur: tıpkı bizim ulusal ekonomicilerimizin bugün bile “değer” sözünde böyle bir birliğin ipucunu görmek, değerin gerçek kavramını araştırmak için yorulmak istemeyişleri gibi… Sözlerin her biri, sanki Bu’nun Şu’nun Başkaları’nın sokulduğu çantalar değilmiş! “Öç alma” da böyledir işte; Bu, Şu az çok bir araya toplanmıştır onda. Bir kez olsun şu koruyucu geri tepme incelenirse, istemeden bize yıkım getiren cansız nesnelere karşı (devinen makinelere karşı olduğu gibi) neden ortaya çıktığı gösterilebilir: biz bir yıkımı önlemek için makineleri durdururuz, karşı devinmemizin anlamı budur, karşı vuruşun güçlü olursa makineyi dağıtır; makine, insanın vuruşu ile birden dağılabilecek durumda ise vuruşlar gitgide hızlanır; bunu yapabilir kişi –buna benzer bir deneme yapılabilir. Bir yıkımın doğrudan doğruya duyuluşunda yıkıcılara karşı da böyle davranılır; bu eyleme bir öç alma eylemi adı verilmek istenir; böyle de olur, ne var ki burada kendi kendini koruma, usun arabasını harekete geçirmiştir, gerçekte ise yıkıcıyı değil kendi kendini düşündüğü söylenebilir: biz yıkım getirene karşı böyle davranmak istemiyoruz,bütün varlığımızla ondan kurtulmak istiyoruz. –İnsan kendi düşünceleriyle kendinden kalkıp düşmana doğru gitmek, hangi tutum içinde en duyulabilir olanla karşı karşıya gelineceğini sormak isterse zamanı gerekser… Bu, öz çalmanın ikinci türünde olur: bir kimsenin yırtıcılığı, sevecenliği üstüne yoğunlaşan bir düşünce, onun karşısındakine acı çektirmek sanısının ürünüdür. Buna karşılık bir kimse öç almanın görüş açısı içinde sürekli yıkımlara karşı sürüp giden gerçek yıkımı kurala uygun olarak savmak, ona karşı soğukkanlı davranmak için daha önceden kendini az çok güven altında bulundurur. Öç almanın ilk türünde karşı vuruşu elden geldiğince güçlü kılan, ikinci vuruş karşısında duyulan korkudur; işte düşmanın saldırısına denk tepki de böyledir, karşı vuruşun gücü ancak düşmanın bize yaptığı ile belirlenir. O ne yaptı? Düşman acı çekiyorsa, bizim ona acı çektirmemizin bize sağlayacağı kazanç nedir? Bu bir yeniden kurma davranışıdır: bu da ilk öç alma türünde kişinin ancak kendini korumasına yarar. Belki de düşman yüzünden malımızı, mevkimizi, arkadaşımızı, çocuklarımızı yitiririz –bu yitimler, öç almakla geri alınmaz; aslında onarım da adı geçen yitimler içinde anacak bir ekyıkımdır. Yeniden kurmanın öcü daha geniş yıkımları önlemez, acı çektirmek yıkımları gidermez– özel durumlar dışında. Yavı yüzünden namusumuza dokunur bir durum varsa öç alma onu yeniden onarabilir. Öç alma, her durumda, bize bile bile acı çektiren birinin acı çektiğini gösterir; yavı, öç almakla bizi korkutamadığını anlamıştır. Biz de öç almakla onu korkutamadığımızı ortaya koymuşuz; işte uzlaşma, yeniden onarma buna dayanır. (Amaç, korkunun eksikliğini göstermek için birkaç kişi üzerinde alabildiğine açılmak, öç almada korkulur bir durum –sağlık ya da yaşam yıkımının ya da başka bir yıkımın– olduğunu, öç almanın bırakılmaz bir kural olarak geçerlik taşıdığını bildirmektir. Yargıçlar ne denli onlara el atarsa atsın, onlar gene küçümsenişten dolayı gönül alma için kaynağın yolunu tutarlar. Oysa onlar gene de yıkım gören namuslularının korkusuzca onarımını yeterli bulmazlar; bu, korkudaki eksikliklerini ortaya koyamadıklarındandır.) –Öç almanın ilk anlatılan türünde düpedüz korku vardır, bu korku geri tepmeye götürür insanı (karşı vuruşa): buna karşılık buradaki karşı vuruş, söylendiği gibi, korkunun bulunmadığını göstermek içindir. Bu “öç alma” sözü ile adlandırılan iki davranış biçiminin gizli yönü dışında farklı özellikleri yoktur artık: buna karşı ortaya çıkan da kin gütmenin karanlık bir tutum olduğudur, korkudan dolayı kendini koruma uğruna karşı vuruşa geçen kimse belki de onu gerçek bir eylem olarak belirlemiştir; oysa onun yıkıma uğramış namusu açısından düşünecek zamanı vardır, namus öcünün yarı yarıya alındığını boyuna söyleyebilir: bu tutum ötekinden yeğdir. Şimdi önemli olan onun namusunun başkalarının (evrenin) gözünde ya da yalnız yerenin gözünde sarsılıp sarsılmadığıdır: son durumda o, gizli öç almayı yeğ görecek, ilk durumda ise bunu açıktan açığa yapacak… Onun öç alması eylemde bulunanın ya da gözleyenin içini okuduğu ölçüde öfkeli ya da yumuşak olacaktır; bu türden bir sanı onu iyice aldatır, öç almayı büsbütün düşünmez olur, onda “namus” duygusu olmadığından incinme de olmadığı sanısı doğurur. Böylece bir kimse eylemde bulunanı, eylemi görenleri küçümserse öç almayı da düşünmez artık: öç almanın ona bir şey kazandırmayacağını bilir, küçümsenmiş olarak da kazancının bulunmadığını anlar. Eninde sonunda alışılmamış bir durumda öç almayı bırakacak; bu, eylemde bulunanı sevdiğindendir: belki de onun gözünde namusa yıkım gelmiş, karşı sevgi bu yüzden azalmıştır. Karşı sevgi uğruna öçten dönme, sevgiyi ortaya koymak için bir adağı gereksinir, sevilen varlığa acı çektirmek gerekmez: bu duruma gerçekte adakla daha çok acı çektirme denir. Böylece her kimse, öcünü almış olur; namusu yıkım görmüşse, yıkım getirene, yerene karşı dopdolu bir sevgi duymak, yoğun bir yergi ile karşılık vermiş olmaktır. O kimse yargıçlığa başvurmakla da öcünü kişisel olarak toplumun enine boyuna düşünen, işini bilir bir insanı olarak toplumun öcünü bir tek kimseye, ona saygı duymayana yöneltecek. Böylece yargıçlığın vereceği ceza dolayısıyla tek kişinin namusu, toplumun namusu olarak onarılacak: başka deyişle –ceza öç alma olacak–, onda öç almanın daha önce belirtilen kuşkudan uzak başka öğeleri vardır, toplum bu öç alma ile onun kendini korumasına yardım ediyor, kendini koruma yarım bir karşı vuruşa geçmiş oluyor. Ceza sürekli, yıkımı önlemek, sürüp atmak ister. Gerçekten cezada öç almanın bu iki ayrı öğesi bu tutuma bağlıdır, belki de bu en çok etki gösterenidir; bu sözü edilen kavram kargaşasını korumaya gücü yeten, öç alan birey ne istediğini açıkça bilmiyor doğrusu.
GEZGİN ile GÖLGESİ
Fredrich NIETZSCHE
*****************************
GÜÇ İSTENCİ
"Bir gün bayağı kömür 'Niye böyle sertsin!' demiş elmasa. 'Biz seninle yakın akraba değil miyiz ki?'
Niye böyle yumuşaksınız? Kardeşlerim, size soruyorum: siz benim, -kardeşlerim değil misiniz?
Neden böyle yumuşak, böyle uysal, böyle verimser? Neden yüreklerinizde bunca yadsıma, bunca verinme var? Neden bakışlarınızda bunca az yargı var?
Peki siz yazgı olmak, amansız kişiler olmak istemezseniz, bir gün benimle nasıl, iller açabilirsiniz?
Peki sertliğiniz çakmak ve kesmek ve parça parça etmek istemezse, bir gün benimle nasıl, yaratabilirsiniz?
Yaratıcılar sert olurlar da. Elinizi binyıllara basmak, balmumuna basar gibi basmak, mutluluk sayılmalı sizce, -
-mutluluk, binyılların istemine yazmak, tunç üstüne yazar gibi yazmak, -tunçtan daha sert, tunçtan daha soylu. Ancak en soylu kişiler sert olur tepeden tırnağa.
Şu yeni levhayı yerleştiriyorum üstünüze, kardeşlerim: sert olun!-"
Güç İstemi, Nietzsche’nin felsefesindeki en önemli düşüncedir. Bu düşünceyi iki kaynaktan geliştirir: Schopenhauer’in ve Eski Yunanlıların düşün hayatlarından. Schopenhauer, dünyanın çok güçlü ve kör olan tek bir istem tarafından yönetildiği şeklindeki eski doğu inancını devralmıştı. Nietzsche, bu fikrin içindeki potansiyeli görür ve onu insan ilişkilerine uyarlar. Nietzsche, anlattığına göre, Yunan Kültürü’nü araştırırken, Yunanlıları harekete geçirenin herhangi bir yararlı şey veya doğrudan bir avantajın değil, güç ve iktidar elde etmeye yönelik bir çaba olduğunu farkeder.
Nietzsche bundan, tüm insanlığın güç ve iktidar istemi tarafından yönlendirildiği sonucunu çıkarır. Ona göre, tüm eylemlerimizin temel dürtüsü işte bu enerji kaynağından beslenir. Güç istemi çoğunlukla başka birtakım şekillerde, yani şekil değiştirerek, ortaya çıkıyor, ancak daima mevcuttu. Hıristiyanlık, öngördüğü tevazu, sevgi ve merhamet ile, görünüşe göre daima tersini iddia etmekteydi. Gerçekte bu, hastalıklı bir sapkınlıktan başka bir şey değildi. Hıristiyanlık, Romalılar’ın köle zihniyetinden doğmuş ve bu köle zihniyetini hiçbir zaman üstünden atamamıştı. Hıristiyanlığ’ın güç ve iktidar istemi, sırları daha kolay anlaşılabilir güçlü kişilerin değil, köle olanların istemiydi.
Nietzsche, insanların geliştirdiği kalıpları analiz etmeye soyunduğunda, onun güç istemi çok yararlı bir araç olarak ortaya çıkar. Eskiden soylu ve saygıdeğer bir fedakarlıktan kaynaklandığı sanılan eylemler, Nietzsche tarafından hasta ve yozlaşmış eylemler olarak deşifre ediliyordu.
Ne var ki Nietzsche’nin felsefe yapma eylemi, iki itiraza yanıt vermemektedir. Eğer tek ölçek güç istemiyse, nasıl oluyor da, o istemin doğrultularına uymak istemeyen eylemler, kötüden başka bir şey olabiliyorlar? Ve, azizlerin güç istemlerini başkaları üzerinde değil de, kendileri üzerinde uyguladıkları savı, bu düşünceyi öyle çok yönlü uygulayabilme imkânı veriyor ki, sonunda bu düşünce bizlere hemen hemen hiçbir şeyi açıklayamamaktadır. İkincisi, Nietzsche’nin güç istemi çok döngüsel bir düşünce: Evreni anlama çabamız eğer güç isteminden esinleniyorsa, o zaman Nietzsche’nin güç istemine dair tasarımı şüphesiz evreni anlama çabasından kaynaklanıyor.
Ama bırakalım, bu derin ve aynı zamanda tehlikeli fikirle ilgili son sözü Nietzsche’nin kendisi söylesin:
"Güç ve iktidar hırsı değişikliğe uğradı, ama o aynı yanardağ hâlâ yanıp duruyor; sabırsızlık ve sınırsız sevgi kurban istiyor; ve önceleri 'tanrı aşkına' yapılan şeyler, şimdilerde para uğruna yapılıyor, ki, bu da en yüksek güç ve iktidar duygusu ve iyi hissetmeyi sağlıyor." (Sabah Alacası, 204)
Kaynak: 90 Dakikada Nietzsche
Güç İstenci - Der Wille zur Macht - will to power
**************************************************
Nietzsche’nin görüngü dünyası, yaşantı dünyası, ruhsal dünyası, bilinci insanlık kuşkusu tarafından belirlendi. İnsanın güvenilmez, inanılmaz, sevilmez olduğuna inanıyordu. Duyarsız, Duyunçsuz, Gerçekliksiz olduğunu sorgulaması bile söz konusu olamazdı. İyimserlik olarak bilinen törel duygunun tehlikeleri karşısında uyanıktı. Tersine, yaşadığı dünyada moral duygunun hiçbir değer ve anlamının olmadığına inanıyordu. Buna göre, tüm düşüncesini, tüm usunu insanın içinde yattığına inandı dizginlenemez ve yatıştırılamaz canavarın varlığını tanıtlamaya adadı. Ama bundan daha da çoğunu yaptı. Modern tinin paylaştığı öz-korkunun üstesinden gelmenin olanaksızlığından hiç kuşku duymadan, bireyi böyle tanımlanan bir varoluşa uyarlamanın yollarını araştırdı ve geliştirdi.
Nietzsche zamanın ruh durumunun önemli bir telini yakaladı. Daha şimdiden onun gibi düşünen geniş bir okuyucu kitlesine insanlığın bir bencillik ve saldırganlık egosundan daha iyisine yetenekli olmadığını anlatmayı başardı. İnsanlara çok iyi bildiklerini bir kez daha söyledi: Siz ruhsuzsunuz, değersizsiniz, aslında bir sürüsünüz. Sürü bu öz-çözümlemeyi coşkuyla doğruladı.
Nihilist Nietzsche güvenlikten yoksun bir dünyaya, kendi öz-duygusuna aç insanlığa, Tanrısı ölmekte olan bir topluma aslında bunun böyle olması gerektiğini bildirdi. Immanuel Kant’ın "insanlığın yamuk tahtasından doğru hiçbirşey yapılamaz" moral buyrumu ile bütünüyle uyumlu bir dünya görüşü ve bir ruh durumu geliştirdi. Bu ürpertici olgusallık algısı zemininde Güç İstenci hiç kuşkuszu kurtarıcıydı.
Güç İstenci, kendi eytişimi gereği, istenç filan değil ama güçsüz olanın itkisidir. Güç İstenci özgür istenç değildir; tersine, güdüsü bilinçsizdir, tam olarak Sigmund Freud’un üst-ben dediği bilinçsiz bir saldırganlık eğilimidir. Bir istenç değil ama denetlenemeyen bir tutkudur, us açısından salt bir kölelik anlatımıdır, dışsal bir güce bağımlılığın ele verilişidir. Ve us tutkuya boyun eğer: Tüm değerleri değersizleştirilen mantık özgür istenci de değersizleştirir, e.d. yok eder.
Güç İstenci başka istençleri tanımaz. Tersine, yetkeciliğini dolaysızca gösterir. Varolma koşulunda barışçıllığı, zorun ve zorbalığın ortadan kalkışı olarak türeyi, en özsel eşitliği, kısaca insanlığın üzerinde anlaşabileceği en küçük ussallık düzeyini bile tanımaz.
Nietzsche’nin istediği Güç hiç kuşkusuz Doğaya değil ama İnsana karşıdır. Ruhçözümsel olarak, dolaysızca bir paranoya belirtisi, bilinçsiz bir korkunun anlatımıdır. Nietzsche’nin sürü dediği insanlık için duyduğu nefretin bir başka terimde belirişidir.
İnancını öldüren, varoluştaki anlam ve değerini yitiren, insan doğasının kendisine yabancılaşan Nietzsche güçsüz, mızmız bir karakterdi çünkü egosunun karşısında yalnızca onun olumsuzlanmasını, ‘başka’yı, o olmayan, onun sınırı ve sonu olan bir gözdağını algılıyor ve duyumsuyordu. Nietzsche güç istiyordu, ama istediği güç kesinlikle insana ve insanlığa güven duygusuyla birleşen Erdem değildi. Nietzsche o gülünç üstün-insan tasarımında bir yabancılar, bir yarışmacılar, bir hasımlar toplumunda yiten modern bireyin çok yaygın, ama yaygın olduğu denli de budalaca ve tehlikeli özlemine anlatım verdi. Buna göre, Nietzsche’ye son yüklenen sıfatlardan biri de doğalcılıktır. Nietzsche’yi iyi tanıyan, düşünürün dengeli bir tablosunu çizdiği ve her savını bir düzine alıntı ile desteklediği ileri sürülen bir yazar unları söyler (Nietzsche: Naturalism and Interpretation. Christopher Cox. Berkeley: University of California Press, 1999. Pp. xvi + 270. $45.00.) :
"the apparent dogmatism of will to power and becoming is mitigated by perspectivism, which grants that will to power and becoming are themselves interpretations, yet ones that are better by naturalistic standards’’ :: ‘‘ güç istenci ve oluşun görünürdeki inakçılığı güç istencinin ve oluşun kendilerinin yorumlar olduğuklarını, ama doğalcı ölçünlere göre daha iyi yorumlar olduklarını kabul eden perspektivizm tarafından yumuşatılır" (s. 106).
Nietzsche’de (ve anlatımı olduğu modern bilinç yapısında) berbat ve tehlikeli olan şey tam olarak bu yorumun kendisinin anlattığı özgürlük yoksunluğudur: Doğalcılık. Doğa Tinin üzerine ve önüne çıkarılır, ve tutkunun usa, dürtünün sağduyuya birincilliğinde diretilmesi ölçüsünde, nihilizm kendi doğasını sergiler. Görünen şey perspektivist-göreci olmanın tam tersidir çünkü doğal olan zorunlu olandır, göreli değil. Yine bu düzeye dek Doğanın sağladığı ölçünler gerçekten de iyinin ve kötünün ötesindedir ve buna göre ‘daha iyi’ oldukları değil ama yalnızca doğal oldukları söylenebilir. Doğal olan hiç kuşkusuz moral değer kategorilerinin altında durmaz. Çünkü zorunludur, özgür değil. Doğa Hak kavramını içermez. Nietzsche’de ‘‘yüksek’’ olan şey gerçekte alt ya da doğal olandır, tinsel olan değil. Türe yasanın gerçekleşmesidir, ama üst-insanın gerçekleştirmesi gereken yasa doğa yasasıdır.
Böyle bakış açısından, istenen güç başkalarının güçsüzlükleri pahasınadır. Güç İstenci güç istemi, güçlü olma isteği değildir. Güç İstenci istencini dayatma hakkının uygulanmasıdır. Sürüyü varsayar.
Güç İstenci kendi eytişimi gereği zor ve şiddet istencinde somutlaşır. ‘Zor’ kendini güç kavramının arkasında gizleyen yabanıllıktır. Başka bir deyişle, saldırganlıktır. İşi yokediciliktir.
Nietzsche güçsüzdü çünkü dünyası İyi, Gerçek, Güzel hiçbirşey içermeyen değer yoksunu bir dünyaydı. Tıpkı bilinci gibi. Tüm dünya karşısında güçsüzdü. Ama zayıflığın çıkarsaması bir nefret duygusundan başka birşey değildir. Nietzsche dünyadan, insanlıktan nefret etti.
Nietzsche doğanın güçleri karşısında değil ama insan karşısında güçsüzdü. İnsanlar karşısında insan olduğunu anlamayı başaramadı: Sevme ve sevilme yeteneği yıkılmıştı. Değer bilmeyi başaramadı. İnsanları ne denli güçlü gördüyse, onları usa ve erdeme ve türeye ne denli bağlı gördüyse, kendi hiçliğini o denli derinden duydu, nefreti o denli yeğinleşti, ve herkesten önce erdemsizliği güçsüzlük olarak gören Sokrates'ten, ‘moral manyak’ olduğunu söylediği bu en yürekli, en güçlü bireyden nefret etti.
Güçlü insan Nietzsche için parası, malı mülkü, politik yetkesi ya da ünü olan, varoluşun anlamını dışsallıklarda bulan mutçu soytarı değildi. Tüm bu tür öğeler özsel olarak insana dışsaldır, ve Nietzsche bunları gerçek güç kaynağı olarak görmedi. Nietzsche Gerçek, Güzel ve İyiden yana olmakla, insan özünü doğrulamakla güçlü olan insandan, erdemli insandan nefret etti.
Nietzsche insanlıktan kuşku duyar, insan bir us değil ama bir içgüdü varlığı olduğuna inanır ve buna göre vargılar çıkarır. Tanıdığı, bildiği, bir parçası olduğu insanlık alanında hiç de yanılıyor gibi görünmez. Tersine, işlerin yürürlükteki durumuna kavramsal anlatım verir. Tanrısı ölen bir insanlık için duyuncun da öldüğünü ileri sürerken bütünüyle tutarlı, bütünüyle geçerli, bütünüyle gerçek bir nihilist uslamlamayı formüle eder. Yaşamın kendisi söz konusu olduğu sürece, Nietzsche’ye öncüllerinin tutarlı vargılarını görmeyi, türetmeyi, ve doğrulamayı beceremeyen mızmız pozitivistlerden, varoluşçulardan, özdekçilerdan daha fazla önem vermeliyiz. Modern dünya gerçekten de insan doğsında yatan canavarlığın bir sonucu olarak bütün tarihinde ilk kez bir küresel ölüm-kalım sorunu ile karşı karşıya gelmiştir. Modern birey ve onun modern devleti Nietzsche’nin en çoğundan kağıt ve mürekkep düzleminde edimselleştirdiği korku-nefret-saldırganlık temasını Yaşamın kendisinin ortasında normal bir varoluş koşuluna çevirmiştir.
Modern Bilinç nihilist insanlık çözümlemeleri ile anlaşmada hiçbir sorun görmez. Tersine, böyle kötümser yorumlarda varolan duruma ortak olmanın aklandığını duyumsar. Rahatlar. Suçluluk duygusu acı verici birşey olmaya son verir, sadistik bir haz kaynağı olur. Bireysel ruh ve bilinç kendini baştan sona değersizleşmiş bir ekinin kucağına bırakır. Yirminci yüzyılın olayları, dünya savaşları, soykırımlar, ve dünyanın dört bucağına yayılan daha başka acımasızlık eylemleri Nietzsche’nin ve irrasyonalizmi izleyen daha başka sayısız modern düşünürün kuşkucu insanlık görüşlerinin haklı olduğunu düşündürür. Büyük nihilistin ölümünü izleyen yüzyılın tüm olguları insan doğasının bir sevgi, duyunç ve gerçeklik doğası olmaktan ne denli uzak olduğunu tanıtlar, tersini değil. Usu reddeden tüm soyut kuramcılık ona kalan biricik yöntemle, tümevarım yöntemi ile yetinmek zorunda olduğunu bilir. Nihilizmin yalnızca bir çözümleme olmadığını, kendisinin karşı-moral tutumunun tam olarak bir moral tutum olduğunu anlamak için olgusal olarak söylediklerinden çok mantıksal olarak söylemek zorunda olduklarına bakmamız gerekir.
Nietzsche yalnızca betimleme ya da çözümleme yapmakla kalmaz. Modern dünyanın yaşadığı ve gelecekte yaşayabileceği trajedilerin kendileri tam olarak nihilist düşünürün insanlığa salık verdiği duyunçsuzluk zemininde olanaklı oldular. Nietzsche hiç kuşkusuz modern kötülüğün mimarı değildi. Ama us-dışını, duyunç-dışını, duygu-dışını kutlayan bir yazardı. İnsanlığı sürü olarak aşağılaması, üst-insan dediği soytarılığı yüceltmesi Nietzsche’nin raslantısal buluşları değil ama insan duyuncunu anlayış yolundan doğan sonuçlardı.
"Üst İnsanlar tarafından kitlelere karşı bir savaş bildirimine gereksinim var! ... Yumuşak ve kadınsı yapan herşey Halkın ya da Kadınların ereğine hizmet eder. Evrensel oy hakkından, eş deyişle, aşağı insanların egemenliğinden yana işler. Ama karşı önlemleri almalı ve bu bütün sorunu aydınlığa ve yargının mahkemesi önüne getirmeliyiz." (Nietzsche, Güç İstenci, Kesim 861).
Nietzsche modernizme düşmanlığında modernizmin ürünüydü. Ona sevgi vermeyen bir dünyayı değil ama sevginin kendisini yadsıdı, Nefreti, Güç İstencini yüceltti. Modern ‘uygarlık’ kendi tarihsel kökenlerinden ötürü yalnızca sevme değil ama sevilme yeteneğini de tinsel dokusundan dışlar, ve geriye duyguya kendini anlatmak için saldırganlıktan başka bir çıkış yolu bırakmaz. Nietzsche bu karanlık duygunun sanatını yaptı ve modern toplumda yaygın bir duygudaşlık kazandı. Popülerliği nedensiz değildir. Evrensel bir bilinçaltına anlatım veriyordu.
"Eğer yaratmak istiyorsak, kendimize hiç kadar büyük bir özgürlük vermek, böylece ahlaktan kurtulmak ve şenlikleklerle neşelenmek gerekir. (Geleceğin önsezileri! Geçmişi değil geleceği yüceltmek! Geleceğin mitini bulmak! Umut içinde yaşamak!) Şanslı anlar! Ardından perdenin yeniden inmesine izin vermek ve düşüncelerimizi kesin ve yakın amaçlara indirgemek!" (Güç İstenci)
************************
NİETZCHE AĞLADIĞINDA
KİTABIN ÖZETİ:
Bir gün erkeklerin başını döndüren kadın,Salome,Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir.Ümitsizlik içinde olan Nietzsche'ye yardım etmesini ister.Doktor da kadının çekiciliğine kapılıp bu isteği kabul eder.Çünkü doktor da o sırada yasak bir ilişkiden yeni çıkmıştır.Hastasına tedavi sırasında aşık olmuş ve kendini ona iyice bağlamıştır.O da bunun farkındadır fakat hislerinin önüne geçemez.Bu ilişki hastasının ondan hamile olduğu yalanını uydurmasıyla son bulur.Breuer onu başka bir doktora nakleder.İşte bu ilişkiyi tam unutmuşken karşısına Salome çıkar.Salome Nietzsche'yi ikna edip Breuer'e gönderir.Fakat Nietzsche çok gururlu,hiç kimseyle konuşmayan,derdini kimseyle paylaşmayan birisidir.Ruhsal sorunu olduğunu da kabul etmez.Bunun yüzünden de Dr. Breuer onun fizikselhastalıklarını tedavi ediyormuş gibi görünerek psikolojisini anlamaya çalışır.(fiziksel hastalık olarak da stresten kaynaklanan migreni vardır.)Dr.Breuer tedavileri sırasında onun özel yaşamı hakkında bilgi almaya çalıştıysa da Nietzsche tek bir kelime bile etmez.Doktor en sonunda ondan hiç bir ücret talep etmeden onu bir sanatoryuma yatırmayı,migreni için üzerinde ilaçlar denemek istediğini ve bu gözlemler için de gözünün önünde olmasını uygun gördüğünü söyler.FakatNietzsche bunu kabul etmez ve doktordan tedaviyi bitirmesini ister.Doktor bu duruma çok üzülür.Hem arkadaşı hem de öğrencisi olan Freud'la hep onun hakkında konuşur, uyguladığı tedaviyi arkadaşına anlatıp onun da fikrini alır.bu konuşma gününün gecesinde Dr.Breuer uyuyacakken kapı çalınır ve kendisini Herr Schlegel olarak tanıtan bir adam evinde kalmakta olan bir hastadan söz eder vedoktora bir kart uzatır.Kartın üstünde Prof. Friedrich Nietzsche Filoloji Profesörü yazıyordur.Doktor bunu okuyunca hemen Herr Schlegel'le birlikte Nietzsche'nin kaldığı yere doğru yola koyulur.Yolda Nietzsche hakkında bazı bilgiler edinmeye çalışır.Nietzsche'nin kaldığı yere geldiklerinde Dr. Breuer çok şaşırır.Nietzsche odanın bir köşesinde duran ufak bir yatakta koma halinde uyuyordur.Morarmış bir yüz,çökmüş gözler,her yanı buz kesilmiş solgun bir vücut.Dr.Breuer Nietzsche'nin başına masaj uygulamaya başlar.30-35dk.sonra Nietzsche kendine gelmeye başlar ve doktordan yardım etmesini ister.Doktor bunu duyduğunda çok şaşırır.Çünkü Nietzsche'yi kimseye muhtaç olmayan biri olarak tanımıştır.Breuer sabaha doğru Nietzsche'yi yalnız bırakarak diğer hastalarını kontrol etmeye gider.Geri döndüğünde Nietzsche kendine gelmiştir.Dr.Breuer'e minnetlerini sunduktan sonra borcunu nasıl ödeyeceğini sorar.Doktorda bunun üzerine daha uzun bir süre tedavi altında tutulması gerektiğini ve bir ilaç tedavisi uygulayacağını söyleyerek klniğe yatmak zorunda olduğunu yineler.Fakat Nietzsche o gün oradan ayrılmak zorundadır.Breuer'de bunu engellemek için bir öneri hazırlar ve bu öneriyi ertesi gün muayenehanede Nietzsche'ye sunar.Önerisi ise kendisinin Nietzsche'nin fiziksel semptomlarını tedavi eden beden doktoru olacağını,Nietzsche'nin de bunun karşılığında Breuer'in ruh ve zihin doktoru olmasıdır.Nietzsche ilk başta bunu kabul etmediyse de doktora borçlu olduğu için bunu borcunu ödeme şekli olarak kabul eder.Artık sanatoryuma yatar ve doktorla birbirlerine tedavi uygulamaya başlarlar.Bu tedaviler sırasında doktor kendi sorunlarını biraz abartarak anlatır ki Nietzsche itiraf sürecine girmekte çabuk davransın.Fakat Nietzsche direnmekte kararlıdır.Dr.Breuer'de onun direncini kırmayarak ona yardım etme çabalarını biraz yavaşlatmaya başlar.Bu arada tedaviler sırasında gittikçe iyi arkadaş olurlar ve birbirlerine isimleriyle hitap etmeye başlarlar.Tedavi sonucunda Nietzsche'ninmigreni iyice kaybolmuştur fakat ruh durumu olduğu gibi duruyordur.Tedavi sona erdiğinde ise Nietzsche o ülkeden ayrılmaya karar verir.Doktor da onu engellemek için çok çaba gösterir.Çünkü seanslar sayesinde çok iyi iki dost olmuşlardır.Breuer Nietzsche'ye kendi evinde kalmasını teklif etse de o bunu kabul etmez ve ülkeden ayrılarak ılık güneş ve yağmursuz bir havası olan italya'ya gider....
***********************************************
Nietzsche'nin Öpücükleri
Dünyaca tanınan insanlara dair yazılan her edebiyat yapıtı bir sığlığa, biçimsiz bir gölgeye dönüşme tehlikesini taşır. Çok bilinen bir öyküyü büyülenerek, büyüleyerek anlatmayı denemek, bir yazar için en büyük meydan okuyuşlardan biridir. Hele “Uçuruma biraz fazla baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakmaya başlar” demiş bir adamın en mahremine sokulmak, onu kendi rüyalarının parçalanmışlığından, ruhundaki ve bedenindeki yır-tıklardan seyretmeye kalkışmak, yansımalardan bambaşka bir tarih yaratmak, okura bir kayboluşun izini sürdürmek ve bütün bunları belki de yalnızca ‘daha iyi yenilmek’ için yapmak düpedüz katıksız bir cesaret ister. Nietzsche’nin Öpücükleri bir kitaptan çok bir yolculuk. Lance Olsen ise ağrılı bir denizin karanlık, tekinsiz korsanı. Zamanı ve uzamı, güneşi ve ayı, ufku ve kuşları tepetaklak edip, kendi fırtınasını dipsiz bir arzuyla başlatan yabanıl bir kamaşma. Yapayalnız bir filozofun kalabalıklarını bıçağın ucunda aktaran bir dil ustası. Kulaklarınız ve yüreğiniz uğuldayarak okuyacaksınız.
Her cümle bir öpücük, her paragrafsa bir kucaklaşma…
Lance Olsen şimdiye dek altı roman, dört eleştiri, dört kısa öykü, dört şiir, İsyan Çığlığı: Roman Yazma Rehberi adlı bir kılavuz kitap yazdı. Edebiyatta yenilikleri konu alan makalelerden oluşan iki kitabın editörlüğünü üstlendi. Zamanın Ruhunu Dillendirmek adlı eseri Philip K. Dick Roman Ödülü’nde finale kaldı. Öyküleri, makaleleri, şiirleri ve eleştiri yazıları aralarında Fiction International, Iowa Review, Village Voice, Time Out, BOMB, Gulf Coast, Electronic Book Review, Best American Non-Required Reading’in de bulunduğu birçok antoloji ve dergide yayınlandı. FC2 Yönetmenler Kurulu Başkanlığı yapmakta olan Pushcart Ödüllü yazar fiziksel anlamda eşiyle birlikte Idaho dağlarında, dijital anlamda ise www.lanceolsen.com internet sitesinde yaşamaktadır. Son romanı Nietzche’nin Öpücükleri Versus Kitap tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Kafka’nın dönüşümün başka bir okuması olan bir sonraki kitabıda yakında İngilizceyle aynı anda Türkçe’de Versus tarafından yayınlanacak.
Lance Olsen, on üç Ekim 2006 tarihinde, Nietzche’nin doğum günü olması sebebiyle New York’ta düzenlenen Nietzsche Şimdi adlı konferansta Nietzsche’nin öpücükleri kitabından bölümler okudu. Apollo ile Diyonisos’u bir araya getiren bir törendi… Edward Dahlberg bu tür romanlara şüpheyle yaklaşılmasına atıfta bulunarak ‘Önemli bir kitap, ne kadar güzel olursa olsun okurun önüne dürüstçe konulmuyor. Ya görmezden geliniyor, ya yüz elli kelimede katlediliyor, ya da bir gazetenin arka sayfalarında sersefil tanıtımlardan geçiyor.’ Yorumunda bulundu. Olsen’in kitabı fazlasıyla kayda değer. Geniş kitlelere ulaşmayı hak ediyor. Diğer baş yapıtların uğradığı haksızlığa uğramamasını dileyerek yazarla internet üstünden yapılmış bir söyleşiye geçelim.
SÖZCÜKLERİN DÜNYASI: Lance Olsen ve Hayalet Yazın
Rainer J. Hanshe: Nietzsche’nin Öpücükleri’nin üçüncü bölümünde, şaşırtıcı bir canlılıkla ve bütün ayrıntısıyla Nietzche’nin göğüs kafesinden kalbini söküp çıkarışını, sonra da bir bebek dünyaya getirişini anlatıyorsunuz. Nietzsche doğumu bir çok yazısında ve özellikle Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bir yaratım simgesi olarak ele alır. Şen Bilim’de filozofların düşüncelerini tıpkı anneler gibi “acıyla, kanla, yürekle, ateşle, hazla, tutkuyla, vicdanla, yazgıyla ve felaketle” doğurmaları gerektiğini söyler. Siz de kitabı bu şekilde mi yazdınız?
Lance Olsen: Nietzsche’nin Öpücükleri’ni yazmam çok uzun sürdü. Neredeyse otuz sene. Bir çok Nietzsche var. Benim 1976 ya da 1977 yılında Wisconsin Üniversitesi’nde aldığım felsefe dersi esnasında ilk olarak tutulduğum varoluşçu Nietzsche’ydi. O keskin, tarifsiz zekasına, varsayımlar arasında dolaşışına, dünyayı basit bir biçimde algılamayı reddedişine vurulmuştum. Kısa süre sonra ciddi bir biçimde yazarlığa başladım. Artık içimdeki filozofu geride bıraktığımı düşünüyordum. Ama yayınlanan üçüncü öyküm(1980) gerçeküstücü tarzda yazılmıştı ve Friedrich Nietzsche’nin Doğum Günü partisi adını taşıyordu. O öyküdeki imgeler ve hatta bazı cümleler Nietzsche’nin Öpücükleri’nin son kısımlarında yoğunlaşan sanrı ve hayallerin eskizidir bir bakıma.
Nietzsche’yle tekrar seksenlerin başında Virginia Üniversitesi’nde doktoramı yaparken karşılaştım. Walter Sokel’in tetiklediği bu geri dönüş Derrida ve Foucoult gibi bazı düşünürlerin yazılarını da çeşitli ve karmaşık şekillerde etkileyen bir tür posyapısalcı dönüşüm biçimin aldı. Nietzsche’nin kafamdaki yerini tam olarak açıklamak imkansız olsa da, en azından onun benim için her şeyin düşünülebildiği ve düşünülmesinin gerektiği entelektüel bir olasılık uçurumu demek olduğunu söyleyebilirim. Bana göre onun felsefesi belirsizlikler ve yerle bir etmeler üzerine kurulu ve tam da bu nedenle özgürleştirici.
O dönemden beri Nietzsche’yi zihnimden hiç çıkartamadım. Yıllar boyunca bir şekilde başkalarında olduğu gibi benim de içimde yaşadı. Ama doğrusu ona dair bir roman yazmaya girişeceğim hiç aklıma gelmezdi. Doksanlarda derslerimde onun serlerini okuttum. Özellikle de son dönem düşüncelerini inanılmaz bir şekilde yüz sayfada özetleyen Putların Alacakaranlığı’nı. Bu esnada onun üstüne yazılmış biyografileri, heyecan verici mektuplarını ve büyük küçük bütün yapıtlarını okumaya başladım.
Hayatına dair bildiklerimizin üç ocak 1889 tarihinde kesilmesine takıldım ve kafamda sonradan Nietzsche’nin Öpücükleri’ne dönüşecek bir yangın çıktı. 2001 sonu ya da 2002 başlarında bir romanımda Nietzsche’yi ele almak istediğime karar verdim ama onun düşünme ritmine ve yazdıklarına içerden bakmaya çalışma fikri gözümü korkutuyordu. Doğumun da tam orada gerçekleştiğini söyleyebilirim. Şimdiye tek gerçekleştirdiğim en güzel, en zor ve en tatmin edici tasarım böyle ortaya çıktı.
R.H.: Nietzsche’den karşılaştığınız bir şey olarak söz etmeniz çok çarpıcı. Çünkü siz yalnızca bir metinle karşılaşmayı kastetmiyorsunuz- bambaşka, dokunabildiğiniz, belki biraz da tekinsiz bir şeyden bahsediyorsunuz. David Krell Nietzsche’nin bulaşıcı olduğunu söyler. Geoff Waite ise onu bir çeşit hastalık olarak nitelendirir. Benceyse daha çok, rahatsız etme, dönüştürme ve sizin de dile getirdiğinmiz üzere özgürleştirme potansiyeli olan zengin ve olumlu bir hattır Nietzsche. Peki başka nedir? Çöküşüyle ölümü arasında geçen on bir yıllık sınır dönemi son derece müphem. Çok az kişi o süreci anlatmayı denedi. Siz çizdiğiniz portrede onu ne idealize ediyorsunuz ne de tanrılaştırıyorsunuz. Açığa çıkaran, yeni bakışlar sunan bir ufukta ele alıyorsunuz. Her şeyi kapsayan, hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan ama Nietzsche’yi mutlak biçimde tanımlamaktan kaçınan bir resim sunuyorsunuz. Kitabı yazarken Nietzsche’nin popüler imajını alt üst etmek gibi bir niyetiniz var mıydı?
LO: Yüreğimi delik deşik eden şey Nietzsche sözcüğünü telaffuz ederken düşündüğümüz kişinin virüsten hata kadar her şeyi içine alan çoğul bir bilinç ile Weimar’daki evin üst katındaki küçücük odada ölmeye yatmış, kız kardeşinin elinde oyuncak olmuş, beynindeki hastalığın kemirip erittiği bir adam arasında salınıyor oluşu. Roman tam da bu hüzünlü, bölücü çizgide nabız kazandı. Baştan beri Nietzsche’yi anlamaya çalıştım. Benim Nietzsche’mi, başka Nietzsche’leri. Onun sarmal aklına içeriden bakmak ne kadar mümkünse o kadarını yaptım. Dışsal hiçbir olayın olmadığı bir öykü kurmak istedim. Aslına bakılırsa bütün kitap Nietzsche’nin ölmeden önceki son birkaç saatinde düşünceler, anılar, sanrılar arasında dolaşmasından ibaret. Beni büyüleyense kafasının içinde ilerleyen o koca dünya oldu. O dünyada yaşıyordu. O dünyada öldü.
Satırlarda ve satırların dışında o kadar çok Nietzsche var ki, evet, popüler imajının dışına çıkmak için uğraştım-tabii hala öyle bir imajın varlığından söz edilebilirse. Daha çok onu bütün yönleriyle kavramaya çalıştım. O yüzden kitaptaki sahneler doğadakiler gibi prizmatik. Her bir sahnenin Nietzsche’nin başka bir yönünü ortaya çıkarmasını istedim. Yıllardır yüklendiğimiz beyaz ışık yerine bütün renkleri içeren bir tayf oluşsun istedim. İnsanca, pek insanca’dan çoğu kişinin ilk okuyuşunda alt üst olduğunu düşündüğüm Parlak Ruh’a kadar her şeyi içermesine çalıştım.
R:H: Dışsal hiçbir olayın olmadığı bir metin kurmanın tehlikelerinden biri ortaya çıkan şeyin akmayan, durgun, sıkıcı olmasıdır. Oysa Nietzsche’nin Öpücükleri cıva gibi. Romandaki olaylar Nirtzsche’nin son saatlerinde gerçekleşse de kitap yalnızca o kısa anlardan ibaret değil. Geri dönüşlerle okuru Nietzsche’nin bütün hayatına tanıklık etmesine olanak sağlıyor. Hem gerçek hem de sizin de dile getirdiğiniz gibi düşünce, anı ve sanrılardan oluşan hayatına. Kitabı yazarken özelikle bahsetmek istediğiniz olaylar, Nietzsche’nin yaşamını ve düşüncelerini etkilediğini düşündüğünüz, bunu yazmadan olmaz dediğiniz şeyler var mıydı? Bu yarı kurgu yarı gerçek eseri yaratırken neleri alıp neleri dışarıda bırakacağınıza nasıl karar verdiniz? Hangi noktalarda yalnızca hayal gücünüzü kullandınız?
LO: Yaklaşık elli yıldır hemen her hafta romanın artık ölü bir tür olduğu söyleniyor bizlere. Ama bence ne olursa olsun, gelecekte dijital boyutta düşünce hayal gücü nasıl şekillenirse şekillensin roman uzunca bir süre yaşamayı sürdürecek. Çünkü roman sinemanın, müziğin, resmin, dansın, tiyatronun, cep telefonunun ve hatta şiirin yapamadığı şekilde iki şeyi aynı anda sunma ve sorgulama becerisine sahip. Bunlardan ilki dilin karmaşıklığı ve güzelliği- özellikle Bakhtin’in vurguladığı çoğul nitelikleri. İkincisi ise insan bilinci. Başka hangi sanat türü yüzlerce sayfa ve haftalar boyunca bir başkasının zihnine girmemizi, bir başkasının düşüncelerinde dolaşmamızı sağlayabiliyor?
Yazarken benim dikkatimi çeken, düş gücümü harekete geçiren tarihe kaydının düşülmesi için yalvaran olaylardan ziyade(her ne kadar bunları da yazınıma bir şekilde dahil etsem de), daha küçük, daha önemsiz şeyler oluyor. Örneğin hepimiz kırbaçlanan at olayını öyle ya da böyle duymuşuzdur. Ama kimse o esnada tam olarak ne olduğunu, Nietzsche’nin aklından neler geçtiğini bilmiyor. Ya da Nietzsche’nin kız kardeşi Lisbeth ile kurduğu hastalıklı ilişkiden haberdar olsak da nedeni nasılı karanlıkta kalıyor. Tarihçiler ve biyografi yazan insanlar size belli bir günde nelerin olduğunu, olanları tetikleyen güçleri anlatabilir. Ama olayın nedenleri, yaşayanlara neler hissettirmiş olabileceği, nasıl koktuğu, tadının nasıl olduğu konularında yalnızca roman size üç boyutlu biçimde fikir verebilir.
Bunu yaparken de bütün geçmişlerin kurgusal temelini anımsatır okura. Benim yapmaya çalıştığım şey kısmen post modern tarih yazımının geçmişi nasıl sürekli yeniden yazılan, yeniden düşünülen, yeniden sunulan bir öykü olarak ele aldığını göstermekti. İnsan geçmişte olmayan bir geçmişi yazabilir ancak. Şimdininse yalnızca boşluklarını anlatabilir. Nasıl ki bilim kurgu kitapları bize geleceğin nasıl olacağını değil, her zaman bilinemez olacağını öğretiyorsa Nietzsche’nin Öpücükleri gibi tarihi romanlar da aynı şeyi tarih ve anılar açısından yapıyor.
NC: geçmişin kurgusal temeli, yeniden düşünülmesi, yeniden sunulması, yeniden yapılandırılması Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ündeki ‘kurtarma’ fikrine çok benziyor. “Geçip gitmiş olanı geri döndürmek ve ‘Öyle oldu’yu ‘Öyle istedim’e çevirmek-işte kurtarmak tam da bu demektir. İstenç özgürleştirici ve neşe vericidir.” Ama Zerdüşt istencin yapılmış olan konusunda çaresiz kaldığı ve zamanı, dolayısıyla iradeyi geri getiremediği için aynı zamanda bir hapishane olduğunu söyler öğrencilerine. Tarihin tekerrür etmesi düşüncesi geçmişin yeniden yazılmasının önündeki en büyük engeldir. Zerdüşt’ü ve dolayısıyla Nietzsche’nin beklentilerine karşılık verebilecek çok az kişi var. Geçmişe dair anıların ya da kesinlikle gerçekleştiğini bildiğimiz olayların bu anlamda tarihin yeniden yazılmasını imkansız kıldığını düşünüyor musunuz? Gerçekten geçmiş yeniden kurgulanabilir mi? O kurgulanan yeni tarih ‘gerçek’ten çok bir deney olmaz mı?
LO: Tarihe yaklaşımımın iki yönlü olduğunu söylemeliyim. Bir taraftan gerçekleştiğini bildiğimiz olaylar onları yeniden yazmamızı engeller, evet. Ama öte taraftan o olayları aktarmaya başladığımız anda değiştirmeye de başlarız. Belli noktaları öne çıkarırız. Bazı şeyleri dıaşrıda bırakırız. Tarihi belli bir bakış açısından aktarırız. Yanlış anımsadığımız şeyler olur. Ya da unuttuklarımız. Bilerek veya bilmeyerek bir takım şeyleri uydururuz. Kesin olarak ne olduğu, ne zaman olduğu ya da nasıl olduğu konusunda diğer insanlarla anlaşmazlığa, fikir ayrılığına düşeriz
Çocukluğumu ve ilk gençliğimi kız kardeşimle birlikte Venezüela’da bir ormanın içinde geçirdim. Babam orada bir petrol rafinerisi yapımında çalışıyordu. Geçenlerde kız kardeşimle o günlerde olduğunu bildiğimiz olayları, anılarımızı konuştuk. Epeyce çatıştık. Ben benim başıma geldiğinden emin olduğum olayları, kız kardeşim kendi başına gelmiş gibi hatırlıyordu. Birlikte yaşadığımızı söylediği bazı şeyleri anımsamıyordum. Aynı şekilde o da bazı olaylarda rol aldığını anımsamıyordu. Hangimiz haklıydık? Kim bilir? Bu durumda ‘gerçeğe’ hiçbir şekilde ulaşma olanağımız yok. Elimizde olaylar değil anılar var çünkü. Sakat, kusurlu anılar olduğunu biliyoruz bunların ama nasıl bu hale geldiklerini bilmiyoruz.
Beni ilgilendiren tam da o kayda düşülmeyen ya da kim olduğun, söz konusu olaya nereden baktığına göre çok farklı şekillerde kayda düşülen anlar. Einstein, belki de Escher bakışı gibi. Sonuç olarak, bence tarihin kendisi onu yeniden yazmamızı engelliyor, evet ama aynı zamanda geçmiş tek tek insanlar, devlet, reklamlar, galipler, mağluplar, kurbanlar, tarihçiler tarafından sürekli yeniden üretiliyor. Bu açıdan her tarih yenidir ve her yeni tarih kültürümüzde Barthes’ın ‘verili’, ‘sorgulanmadan kabul edilen’ olarak adlandırdığı olaylara soru işaretleri koyuyor. Tarih bazı zamanlarda “doğal”, yahut son derece mantıklı, tamamen sağ duyuya hitap eden bir şey olarak görülüyor. Ben de bu düşünceyi araştırırken buldum kendimi.
NC: Nietzsche Ecce Homo’da kendi geçmişiyle oynadı, onu yeniden yarattı. Ne kadar sorgularsa sorgulasın gerçeğin(gerçeklerin) peşine düştü ve tamamen yalan olanla, doğru olanı birbirinden net bir şekilde ayırdı. Peter Gast’a yazdığı bir mektupta Ecce Homo’nun “inanılmaz bir edebiyat eseri” olduğunu söyledi. Bu sözle kendi geçmişini anlatmış da olsa bunun kendi ‘tarihi’nin yüzde yüz bir yansıması olarak kabul edilemeyeceğini bildiğini ima ediyordu. Nasıl olur da belleğimiz ve belleğimize bağımlı oluşumuz bazı gerçekleri görme, neler olduğunu anlama yeteneğimizi baltalar? Bellek öylesine kuruntularla dolu ve güvenilmez bir şey mi? Tarihi ya da kendi geçmişinizle ilgili bir kitap yazmak hangi noktada bir aldanışa, kabullenemediğiniz trajik bir gerçekten kaçmaya-ki Nietzsche bunu bir zayıflık ya da çürümüşlük belirtisi olarak nitelendirirdi- dönüşüyor? Tarihi post modern anlamda yeniden gözden geçirme, yeniden düşünme ne zaman tehlikeli bir hal alıyor, sırf belli istekler doğrultusunda bazı şeyleri desteklemek bazılarınıysa reddetmek için tarihteki bazı olaylar bilinçli olarak silmeye başlanıyor?
LO: Belleğin kendine ait bir aklı olması çok ilginç, değil mi? Bunu bir kere kabul ettiğimizde post-yapısalcılardan aralarında Philip K. Dİck ve Beckett’in de bulunduğu sayısız yazara kadar bir çok kişinin öne sürdüğü üzere benliği ve dolayısıyla kişisel tarihi bir anlatıya dönüştürmenin kendisinin bir aldanış-aklımızı ve bütünlüğümüzü korumak adına son derece gerekli olduğu kimse tarafından yadsınamayacak bir aldanış olduğu söylenebilir. Bu noktada bu tür bir şeyi zayıflık ya da çürümüşlük olarak gören Nietzsche’den ayrılıyorum. Kitabın bazı kısımlarında Nietzsche bir şeyleri hatırladığını mı, yoksa yalnızca hatırladığını mı hayal ettiğini anlamak için çırpınıyor. Bu bana göre bir zayıflık değil, çok insani bir durum. Biz doğası gereği yanlış kavrayışlar ve unutkanlıklar yaşayan hayvanlarız sonuçta.
Bu unutkanlık ve yanlış kavrayışı kültürel bir bağlam içinde ele alırsak elbette durum olumsuz, anti-Nietzscheci bir biçimde tehlikeli. Hükümetlerin, eğlence sektörünün, akademik kurumların uzun zamandır yaptığı bir şey bu. İdeolojik anlamda bazı “düzenlenmiş” öyküler bize sistematik biçimde öyle çok sefer anlatılıyor ki, giderek o öykülerin gerçekleri, korkularımızı, isteklerimizi vs. dile getirdiğine inanmaya başlıyoruz. Çok uzağa gitmeye gerek yok. George Bush’un ABD’nin ırak’ı neden işgal ettiğini durmadan çeşitli şekillerde ilan etmesine ya da hayati sorunlara yirmi iki dakika artı reklamlar gibi bir sürede çok basit çözümler bulunabileceğini gösteren sit-comlara bakmak, bu sistemin nasıl sinsi çalıştığını anlamaya yeter..
Asıl soru şu: bütün bu simülasyon ve gösteriler dünyasında böylesi bir güdüye direnebilmek mümkün mü? Ya da bu güdüler biz unutkan hayvanlara başka türlüsünün mümkün olmadığı düşüncesiyle derinlemesine, geri dönüşsüz biçimde işlendi mi?
NC: Nietzsche’nin Öpücükleri’nde Nietzsche’nin kişisel tarihinin tamamen dışarıda bırakılabilecek öteki kısmını, tek bir bakış açısından yazmaktansa hikayeyi birçok farklı gözden anlatarak yanlış hatırlananları, unutulanları, biyografi yazarlarının yazmamayı seçtikleri şeyleri açığa çıkartacak şekilde sunarak, mutlak bir yörüngedense değişken, deneysel bir anlatıyı özellikle mi yeğlediniz? Arka arkaya birinci, ikinci, üçüncü tekil şahıs tekniğini “verili” olanı en uygun şekilde sorgulamak için mi kullandınız?
LO: Değişken, cıvamsı benzetmenizi sevdim. Üçlü bakış açısıyla yazarken okurda yaratmak istediğim etki tam da oydu: birinci tekil gerçek zamanı(Nietzsche’nin son saatlerini), ikinci tekil bir rüya zamanını(her biri vücuttaki bir organa bağlanan sanrılar), üçüncü tekilse Nietzsche’nin belleği ve dolayısıyla tarihi belli bir yere oturtmak için başarısızlıkla sonuçlanacak bir mücadeleye girişmesini temsil ediyor. Bunun sonucunda okuru zaman ve uzamın, gerçeğin ve kurgunun, benliğin ve kişiliğin içinde oradan oraya dolaştırmak istedim. Umarım becerebilmişimdir.
Üç çeşit dil kullanarak da bu etkiyi artırmaya çalıştım. Birinci tekilde yazılan bölümlerde dil mantıksal bir düzlemde ilerliyor. İkinci tekilde yazılan bölümlerde bilinç akışı tekniğini, daha iyi bir ifadeyle deli olmayan bir delilik dilini denedim. Üçüncü tekilde yazılmış kısımlardaysa daha geleneksel cümleler ve mimetik söylemler ve varsayımlardan yola çıktım, bunu yaparken aynı zamanda o söylem ve varsayımları reddettim. Yani cümleler son derece düzgün ve mantığa uygun olmasına karşın, o cümlelerle anlatılan olaylar öylesine mantık dışı ve mutlaklıktan uzak ki. Aralarında doğrusal değil mecazi bir bağlantı var. Yanlış anımsayışlar, gündelik konuşmalar ve tahminlerden oluşuyorlar.
O zaman okuma da, benim erken dönem Nietzsche okuma deneyimlerime-ki başka bir çok insanın da aynı izlenime kapıldığına inanıyorum, benzer şekilde bir çeşit tereddüde dönüşüyor. Dünyaya ve dile dair hiç düşünmeden kabul ettiğiniz her şey paranteze alınıyor.
NC: Eğer benliği ve kişisel tarihleri öyküleştirmek aklımızı ve bütünlüğümüzü koruyabilmemiz için gerekliyse, bunun aynı zamanda, elbette uçlaştırıldığında, insanı aklın sınırlarından kurtardığı da ileri sürülemez mi? Nietzsche bir zamanlar kendisinin “tarihin bütün isimleri” olduğuna, kayıp bir ruh olduğuna inanmamış mıydı? Böyle düşünen ve benzer sanrlar gören sayısız ‘deli’ adam var. İnsanca, pek İnsanca’nın açığa çıkardığı şey aklımızı ve bütünlüğümüzü koruyan(gerçek anlamda akıl ve bütünlükten söz edilebilirse tabii) şeyin, bizi Olmaktan alıkoyan şeyle aynı olduğu değil midir? Belki burada da Nietzsche’den ayrılıyorsunuzdur ama insan dediğimiz yaratık hayvanla üstinsan arasında bir köprü, bir geçiş noktası değil mi? Kişisel tarihini bilmeden tahrif eden Nietzsche bilginin ışığını yitirmiş, üst insanla uğraşmayı bırakıp teslim olmuş Nietzsche’dir. Bazı güdülere direnmek içimizdeki insanı yenip daha büyük, daha yüce, “yanlış hatırlamayan” bir varoluşa kavuşma sürecinin bir parçası değil mi?
LO: Tırnak içinde bir uyarıda bulunmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Bütün sorularınız eğitimli bir felsefeci tarafından değil ,bir roman yazarı tarafından yanıtlanıyor. Gerçi -Nietzsche’nin eleştirel-kurgusal düş gücünün de defalarca kanıtladığı gibi-ikisi arasında çok da büyük fark yok. Her neyse, öyküler anlatmak insan olmakla eş anlamlıdır. İnsan kendisi, inandıkları, arzuları, korkuları, düşünceleri, peri masalları hakkında çelişkili öyküler anlatır durur. Bu eylemin kendisi bana son derece tarafsız ama yine de kayda değer görünüyor. Bu öyküler insanlığı aklı selim ve bütünselden tutun delilik ve çoğulculuğa kadar her yere götürebilir, götürdü de. Hayatımızı, günlerimizi, saatlerimizi, dakikalarımızı bize bir devamlılık, geçmiş, gelecek, handiyse bir istikrar duygusu verecek şekilde kurguya dökmeden yaşadığımızı düşünemiyorum
Ama sizin de ifade ettiğiniz gibi bu kurguların varoluşla ilişkisinden söz etmek apayrı bir mesele. Benim, sizin ya da Bonn’daki bir otobüs şoförünün varoluştan ne anladığını dahi öykülemeden konuşamayız. Ama şu da bir gerçek ki, böyle bir şeyi tartışmaya başladığımızda kendimizi konuştuğumuz konudan soyutluyor, o konuyla ilişkimizi böylelikle ciddi biçimde zedeliyoruz. Varoluşun salınımlarını, gel-gitlerini öykülemenin olanaksız olduğunu söylemek istemiyorum ama hiç kimsenin bu konuda herhangi bir şekilde fikir birliğine varabileceğini düşünmüyorum. Çoğumuz doğru ama önemsiz şeyler konusunda aynı görüşü paylaşırız-bu kırmızıdır, ya da bu bir kilimdir gibi mantıksal pozitivistlerin vereceği basit örneklerde mesela. Ama iyilik, tanrı, entelektüel gelişme gibi problematik kavramlarla ilgili olarak böyle bir şey söz konusu değil. Buna rağmen kendimizi alamıyoruz bunları tartışmaktan. Ne yaman çelişki.
Üst insan kavramı benim için yaşadığımız sürece her şeyi yeniden üretmek zorunda olup da bunda her daim başarısızlığa uğrayışımızın üstesinden gelmek için tanımlanmış güçlü bir metafor. En mahrem hesaplaşmalarımızda bir anımsatıcı, ötelenmiş bir arzu olarak ortaya çıkan bir potansiyeli, -neredeyse oldu’yu simgeliyor. Bu anlamda Nietzsche’nin Zerdüşt yazılarının karşısına, onların zıddı olarak zaman zaman hayatının o güzel tek boynuzlu atını koyuyor olması son derece anlaşılır bir şey.
Bence öyle ya da böyle teslim olmaya mahkumuz, sona gelindiğinde soluk almak hiçbir işe yaramıyor.
NC: Nietzsche romanınızın baş karakteri ama kitabın ana teması bilinç gibi görünüyor. Bilincin nasıl işlediği, bedenin bilinci nasıl etkilediği, akıl ve sağlığın çeşitli durumlarında bilincin bedeni ve benliği nasıl etkilediği, bu durumların dile ne şekilde aktarıldığı vs. beden düşünce(ya da dil) ilişkisinin önemi Nietzsche’nin tekrar tekrar vurguladığı bir şey: dil ancak ve ancak bedenden çıktığında hakiki oluyor. Zerdüşt saygı duyduğu tek yazı türünün kanla yazılan olduğunu söylüyor. Sizin için beden ve dil arasındaki ilişki ne derece önemli? Nietzsche’nin Öpücükleri’nde kullanmayı seçtiğiniz farklı organlara daha yakın bulduğunuz belli sanrılar var mıydı?
LO: Belli organlarla belli sanrıları nasıl bir içgüdüyle bir araya getirdiğimi anlatmanın çok da ilginç olacağını düşünmüyorum. Ama bilinçli tercihler olduğunu söyleyebilirim. Dilin beden olmadan varlığını sürdürebileceğini sanmıyorum-bedenle düşünüyor, bedenle konuşuyor, bedeni okuyor ve bir başkasının bedenine akıyoruz. Aramızda dilin akıl ürünü olduğunu ve dolayısıyla bedenden ayrı tutulması gerektiğini düşünen Descartesçılar vardır elbette. Ama bence akıl bedenin ürünüdür. Beden olmazsa akıl da olmaz. Bu yüzden dil özünde anlamını ve biçimini Nietzsche’nin dediği gibi beden sıvılarında bulur.
Şu aralar William Gass’ın Metinler Tapınağı adlı kitabını okuyorum. Sevdiği edebiyat ve felsefe eserlerinden bölümleri bir araya getirdiği çok güzel bir bütün. Her eleştiri ve kuram bir çeşit ruhsal biyografidir. Gass da yer verdiği eserlerin doğasından ve içeriğinden çok mükemmel düz yazıya tutkunluğunu açığa çıkarıyor kitabında. Bir yazarın bir cümlede ‘i’ harfini nasıl kullandığı üzerine bir paragraf yazabiliyor örneğin. Kelimelerden kurulu bu dünyalar benim için genelinde edebiyatı, özelde ise romanı tanımlıyor. İleride senaryoya dönüşmek için yanıp tutuşan yinelemeler ilgimi çekmiyor. Ben daha çok yalnızca kendilerinin yapabileceği şeyi yapanlarla ilgiliyim. Tam da bu nedenle hiçbir yönetmen Lolita gibi bir romanı tatmin edici biçimde filme alamayacak. Sanırım Stanley Kubrick ve Adrian Lyne Lolita’nın özünde pedofiliyle ilgili erotik bir yapıt olduğunu düşündüler. Daha alakasız bir yoruma varamazlardı. Bence Lolita zeki, eğlenceli, ahlak dışı, fena halde kuşatılmış bir zihnin usulca çöküşü ve bunun yanında bir aşk hikayesinden oluşuyor.Nabokov’un yazdığı son sözde vurguladığı gibi ‘polemiksel çerçöp’ ve ‘klişelerin yeniden üretilmesi’ değil, ‘İngiliz Dili’ ve ‘estetik mutluluk’ üzerine.
Lolita hayatımın ışığı, uyluklarımın ateşi- bu beş sözcüğü şaşırtıcı kılan, belleğimde unutulmaz bir yer almalarını sağlayan şey hem aksayan bir aşkla ilgili cinai bir öyküyü, Amerika adlı sakız çiğneyen bir arsızlığa dair asit yakıcılığında bir hicvi anlatmasının yanı sıra dilinin büyüleyici güzelliği. Kendini film sana o sıkıcı şeffaflıklara değil çınlayan bir lirizme yakın duran sözcükler. Nabokov’un romanı işte bu ışıl ışıl açılışla başlıyor: hareket halinde sakat bir bilin., evet, ama aynı zamanda, hatta belki daha çok, yinelenen seslerin, yarım uyakların, kendini yansıtan sözsel şaşırtmacaların, güzel yontulmuş bir düz yazının, yoğunluk ve ayrıntıların verdiği hazzın oyunu. Her bir cümlesi bir kartın üzerine yazılarak başlamış yazmaya kitabı seçkin, üç dil bilen, tam anlamıyla apolitik İngiliz sever yazarımız. Ve ilerledikçe kendine inanamamış. Öyle ki, okur satırların arasında gezinirken, dikkatle bakarsa o dilsel şehvetin içinde, Tılsımlı Avcılar kitabındaki o ünlü baştan çıkarma sahnesinde Humbert Humbert’in duyduğu yakıcı hazımsızlığın işaretlerini bulabilir. İlk metafordaki tinsellikle ikinci metafordaki ateşli günahkarlığın çatışmasında Aziz Augustine’nin çelişkilerle dolu kitabı İtiraflar’ın hayaletini görebilir. Genç kızın takma adının ikinci hecesindeki lee’nin içinde( Humbert zavallı Dolores Haze’in her şeyi gibi adını da çalar) Edgar Allen Poe’nun Annabel lee şiirinin gizlendiğini ve dolayısıyla tekinsiz Humbert’in suçladığı Annabel Leigh’in(Viyanalı şarlatan Freud’un deyimiyle) aslında tamamen kendi saplantısından başka bir şey olmadığını fark edebilir.
NC: Bağırsaklar başlıklı bölümde Nietzsche bazıları için bilincin kesinlikle yalnız girilmemesi gereken tehlikeli, çok katlı bir apartman olduğu sonucuna varıyor. Böyle düşünceler hayranlık uyandırıcı derecede tehlikeli, insanı ürkütüyor, dehşete düşürüyor. Sizin Nietzsche’niz Schopenhauer’la tanıştıktan sonra cümleler fikirleri anlatmaya muktedir olmayan sözcükler haline geliyor. Schopenhauer’ın mürekkep yerine barutla yazdığını, cümlelerle değil, dişlerle konuştuğunu söylüyor. Kitabın en önemli ve sarsıcı sahnelerinden birinde Wagner bir bellek yanılsamasıyla Nietzsche’nin babasına dönüşüyor ve sadist bir diş hekimi olarak Nietzsche’ye korkunç bir operasyondan geçiriyor. Bu sahnede Nietzsche’nin yalnızca Wagner’le kurduğu karmaşık ilişkiye değil, aynı zamanda gelecek nesillerin ıslahından faşizme kadar hemen her konuda günah keçisi ilan edilmiş olan Nietzsche’nin ‘dişlerine’ saygıyla karışık bir korku duyan 20. yüzyıla da tanıklık ediyoruz. Bu yüzyılda yazılmış edebi eserlere bolca gönderme yapıyorsunuz. Sahneyi yazmanızda sizi özellikle etkileyen bir şey oldu mu? İletmek istediğiniz belli başlı bir şey var mıydı?
LO: Yazmaya başlamadan önce uzun uzun düşünür, kurarım. Ama bu kitaptaki organ bölümlerinde çok tuhaf bir durum yaşadım. Daha önce hiç başıma gelemmiş bir şeydi bu. Neredeyse bütün sahneleri önce düşümde gördüm. Sanırım biraz da yaratım sürecinde Nietzsche’yle yatıp Nietzsche’yle kalkmamdan, günlerimi onun eserlerini, onun üstüne yazılmış biyografi eleştiri kitaplarını tekrar tekrar okuyup, notlarımı düzenleyerek, Almanya’da, İsviçre’de ve İtalya’da onunla ilgili yerlerde çektiğim videoları izleyerek geçirmemden kaynaklandı. Sonunda da bilinçaltım bana oyunlar oynamaya başladı. Ben de onun verdiklerini harmanlayıp dönüştürdüm. Ama şimdi bile organ sahnelerini okuduğumda başka biri tarafından yazılmışlar gibi geliyor.
Söz ettiğiniz sahne güç ilişkileriyle ilgili. Baba ve oğlun nasıl her zaman ölümcül bir mücadele içinde olduğunu ve öyle ya da böyle oğlun her seferinde yenik düştüğünü anlatmak istedim. Ayrıca hatırlamakta fayda var, Nietzsche’nin babası yaşasaydı, hemen hemen Wagner’le aynı yaşta olacaktı.
NC: 20. yüzyılla beraber realist roman bir kenara bırakıldı. Onun yerine bilinç akışı tekniğiyle, parçalı, bütünlüksüz, belli bir noktada bitmeyi reddeden anlatımlar tercih edilmeye başlandı. Aslında bu türden anlatımlar sözcüğün bilinenden başka bir anlamıyla realist. Çünkü insan bilincinin, fantezilerin, akıl dışının, saçmanın gerçeğini anlatıyorlar. Joyce, Musil, Goytisolo ve sizin de aralarında bulunduğunuz daha pek çok romancı hayata ayna tutma fikrine karşı çıkarak bilinci aktarabilecek bir tarz denediler. Ki bu da gerçekliği çok daha doğru bir biçimde aktarır bize. Nietzsche’nin Öpücükleri’ni realist bir roman olarak tanımlayabilir miyiz bu anlamda?
LO: Kesinlikle. On dokuzuncu yüzyıl romanının, Dickens ya da Flaubert’in bir fotoğrafa benzediğini olduğunu düşünürsek, yirminci yüzyıl romanı, Faulkner veya Woolf mesela, x ışınıdır. Buna karşılık postmodern roman, örneğin Kathy Acker ya da daha yakın dönemden Mark Danielewski’nin internet denen o hızlı, çok boyutlu, metinler üstü, sonsuz muğlaklıktır. Bunların her biri evrenin belli bir dönem ve yerdeki duruşundan yola çıkarak kendince bir gerçekliğin izini sürer. Şu anda ve burada yazan insanlar için esas soru günümüzde gerçekliğin vardığı insafsızlık ve rezalet ‘kurgu’nun çok önüne geçmişken ve sinema, internet vb şeyler nedeniyle roman fazlasıyla arka plana itilmişken varoluşu, yaşamı en azından önemli görünecek şekilde nasıl yakalayıp kağıda dökebiliyoruz?
NC: Etkilenmeler, esinlenmeler çoğu kez bilinçsiz yaşansa da teşekkür kısmında ‘romanın oluşmasında çok önemli yerleri’ olduğunu söylediğiniz eserler dışında Nietzsche’nin Öpücükleri’ni yazarken okuduğunuz ve romanı bir yerinden değiştirmiş, etkilemiş olduğunu düşündüğünüz yapıtlar var mı? Kendinizinkini yaratmadan Nietzsche üzerine yazılmış diğer romanları, öyküleri okudunuz mu?
LO: Nietzsche üzerine yazılmış başka romanları ya da öyküleri özellikle okumadım. Herhangi birinden öyle ya da böyle etkilenmek istemedim. Ama sonra bütün o konuştuğumuz nedenlerden ötürü biyografi ve eleştiri kitaplarının da özünde öykülemeler, kurgulamalardan ibaret olduğunu anladım- Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü de bunların içine katıyorum.
Romanı yazarken okuduklarımın çoğunu anımsamıyorum. Ama Avrupa’da Nietzsche’nin izini sürerken akşamları karımla birbirimize Joyce’ın baskısı Hans Walter Gabler tarafından mükemmelen yapılmış Ulysses’inden bölümler okuduğumuz bütün netliğiyle aklımda Son okumamadan bu yana on yıl geçmişti. Bir kere daha Pynchon’un Yerçekiminin Gökkuşağı, Wallace’ın Sonsuz Jest’i, DeLilo’nun Yereltı Dünyası, son dönemde Danielewski’nin Yapraklar Evi gibi Ulysses’in de yeni ansiklopedik romanın harika örneklerinden biri olduğunu bir kez daha kavradım. Joyce’un kitaptaki on sekiz bölümün her birinde başka bir tarz ve biçem oluşturmuş olmasını ve böylece okuru sürekli tetikte tutuşunu çok seviyorum. Ulysses metni bir meydan okuyuşa dönüştürüyor. Tıpkı Nietzsche’nin hayatlarımızı bir meydan okuyuşa dönüştürmemizi istediği gibi. Romandaki bazı bölümlerde Bloom’un Dignam’ın cenazesine katıldığı Hades’in, topal Gerty MacDowell’ın Sandymouth Strand’ta oturup Bloom’un mastürbasyon yapışını izlediği Nausicaa’nın, zihnini genelevinde Alman dışavurumcu tiyatronun Fransız gerçeküstücülüğüyle savaştığı Circe’nin ve tabii Molly’nin bilinç akışının su ve ışık gibi bir dille, kırk sayfa boyunca sekiz uzun cümlede anlatıldığı Penelope’nin tam anlamıyla sarsıcı ve mükemmel olduğunu düşünüyorum. Bunların hepsi yörüngesel biçimde girdi Nietzsche’nin Öpücükleri’ne sanırım. Umarım Joyce’un sözcüklerinde gezinmek benim sözcüklerimi daha güçlü kılmıştır. İnsanın yazdıkları son altı ayda okudukları kadar iyi olabiliyor ancak. Bu yüzden bulabildiğim en kusursuz, en ufuk açıcı romana sardım kendimi
Yazdıklarıma süzüldüğünü düşündüğüm diğer kitaplar arasında muhtemelen yaklaşık yirmi beş yıl önce, üniversiteden mezun olduktan sonra okumuş ve bir daha hiç elime almamış olmama karşın ölüm döşeğindeki bir adamın geçmişiyle hesaplaşmasının anlatıldığı Carlos Fuentes’in Artemeo Cruz’un Ölümü, Virginia Woolf gibi tarihi bir kişiliği çok zekice öyküleyen ve dilinin güzelliği romanımı yazarken bütün açıklığıyla zihnimde olan Michael Cunningham’ın Saatler’i, bir de tuhaf ama çok yönlü dilsel kıvılcımları ve bilinci acımasızca inceledikleri için Beckett’in Nasıl’ıyla William Gass’ın Tünel’ini sayabilirim.
NC: Bir söyleşinizde modern romanların filmler için kaba taslaklar oluşturduğunu söylemiştiniz. Bir başka söyleşideyse romanların insan psikolojisini filmlerin asla yapamayacağı biçimde derinlemesine çözümlediğinden söz etmiştiniz. Ama örneğin Bergman gibi bir yönetmen kendine tamamen psikolojiyi dert edinip insan ruhuna denize dalar gibi dalabiliyor. Tarkovski (ve Bela Tarr, Kiarostami gibi günümüz yönetmenleri) ise modern romancılardan çok azının cesaret edebildiği bir şeyi yaparak zamanı yayıyor, genişletiyor. Bilincin belki de çok daha fazla yönünü bir anda inceleme yetisine sahip olan sinemanın romanı ve Nietzsche’nin Öpücükleri’nde aynı zamanda sinematografik bir yan da olduğu için sizin yazınızı ne anlamda etkilediğini düşünüyorsunuz? Çağımızın gelgeç akılmlara direnen yenilikçi romancıları kimler sizce?
LO: Filmlerin Warhol ya da Matthew Barney’ninkiler gibi en uzun versiyonlarında bile çok çok kısa kalması ve durmaksızın görüntüye, yüzeysel ışıltılara odaklanması nedeniyle bilinci bir roman kadar derinlemesine ve içeriden bir bakışla irdeleyemez. Elbette hiçbir sanat türü bir diğerinin yerine geçemez, onun gördüğü işlevi göremez. Ben sinemayı bir araç olarak çok önemsiyorum. Donald Barthelme’nin yıllar önce söylediği gibi günümüz romanı daha parçalı, daha sahne odaklı bir roman. Filmlerin estetik ve ekonomik anlamdaki gücünün farkında olarak, senaryo etkisi yaratma amacı güdülerek yazılıyor. Ama tıpkı resmin bir kolunun daha soyut, izlenimci, dışavurumcu hale gelerek fotoğraf sanatının yarattığı rekabetten kurtulmaya çalışması gibi romanın bir kolu da(bununla Thomas Bernard, Ben Marcus, Lyn Hejinian ve Diane Williams türünde yazarları kastediyorum) aynı şekilde daha soyut, izlenimci, dışavurumcu bir izlekte ilerlemeye başlayarak sinemanın gelişimine ayak uydurdu.
Nietzsche’nin Öpücükleri hem o tür bir roman, hem değil. Dili ve saplantılı bir şekilde bilinci irdelemesi nedeniyle sinemanın yapısından uzak bir metin. Ama öte yandan üçüncü tekil şahıs anlatımlarının olduğu bölümler son derece an odaklı, diyalog ağırlıklı ve o açıdan sinematografik sayılabilir. Görsel, resme yakın bir yönü olduğuna da inanıyorum(karım ressam ve sanat tarihçisi olduğu için ben de ucundan kıyısından o dala uzanabiliyorum. Derinlerdeyse sekans ve montaja kaçan bir tarafı var. Benim açımdan Nietzsche’nin Öpücükleri bazı film ve yönetmenler olmasaydı yazılamazdı. EN sevdiğim filmlerden bazıları, örneğin Herzog’un Aguirre’si, Tanrı’nın Öfkesi, Sessizlik Ülkesi; çeşitli çerçevelerden Wenders’in Arzunun kanatları, Lynch’in Kayıp otoban’ı, Kubrick’in Gözleri Tamamen Kapalı’sının hayaletleri satırlar arasında geziniyor.
Moda akımlara direnerek daha yenilikçi bir tarzı benimsemiş yazarlarla ilgili sorunuza gelince- ah aslında öyle harika olanlar var ki! Ama çoğu kitap yayıncılığının ve edebiyat eleştirisinin geldiği nokta yüzünden okura ulaşmıyor. Adını önceki sorularda nadıklarım dışında bir düzine insan sayabilirim. Steve Tomasula (Portreler Kitabı), Shelley Jackson (Anatominin melankolisi), Patrik Ourednick (Avrupa), Brian Evenson (Wavering Knife), and David Markson (Wittgenstein’ın Sevgilisi ve Kaybolan Nokta). İşte tam da böyle tarz, yapı, kuram açısından aykırı duran kitaplardır bana yazma ve yaşama coşkusunu veren, beni uyanık tutan.
NC: Son olarak yazmak sizin için hem bilinç, hem de bilinçaltı süreçlerini içine alıyor. Hangisinin daha baskın olduğunu söyleyebilir misiniz? Başka yazarlarda da böyle bir ayrıma gidebiliyor musunuz? Paul Bowles’tan James Purdy’e kadar birçok romancı bilinç altı yazımın akılcı, entelektüel olandan daha güçlü ve dokunaklı olduğunu iddia ediyor. Belki biri başat olarak Descartesçı ya da Nietzscheci’dir. Ya da belki tamamen bilinçle yazmayı eleştirerek esin perileri fikriyle oynuyorlardır. Dil ve beden tartışmamızın ışığında, yazanın siz olmadığınızı hissettiğinizde yerinize varoluşun mu, uoksa ‘bir metin olarak dünya’nın mı geçtiğini düşünüyorsunuz? Yoksa her şey aslında benlik olmayan, benlikten ayrılmış, geceye ve karanlığa kurban edilmiş bilinçaltının işi mi
LO: Bilinçle ve bilinçaltıyla yazmayı birbirinden kesinlikle ayırabildiğimi rahatça söyleyebilirim. Örneğin William Burroughs’u tipik bir bilinç yazarı olarak, John Barth’ıysa bir bilinçaltı yazarı olarak görebiliriz. Ama bu ikisini birbiriyle karşılaştırıp zıtlaştırmanın göründüğü kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Yazar ve okur olarak bugüne dek edindiğim tecrübeler böyle bir karşılaştırmanın ancak uzaktan yapılabileceğini öğretti bana. Metinleri yakından inceleyince akıl ve akıl dışılığın yan yana durduğunu görüyorsunuz. Apollo ve Diyonisos gibi .Her paragraf, hatta her cümle iki damardan birden ilerliyor gibi geliyor bana. Ancak eğer bazı yazarların birine daha fazla eğildiyse bahsettiğimiz şey, ben kendi adıma ikisinden de çok haz alıyorum. Birini öbüründen üstün tutamam. Kelimeler dünyası ikisinden biri olmadan çok ama çok eksik kalırdı!
İkinci sorunuza cevaben metinselliği Roland Barthes’ın Yazarın Ölümü makalesinde ele aldığı gibi gördüğümü belirteyim. Orada metinden “içinde hiçbiri özgün olmayan, sürekli birbirleriyle çatışan ve çarpışan tonlarca yazıyı barındıran çok boyutlu bir uzay” olarak söz eder. Her şeyin yerli yerinde olduğu, zaman kavramının yittiği ve yazıyı yazan kişinin ben olmadığımı hissettiğim anlarda kendimi içinden hikayeler(rüyalar,başka birinin yazarın melodileri, iki hafta önce sokaktan edindiğim dil parçaları, yedi yaşımdayken gördüğüm bir fotoğrafın ayrıntıları vb) taşan bir bağlantı noktası gibi duyumsuyorum. Cümlelerdeki yarıklar arasından herkesin duyabileceği budalalıklar fısıldıyorum ve bütün yazdıklarımı yeniden gözden geçirirken akılcı bakmama gerektiğini bir an olsun düşünmüyorum. Ürettiğim her şey günün sonunda şey gibi geliyor, ne gibi?, hayalet yazılar gibi…
***********************************************************************
Nietzsche'nin Çemberi
Goethe’nin ölmeden önceki son sözleri ‘Biraz daha ışık! Biraz daha ışık!’tı. Nietzsche hayata gözlerini yummadan evvel bir şeyler söyleyebilmiş olsaydı kesin: ‘Biraz daha hayat! Biraz daha hayat!’ derdi. Kavradıkları bu değişken tabiatlı filozofu boğdu, fazlasıyla hassas sinirleri evrenin akışını, yüksek enlemlerde düşünmenin baskısını ve başka kederleri yüklenip gelmiş geçmiş en radikal, en kıyametimsi felsefeyi yaratmış olmanın ağırlığıyla çöktü. Hakkında, başta meydanın ortasında bir ata sarılması olmak üzere birçok öykü anlatılmasına ve birçok Nietzsche uzmanı dahil neredeyse herkesin bu öyküleri tartışılmaz gerçekler olarak kabullenmiş olmalarına rağmen çok az kişi Nietzsche’nin Torino’daki meşhur ölümünden sonraki yıllar üstüne bir şeyler yazdı (Bu anlamda Richard Foreman’ın Kötü Çocuk Nietzsche adlı tiyatro oyunu ender örneklerden biridir ve Olsen’in romanıyla birlikte incelenmesi ilginç olabilir). Bir romancı neyin gerçek neyin yalan olduğuyla ilgilenmez, hele ki Nietzsche gibi gerçekliğin kendisini sorgulamış ve dünyanın yalnızca görüntülerden ibaret olduğu sonucuna varmış bir düşünür üstüne yazıyorsa. Nietzsche ölüm döşeğindeyken yanında kız kardeşinden başka kimse olmamasına karşın Lance Olsen o dakikaları tüyleri diken diken eden bir canlılıkla, kendi gözleriyle görmüş gibi, Nietzsche’nin görece daha az bilinen yönlerini açığa çıkartarak aktarıyor. Çok yönlü, son derece sürükleyici bir portre çizmekle kalmıyor, okuru Nietzsche’nin – yanılsamalarla dolu, fantastik, trajik, acıtıcı, dokunaklı, unutulması imkânsız son saatlerindeki- zihnine sokarak tam manasıyla bir deneyim yaşatıyor onlara.
İnsan anılardan ölebilir mi?, diye soruyor Nietzshe kitabın bir yerinde kendine. Ve şöyle devam ediyor:
“Evet: her şey olasıdır. Zaten ben de o büyük aşırılığı, gözlerimin açılışını öyle gerçekleştiriyorum…ve…evet…hoop birdenbire kendimi üstümde kadife süslü ipek sabahlığımla yastıklarla dolu bir odada buluyorum. Fredericus sabun, nane şekeri ve temiz çarşaf kokuyor. Sandal yatağımın yanı başında kaba elleri ve geniş kalçalarıyla kız kardeşim duruyor.
Durumu savaş meydanındaki bir general gibi ölçüp biçiyor. Kısa, kıvırcık, renksiz saçları keçe gibi. Dudakları bir pusula iğnesi kadar ince ve dümdüz.”
Ölürken böyle birinin yanı başınızda olması…
Filozofun hayatı Thomas Mann’ın Faust’undan ve Liliana Cavani’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde filmine, Irvin yalom’un Nietzsche ağladığında’sından David Farrell Krell’in daha az bilinen Nietzsche’sine kadar sayısız sanat eserine konu oldu, hatta başka dillerde başka yapıtlar da üretilmiştir mutlaka, gelecekte de üretilmeye devam edecek. Nietzsche her şeyden önce büyüleyici bir bilmece oldu hep insanlar için. Bu büyülenmenin zaman içinde bir saplantıya, hastalığa dönüşüp dönüşmediğini söylemek güç, bazı açılardan en çok korktuğu, ve hep karşı durduğu şeyin başına geldiği, kırılması gereken bir pta dönüştürüldüğü bile söylenebilir. En yanlış anlaşılmış eserlerinden biri olduğunu düşündüğüm Ecce Homo’da aforizmalarının çoğundaki gibi müphem ve çift anlamlı bir dil kullanmaksızın, gayet açık ve net bir şekilde putlara ve putlaştırmalara karşı herkesi uyarır oysa. Ama Olsen kendini Tanrı’nın soytarısı olarak adlandırmış filozofu idealize edip putlaştırarak sunmuyor. Aksine, çok az kişinin tanıdığı, fazlasıyla insan bir Nietzsche karşımızdaki-ki muhtemelen böyle neşeli ve özgürleştirici bir çekiçle ezilerek anlatılmak bu kıyamet düşünürünün de çok hoşuna giderdi. Lance Olsen’ın romanında tek bir Nietzsche yok aslında, birbiriyle zıtlaşıp çarpışan sayısız benlikler ve bu benlikleri bir arada tutan ölmek üzere bir beden var.
“Başka bir yerde, karanlık bir odada, Friedrich kalbinin durmuş olabileceğini anlıyor, insanın ölmeden önceki son saatlerinin sonsuza kadar sürebileceğini düşünüyor. İçerisi sandığı yerin süreç içinde dışarıya dönüşebileceğini.”
Filozofun son anları çok uzun sürmese de( en azından romanda), en az onları önceleyen, içsel ayrıntıları tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serilen hayatı kadar büyüleyici betimlenmiş.
Gel, ölürken bana eşlik et…
Bellek tuhaflıklarla dolu; insanın varoluşu, yok oluşu, yaşamın ya da bilincin çözülüşü arasındaki ölümcül savaş Nietzsche’nin Öpücükleri’nin parçalı, eksiltili yapısıyla veriliyor. Nietzsche ölürken bütün hayatını yeniden yaşıyor, varoluşunun bütün ağırlığını yüklenerek yüzleşiyor onunla. Anımsananların gerçekliğinin fazlasıyla sorgulanabilir oluşu belki de Olsen’in temel meselesi. Bu yüzden gerçekle kurgu arasında sonsuzca salınarak değişken bir karışıma ulaşan, komiği ve trajiği aynı potada eriten o yaramaz, oyuncu üslubuyla belleğin dolambaçlı yollarını saydamlaştırıyor. Nietzsche bütün hayatını hatırlama çabalarken ya da yaşamı istem dışı geri sarmaya başlayan bir film makarası gibi gözlerinin önünden geçerken yaşadıklarının çoğunun ölmek üzere olan Nietzsche tarafından çarpıtılmış, mitleştirilmiş ya da varmış gibi gösterilmiş şeyler olduğunu görüyoruz; Olsen’in kitabın bir yerinde söylettiği gibi: “Zamansızlığı aşmak için zihnime zihnimle yazıyorum”. Hayatın kendisi bir edebiyat eseri kadar kurgusal aslında. Ünlü şairin dediği gibi dünya kocaman bir sahne. “Gel”, diyor bir yerde dalga geçer gibi, “ölürken bana eşlik et.
Eğlendiririm seni. Sezar ve Pantagruel olduğumu bilmiyor muydun? Tarihi tam ortadan ikiye böleceğim ve sen o esnada gülmekten altına kaçıracaksın. Nietzsche’yi öldürmeyen güçlü kılıyor, bir yabancıya dönüşmesine neden oluyor”. Olsen filozofun tuhaf tavırlarını son derece şen şakrak bir tonda yeniden yaratıyor. Okur sonsuz bir Nietzsche çemberine ya da çeşitli, farklı boyutları olan Nietzscheler çemberine çekiliyor. Ama gelişigüzel yazılmış ya da gereksiz tekrarlara düşen bir roman değil Olsen’inki. Kesinlikle değil. Daha çok komik, müstehcen, gerçek üstü, aynı anda insanı hem rahatsız hem de allak bullak, hüzünlü, gülünç bir deneyim. Roman boyunca Nietzsche’nin yalnızca metafiziksel yolculuğuna değil, çözülüp dağılan bedeninin son derece güçlü, cesur ayrıntılarla anlatılmasından ötürü fiziksel yolculuğuna da tanıklık ediyoruz. Bedeni kötüledikçe düşünceleri de parçalanıyor. Bunlar grotesk ya da duygusal bir tarzda değil, tamamıyla, geri dönüşsüzce, acıtıcı biçimde insani bir üslupla tasvir ediliyor.
Romanın başlarında Nietzsche hastabakıcı Alwine’i izliyor: “Lazımlığı bir tepsinin içindeki pazar sabahı tostu gibi kaldırıp üstüme sıçramamasına özen göstererek kapıya ilerliyor. Omzunun üstünden Fritz diye sesleniyor, seninle ne yapacağız? Güzel bir soru. Kapı açılıyor. Evren duruyor. Mekanik bir klik sesiyle tekrar kapanıyor. Her yerde, rüzgâr bir kavrayışa yuvarlanıyor. Her yer, sonu gelmeyen bir gürültüyle dolup taşıyor.” Bu pasajda Olsen Nietzsche’nin benliğin yörüngesi bedene olan inancını(idrarından dahi kopamayışını örneğin) ve bedenin doğasını nasıl sorguladığını inanılmaz bir yalınlıkla yansıtıyor. Olan biten her şey Nietzsche’nin kafasında-ruh insanın dürtülerini, önünde sonunda kendine dönen içgüdülerini tanımlayan bir sözcükten başka anlam ifade etmiyor. Ama bunun yanı sıra kitaptaki birçok yerde içtenliği su götürmez bir sevecenlik ve şefkat duygusu var ve Alwine ile Lisbeth gerçek niyetlerinin ne olduğu belirsiz bırakılsa da hasta filozofa koşulsuz bir sadakat ve bağlılık duyuyorlar.
Olsen’in kırılgan, yürek parçalayıcı Nietzsche portresi artık ona riayet etmeyen bedeniyle korkunç bir karşıtlık oluşturuyor(kitap boyunca onu hayal kırıklığına uğrattığı için bedenini azarlıyor) ve filozofu önemseyen herkes gerçek anlamda dokunaklı bir tablo oluşturuyor.
Franzsiska ve Elisabeth bu çökmekte olan bedeni her ne kadar korumaya çalışsalar ve Nietzsche yüreğinin derinliklerinde bir yerde onları sevse de, her ikisi de midesini bulandırıyor. Öyle şiddetli bir bulantı ki bu Nietzsche aklını sonsuz dönüş fikrinden alamamaya başlıyor. Annesinin ve kız kardeşinin bir şekilde ona döneceklerini biliyor. Elisabeth ve Franziska insan ırkını simgeliyorlar ve Nietzsche’yi o yüzden durmaksızın düş kırıklığına uğratıyorlar. Ona Meryem Ana’nın yağlı boya resimleri gibi alakasız armağanlar verdikleri geleneksel Noel kutlamalarından birinde Nietzsche yalnızca birilerine güvenme yetimize değil, aynı zamanda insanlığın sahip olduğu potansiyeli kullanamıyor oluşuna da içerliyor: “Friedrich sevimli paketi açarken, dünyada güvenebileceğim biri olsa ne güzel olurdu, diye düşünmüştü, insan olmanın gereklerini yerine getiren bir tek kişi. Ama dileği gerçekleşeceği yerde ailesi etrafına toplandı.”
Ailesiyle hiç geçinememesine karşın Nietzsche hayatının son on bir yılını onlara bağımlı halde geçirdi. Zihniyle başka boyutlara geçmeyi başarsa da bedenindeki bitmek bilmeyen rahatsızlıkları onu bir bebek gibi bakıma muhtaç bırakıyordu. Ne ironiktir ki, Elisabeth onu ancak bu durumdayken ikonlaştırıp Falstaff gibi bir aptala değilse de, utanç vericibir kişiye dönüştürecekti. “Alwine herkes bir dahinin nasıl göründüğünü merak ediyor,diyor Çok güzel bir şey, değil mi? Ama onlar gelmeden yemek yiyip banyo yapmalıyız.Aç ağzını. Bana o muhteşem düşüncelerinden birini anlat.Kaşık sımsıkı kapalı tuttuğum dişlerimi çarpıyor.Homurdanmaya başlıyorum, sallanan yatakta sarışın bir hayvan.Kaşık geri çekiliyor.”
Nietzsche üst-insan ya da Zerdüşt olarak değil kaynağı belirsiz bir acının kurbanı olarak ölüyor.Elbette bu durum tüm yaşamının böyle geçtiği anlamına gelmiyor. Zaten Olsen’in de belirttiği üzere Nietzsche’nin yarattığı felsefenin kendisi başkalrını umutsuz birer karamsar haline getirecek denli şiddetli acıların üstesinden gelebildiğinin en büyük kanıtı.
Olsen’in Nietzsche’sine göre: “her cümle bir öpücük, her paragrafsa bir kucaklaşma”. Ama cümle büyük fikirler için fazla narin bir sözcük olduğundan Nietzsche onları ‘dişler’olarak adlandırmayı seçiyor. “Schopenhauer’un cümlelerinin diğer filozofların kitaplarındaki gibi köşeli olmadığını ve düşünürün mürekkep yerine barutla yazdığını fark ediyorsun. Bunlar cümle bile değil cümle çok hafif kalır bunlar diş.” Herkesin duymak istediği o büyük düşünceler insanı ısıran şeyler; artık öpücük olmaktan çıkmış, azı dişlerine, köpek dişlerine, yirmilik dişlere dönüşmüşler. Wagner’in korktuğu, Hitler gibilerinse hiçbir fikrinin olmadığı şey tam da bu ‘dişler’ işte( Hitler’in önde gelen biyografilerinde Nietzsche’nin adı çok az geçer. O daha çok Wagner’in Yahudi karşıtı görüşleri ve İncil öğretileriyle ilgileniyordu. İntikam Tanrısı fikri ona devleti ve Almanlar’ı küçümseyen bir filozofunkinden daha yakın geliyordu.
Nietzsche’yi iyice çiğneyip şehirlerimizi ‘Vezüv’ün eteklerinde kurmamamızı’ isteyen bu adamı bütün canlılığı ve tekinsizliğiyle tüküren Olsen’in cümleleri de ısırıyor insanı.
Romandaki en acıtıcı, zalim ve unutulmaz bölümlerden birinde Nietzche Wagner’i hem sadist bir dişçi, hem de babası olarak görür sanrısında. İğrenç sahne başlamadan önce Wagner-Karl Ludwig şöyle diyor: “çocuk yapmak, diyor, anne babaların yetersizliğinin en büyük göstergesidir”. Bu cümle Nietzsche’nin kendi ailesine hissettiklerinin bire bir yansıması gibidir. Konuşan, var oluşunu öyküleyen belleğidir ama zihnin gerçekte olan bitenlerden farklı olarak kendi hikâyesini anlattığı durumlar ve gerçekten olmuş olanı düşlenen ya da kurgulanandan ayırmayı becerip beceremeyeceğimiz sorusu Olsen’in tekrar tekrar döndüğü temel sorunsallardan biridir.
Wagner-Karl Ludwig yumruğunu zorla oğlunun/havarisinin ağzına soktuğunda, ‘ dişlerinin her birinin zamanı geriye döndürme gücü olan incilere benzediğini’ söyler ve ardından geriye tek bir diş kalmayıncaya kadar bu incileri şiddetle söküp oğlunun-havarisinin kanıyla kaplı oldukları halde kendi ağzına yerleştirir. Bu kısacık sahnede Olsen hem Nietzsche’nin Wagner’le karmaşık ilişkisini ve babasına beslediği derin sevgiyi, hem ‘dişlerine’ hayranlıkla karışık bir korku duyup onu kalıtımsal ırk-bilimden faşizme kadar her şeyin sorumlusu, günah keçisi ilan eden 20. yüzyılın Nietzsche’ye bakışını, hem de bu yüzyılda yazılmış en önemli eserlerdeki Nietzsche etkisini büyük bir ustalıkla ortaya koyuyor. Olsen basit yanıtlarla yetinmeyecek kadar bilge ve derin görüşlü. Tek bir adamı bütün insanlığın hatalarından sorumlu tutmayacak kadar da zeki. İntikam arzusu, cezalandırma isteği ya da darağacına çıkartılacakları yok etme dürtüsünü aşmaya çalışan filozof değil, insanlığın içindeki insanca, pek insanca şeydir. Wagner, Nietzsche’nin hayatındaki önemli figürlerden yalnızca biri. Lou-Salome, Paul Ree ve diğerleri Nietzsche’nin her şeyin birbirine karıştığı, eğilip büküldüğü, sarmalandığı son saatlerinde ortaya çıkıp filozofun belleğinden ve Olsen’in projektöründen gelişigüzel geri saran bir film şeridi gibi, ama bütün şiirselliklileri ve açıklıklarıyla geçiyorlar. Stan Brakhage’ı Nietzsche ölürken yanında olduğunu düşünsenize. Roman çizgisel değil, dalgalı, dolambaçlı çemberler biçiminde ilerliyor. Buna karşın asla bulanık değil, aksine kendi mantığını, rüyaların ya da ölümün o ele avuca gelmez ama hatasız mantığını, başka bir deyişle içgüdüsel ve fantastik, insanı elektrik gibi çarpan bir akıl dışılığın yörüngesinde salınıyor. Nietzsche’nin yaşamı traji-komik bir tiyatro oyunu gibi, son derece etkileyici bir üslup, düş gücü ve zekâyla aktarılıyor. Roman Nietzsche’nin yalnızca ölümünü değil, aynı zamanda kendi düşüncelerinden doğan radikal bir deneyimi, dolayısıyla ve büyük bir incelikle de sonsuz geri dönüş fikrini yansıtıyor. Nietzsche’nin Öpücükleri prizmatik, süreksiz, sonu olmayan bir kitap.
Nietzsche ölürken, zaman öne arkaya bükülebilen bir şeye dönüşüyor. Bilincindeki çözülmeler birinci tekilden, ikinci ve üçüncü tekile sıçrayan, oradan parçalı bir bilinç akışına ve en sonunda Nietzsche son nefesini verip beden ya da ruh olarak değil, yalnızca ve yalnızca düşünce olarak hep bizimle kalmak üzere bu dünyadan ayrılırken zamanın kaybolduğu bir anlatıma geçen değişik öyküleme teknikleriyle veriliyor. Zamanın münferitliği metinde durmadan yinelenen cümleler, yarım bırakılan diyaloglar, sayfanın ortasına soyut bir ressamın fırlattığı boyalar gibi yapışmış sözcüklerle sağlamlaştırılıyor. Olsen’in anlatımı fazlasıyla güçlü, ışıltılı, kristalimsi ve Nietzsche’nin taklit edilmesi imkânsız tarzını ve ruhunu hayranlık verici bir ustalıkla aktarıyor. Roman Thelonius Monk’un piyano sonatları kadar gevrek ve parlak bir üslupla yazılmış.
Hayatının son on bir yılında, hele ki son saatlerinde Nietzsche’nin zihninden yahut bedeninden neler geçtiğini tam olarak bilmek mümkün olmasa da Olsen bu anları yeniden kurgulayarak onlara farklı bir ışık tutuyor. Nietzsche kitabın bir yerinde öğretmenlik yaptığı yılları hatırlıyor. Bir gün öğrencilere ders anlatırken birdenbire “ bazı insanlar için bilinç kesinlikle yalnız girilmemesi gereken tehlikeli, çok katlı bir apartman.” diye düşündüğünü anımsıyor. Gerçekten çok az kişi bilincinin derinliklerine adım atmaya cesaret edebilmiştir ve kimse o sınırları Nietzsche denli zorlamamıştır. Çoğumuz karanlık yollarda yürürken yanımızda birilerinin olmasına ihtiyaç duyarız. Kaldı ki heen her seferinde yamaçlarda dolaşır, derinlere girmekten çekiniriz. Nietzsche bir uçurumla bakıştı, Olsen de o uçurumu bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne seriyor. Tam anlamıyla “bilincin dirilişi” bu ve biz Nietzsche’nin zihninin tehlikeli, büyüleyici, şaşırtıcı odalarında dolaşırken Olsen’in vermeye çalıştığı imge de bu diriliş. Nietzsche’nin maskeleri yalnızca başka maskelere açılıyor, kendisiyse bir bilmece, soruları asla yanıtlanamayacak bir sfenks olarak kalıyor.
Gelin ve ölürken Nietzsche’ye eşlik edin. Lance Olsen’ın ve Nietzsche’nin ve Nietzsche’nin ve Nietzsche’nin çağrısıdır bu. Öykü başlasın!
*********************************************************
Richard Wagner ve Friedrich Wilhelm Nietzsche
Gerçek dostluk, tartışmanın büyüklüğü aşkın sınırını aşan bir duygu göstermedikçe tartışmalara yer vermez.
Nietzsche-Wagner dostluğunda Wagner'în hiç de iyi bir rolü yoktur. Wagner müzikte Nietzsche'nin beklentilerini karşılayamadı ve bu tutku Nietzsche'yi bütün bu haklılıkları ve haksızlıkları yapmaya zorladı. Bu büyük tartışma Nietzsche Wagner'i kendi malı haline getirmek istediği için bir aşk tartışmasıdır.. Wagner de kendi payına Nietzsche'yi denetimi altına almak istiyordu ama Nietzsche, Wagner'in karşısında bir düşün adamı veya kendi deyimiyle "ruhbilimci" olarak duruyordu. Aralarındaki doku farkı her konuda kendini belli ediyordu.
"Wagner Olayı" bize bu aşk ilanını vasiyet olarak bırakmıştır. Bu şaşırtıcı aşk ilanları Nietzsche'nin çıldırmadan yazdığı bu son eserindeki tutkuyu kanıtlamaktadır.
Nietzsche ilk buluşmasında Wagner'e hem duygusal hem düşünsel anlamda idare edilemeyen bir tutkuyla bağlandı. Bu tutku zaman içinde onun yerini alma isteğine dönüştü. Bir süre sonra Nietzsche, Wagner'in eşi Cosima'ya aşık olduğu için ona karşı ikilemli duygular süregelmiş ve çekememezliğin getirdiği ihanetle araları açılmıştır. Wagner'i karşısına alarak övdüğü kadar şiddetle eleştiren Nietzsche kıskançtır ve Cosima'yı çok daha fazla sever. Hiç kimse Nietzsche'in gözünde Wagner kadar yükselmemiş ve onun kadar alçalmamıştır. Cosima, aynı zamanda Wagner'in en büyük hayranı Franz Liszt'in kızıydı.
Richard Wagner güzel eserler yaratmış kötü karakterli bir insandı. Ancak kabaca şunu söyleyebiliriz: Kişilik özelliklerini beğenmediğimiz bir insanın yaratacağı sanat ürününü beğenme olasılığımız beğendiklerimize oranla düşüktür. Bu çok düşük olasılık istisnaları oluşturur. Kişilik özelliklerini beğenmediğimiz Wagner gibi büyük sanatçılar ruhlarında başka ruhlar da barındırır, başka ruhlara da seslenirler. Kaldı ki günlük yaşamdan biliriz, hiç hoşlanmadığımız biriyle belli bir konuda duyarlılığımız uyuşabilir; söz gelimi o konuda saatlerce hoş bir sohbete dalabiliriz. Ancak bu, genel kuralı değiştirmez. Hitler'in hayran olduğu Carl Orff gibi faşist birinin iyi bir sanat eseri üretebilmesinin konuyla dolaylı bir ilgisi vardır.
Wagner'in de hayatı çatışmalarla doluydu ancak tartışma götürmeyen tek yanı müziğe ve şiire inanılmayacak derecede yetenekli olmasıydı. Dünyaya güzellikler vermek istemiş, fakat kimse bunun farkına varmamıştı. Daha küçük yaşta Yunanlıların ünlü Odysseia efsanesini Almancaya çevirmiş ve kendine aşırı güven besleyerek çevresindekileri kullanmaya başlamıştı. En aşağıdan başlamadan yükseklere gelmek istiyordu. Başarı merdivenini arkasındakilerin omuzlarına çıkarak tırmanırken, başkalarının çektiği sıkıntıların günün birinde mutlaka onun şöhretiyle ödüllendirileceğine kendini inandırmıştı. Diğer insanların durumu onun için hiçbir önem taşımıyordu. Maalesef şöhret, onu hiç değiştirmedi, arkasından sürüklediği hayran kitlesine onu olduğundan büyük gösterdi. (Sanatın bize sunduğu ilk şey bir büyüteç!) Kendi çıkarlarını ön planda tutup başkalarının haklarını hiçe saymaktan vazgeçmemişti. Aralarında Nietzsche'nin de bulunduğu dostlarıyla yaptığı tartışmalarda daima kendini haklı buluyor, sabit fikirliliği yüzünden tasvip etmediği şeyleri savunmak zorunda kalıyordu. Yaptığı iş ne olursa olsun herkesin eline aynı miktarda para geçmesi gerektiğini savunurken kendisi lüks içinde yaşamaya bakar, Zengin aleyhtarı konferanslar verirken gerçek yüzünü gösterirdi. Müziği doğruca ruha hitab eden, onu dalgalandıran ve ince zevkler tattıran üstün bir sanattı ancak kimisinin kalbini alevlendirirken kimisine gözyaşı döktürüyordu. Operaları dikkatle incelendiğinde bunlar daha çok senfonik birer trajediyi andırır. Romantik eserler dinlemeye alışmış müzikseverlere bu vahşi ve egzotik müzik ilk başta yabancı geliyor fakat anlaşılmadığı halde etkisine giriliyordu.
"Müzik, her yerde anlaşılabilen, gerçek anlamda ortak olan dildir: Bu nedenle üzerine tüm ülkelerde ve tüm yüzyıllar boyunca ciddi bir şekilde konuşuldu ve anlamlı, çok şey ifade eden bir melodi, kısa sürede tüm dünyaya yayılmaktadır. Buna karşın anlam yoksunu ve bir şey ifade edemeyen bir melodinin içeriği çok daha anlaşılabilir bir şeydir. Fakat melodinin dili kelimeler kullanmaz, daha ziyade istemin tek gerçekleri olan mutluluk ve acılardan bahseder: Bu nedenle beyinlerimize çok fazla bir şey söylemez, kalbimize seslenir. Aksini beklemek müziği alet etmektir. Haydn ve Beethoven'in vaktiyle yollarını şaşırarak başvurdukları resmedici müzikte olduğu gibi. Mozart bu yanılgıya hiç düşmedi." (Schopehauer)
Wagner kendini en iyi şekilde müzik yardımıyla ifade ediyor, başka insanların uğradığı çöküntülerden bu yolla kurtuluyordu. Hatalarını aldığı başarılarla örtmeyi biliyordu. Yeryüzünde hiç kimseye benzemediğini ve dünyanın onun bütün ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğunu sanıyor, yapılan yardımların da ona değil onun dehasına faydalı olduğunu düşünüyordu. Kendi eserlerini yüceltirken, başkalarınınkini yerin dibine batırmak için elinden ne gelirse yapıyor, böylece diğer müzisyenlerin üzerinde despotça bir egemenlik sağlıyordu. Dünyaya ölümsüz eserler yaratabilmek için geldiğine ve sözcüklerin ancak ölümsüz melodilerle beslenerek gerçek şiir kimliği kazanabileceğine inanıyordu. Nietzsche'nin eylem ve yaratıcılık idealinin ne büyük önem kazandığını görüyoruz. Bu yüzden Nietzsche onun müziğine hayranlık derecesinde ilgi duydu, yaşamında ve eserlerinde çok önemli bir yer verdi. Nietzsche, gençlik yıllarında tehlikeli bir ilahi güç olarak tanımladığı Wagner ile geçirdiği dakikaları tanrı katında olmaya benzetirdi.
Nietzsche kendisiyle barışık olmayan inançsız ve kötümser bir filozoftu. Wagner'in aşırı milliyetçi tutumuna karşı Nietzsche, din ve ulus kaynaklı geleneksel değerlerden kopmuştu ve dehasını hiçbir milletin malı olarak kabul etmiyordu. Nietzsche'nin bu bakış açısında ahlakın, etiğin hiçbir anlamı yoktur. Davetlerde Wagner'i alaya alan öyküler anlatırdı. Wagner ise dine sarılan Liszt'den cesaret alıyor, Liszt'den başka hiçbir besteci Wagner'i koruma cesaretinde bulunamıyordu. Liszt yetenekli bir piyanist olmasına rağmen Wagner'de gördüklerini çok güç buluyordu. Wagner, Liszt ile de bir türlü anlaşamamış, Liszt'in onu dünyaya tanıtma yönünde çabalarını önemsememişti. Nietzsche'nin "Parsifal" operasını "Hristyanlığa geri dönüş" olarak yorumlamasıyla Wagner ile dostlukları gölgelendi. Hayatının son yıllarında Wagner'in dostları yok denecek kadar azalmış, son nefesini verirken yanında eşi Cosima'dan başka kimse kalmamıştı. Kavgacı ve geçimsiz biri olmasına rağmen eşiyle iyi anlaşmasının nedeni ikisinin de tek bir insana, Richard Wagner'e aşık olmasıydı...
Çok kullanılan bir özdeyiş vardır, "İtalyanlar müziği aşkta kullanır, Fransızlar toplumda, Almanlarsa bilimde" Wagner'e göre bunun çevirisi şöyledir: "İtalyanlar şarkıcıdır, Fransızlar virtüöz, Almanlar ise besteci!"
Ancak Wagner bunu söylediğinden beri yüzyılı aşkın bir zaman geçti ve çok şey değişti...
*************************************
Sonsuz Dönüş (Felsefesi)
"‘Bak’ diye sürdürdüm konuşmamı, ‘şu âna bak! Geçitten, Ândan, sonrasız bir yol uzanıyor geriye doğru: bir sonrasızlık var arkamızda.’
Her yürüyebilen, bu yolu daha önce yürümüş olmalı değil midir? Her olabilen, daha önce olmuş değil midir?
Peki her şey daha önce de var idiyse: bu âna ne dersin, cüce? Bu geçit dahi, -önceden var olmuş olmalı değil midir?
Ver her şey birbirine öyle bir bağlı ki, bu ân, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla, kendini de çekmekte, -öyle değil mi?
Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu bir daha yürümelidir ileri doğru!-
Peki ayışığında sürünen şu yavaş örümcek, peki ayışığının kendisi, peki geçitte fısıldaşan, sonrasız şeyler konuşan senle ben, -hepimiz daha önce de var olmuş olmalı değil miyiz?
-ve dönmeli ve önümüzdeki öbür yolda, o uzun, korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?
Böyle konuştum, gittikçe yavaş konuştum: çünkü kendi düşüncelerimden ve ard düşüncelerimden korkuyordum. Derken, bir köpek uluması işittim yakında.
Daha önce de böyle bir köpek uluması işitmiş miydim? Düşüncelerim geriye doğru koşuyordu. Evet! Çocukken, -en uzak çocukluğumda:
-böyle bir köpek uluması işitmiştim o zamanlar.
Nietzsche’ye göre, bizler şu anki varoluşumuz daima tekrar edecekmiş, ve bizler, yaşadığımız her anı sonsuza dek tekrar ve tekrar yaşamak zorunda olacakmışız gibi davranmalıyız.
Aslında burada söz konusu olan şey, metafiziksel-ahlaksal bir fabldır. Ama Nietzsche ona, kendisi buna inanıyormuş gibi, çok yüksek bir değer biçmemiz gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Onu "bir insanın yüceliğinin formülü" olarak tasvir ediyordu.
Nietzsche, an’ın önemini aşırı derecede romantik bir üslûpla vurgulayışının, hayatı doyasıya yaşamaya dair bir uyarı olarak anlaşılmasını ister. Gelip geçici şiirsel bir fikir gözüyle bakılırsa bu düşünce belirli bir potansiyele sahip. Ama felsefi ve ahlaki açıdan yapılacak bir incelemede bu düşüncenin tutunabilirlik pek bir yanı yok. "Hayatı yoğunluğuna yaşa" şeklindeki klişe, tartışılabilir bir fikri içerse de, hiç değilse belirli bir kütleye sahiptir. Ama sonsuz geri dönüş ile ilgili düşüncenin, biraz derine inerek irdelendiğinde tamamen önemsiz olduğu ortaya çıkar. Tekrar eden yaşamlarımızdan her birini hatırlıyor muyuz? Eğer bu mümkünse, kesinlikle, kesinlikle bizim için bazı şeyler değişirdi. Ama değilse, daha önceki varoluşlarımızın bizler için hiçbir değeri yok. Şiirsel bir görüntü, çok büyüleyici olsa dahi, eğer, Nietzsche tarafından tasarlandığı gibi, bir prensip olarak kullanılacaksa, daha fazla içeriğe sahip olmalıdır.
Kaynak: 90 dakikada NIETZSCHE
...................................*...................................
* *
NIETZSCHE-SONSUZ DÖNÜŞ
--------------------------------------------------------------------------------
"Şimdi, Zerdüşt'ün hikayesinin anlatacağım. Yapıtın temel anlayışı ‘Sonsuz Dönüş düşüncesinin, doğrulamasının bu en üstün formülü’ Ağustos 1881 tarihlidir. Bir kağıt parçasına şunlar yazılmıştır: ‘İnsan ile zaman arasında 6000 adımda.’ O gün, Silvaplana Gölü boyunca ormanda geziniyordum. Surley'den pek uzak olmayan, piramit şeklinde yükselen muhteşem bir kaya bloğunun yakınında mola verdim, bu düşünce işte burada aklıma geldi"
Belki de şöyle yazmak daha doğru olurdu: "Bu düşünce burada bilincimde doğruluk kazandı, bana kendisini karşı konulamaz bir güçle kabul ettirdi." Çünkü yavaş yavaş takıntı durumuna gelen bir nakarat gibi kendisini Nietzsche'ye çok eskiden Mutlu Adalar'da kaldığı zamandan beri göstermişti. Onun yüzünden Wagner ile yaptığı görüşmeler sırasında dalgın ve uzaklardaydı. Daha sonra, Cenova'nın küçük sokaklarında, limana doğru inerken yine bu düşünce daha da ısrarlı bir şekilde onu ayartmaya gelmişti. Şimdi, kasırga şiddetiyle Zerdüşt'ün, Peygamberin sesiyle Nietzsche'nin üstüne dalga dalga geliyordu. 14 Ağustos 1881 yılında Peter Gast'a yazdığı bir mektupta da birçok kez yinelenen belirtiyi kabul ediyor ve yazar öldükten sonra yayımlanan yapıtlarda bu durum daha açık biçimde görünüyordu. Aslında ‘Sonsuz Dönüş’ sayesinde zamana, uzaya hükmedildiği kadar hükmedilebilirdi ve ona ‘Sonsuzluk’ değerini veren tek bir sezgi içinde zaman deniyordu. Bu yüzden zamanı "doğrulamanın en üstün formülü" olarak görüyordu. Ancak, bu formüle erişene dek itiraf etmediği ne çok acılar, ne çok kararsızlıklar çekmişti!
İnsanın varoluşu ve geleceği ile ilgili olan bu kararsızlıklar nasıl suskunlukla geçiştirebilirdi? Nietzsche, ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesine kendisininkinden daha güçlü olan bir irade ile itildiğini duyumsuyordu. Bu öylesine güçlü bir duyguydu ki, buna yazgı dedi:
"En yüce gücü sağlamaya yönelik böylesine gelip geçici bir düşünce örneği: ‘Yazgıcılık’ (ego Fatum), onun da en uç şekli: ‘Sonsuz Dönüş.’"
Daha önce "yönelim" olarak algıladığını şimdi "yazgı" olarak algılıyordu. Ustası Schopenhauer'de şöyle söylemiştir: "Bu dünyada üzerinde senden başka kimsenin yürüyemeyeceği eşi benzeri olmayan tek bir yol vardır: Bu yol nereye çıkıyor?" O, bu yolu sonsuz kere özlediğini ve izleyeceğini keşfeder. Bu ‘yönelim’in ne olduğunu anlar: ‘Üstinsan’ın peygamberiyken, ‘Sonsuz Dönüş’ün de habercisidir ve olmalıdır da.
Böylece, tüm çelişmeler yalnızca bir düşünce çatışkısı içinde birleşmezler, bu çelişmeler yaşanmıştır.
"İnsanın sağladığı böyle bir yazgının formülü isteniyor mu? Bu formül, benim Zerdüşt'ümün içinde bulunur:
Kötünün ve iyinin içinde yaratıcı olmak isteyen kişi, önce yıkıcı olmalı ve değerleri yok etmelidir.
Böylece, en büyük kötülük, en büyük iyiliğin bir parçası olur, ancak, en büyük iyilik yaratıcıdır.
Ben, şimdiye kadar hiç kimsenin olmadığı kadar korkunç bir insanım, ama bu benim en iyiliksever insan olamayacağım anlamına gelmez.
Yıkımın verdiği mutluluğu tanıyorum. Bu mutluluk benin yıkım gücüme uygundur. Her iki durumda da olumluluk ile olumsuzluğu ayırt edemeyen Dionysos yapıma boyun eğiyorum."
Yaşamla özdeşleşmek, kendini onun akıntılarına bırakmak, yaşamın, sonu ve amacı olmayan bir hareketin iki evresini de katetmesini kabullenmek demektir -biri diğerini koşullandıran, yaratıcı evre ve yıkıcı evre-. Flaubert, ‘Aziz Antuan'ın Günâh Eğilimi’ adlı kitabında aynı gereksinimi keşfetmiştir: Azizin gözleri önünde ürkütücü bir kuşağın anlaşılması güç olayları meydana geliyordu. Ölüm yaşamdan doğuyor ve yaşam da ölümden doğuyordu. Zaman her ikisini de birbirlerine Platon'un Fedon'unda olduğu gibi iyi bir uyum içinde karıştırmıyor, tersine ortaya bir uyumsuzluk çıkıyordu. Kuşkusuz, bize sunulan her şeyin iğretiliğine karşın inanç duyarlılığımızı bu gibi etkiler pek şaşırtmaz. Goya'dan beri sanat, iyinin ve kötünün, acı ve mutluluğun birlikte varolduğunu ifade eder. Kurtarıcının ve şeytanın yüzleri, kahkaha ve acı birbirlerine karışmıştır. Bu bağlamda, akla gelen diğer adlar: Christ d'Ensor ve Nice'li genç bir ressam olan Raymond Moretti'dir.
Şimdi, Nietzsche'nin duygularına bir başkası eklenmişti. Bu duygu daha önce de karşımıza çıkmış fakat çok kısa bir şekilde anlatılmıştır. Nietzsche'ye ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesini zorla kabul ettirmekte büyük bir payı vardır: Bu duygu her gün giderek artan karşı konulamaz bir güçle çok yakında olan yıkıma doğru sürüklüyordur. Sosyal zamanın berisinde, iç organlarımıza benzeyen, aralıksız hücreler üreten ve öldüren doku gibi içimize işleyen başka biz zaman vardır. Bu, Buda'nın öteki dünyayı terk ettiğinde kendisini çok korkutan, yazgımızın sahnelediği varoluşçu zamandır.
Bu varoluşçu zaman, alışkanlık ve geleneklerin altında silineceği ön planda bulunur. Sosyal zamanda yaşayan insanların yaşamları pek önemli değildir. Ancak varoluşçu zaman insan yaşamına, kişinin yaşayacağı maceraya bir anlam ve önem kazandırır. Ayrıca varoluşçu zaman daha da uzaklara yönelip tarihsel zamana erişir ve ona kendisine özgün niteliklerini kazandırır. Böylece, genleşen ve gevşeyen zaman, olumsuz bir sonsuzluk amacıyla onu derleyen bir önsezi içinde değişime uğrar. Bunun sonucunda saplantı haline gelen duyumlar doğar. İnsanın ayakları altında çok geçmeden içine düşeceği bir uçurum ortaya çıkar. Gittikçe aratan bir yazgıya sahip olma duygusunun yanına bir de pek yakında gerçekleşecek olan bir felaketin kesinliği eklenir. Final çok yakında ve tıpkı dilimizin ucuna kadar gelen bir sözcük gibi kendisini ortaya çıkarmaya hazırdır.
Her şey tüketilmiş duygusu uyandırmaktadır. Beklenen gong sesi bir uyarı ve kurtuluş olarak algılanacaktır. Bundan sonra biz artık bir oyuncuyuz ve bu oyuncu rol aldığı bir sahneye fırlatılmıştır, taşıdığı maske ona zorla takılmıştır. Şimdiki tarih olayları ise, bıkıp usanmadan geçmişte kalan ve evrenin değişiminde tutsak kalan bir tarihin olaylarını yineleyip durur. ‘Sonsuz Dönüş’ işte bu kesinliğin ifadesidir.
Buna karşılık, Nietzsche'nin "çocukluk aşklarının yeşil cennetine" karşı duyduğu özlem gittikçe çoğalıyordu. Bu boş zamanlarda insan kederden ve tasadan uzak istediği gibi hareket edip oyunun tadını çıkarır. Her şey hafif ve iyidir, düşünceler henüz yazgının tehdidi altında değildirler. Bu oyuna sanatçının yaratıcılığı yaklaşır. Yaratıcılık da ağırlık düşüncesinden, ağırlık kanunlarından, kendisini uzak tutuyor gibidir. İyiliksever bir düşünüş olumlu bir sonsuzluk içeren çok güzel bir anın gerçekleşmesine yol açar.
Nietzsche şöyle der: "‘Dönüşün Sonsuz’ olduğunu meydana getirdiğim an ve bu anın aşkı sayesinde ‘Dönüş’ü destekliyorum." Sonsuzluğun iki şekli vardır. Duygularımız ikisi arasında, zamanın bütünlük dönemine kavuşacağı ana kadar duraksıyordu.
Bununla birlikte Nietzsche bu varsayımın antik dönemin filozoflarına kendisini zorla kabul ettirdiğini yadsımıyordu: İki karşıt görüş "mekanikçilik ve Platonculuk"u ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesi içinde karşılaşıyordu. Bu şaşırtıcı bir olaydır, çünkü her iki düşünüşün de pozisyonları birbirlerine tamamen zıttır: Platon öteki dünyaya inanır, mekanikçiler ise her şeyi atom ya da güçlerin bileşimine indirgerler. Platon için örnekleri çoğaltabiliriz: Öncelikle Nicolas Boulanger tarafından yorumlanan XVIII. yüzyılda çok tanınan politik bir metin Nietzsche'nin dikkatini çekmiştir.
Nietzsche'nin dikkatini çeken başka bir açıklama ise iki türlü yetiştirme olduğu açıklamasıdır: Sokrates'in "İnsanlara uygun gelen ve hayvanları ilgilendiren, başka birisine uygun gelen sürü halinde bir yetiştirme var." dediğini vurgular.
Bunu, türlerin çokluğu ve soyların arasındaki eşitsizlik açıklamalarıizler. ‘Kanunlar’da kozmik devrelerin almaşıklığı yeniden doğrulanmıştı. Atinalının dediğine göre, insanlığı en alçakgönüllü yinelemelerine götürmüş olan büyük felaketler meydana gelmiştir. Bununla birlikte Nietzsche özellikle enerjetik atomculuktan elde edilen incelemeler üzerinde ısrar etmekteydi: Basel'de uzun yıllar boyunca Lucréce okuduktan sonra, Boscovitch'in yapıtlarına yöneldi ve tüm bunların sonucunda enerjinin korunması ilkesinin ‘Sonsuz Dönüş’ü gerektirdiği kanısına vardı.
Daha belirgin olan başka bir metin bu dönüşün doğrulamasını evrende varolan değişken güçlerin dengesine bağlar: Bu güçler ne çoğalır, ne de azalırlar... Elverişli oldukları bileşimlerin sayısı her ne kadar önemliyse de, sonsuz değildir. Böylece bu sayı, çok büyük zaman aralıklarından sonra, aynı olayların ortaya çıkmasına yol açarak çoğalmalıdır:
"Güçler dünyası hiçbir azalmaya uğramaz. Çünkü zamanın sonsuzluğu içinde güçsüzleşir ve yok olup gider. Güçler dünyası hiçbir duraksamaya izin vermez. Çünkü bu durumda duraksama aynı zamanın saatini hareketsiz kılar. O zaman güçler dünyası hiçbir zaman denge noktasına ulaşamaz. Güçler dünyasının dinlenmeye zamanı yoktur. Gücü ve hareketi her an aynı büyüklüktedir. Dünyanın ulaştığı durum ne olursa olsun, güç dünyasının bu duruma ulaşmış olması gerekir. Bu bir kez değil sayısız kez yinelenmelidir. Böylece, şu an yaşadığımız an birçok kez ulaşılmış olan bir andır.
İnsan, tüm yaşamın durmadan döndürülen bir kum saatidir. Bu saatin içeriği sonsuz kez, zamanın uzun bir dakika aralığı dolana dek akar durur. O zaman, acılarının ve sevinçlerinin her birini, arkadaşlarını ve düşmanlarını, umutlarını ve hatalarını en küçük bir ot parçasını ve en küçük güneş ışığını ve her şeyin tamamını bulacaksın. Senin küçük bir parçası olduğun bu halka ömür boyu parlayacaktır. İnsanlık tarihinin birbirlerini izleyen dönemlerinin her birisinde, yalnız olan bir insan için, daha sonra herkes ortak bir güçlü düşüncesinin ortaya çıkacağı bir saat vardır: Her şeyin ‘Sonsuz Dönüş’ü düşüncesi: Her seferinde insanlık için öğle vakti olacak."
Başka bir metinde, kuşkusuz 1888 yılından kalma bir metinde şöyle yazar:
"Eğer dünyanın belirli bir güç büyüklüğü ve belirli güç merkezi olarak hayal edilmesine izin verilirse, bundan şu sonuç çıkar: Dünyanın, tamamen rastlantısal bir olay olan varolmanın hesaplanabilir bileşimlerini katetmesi gerekir. Sınırsız bir zaman içerisinde, her olası bileşim en azından bir kez gerçekleşecektir, üstelik sonsuz kere gerçekleşecektir. Bu birleşim ile onun ilk geri dönüşü arasında mümkün olan tüm birleşimlerin gerçekleşmiş olması gerekir ve bu birleşimlerin her biri, serisindeki birleşimlerinin devamını belirlemelidir. Dünya, sayısız kez yinelenmiş olan ve oyunun sonsuza dek süreceği bir dönem olurdu. Bu görüş mutlaka mekanikçi değildir, çünkü bu bağlamda aynı olguların ‘Sonsuz Dönüş’üne değil, olguların sonucuna yol açardı. Mademki dünya bu sona ulaşmadı, öyleyse mekanikçilik bize tamamlanmamış ve yalnızca gelip geçici bir varsayım gibi gözükür."
Sonuç olarak ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesi, Nietzsche'nin önünde bulunduğu ikilemi ortadan kaldırır. Aslında onun ya erekliliği kabul etmesi, dünyayı bir yaratıcının egemenliği altına sokan bir "yönelmişliği" kabul etmesi, ya da kendisinin zamana varlıkbilimsel bir anlam, bir sonsuzluk değeri vermesi gerekir. Sonuçta şunu benimser:
"Ben gücün dayanağı olan ve gücün sınırlarını belirten ve ona bir şekil veren mutlak süreye inanırım. Sonsuz zaman... Bununla birlikte Kantçı çözümle yetinmek gerekir. İnsanın kendi varlığında süre olmadığını, zaman olmadığını kabul etmek gerekir. Değişiklikler yalnızca görüngüdür.
Kant'ın tek hatası zamanın ne büyük bir derinlik olduğunu görememiş olmasıdır. Zamanın kendisi bir oluşum olduğu ve dünyanın özü gibi durduğu için, yaşamın durmaksızın yol aldığı akışa göre, her şeyin boyun eğdiği birbirlerini izleyen yaratma ve yıkma döneminin ritminde, bizim, kendimizin de, en yüksek düşüncelerimiz ve uygulamalarımızın da içine yerleşmiştir. Zaman artık sonsuzluğun devingen imgesi değildir, zaman, üstün kürelerde değişmez varoluşu yansıtan, sonunda çıkış noktasına dönen tamamlanmış bir hareket değildir: Zaman, ardı ardına kesilmeyen bu değişiklikleriyle ve almaşıklıklarıyla oluşturduğu, sevmemiz gereken sonsuzluğun kendisidir."
Böylece Nietzsche dünyaya -bütün suçluluklarından kurtulmuş olan oluşuma-, ‘Tanrı'nın Ölümü’nden beri eksikliğini duyumsadığı ağırlığı verebilmeyi düşünüyordu.
Ancak bu son konuyu ele alırken birçok kararsızlıklar yaşadığını görüyoruz. Bu konuya adım, adım ve ani vazgeçmelerle ikide bir kesilen kaplumbağa yürüyüşünü andıran bir hızla yaklaşıyordur. Önceleri bu doğrulamanın yalnızca dramatik yüzünü kavrayabilmiştir.
"Bana bu düşüncesini (‘Sonsuz Dönüş’) açtığında ömrümün unutulmaz anlarından birisini yaşadım" der Lou Salomé. "Bana bu sırrını açıklarken önceleri duraksıyordu, bu yüzden alçak sesle konuşuyor ve sesi heyecandan titriyordu. O zamanlar ‘Sonsuz Dönüş’ doktrini Nietzsche için henüz bir teselli değil, yalnızca bir olasılıktı. Bu olasılığın bilimsel olarak kanıtlanacağı güne kadar da susmayı tercih ediyordu."
Bu ürkütücü düşünce "Sevinçli Bilim"de daha fazla ortaya çıktı. Sanki Nietzsche bu yapıtında okuyucularının (ne yazık ki gittikçe azalan) tepkilerini uyandırmayı tasarlıyordu.
"Eğer bir şeytan gece gündüz seni izlese, en gizli düşüncelerine girip şöyle dese ne olurdu: Yaşamakta olduğun ve yaşamış olduğun bu yaşamı bir kez daha ve sayısız kez daha yaşamak zorundasın. Yeni bir şeyle karşılaşmayacaksın, tersine her şey aynı olacak. Her acı ve her sevinç, her düşünce ve her iç çekiş, yaşantında olan en büyük ve en küçük olaylar senin için yinelenmelidir. Tüm bunların aynı sırayı takip etmeleri gerekir. Varoluşun sonsuz kum saati sonsuz bir şekilde ve sen, tozların içindeki en küçük toz zerreciği, onunla birlikte döndürülmüş olacaksın. Dişlerini gıcırdatıp kendini yere atmayacak mısın? Seninle bu şekilde konuşan şeytanı lanetlemeyecek misin? Ya da ona şu şekilde yanıt vereceğin anı daha önce yaşadın mı?: ‘Sen Tanrı’sın ve ben daha önce bundan daha kutsal sözler işitmedim.’
Şayet bu düşünce senin içinde somutlaşsaydı, belki seni değiştirir, belki de seni yok eder. Her şey hakkında şunu soracaktın: Bunu ister misin, bunu bir kez daha ister misin, bunu sayısız kez ister misin? Bu soru bütün hareketlerinin üzerinde korkunç bir ağırlıkla duracaktı! Ya da, kendini sevmen ve bu yüce ve sonsuz doğruluktan başka hiçbir şey arzulamaman için yaşamı sevmen gerekirdi."
Schopenhauer ile karşılaştığı andan beri Nietzsche'nin katettiği yolu tahmin edebiliyoruz. Kuşkusuz, bu karşılaşma sırasında bile, Nietzsche Pithagorascuların düşüncesine bir parça da olsa önem vermiştir. Bu düşünce şudur: Aynı takım yıldızlar en küçük ayrıntılarına kadar, dünyadaki aynı olayları doğururlar.
Ama aynı zamanda bu varsayımı bir tarafa bırakıyordu: Çünkü o zamanlar Schopenhauer'in yorumladığı Kant'ın metafizik ilkesini kabul ediyordu: Buna göre, olaylar sırasında görüntü oyunlarıyla maskelenmiş ve gizli kalmış, kırılma pahasına kişilere yansıyan ve her kişinin ustalıkla elde etmeye çalıştığı derin bir irade vardı. Buradan ardı ardına kesilmeyen çatışmalar doğar, her biri kendi varlığı içinde diretmek ister... Bunun sonucunda doğal olarak her türlü kötülük uç verir. Bu kötülükleri ise yalnızca temel bütünlüğe dönüş ya da gerçeğin yüzeyinde oynanan sanatsal bir çalışmanın serbest gösterimi silebilir. Deniz örümceğinin ağı arkasında bir Tanrı acı çeker ve acısının verdiği esriklikten zevk alır. Fakat trajedi onun acılarını gösteri haline getirerek Tanrı'yı acılarından kurtarır. Fakat kısa bir süre sonra Schopenhauer'in bu sonuçlarından vazgeçecektir... Özellikle Nirvana'ya kaçışı iki yüzlü bir acımanın içinde ifade eden yaşama arzusunu reddedecektir.
Nietzsche yaşama tüm gücünü geri vermek, yaşamı, yaşamın kendisini belirleyen sevinç ve acıların karışımını olduğu gibi kabul etmek istiyordu. Yaşamı en zayıf bir ifade olarak kabul etmek istemiyor, tersine onu yüceltmek istiyordu. Böylece, bu anısını varlıkbilimsel bir durum ile donatacaktı. Bu durum ise Nietzsche'yi, kendi kendini sonsuzluğa eşdeğer kılan bir zamansallığa mahkûm edecektir: Bu seçim Nietzsche'nin ekseni etrafında sürekli dönen bir anlamsızlık olacaktır. Bu bağlamda Pirandello, kendilerini ilgilendiren tek dramı rejisöre zorla kabul ettirmekte direten ‘Altı Kişiliğini’ bize sunar: Bu, reenkarnasyon süresince yaşadıkları ve yaşamaya mahkûm oldukları dramdır. Tanrı'nın gölgesinin silinmesi ve böylece insanın Tanrı olabilmesi için, varoluşun hiçbir anlamı olmaması gerekir. Ama ne yazık ki geçicilik ‘Üstinsan’a kalıtım yoluyla geçmiştir. ‘Üstinsan’ın kendisi de geçici olduğundan, yaşamın en kötü şekilde örgütlenmiş ve en düşük seviyelerine kadar inecektir. Aklımıza Camus'nün ‘Sisyphe’i geliyor. Sisyphe kaya parçasını dağın tepesine kadar yuvarlayarak, mutlu olmaya mahkûm edilmiştir. Nietzsche bu varsayım tarafından sıkıştırılan tarihin çıkmaza girdiğini, kendinden bile saklamıyordu. Göklere çıkarılan bu yaşam bir düşün hayali değilse, gerçekte nedir?
"Ne güzel bir bakış açısı." der "Sevinçli Bilim"de. "Bilgim varoluş hakkında bana her şeyi sağlıyor! bu duygu bana sanki yeniymiş gibi, aynı zamanda da acı alayla maskelenmiş korkunç bir duygu gibi geliyor! Tüm duyarlı varlığın eski insanlığı, eski hayvanlığı, tüm ilkel çağları ve geçmişi benim içimde yaşamaya, yazmaya, sevmeye, nefret etmeye devam ediyor. Evet ben bunu keşfettim. Yalnızca düş gördüğümün farkına varmak için, bu düşüncenin ortasına aniden uyanıveriyorum ve yok olmamam için yeniden düş görmem gerekiyor. Tıpkı bir uyurgezerin yere düşmemesi için uyumaya devam etmesi gibi. Benim için şimdi görünüş nedir? Kuşkusuz bir varlığın tersi değil midir? Benim için görünüş yaşamın ve hareketin ta kendisidir."
‘Zerdüşt’ şiirinde Nietzsche'nin geri adım attığını, korkunç bir gerçeğin itirafı önünde duraksadığını görüyoruz. Bir kere çalıştırmaya başladıktan sonra sonsuza dek dönmeye mahkûm olan bir mekanizmanın yinelediği, sonu olmayan aynı olaylar karşısında nasıl olup da düşünülmezdi? "Üstinsan" bilinçliliği gereksizdir. Yüce uzman yalnızca rolünü topluluğun ortasında oynayabilir ve daha sonra zavallı bir kukla gibi yeraltına iner. Maske yüzüne yapışır. Bu yüz, hareketin bütünlüğünden kurtulamayan bir aktörün yüzüdür. ‘Sonsuz Dönüş’ bu yüzden önsezisel düşünüşleri izler. "Athalie'nin rüyası kadar korkunç olan düşünceler." Elinde ayna taşıyan çoçuğun biri, tam Zerdüşt mağaradan çıkarken ona yaklaşır:
"‘Ey Zerdüşt!’ diyordu çocuk bana, ‘Aynada kendine bak!’ fakat aynaya bakınca bir çığlık kopardım da yüreğim allak bullak oldu: Gördüğüm kendim değildi çünkü, bir şeytanın buruşmuş ve alaycı gülüşüydü."
Nietzsche muştusunu vereceği korkunç gerçeği kendisine saklamaya çalışıyordu. Yüce haber kendisine ulaştığında Nietzsche ne kadar da suskun ve sakindir!
"Yelkovan kımıldadı, yaşam saatim soluk aldı, -ömrümde duymadığım bir sessizlik vardı.evremde: Yüreğim yılgıya kapıldı."
Derken... bana sessiz bir şekilde: ‘Bilir misin Zerdüşt?’ Bu fısıldama üzerine, yılgıdan bağırdım. Fakat sustum.
Derken bana bir daha dedi, sessiz: ‘Bilirsin Zerdüşt, ama söylemezsin!’
Sonunda, kafa tutarcasına yanıt verdim: ‘Evet bilirim, ama söylemem!’
Derken bana bir daha dedi, sessiz: ‘Söylemez misin Zerdüşt? Doğru mu? Kafa tutarak gizleme kendini!’
Ağladım ve çocuk gibi titredim ve dedim: ‘Ah, isterdim, ama elimden gelmez ki! Bana yalnız bunu bağışla! Gücümün üstünde bu!’
Derken bana bir daha dedi, sessiz: ‘Senin ne önemin var ki Zerdüşt! Sözünü söyle de, paramparça ol!’"
Kuşkusuz Nietzsche bu şaşırtıcı şiirde okuyucusuna soluk aldırmamayı tasarlıyordur. Bunu başarabilmek için de ona bulmacalar sunuyordur: Şiirdeki dramatik unsur bazen ara veriyor, daha sonra yine hızlanıyordur. Tarzı için şunu söyler: "Okuyucuyu en basit boşa çıkarmalardan yoksun kılmak ustalık da değildir, dürüstlük de..."
Şiirin ilk ili bölümü müzikal konuları içermemektedir. İşte, acıklı ve karmaşık andante üçüncü bölümle başlar:
"Zavallı Zerdüşt!" diye yazar Nietzsche, "Zavallı Zerdüşt çok zor deneyimler geçirmeye razı olmuştur; bu üçüncü bölümde gerçekten karanlık dönemler geçirir."
Gerçeği ve hayali de hesaba katarak şöyle devam eder:
"Ama bu bölümü oluşturabilmem için, benim kendim olmam ve derin bir mutluluk içinde olmama gerekiyor."
Sonda her şey aydınlanır.
Bu üçüncü ve en güzel olan bölüm Nice'de yazılmıştır. Kuzey rüzgârının canlılık dolu esintisi Nietzsche'yi kamçılamıştır. Nietzsche'nin dans ederek tırmandığı kayalıklardaki keçi yollarındaki Éze Burnu bulunuyordu. Oradan, denizin üzerinde duran bir eli anımsatan Ferrat Yarımadası'nın burnu görünüyordu. Yalnız yaşamının en mutlu anlarını hiç kuşku yok ki burada geçirmişti: Pişmanlıkları hafiflemiş Zerdüşt'ün dans eden adımı, ağırlığından kurtulup hafif bir havanın ritmine karışmıştı. Mesajın içeriği böylesi bir atmosferin içinde silinip gidiyordu. Ama pansiyonda kendi kendisiyle yalnız kaldığında, orada kalan diğer misafirlerin basit olan konuşmalarına sabretmek zorunda kalıyordu. Bir günlük pansiyon arkadaşlarının meraklı bakışlarını görmezlikten geliyordu. Koyu renkli halıların süslediği yoksul odasında kendisini yalnız duyumsuyordu. Yanında tek bir arkadaşı yoktu, susmayı tercih ettiği ve yaşamının sonuna kadar düşüneceği şu açıklamayla yüz yüze kalmıştı.
"Düz olan her şey yalan söyler." diye mırıldandı cüce küçümseyerek. "Her gerçek eğridir, zaman bile değirmidir."
Böylece, bir görüntü Nietzsche'yi kandırıyordu: Kapının her iki yönünden çıkan iki yol aslında bir taneydi ve görülmez bir şekilde kendi üzerinde dönüp Nietzsche'yi aynı noktaya götürecekti: Bugünün geçmişi, yarının geleceği olacaktı. Kendisi de kesinlikle aynı şekilde geri dönecekti. Kendisini yine aynı düşünceye adayacak, yine aynı bavullarla yolculuk eden sonsuz yolcu olacaktı. Bu böyle binlerce kez sürüp gidecekti. Yazgı, değişmez ve hiçbir amacı olmayan bir sıraya göre sonsuza dek birbirlerine karışmış olan olayların devamıdır:
"Peki her şey daha önce var idiyse, bu ana ne dersin cüce? Bu geçit bile, önceden varolmuş olmalı değil midir?
Ve herşey birbirine öyle bağlı ki, bu an, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla kendini de çekmekte, öyle değil mi?
Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu daha bir yürümelidir ileri doğru!
Peki ayışığında sürünen şu yavaş örümcek, peki ayışığının kendisi, peki geçitte fısıldaşan, sonrasız şeylerle fısıldaşan senle ben, hepimiz daha önceden de var olmuş olmalı değil miyiz?
Ve dönmeli ve önümüzdeki öbür yolda, o uzun, korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?"
Zerdüşt'ün ikinci deneyimi daha da dramatiktir. Kuşkusuz bilinçliliği, tanıdık hayvanlarının yokluğunda etkisiz olacaktı. İçgüdünün doğruluğu, kendisini akıllılığın dolambaçlılığından daha etkili bir şekilde ifade eder. Çünkü içgüdü akıntıya doğru kürek çekmez. Üstelik varoluşun hareketini benimser. Onun saf onaması acının üstesinden gelir. Onun belleğinde mesajdan yalnızca yaşamın kutsal karakteri, onun sonsuz zaferi kalır.
"‘Ey Zerdüşt!’ dediler hayvanları o zaman, ‘Bizim gibi düşünenler için, bütün nesneler hora tepmektedirler: Gelirler ve el uzatırlar ve gülerler ve kaçarlar ve geri gelirler’
Her şey gider, her şey gelir, sonrasıca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı.
Her şey parçalanır, her şey yine birleşir, sonrasıca kurar kendini aynı varlık evi. Bütün nesneler ayrılırlar, bütün nesneler yine esenleşirler, sonrasıca bağlı kalır kendine varlık halkası.
Her an yeniden başlar varlık, ‘Ora’ denen top döner her ‘Bura’nın çevresinde. Orta her yer yerdedir. Eğridir yeri sonrasızlığın."
İnsanın, varoluşun bu gerçeği benimsemesi gerekir, kendisinin de içinde bulunduğu ‘Sonsuz Dönüşü’ sevinçle karşılaması gerekir. Ama bu "canavara" nasıl dayanılır. Nietzsche İxion tekerleğinin üstünde kaybolmuş bu bedene bağlanmaya- çabalar. Aslında isyan etmeye her zaman hazırdır.
Lou Salomé Şöyle yazmıştır:
"‘Sonsuz Dönüşü’ ve onun bütün sonuçlarını kesinliğini kabul etmek için gösterilen çabanın Nietzsche'nin sinirlerini yıprattığını ve onun deliliğine neden olduğunu her zaman düşünmüşümdür."
...Bundan sonra artık "Yalnız Yolcunun" başucundaki gölge büyür ve Nietzsche'nin kulağına garip sözler "ve bazen de intihar düşünceleri" fısıldar. Başka türlü ne yapabilirdi ki? Yönelimini kendisi serbest bir seçim sonrasında kabul etmemiş, sanki onun yazgısıymış gibi kendisine zorla kabul ettirilmişti. Önseziler ve seçilmiş olmanın korkusu çoğalır. ‘Niçin ben? Böylesi bir mesajın ağır yükünü taşımak için niye ben seçildim’"
"Bana neler oluyor? Ben bile kendimi anlayamıyordum, ama beni yöneten şey sanki bana emir veriyor. Yaşamımız uzunca bir süre bir bilmecedir. Olayların seçimi, müdahaleler, ani arzular, bizim için en güzel olan şeyden aniden uzaklaşma, en çok saygı duyduğumuz şeyden uzaklaşma: Tüm bunlar keyfi bir iradenin fışkırması gibi bizi ilgilendirir. Belki de yaşamımın uzun cümlesi ‘kendi kendime sormuşumdur’ tersine doğru okunmak istiyordu! Bir zamanlar yalnızca doğru yönde okuduğumda sözcüklerin kesinlikle bir anlamı yoktu."
‘Tersine Doğru’ ifadesinin altını çizmek gerekir. Çünkü bu ifade, anormal bir şekilde hızlanan zamanın yarattığı izlenimi tarif ediyor. Bununla birlikte bazen Nietzsche kendini toparlıyordu: Başka bir çıkış yolunun mümkün olabileceğini duyumsar. Kötü düşünceleri aklından atmaya çalışır. Uzun deniz gezisinin onu fırtınadan kurtarıp limana götürmesini, eski arkadaşlarının kurdukları masada onun yerini almasını beklediklerini hayal eder. "Evet koşu işte böyle başlar." der bir gün Lou Salomé. "Bu koşu nereye kadar devam eder? Yol bittikten sonra nereye koşulur? Tüm çareler tükendikten sora ne olacaktır? İmana dönmek gerekmez mi? Belki de Katolik inancına?"
Nietzsche'nin Katolik mezhebi hakkında yaptığı imayı dikkate almak gerekir. Nietzsche Katolik inancında, çocukluğunda onu sıkan ağırlık düşüncesini ve aşırı derecede can sıkan bir ortam görmez. Çocukluğunda yazgıcılık dogmasının kara gölgesi altında ezilmişti. Nietzsche için, kortej ve törenlerle coşan, zoraki bir inancı değil de yaşama sevincine kaynak olan bir inancı benimseyen mutlu bir topluluğun mezhebini benimsemesi daha kolaydı. Fakat bu değişimin ve uzlaşmanın olasılığı gelgeç bir istek olmaktan ileriye gitmez. Nietzsche'ye üstlendiği görevde dürüstlük en ön plandadır. Nietzsche'ye göre dürüstlük bozulmamış kalan tek erdemdir.
Lou Salomé Şöyle yazmıştır:
"Yeni ve farklı düşünceler, karşıt saptama ve içgüdüler durmadan ortaya çıkıyorlar ise bunun nedeni onların korkunç bir koruyucunun kalkanı altında olduklarındandır. Yeni bir düşüncenin yolunu her zaman delilik düzleştirir. Bir adım daha atalım... Herhangi bir ahlakın tutsak edici zincirinden kurtulmaya karşı konulamaz bir güçle zorlanan ve yeni kanunlar ilan eden bu üstün insanlar için yapabilecek başka bir şey yoktu... Eski medeniyetin en seçkin insanlarının neredeyse hepsi bu can sıkıcı soruyu kendi kendilerine sormuşlardır. Tüm zamanların en verimli insanlarının olasılıkla yok oldukları en acı ve en gereksiz ahlak korkularının cehennemine kim cesaret edip de bir göz atabilecek? Yalnızların ve terk edilenlerin iç çekişlerini dinlemeye kim cesaret edebilecek? Ne yazık! Öyleyse bırakın deli olayım, deli olayım ki sonunda kendime inanabileyim! bana sarsıntılar ve coşkunluklar verin, aydınlık ve karanlık yeraltı saatleri verin, hiçbir ölünün duyumsamadığı büyüklükte bir korku verin! Ben kanunu yadsıdım, ben cehennemliklerin arasındaki bir cehennemliğim."
Aslında, Zerdüşt'ün iki mesajının arasındaki çelişkiler çok büyüktüler: ‘Üstinsan’a doğru yürüme ve ‘Sonsuz Dönüş’, insanın Tanrısallaştırılması ve nedenler ve sonuçlar içinde hapis olması, varlığını ve olması gereken arasında bir eşitlik sağlamak için sarf ettiği çaba anlamında mutlak bir özerklik savı, reddedilemez bir yazgının kabulü ile sınırlandırılan bir hürriyet. Dönüş, Nietzsche'nin umut verici tanlara doğru olan tüm girişimlerini iptal eder. Onu, hiçbir tasanın bulunmadığı Mutlu Adalar'dan uzaklaştırır. Bundan böyle tek bir maske taşınabilir: Dionysos'un maskesi ya da kendi çelişkileri tarafından yırtılan bir maske. Antik çağlardaki trajedi oyuncularının taktıkları bu maske Nietzsche'nin maskesi haline gelecektir... Nietzsche on iki yıl boyunca büyük beyaz bir kefene sarılı kalacaktır. On yıl erken doğan dramın son sahnesinin üzerine perde iner. Bu dramı korku ve sempatiyle izleyen bizler için tamamlanması gereken bir görev kalır: Eski saplantılardan kurtulup, insandan geçen ve bugün hâlâ gereksiz bir bilinçliliğe kendisini adamış olan yolu bulmalıyız ve belki de bizi oluşumun diğer tarafına götürecek olan çıkış yolunu keşfetmeliyiz. Burada ‘Büyük Midinin Işığı’ üzerimizde parlayabilecektir.
******************************************
Şairlere Dair (Böyle Buyurdu Zerdüşt'den)
Zerdüşt havarilerinden birine şöyle diyordu: "Bedeni daha
iyi tanıyalı beri ruhun bence ehemmiyeti kalmadı. Ve ''ebedi''
denen her şey bir sembolden ibaret."
Havari cevap verdi: "Evvelce de böyle bir şey söylemiştin.
Fakat şairler çok yalan söylerler diye ilave etmiştin. Bunu
neden demiştin."
Zerdüşt, "neden diye soruyorsun" dedi. "Ben o adamlardanım ki onlara neden diye sual sorulmaz. Ben bunları henüz dün mü yaşadım. Fikirlerimin sebeplerini yaşayalı beri hayli zaman geçti. Eğer sebeplerimi de yanımda taşımam gerekseydi benim bir hafıza ambarı olmam lazım değil miydi? Fikirlerimi kendim için saklamam bile bana fazla geliyor.
Ve nice kuşlar uçup gidiyorlar. Bazen güvercinliğime yabancı ve elimle dokunduğum zaman titreyen bir kuşun sığındığını görürüm.Fakat Zerdüşt sana bir zaman ne diyordu? Şairlerin çok yalan söylediğini mi? Fakat Zerdüşt de bir şairdir. Onun bu işte hakikati söylediğine inanıyor musun? Neden inanıyorsun?"Havari cevap verdi: "Ben Zerdüşt''e inanırım."
Zerdüşt başını salladı ve gülümsedi.
"İnanman, hele bana inanman, beni mesut etmez.Fakat, birisi ciddiyetle, şairler çok yalan söylerler diyorsa haklıdır. Biz çok yalan söyleriz.Biz pek az şey biliriz. Ve güç öğreniriz. Onun için yalan söylemeye mecburuz.Biz şairlerden, şarabını tağşiş etmeyen kim var?Kilerimizde nice zehirli karıştırmalar yaptık. Tarif edilmez nice işler yaptık.Çok az şey bildiğimiz için ruhça züğürt olanlar hoşumuza gider.
Hele kadınlar!
Hatta ihtiyar kadınların akşamları anlattıkları masallara bile hasret duyarız. Ve kendimizce buna "ebedi karanlık" deriz.Sanki hususi ve mahrem bir kapı varmış da öğrenmek isteyenlere oradan bilgi dağıtılıyormuş gibi, halka ve onun vecizelerine inanırız.
Çayırda veya münzevi tepelerde yatıp kulaklarını diken herkesin gökle yer arasındaki şeylerin bazılarına agah olabileceğine bütün şairler inanır.Ve şairler kendilerine nermin heyecanlar gelince bizzat tabiatın kendilerine aşık olduğunu ve tabiatın kulaklarına gizlice okşayıcı sözler fısıldadığını duyarlar ve faniler önünde bununla göğüs kabartırlar.
Ah yerle gök arasında o kadar çok şey var ki bunları ancak şairler tahayyül edebilir. Hele tanrı hakkında. Çünkü bütün ilahlar şair sembolleri ve şair uydurmalarıdır.Gerçekten, daima göklere yeni bulutların alemine yükseliriz bu bulutların üstüne alaca körüklerimizi kurarız. Ve sonra onlara tanrılar ve üst insanlar deriz.Onlar ancak bu iskemlelere oturabilecek kadar yufkadırlar. Bütün o şairler ve üst insanlar!
Ah, olağanüstü bir şeymiş gibi görünmek isteyen bütün bu acizlerden ne bıkkınım! Ah bütün şairlerde ne bezginim."Zerdüşt böyle deyince çömezi ona kızdı. Fakat sustu. Zerdüşt de sustu. Ve gözleri sanki çok uzaklara bakıyormuş gibi içine yöneldi. Nihayet içini çekti ve nefes aldı. Ve şöyle dedi:"Ben bugünün ve dünün eseriyim. Fakat içimde bir şey var ki,yarının, yarından sonranın ve daha uzak bir istikbalindir. Ben eski ve yeni şairlerden bezginim. Bence hepsi sathidirler. Ve sığ sulardır. Derinlere dalamamışlardır. Onun için duyguları dibe nüfuz edememiştir.Biraz şehvet biraz can sıkıntısı. Onların en çok düşündüğü bu idi.Onların saz tıngırtıları bir hayaletin hışırtılarıdır. Seslerin içliliğinden ne anlıyorlardı?
Onlar temiz de değillerdi. Derin görünsün diye bütün sularını bulandırmışlardır. Ve böylelikle barıştırıcı görünmek istediler.Fakat bence aracı, karıştırıcıdırlar. Yarım ve pistirler.Ah, ben ağımı onların denizlerine daldırdım ve balık avlamak istedim. Fakat daima eski bir tanrının başını çektim.Böylece deniz ancak bir taş vermiş oldu. Bizzat onlar da denizden gelmiş olabilirler.Tabii içlerinde inci vardır. Fakat kabuklu hayvanlara o nispette benzerler.
Ve kendilerinde ruh yerine ekseriya tuzlu bir sümük buldum.Onlar denizden gurur da öğrenmişlerdir. Deniz tavus kuşlarının en güzeli değil mi? Tavus en çirkin bir manda karşısında bile kuyruğunu açar gümüşten ve ipekten kanatlarından hiç bıkkınlık göstermez.
Manda hayretle bunu seyreder. Ruhunda kuma yakın, sazlıklara daha yakın, batağa en yakın olarak.Mandaya güzellikten, denizden ve tavus süsünden ne? Şairlere bu sembolü söylerim.Gerçekten, onların ruhları tavusların tavusudur ve bir kibir denizidir.Şairin ruhu seyirci ister. İsterse seyirci manda olsun.Fakat ben, bu ruh dan bezdim. Ve görüyorum ki o da kendinden bezecek.Ben şairleri değişmiş ve bakışları kendilerine yönelmiş görüyorum.Ruh tövbekarlığının geldiğini görüyorum. Bunlar onlardan meydana gelmiştir.Zerdüşt böyle dedi.
Friedrich Nietzsche
***********************************************
Zerdüşt'ten
ölüm öğütleyenler vardır. dünya , hayattan çekilmelerini önerdiğimiz böyleleriyle doludur.
işte böyle gereksiz insanlarla doludur dünya.bu fazlalar yüzünden hayat bozulmuştur.bunları "sonsun hayat" sözleriyle kandırıp
bu dünyadan ayırmak gerek.
ölüm öğütleyenlere sarı veya kara diyorlar.fakat ben onları size başka renklerde de göstermek istiyorum.
işte içlerinde vahşi hayvan taşıyan , keyfetmek ve kendini yemekten başka bir şey yapamayan korkunçlar.onların keyifleri de bir kendini yenmedir.
bu korkunçlar daha insan bile olamamışlardır.varsın ölüm vaat etsinler ve kendileri de göçsünler.
işte ruhu veremliler:daha doğmadan , ölmeye başlarlar ve yorgunluktan bir tarafa çekilip kendi kendine özlem çekerler.onlar
ölmeyi istiolar.bizim de onların bu arzusunu onaylamamız gerekir.bu ölüleri diriltmekten ve bu canlı tabutları zedelemekten
sakınalım.
karşılarına bir hasta bir ihtiyar bir cenaze çıksa hemen "hayat boştur" derler.fakat kendileri ve varlığın yalnız bir
yüzünü gören gözleri boştur.
yoğun bir kedere bürünmüş ve ölüm getirecek küçük rastlantılara inanıp böyle beklerler ve dişlerini gıcırdatırlar.
veyahut şekerlemelerine uzanırlar ve çocuklarıyla alay ederler: bir saman çöpüne asılı durmakla alay ederler.onların hikmeti
şudur:"yaşamak isteyen delidir.işte biz bu kadar deliyiz ve hayatta en büyük delilik budur."
"hayat yalnız acıdır."bazıları böyle derler ve bu yalan değildir.
öyleyse bu hayatın bitmesine çalışın.öyleyse yalnız acı olan bu hayatın bitmesine çalışın.
erdemleri onların şu öğüdü vermelidir:"sen kendini öldürmelisin.sen kendini bu hayattan çekmelisin."
ölüm öğütleyenlerden bazıları,"şehvet günahtır"derler."bırakın kenara çekilelim ve çocuk yapmayalım."
bazıları da:"doğurmak güçtür," der. ve niye doğurmalı? " bütün doğanlar mutsuz oluyolar" bunlar da ölüm öğütçüleridir.
yine bir kısımları "acımak gerek. neyim varsa alın. ben ne isem alın ki hayata daha az bağlanayım" der.
fakat tam merhametli olsalardı en yakınlarını hayattan bıktırırlardı.kötü olmak , onların gerçek iyilikleri olurdu.
fakat bunlar hayattan çekilmek isterler.başkalarını zincirleri ve armağanlarıyla hayata daha sıkı bağlanmaktan ne bekliyolar?
hayatları vahşi bir çalışma ve huzursuzlukan ibaret olanlar, sizler, hayattan pek yorgun değil misiniz?ölüm öğütçüleri
için pek olgun değil misiniz?
vahşi çalışmayı aceleyi yeniyi yabancıyı seven sizler kendinizden memnun değilsiniz.çalışmanız kendinizi unutmak için arzu ve bir kaçmadır.
hayata daha fazla inansaydınız,kendini "an"a bu kadar kaptırmazdınız.fakat beklemek için , hatta tembellik etmek için bile
yeteri kadar isteğiniz yok.
her yerde ölüm öğütleyenlerin sesi çınlıyor ve dünya,kendilerine ölüm öğütlenmesi gereken böyle insanlarla doludur.
ya sonsuz hayat? bence onlar için uygun , yeter ki tez göçsünler..
zerdüştten..
*********************************
TANRI
"Tanrının ölümünü, büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştürmezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız."
Kendine "tehlikeli belki'nin filozofu" diyen Nietzsche'nin yazıları arasında masalsı bir parça vardır, DELİ:
O deliyi duymadınız mı: Tanla kalkan, fener yakıp pazar yerine koşan, durmadan bağıran: "Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!" Tanrıya inanmayan bir nice kimse vardır o sıra, bir gülüşmedir kopar. Biri: "Ne, yitirmiş mi?" der. "Çocuk gibi yolunu mu yitirmiş?" der bir başkası. "Yoksa saklanıyor mu bizden? Yolculuğa mı çıkmış? Göçmüş mü yoksa?" Bu düzen üzre bağrışırlar, gülüşürler. Deli ortalarına dalar, onları bakışlarıyla deler.
"Nerde mi Tanrı?" diye bağırır. "Söyleyeyim: ÖLDÜRDÜK ONU, sen, ben. Hepimiz onun katilleriyiz. Peki bunu nasıl yaptık? Nasıl yutabildik denizi? Bütün çevreni silmek için süngeri kim verdi bize? Yeryuvarlağını güneşten boşlamakla ne yapmış olduk? Şimdi nereye gidiyor? Biz nereye gidiyoruz şimdi? Bütün güneşlerden uzaklaşmıyor muyuz? Dalmıyor muyuz boyuna: Geriye doğru, yana, ileriye doğru, bütün yönlere? Aşağı diye, yukarı diye bir şey kaldı mı? Sonsuz bir yokluk içindeymiş gibi yoldan sapmıyor muyuz? Soluğunu duymuyor muyuz boş uzayın? Daha da soğumuş değil mi? Gece üstüne gece değil mi yaklaşan? Sabahları fener yakmamız gerekmez mi? Tanrıyı gömen mezarcıların gürültüsünü hiç mi duymuyoruz? Tanrının çürümesinden yayılan kokuyu burnumuz almıyor mu hiç? Tanrılar dahi çürürler. Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldürdük. Şimdi biz, katiller katili, nasıl avutalım kendimizi? Acunun şimdiye dek edindikleri arasında en kutlu, en güçlü olanı can verdi bıçaklarımız altında. Kim silecek bu kanı üstümüzden? Su var mı arıtacak bizi? Nice yazık-silme yortuları, nice kutsal oyunlar bulmamız gerek bunun için? Bu işin büyüklüğü, bize göre pek büyük değil mi? Buna yalnız değerli görünmek için bile Tanrı olmamız gerekmez mi bizim? Bundan büyük iş başarılmamıştır; her kim bizden sonra doğarsa -bu iş yordamıyla- şimdiye kadar ki bütün tarihten daha yüksek bir tarihin parçası olacaktır.
Deli burada susar, kendisini dinleyenlere bakar; onlar da susarlar, şaşkınlık içinde ona bakarlar. Derken fenerini yere çalar, fener kırılır, söner. "Çok erken geldim" der sonra. "Benim vaktim daha gelmedi: Yolda şimdilik bu devce olay, yürüyor daha, daha erişmedi kulaklarına kişioğullarının. Şimşek, yıldırım zaman ister, zaman ister işler yapıldıktan sonra bile, görülmeden işitilmeden önce. En uzak yıldızlardan daha uzak onlara bu iş şimdilik. OYSA BUNU KENDİLERİ YAPTILAR."
Yine derler ki, o gün deli, birçok kiliseye girer, TANRIYA SONRASIZ AĞIT'ını okur. Dışarı çıkarılıp sorguya çekildikte hep şöyle karşılık verdiği söylenir: "Tanrının mezarlarından, türbelerinden başka nedir ki bu kiliseler?"
Nietzsche'ye göre durum budur; Tanrı insanın içinde ölmüştür, insan kendi eliyle öldürmüştür onu; Tanrının ölümüyle açılan boşluğa yuvarlanmakta; en büyük tehlikeyle, yok olmakla karşı karşıya; fakat bu en büyük tehlike, onun en büyük olanağıdır, insan ne yapıp yapıp bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini altederek, doldurmalıdır, ancak böyle değer kazanacaktır Tanrıyı öldürmesi
Tanrı ve Nietzsche: iki uç kavram.
(...)İsa'nın öldürülmesi, Hıristiyanlarca bir kötülük olarak görülmüştür.
Bugüne kadar işlenmiş günahların en büyüğüdür.
Hatta bu günah sınırsız bir özelliğe sahipti. Katiller yalnızca dramın aktörleri değillerdir: Günah tüm insanlara aittir. Bir insan kötülük yaptığı sürece (her insan kendi payına bu kötülüğü yapmak zorundadır), İsa'yı çarmıha gerer.
Pilatus'un cellatları İsa'yı çarmıha germişlerdi, ama onların çarmıha gerdiği Tanrı kurban edilerek öldürülmüştü: Kurban eden, Adem'den beri günahkârların sınırsızca işledikleri Cürüm'dü. İnsan yaşamının iğrenç bir biçimde gizlediği şey (kirli ve imkânsız olarak taşıdığı her şey, pis kokusu içine yoğunlaşmış kötülük), iyiliği o kadar eksiksiz bir biçimde bozmuştur ki buna yaklaşan hiçbir şey hayal edilemez.
İsa'nın öldürülmesi, Tanrı'nın varlığına saldırır.
Olayların gelişimi öyle bir hal almıştır ki, sanki, yaratıklar yaratıcılarıyla ancak bütünlüğü parçalayan bir yara aracılığıyla iletişime girebilirlermiş gibi görünmektedir.
Yara, Tanrı tarafından istenmiş, arzulanmıştır.
Tanrı da bu yarayı açan insanlardan daha az suçlu değildir.
Diğer yandan -bu da daha az ilginç değildir- bu suçluluk, her suçlu varlığın bütünlüğünü parçalayan yaradır.
Bu şekilde, insanların suçluluğu ile yaralanmış Tanrı ve Tanrı karşısındaki suçluluklarının yaraladığı insanlar, kendi sonları gibi görünen birliğe acı çekerek ulaşırlar.
Eğer karşılıklı olarak bütünlüklerini korumuş olsalardı, eğer insanlar günah işlememiş olsalardı, bir taraftan Tanrı, diğer taraftan insanlar yalnız kalmakta direnirlerdi. Yaratıcı ile yaratılanların birlikte kanlarını akıttıkları, birbirlerini parçaladıkları ve her taraftan -utancın sınır noktasında- işin içine dahil edildikleri bir ölüm gecesi birliktelikleri için zorunlu olmuştur(...)
TANRI'NIN ÖLÜMÜ
--------------------------------------------------------------------------------
Trajediyi başlatan ‘Zerdüşt’ şiiri olmuştur. Tüm doğu edebiyatının en güzel şiirlerinden birisi olan bu şiir, aynı zamanda bize Nietzsche'nin evriminin kilidini sunan şiirdir. Berrak ve canlandırıcı bir havanın olduğu Sylvapna'nın karlı doruklarının yakınlarında, masasını kurduğu bu yaylanın üzerinde, Nietzsche geçmişini ve geleceğini kucaklıyordu. Basel'de, -çalışmalarını ve derslerini Sokrates öncesi felsefecilerine adadığı zaman- yavaş yavaş bilincinde çizdiği projeyi şimdi gerçekleştiriyordu.
Nietzsche için tarih, cansız ve geride kalmış olayları boş yere seyretmek, derin bir bilginin basit bir araştırması değildir. Tarih, bütün bir geçmişin ve bugüne bir anlam kazandırabilecek tek unsur olan geleceğin, duyarlılığın en derin yerine yerleştirilmesidir.
Nietzsche işte bu kavramını doğrulamaya çalışacaktı.
"Bu ağaç tek başına duruyor şu dağ başında; insan ve hayvan üzre yükselmiş.
Ve konuşmak istese, kendisini anlayacak kimse bulunmaz; öylesine yükselmiş.
İşte bekler de bekler, -nedir beklediği? Bulutlar otağına pek yakın barındırdığı yer: Yoksa ilk şimşeği mi bekler?"
Zerdüşt'ün kehanetleri, daha doğrusu, hürriyetlerini kazanmak istemeyenler için saklı olan bir geleceğin önceden görünmesi, parabol ve semboller şeklinde "Ahlakın Soykütüğü Üstüne" ve Nietzsche'nin diğer yapıtlarında ortaya çıkar.
Peter Gast'a Sils-Maria'dan yolladığı bir mektuptan öğrendiğime göre Nietzsche, ‘Zerdüşt’ün ikinci bölümünü bitirir bitirmez, bilmecelerle dolu bir kitap yazmayı düşünüyordu: -Çünkü maskeli peygamber, bilmecelerle konuşuyordu. -‘Evrimin Masumiyeti.’
Oysa, kendi benliklerini bulabilmek için, kendisinden uzaklaşmalarını istediği bu garip yandaşlardan ilk kez uzaklaştığında, Zerdüşt onlarla gizemlere bürünmeden konuşur:
"Ve dostlarım olacaksınız bir daha, ve bir tek umudun çocukları: O zaman büyük öğleyi sizinle kutlamak için, üçüncü bir kez olacağım aranızda. Şudur büyük öğle: İnsan, hayvanla Üstinsan arasındaki yolun ortasındadır ve akşam yolunu en büyük umut olarak kutlamaktadır: Çünkü bu yeni bir sabah yoludur. O zaman kutsar kendini batan kişi, karşıya ve öteye geçen kişi, karşıya ve öteye geçen olduğu için; ve bilgisinin güneşi tam tepesinde durur.
‘Öldü bütün Tanrılar. Üstinsanın yaşamasını istiyoruz artık.’ -O büyük öğlede son arzumuz bu ola."
Uzun yolculuklara mahkûm edilen Gezgin, uzun aylar boyunca dolaşıp şimdi yaşama geri döndükten sonra, aslında bu yolculuğun, insanlığın büyük bir olayın bilincine varacağı zaman meydan okuması gerektiği bir macera olduğunu anlıyordu. Bu olayı henüz insanlar işitmemişlerdir. İnsanları eğitmek için dağından ilk kez inen Zerdüşt, ormanda bir ermiş ile karşılaşır. Bu ermiş mutlu yalnızlığını şarkılar besteleyerek ve Tanrı'yı oynayarak meşgul ediyordur. Zerdüşt şaşırmıştır: "Nasıl olur! Bu yaşlı ermiş, Tanrı'nın öldüğünü daha işitmemiş ormanında."
Nietzsche'yi, inançtan uzaklaştıran ve bilginin baş döndürücü ama aynı zamanda tehlikelerle dolu maceralarına sürükleyen nedenler hakkında birçok kez sorular sorulmuştur. Bu açıdan bakılacak olunursa, Nietzsche ve André Gide arasında çok az bir benzerlik vardır. Çünkü Nietzsche omuzlarında Protestanlığın ağır yükünü, "Dünya Nimetleri"ni yazan yazar kadar duyumsamıştır. Renan düşünülüyordu, ama Renan da kuşkuluydu... Nietzsche Hıristiyanlıktan, uzun tartışmalar ve derin bir diyalektik sonucunda kurnazlaşmış bilgeler sayesinde kopmuştur. Nietzsche'deki kopukluk zamansız ve çabuk olmuştur. Gerçeği söylemek gerekirse, yanılmamıştır. Onlar için olduğu gibi, Nietzsche içinde kötülük, çözülmesi gereken soyut bir problem değildir. Kötülük galip gelinmesi gereken bir çatışmadır. Üstelik, Hıristiyanların görüş açısına göre kötülük, dinsizlikten daha büyük bir suçtu. Kuşkusuz Nietzsche, düşman bir dünyada, kendisi gibi, terk edilenleri, öncüleri olarak görüyordu. Özellikle Pascal onun için büyük bir önem taşır. Pascal, Nietzsche'nin yardımına başvurmaktan hoşlandığı kafalı adamlardan birisidir:
"Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe hakkında konuştuğum zaman, onların kanlarının benim damarlarımda aktığını biliyorum."
Ama yine de Nietzsche, Pascal'dan çok Yunanlıların yanında yer alır. Onlar gibi Nietzsche'de tinsel kötülükten çok fiziki kötülüğe daha fazla duyarlıdır. Ona göre tinsel kötülüklere, günâha önem veren insanlar, kendilerine ait olmayan bir sorumluluk yüklenirler. Kabullendikleri suçluluk kompleksi onların yaşamında bir engel oluşturur ve kişinin kendi yaşantısını kontrol etmesini önler.
Sanatçı Tanrı kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar: Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasına önerir. Hıristiyan Tanrı ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. Ona göre iyi olan, güzel olan ile birleşemez, çünkü güzelin içinde sakınılması gereken bir günâh eğilimi mevcuttur. Kant'ın dediği "olmalısın" koşulsuz zorunluluğun formülüdür. Bu koşulsuz zorunluluk insanı köleleştirir:
"Koşulsuz zorunluluk askeri komuta alanına girer. Emredildiğinde ve bu emre tamamen boyun eğildiğinde güvenliğin ve düzenin sağlandığında inanan prensler bunu insanlara körü körüne öğretirler."
Kant'dan önce ve Kant'dan sonra da her şey şu problemin etrafında dönüp durur: İnsanı nasıl özgürlüğüne kavuşturmalı? Onu köleliğinden nasıl kurtarmalı?
...Nietzsche şöyle yazar,
"Tanrı olgusunu çürütmek, aslında yalnızca soyut Tanrı'yı çürütmektir."
Şimdi, Nietzsche'nin böylesi korkunç bir mesaja nasıl geldiğini daha yakından görelim.
"Ahlakın Soykütüğü Üstüne" adlı yapıtının önsözünde bulunan değerli bir metin, bizi düşüncelerinin çıkış noktası hakkında aydınlatır:
"Bana özgü ve itiraf etmeyi sevmediğim bir utanma sayesinde -çünkü utanma, ahlak ile, bugüne kadar ahlak adı altında yücelttiğimiz olgular ile ilgilidir- beklenmedik bir zamanda ve ani bir şekilde karşı konulamaz bir güç ile ortaya çıkıveren, gençliğime ve çevreme tamamen zıt olan utanmam sayesinde şu soru önünde kuşkularım ve merakım duruveriyor: İyi ve Kötü hakkındaki düşüncelerimizi kesin olarak nasıl tanımlayabiliriz? -Gerçekte henüz on üç yaşında bir çocuktum ve kötülüğün kaynağı kafamı kurcalayıp duruyordu: Ben o yaşta ilk felsefik yazı denememi bu soruna adadım. (Aslında bu onun ilk otobiyografisidir.) Tüm düşüncelerimden sonra vardığım inanç: Tanrı kötülüğün babasıdır."
Ama nasıl olur da Tanrı kötülüğün babası olabilirdi? İyi ile kötünün ötesinde olan bir Tanrı için kullandığımız "iyi ve kötü" terimlerinin hiçbir mantıklı anlamı yoktu. Genç öğrencinin aklı garip düşüncelerle doluydu ve yalnız düşünceleriyle baş başa kalabilmek için arkadaşlarından uzaklaşmıştı: "Belki de cüzi irade, yazgının en büyük gücünden başka bir şey değildir... Aynı şekilde, iyi de, kötünün en etkili asıl evrimidir." diye düşünüyordu."
Böylece Luther'e, insanın üzerine yüklediği karanlık alınyazısı dogması ve işlememek hakkını elinde bulundurmadığı hataların yükü altında belini büktüğü için gittikçe daha fazla kızıyordu.
Yunan iyimserliği hakkındaki yaygın olan tezlerin bir düzmece olduğunu ileri sürecektir. İlk felsefecilerin dehası acı çekmekten gelişmemiştir. Onlar dünyanın onlara sunduğu gösterinin önünde kuşkularını yenmişler ve kendilerine özgü düzensizliklerinin içinden bir uyum çıkarmayı başarmışlardır.
Adaletin kendisi iki karşıt gücün ortasında bulunan geçici bir dengedir. Dürer'in resimlerinde bu filozoflar da boy göstereceklerdir... Onlar acı ve ölüme karşı mücadele göstereceklerdir... Onlar acı ve ölüme karşı mücadele vermişler ve karşılığında sağlık ve mutluluğu haketmişlerdir. Şayet, Nietzsche'nin ilk denemelerini, Yunan trajedisi döneminde oluşturduğu ‘Felsefe’ adlı denemesinin notlarını okuyacak olursak, onun duraksamalarını görebiliriz. Herakleitos onun hoşuna gider, ama Nietzsche yine de ‘Bir’in ve ‘Çok’un planlarına sahip olan Amaximandros'a daha yakın durur. Anaximandros'un sorduğu soru, Nietzsche'nin kafasını kurcalayıp duran sorunun aynısıdır:
"Oluşumun ve neslin bu durmak bilmez çalışmalarının kaynağı nedir? Doğanın yüzündeki bu acılı kasılmanın kaynağı nedir? Yaşayanların var oldukları tüm çevrelerden gelen ve tıpkı cenaze törenlerindeki inlemeleri anımsatan bu sonsuz iniltiler nereden geliyorlar?"
Anaximandros'dan daha emin olan Herakleitos, kötülük problemini çözümler. Çünkü içinde yaşadığımız evren yalnızca olayları tek yönden gören ve kavrayan dar kafalı olan insanlar için hatalarla, haksızlıklarla ve uyuşmazlıklarla doludur. Eğer Herakleitos'a şu son soruyu, "Ateşi suya, suyu toprağa, ters devir başlayana dek çeviren bu sınırsız geçişin nedeni nedir?" diye soracak olsaydık özenli filozofun yanıtı şu olurdu:
"Bu bir oyundur, trajik bir olay olduğunu sanmayın ve özellikle bunu ahlaki bir sorun haline getirmeyin."
Kendinizi alıştırdığımız bu basit yanıt eğer Schopenhauer'in hâlâ güçlü olan etkisi olmasaydı, Nietzsche tarafından dikkate alınmayacaktı. Nietzsche o dönemde en çok sevdiği filozofun düşüncesini anımsar:
"Bir insanın insan olduğunu söyleyebilmek için, bu insanın aslında var olmaması gereken ama sayısız acı ve ölüm yüzünden var oluşunun cezasını çekmekte olan bir insan olduğunu söylemek gerekir. Böylece bir varlıktan ne beklenebilir? -Biz hepimiz ölüme mahkûm edilmiş günâhkârlar değil miyiz?- Önce yaşayarak, daha sonra da ölerek cezamızı çekiyoruz. Bu, dünyaya gelmemizin gerçeğidir."
Nietzsche bir dram yazmayı düşünüyordu: ‘Empedokles.’ Nietzsche bu yapıtın konusu için en çok sevdiği şair olan Hölderlin'den esinlenmişti. Hölderlin'in dramında olduğu gibi Nietzsche'nin dramında da ‘Empedokles’, var oluşun içinde bulunan çokluktan acı çekiyordu. Ama bununla birlikte, Hölderlin'in kahramanı, varlığının sonsuzlukta yok oluşunun tadını çıkarırken, Nietzsche'nin kahramanı ise ölümü hak ettiği bir ceza olarak görür. Vebanın kurbanı olan bir halkın dramını paylaşan ve bu dramdan dualar okuyarak kurtulmayı deneyen kahraman, sonunda kendisini Etna'ya atarak dünyaya gelme suçunun bedelini öder. Corinne ise sevdiğini izler ve o da kendisini Etna'ya atar. Böylece her ikisi de bu dünyaya gelen herkesi öldüren çarkın kurbanları olurlar.
Nietzsche'nin 1872 yılında önem verdiği düşüncelerin hangileri olduklarının öğrenmek isterse, ‘Zerdüşt’e bakmamız gerekir. İşte en önemli kısımlar:
"Dünya bana bir Tanrı'nın buluşu ve rüyasıymış gibi görünüyor. Dünya canı sıkılmış bir Tanrı'nın gözleri önündeki boyalı buharlara benziyor. İyi ve Kötü, mutluluk ve acı, ve sen, ve ben, benim için bir yaratıcının gözlerinin önündeki boyalı buharlardır. Yaratıcı gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı. Acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yere çevirebilmek baş döndürücü bir mutluluktur."
Nietzsche, 1876 yılında Wagner'den uzaklaştığından gösteriler dünyasının arkasında kendi kendisiyle aynı kalan değişmez bir varlığın yaşadığı bir art dünya olduğundan kuşkulanıyordur. Ölümün sınırında yol alan ve neredeyse kör olan bu duyarlı hastada aniden yükselen bir yaşam coşkusu bu boş hayaletleri onun bilincinden kovar. Kendisine yalnızca mücadele etmeyi ve acı çekmeyi reddeden insanların sığındığı bir dünya gibi gözüken bu art dünyadan kendisini kurtarır:
"Ah kardeşlerim, yarattığım bu Tanrı, insan yapıtı, insan çılgınlığıydı, bütün Tanrılar gibi!"
Nietzsche'yi, Schopenhauer'e çeken neden, bu yazarın "irade ile akıllılık" arasında gerekli olan ayrımı cesur bir şekilde yapmasıydı. Bunu yaparak, varlığın içinde yatan akıldışılığı ortaya çıkmıştı. Kantizm'in içinden, Kant'ın gördüğü ama önünde geri adım attığı sonuçları çıkarmıştı. Schopenhauer iradeye öncelik tanır, akıllılığı ilse fazladan eklemişti. İnsan ruhu akıllılıkla doludur, sevinci, acıyı ve arzuyu anlık olarak ve birbirlerinden ayrı olarak algılayamayız.
Nietzsche o aşamadan sonra ruhtan söz etti. Çünkü ruh da o art dünyaya ait olan boş bir hayaletti. Artık değerini yitirmiş bedenden söz edecekti. Duyarlılık ve akıllılık birbirlerine karışmış gibi görünecekti ona. Tıpkı birinin, ötekinin içinde erimiş olması gibi. Zaten Yunanlılar insan bedenine büyük önem vermemişler miydi? Beden eğitimini diyalektik ile aynı sıraya yerleştirmemişler miydi? Çünkü beden esnek olduğu zaman düşünce de çevik olurdu. ‘Ben’ ile ‘O’nun arasında, her ikisinin de birlikte gelişmelerini sağlayacak sürekli bir hareket belirecektir. Bir gün gelecek ve ‘O’ kendi kendisinin bilincini kazanıp, üstün bir beden yaratacaktı. İşte o zaman ‘Üstinsan’ çok yakında olacaktı. Böylece, Nietzsche yanıltıcı kavramlar olan ‘Bir’i ve ‘Varlık’ı sahte putlardan ayıracaktı ve görüntü dünyası, gerçek olan tek dünya olacaktı. Bu tüm gücümüzle sarılmamız gereken bir dünyayıydı. Thomas Mann da "geçici olanı" her şeyin üzerinde tuttuğu zaman Nietzsche'nin yandaşı haline gelmiştir. Fakat bu kurtuluşun gerçekleşebilmesi için art dünyayı ayakta tutan taşın ve insanın kendi eliyle yaşam verdiği Tanrı'nın yere atılması gerekiyordu. İnsanın kendisini yeniden kazanabilmesinin yolu açılması için, insanın yazgısıyla barışabilmesi için Tanrı'yı öldürmeliydi. ‘Tanrı'nın Ölümü, Sevinçli Bilim’de açıklanmıştır. Ama bu öylesine korkunç bir gerçekti ki, yalnızca cesur olan bir kişi tarafından kaleme alınabilirdi,
"Gündüz gözü fener yakıp sokaklarda durmadan: ‘Tanrı'yı arıyorum!’, ‘Tanrı’yı arıyorum!’ diye bağıran deliden sözedildiğini duydunuz mu? Ne çok Tanrı'ya inanmayan vardı. Onun bu feryatları gülüşmelere neden oldu. ‘Acaba bir çocuk gibi mi kayıp oldu?’ diye sordu birisi. ‘Saklanıyor mu?’, ‘Bizden mi korkuyor acaba?’, ‘Göçmen mi?’ Sokaktaki halk birbirine bu soruları bağırarak soruyor ve gülüşüyordu. Deli kalabalığın arasında karıştı ve kendisine gülen bu insanları şöyle bir süzdü. ‘Tanrı nereye gitti?’ diye bağırdı, ‘Bunu size söyleyeceğim!’ diye devam etti.
‘Biz onu öldürdük... Siz ve ben! Biz, biz hepimiz onun katilleriyiz! İyi de bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl boşaltabildik? Karayı denize bağlayan bu zinciri çözdüğümüzde ne yapmış olduk? Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesine duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu? Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!
Biz, katiller kendi aramızda birbirimizi nasıl teselli edebiliriz? Dünyanın bugüne kadar sahip olduğu en kutsal ve en güçlü şey kanlı bıçağımızın altında can verdi. Bizi bu kandan kim temizleyecek? Hangi su, bu kanı temizleyebilir? Bu suçun cezasını nasıl ödeyeceğiz? Hangi kutsal oyunu icat etmek zorunda kalacağız? Bu eylemin büyüklüğü bizim için fazla büyük. Yalnızca ona layıkmışız gibi görünmek için, bizim Tanrı olmamız gerekmez mi? Hiçbir zaman böylesine büyük bir eylem olmamıştır ve her ne olursa olsun, bizden sonra doğabilecek olanlar bu büyük eylem yüzünden şimdiye kadar hiçbir tarihin olmadığı kadar büyük olan bir tarihe ait olacaklardır!’"
Bu metin hakkında birçok kez konuşulmuştur, ama Nietzsche'nin her zaman bilmeceler ile konuştuğu unutulmuştur. Bize sunduğu gerçek kırık bir aynada yansıyordur. Bu söylevin hitap ettiği önce eğlenen, daha sonra ise şaşıran kişilerin tutumlarına bakalım. ‘Tanrı'nın Ölümü’nün dramatik görüntüsü ve başlarının üzerinde sallanan tehlikeler onların gözünden kaçmıştı.
Aslında bu insanlar çoktan beri ateizmi benimsemişlerdi. Üstelik kendilerini henüz etkilememiş olan bir olayın önemliliğini yadsıyorlardı. İnsan bu haberin bilincine vardığı zaman kendisini serbest olarak duyumsamayacaktır, tam tersine yükseklik korkusunun avı olacaktır. Onun için söz konusu olan bir devir teslim değildir. Zorlu, acımasız bir dünyada kendisinin sahip olduğu kapasiteyi aşan bir yapıt yaratmak zorunda kalacaktır. İşte her barınaktan kovulmuş, gerçek bir terk edilişe mahkûm olmuştur. Bu dünyada babasını kaybeden bir çocuk kadar yalnız, çaresizdir ve sorumluluklarının yükü altında ezilmektedir. Halbuki bu kurtarıcı cinayeti ertelemek onun elinde değildi.
Tanrı, yaşamın kendisini -kör edici bir ışığa karşı korumak için- gereksinim duyduğu yalanlardan birisidir. Tanrı dermansız gözlerin kalkanıdır. Ama risk daha fazla atlatılamaz:
"Günümüzde cereyan eden olayların en büyüğü Avrupa'da şimdiden kendisini duyumsamaya başladı. Şurası doğrudur ki, böylesi bir olayı kavrayabilmek için yeterli bir bilgiye sahip olanların sayısı azdır. Bu olay, insanlara bir güneşin bir daha doğmamak üzere batması, eski ve derin bir bilincin artık bir kuşkuya dönüşmesi gibi gelir...
İhtiyar dünyamız gün geçtikçe ister istemez daha karamsar, daha kuşkucu, daha yabancı ve daha eski bir görünüme bürünür. Bu büyük olayın ilk sonuçları tanımlanması güç olan yeni bir türün, ışığın, mutluluğun, rahatlamanın, sükûnetin, yüreklendirmenin ve gün doğuşunun habercisi olmuşlardır...
Böylece biz hür felsefeciler, ‘eski Tanrı'nın öldüğünü’ öğrendiğimizde, yeni bir gün doğuşunun ışığıyla aydınladığımızı duyumsuyoruz: Kalbimiz büyük bir minnetle dolup taşıyor.
İşte sonunda, çok belirgin olmasa da önümüzde açılan yeni ufuklara doğru yelken açıyoruz. Bu ufuklarda hür ve tehlikelerden uzak yolculuk edebileceğiz. Deniz bize kucak açıyor. Belki de şimdiye dek böylesi engin bir deniz hiç görülmemiştir."
Bu metin belki daha az dokunaklıdır, ama hiç kuşku yok ki daha fazla dikkat çekicidir. İnsan için en büyük kötülük, kendisini korkuya mahkûm etmesi ve suçluluk duygusu içinde yok olup gitmesi, görevine layık olmaması, kuşkular içinde başka sığınaklar aramasıdır. Aradığı yeni sığınaklar yeni putlardan başka bir şey değildir: Demokrasi ve devlet... İnsan için en büyük iyilik, cesur bir şekilde, tıpkı şövalye Dürer gibi yıkılmış düzenin her bir yerinden çıkan hayaletlere karşı meydan okuması olacaktır. Uçurumlarla dolu bir yolda yolculuk etmesi ya da geleceğin Kristof Kolomb'ları gibi pusulasız bir şekilde kapkara bir gökyüzünün altında, hiçbir kara parçası gözükmeyen bir denizin azgın dalgalarıyla boğuşması, onun için en büyük iyilik olacaktır. Bu belki de korkunç bir yarıştır, ama yüce bir yazgıya ve yeni bir başlangıca giden tek yoldur! Bilinçlenme sayesinde ne olduğumuzu anlarız ve bu kör edici ışık etrafımızdaki sisleri dağıtacak ve sahte putları yok edecektir. Yarı insan hayvanın uzun zamandan beri dolandığı labirentin çıkış yolunun önünde trajik bir cephe yükselecektir.
"İnsanın varoluşundan hiç kimse sorumlu değildir. İnsanın şu ya da bu şekilde olmasından, onun şu ya da bu koşullarda bulunmasından hiç kimse sorumlu değildir. İnsanı yolundan saptırıp belirsiz bir amaca doğru yönlendirmek saçmalıktır. Amaç düşüncesini bir uydurduk. Aslında amaç diye bir şey yoktur.
Tanrı düşüncesi şimdiye kadar varoluşa karşı olan en büyük itiraz olmuştur. Tanrı'yı yadsıyoruz, Tanrı'nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz."
‘Tanrı'nın Ölümü’, insanın henüz anlaşılmaz olan doğasını yenmek için kabul etmek zorunda olduğu korkunç ve acı verici bir önkoşuldu. Bu koşul olmaksızın insan evrimin içinde yer alamaz. Hepimiz onu yüceltmemiz gereken bir evrimin içinde bulunuyoruz. Bu evrimin içinde yer almamız bizi birbirimize karşı katılaştırıyor ve belki de acımasızlaştırıyor. Ama yine de biz bu evrimin bir parçasıyız. Merhametliliği ve dayanılmaz aklıbaşındalığı yüzünden bizim bu "Hıristiyan" Tanrı'yı mahkûm etmemiz gerekir. Şayet Tanrı var olmaya devam etseydi, insanlık öz güvenini nasıl kazanabilirdi? İnsanın Tanrılaşmasını yasaklayan bir Tanrı'nın varlığına nasıl dayanılabilirdi? Yeni insanın doğması için, insanın ölmesi gerekliydi:
"Benim için söz konusu olan, bir zamanlar Stendhal'in bir Dostoyevski olduğudur. En beklenmedik ilişki, bir kitapçıda yazarının adını bilmediğimiz bir kitabın sayfalarını çevirdiğimizde aniden beliren bir içgüdünün sizin bir akrabanızı bulduğunuzu haber vermesidir.
Bugüne kadar onun ünü ve geçmişi hakkında fazla bir şey bilmiyorum. 1881 yılında ölmüştür. Gençlik yaşlarında mutsuz olmuştur: Burjuva kökenli bir aileden olmasına karşın hastalık ve yoksulluk dolu günler geçirmiştir.
Yirmi yedi yaşında ölüme mahkûm edilmiş, idam sehpasının üzerindeyken, cezası affedilmiştir. Daha sonra Sibirya'da dört yıl kanlı katiller arasında prangaya mahkûm edilmiştir. Bu süreç onun dönüm noktası olmuştur...
Psikolojik önsezisinin gücünü keşfetmiştir. Duyarlılığı artmış ve bir derinlik kazanmıştır. O dönemin anılarını yazdığı ‘Ölüler Evi’ adlı kitabı, yazılan en insancıl kitaplardan birisidir. ‘Yeraltı Notları’ adlı kitabını yine geçirdiği sürgün günlerinden esinlenerek yazmıştır."
Daha sonra Peter Gast'a yazdığı bir mektupta Nietzsche, Dostoyevski'nin psikolojik dehasına olan hayranlığından sözeder. Bununla birlikte, onun en güçlü içgüdülerine karşı koyduğunu da ifade eder. Sanıyoruz ki, Nietzsche ve Dostoyevski arasında yapılacak bir karşılaştırma, aslında temel anlaşmazlığın nedenlerini aydınlatabilir.
Nietzsche Dostoyevski'nin yeraltı dünyası, yeraltı yolları, labirentler hakkında yaptığı ayrıntılı araştırmasını övüyordu. Burada gizlenmiş sofuca yalanlar sayesinde iyi insan ötekilerden gizlenir, kendi kendisinden bile iç çelişkilerini saklar. İşte "Gnôthi Sauton" gerçeği budur. Dostoyevski'nin zavallı kahramanı birbirini izleyen saçma davranışlarda bulunarak, sonunda isyankâr ve acı çeken bir kurban olur. Yüzeysel olarak her şey açık ve berraktır. Ama derinde, azgın sulardan ne korkunç canavarlar çıkıyordu! En kötüler iyilik dolu bir gülüş arkasında itiraf edemedikleri kinlerini gizlerler... En iyiler yalnızca karakterlerinin soyluluğu sayesinde erdeme ulaşabilenler -haksız olduklarına inanıp-, aldatmaca bir merhamete boyun eğerler.
Nietzsche, Dostoyevski'nin betimlediği dünyada İsa dönemindeki Filistin'in hastalarını ve yoksullarını keşfettiğini sanır. Öç almaya susamış, ama yadsımaya hazır bulanık ruhlar:
"İncil'in bizi içine sokmaya çalıştığı dünya, sinir hastalıklarının, çocukça salaklıkların sanki birbirlerine randevu vermiş gibi bir araya geldikleri, adı "Ölüler Evi" olan bir Rus romanında alınmış bir dünyadır."
Nietzsche'nin Rus romancıdan söz ettiği kuşku götürmez. Yazarın adının kullanılmadığı yerlerde dahi "yeraltı" sözcüğünün sıkça yinelenmesi bunu kanıtlamaya yeter. Dostoyevski'nin İsa'ya karşı beslediği duyguları çok iyi biliyoruz. Rus yazar için Tanrı'sız bir dünya "saçma" bir dünya olurdu. Her şeyin "serbest" olduğu bu dünyada doğal olarak kötülük hiçbir sınır tanımazdı. Üstelik Nietzsche'nin kesinlikle mahkûm ettiği suçluluk duygusunda, Dostoyevski selamete giden yolu buluyordu. "Suç ve Ceza" adlı romanda, Sonya'nın yol gösterdiği Raskolnikov, huzuru adalete teslim olmakta bulur. Kötülük konusu onun için yalnızca soyut kalan bir diyalektik alanında değil, aynı zamanda etten ve kemikten olan insanların yaşadığı ortamlarda da kendisini gösterir. Sonuç olarak Dostoyevski İsa'ya güvenir, gerçek yüceliğin sırrını ona sorar. Pascal'a katılarak, Tanrı'sız bir insanın "sefilliğini" kanıtlar. İnsan Tanrı'nın kanununu kabul etmek zorundadır.
"Benim ilkem çok basittir." diye yazmıştır 1868 yılında Nathala von Vizine'ye.
"Ben, İsa'dan daha güzel, daha derin, daha sevimli, daha mantıklı, daha yiğit ve daha mükemmel bir şeyin olmadığına, hiçbir zaman da olamayacağına inanıyorum. Eğer İsa'nın gerçek olmadığını bana kanıtlayabilirlerse ve gerçeğin İsa'nın dışında olduğu doğruysa, ben İsa ile kalmayı gerçek ile kalmaya tercih ederim."
Bu satırlar, Dostoyevski'nin inancının tam olduğunun göstergesidir.
Ama onun da "dünyayı mantığın yönetmediğini" düşünmesine ve "yeraltından" çıkan çelişkileri fark etmesine karşın, Nietzsche gerçeğin bu olmasını yeğliyordu.
Ya da daha doğrusu, gerçeği görüntüler içinde yok olmuş bir varlığa bağlamayı değil de, her zaman hareketli olan bir yaşama bağlamayı, kendisi için yalnızca can sıkıcı bir tanık olan Tanrı'yı yaşamdan uzak tutmayı istiyordu.
"Ahlâki bilincin" boş ve kötürümleştirici kuruntularını yaratan bu Tanrı değil miydi?
"Ama onun gerçekten de ölmesi gerekiyordu. Her şeyi gören gözleriyle insanın içini, tüm utancını ve gizli olan çirkinliğini görüyordu. İnsanın en iğrenç kıvrımlarının içine bile giren, bu patavatsız, aklını acımayla bozmuş be meraklının ölmesi gerekiyordu. Durmadan bana bakıyordu... Ben de bu tanıktan öcümü almak ve yaşamıma son vermek istedim. Her şeyi ve insanı bile gören bu Tanrı'nın ölmesi gerekiyordu."
Edgar Poe'nun bize anlattığı da benzer bir cinayettir. William Wilson da dayanılmaz bir tanıktan aynı şekilde kurtulmuştur. Etrafında, onun tutumunu kınayan ve olabileceği parlak insanın betimlemesini çizenler de vardır. Ama bu kalabalığa karşın insan hareketsiz alınyazısıyla baş başa kalır. Hiç kuşku yok ki, Nietzsche bir trajedinin başlayacağını önceden duyumsamakta çok haklıydı.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
I always inspired by you, your opinion and attitude, again, appreciate for this nice post.
- Thomas
Webmaster cok tesekkurler...
Selamlar Senay
tum blogu okumaya oldukca iyidir
ilginç bir blog.... bakılası
Yorum Gönder